Duyarsızlaşma
Acıyı hissetmiyorum. Günahlarımla hatalarımla ısınıyor, yanıyorum; ama acı hissetmiyorum. 'Mukaddes bir acı' yok. Istırap; göremediğimiz acıları da hissetmek, 'Dünyanın herhangi bir yerinde, birinin bir şeyine zarar gelse, kendimi mesul tutarım.' hassasiyetinde olmak.
Çocuğunuzun şikâyeti nedir, dedi doktor.
- Ağlamıyor!
Doktor şaşırmıyor. Çocuğun annesine; “Herkes ağlayan çocuğunu getiriyor. Sen niye geldin?” demiyor. Ağlayamamanın, ağlamaktan daha önemli bir belirti olduğunu biliyor. Onlarca test ve tahlil yaptırdıktan sonra üzgün bir ifadeyle: “Otonom Duyu sinirlerinde irsiyete bağlı bozukluk (Beşinci Tip Nöropati)” diyor...
Keşke üç yaşındaki kız çocuğu Gabby Gingras düşüp bir yeri acıdığında ağlayabilseydi! Elini, dilini, çiğneyip kanatan, plâstik oyuncaklarını ısırırken dişlerini koparan, gözlerine soktuğu parmağıyla korneasını yırtan Amerikalı Gabby Gingras, tedavisi olmayan hastalığı yüzünden acı duymuyor, beynine ağrı gitmediği için kendine zarar veriyordu. ABD'de aynı hastalığı çeken diğer bir çocuk, elini sobanın üzerine koymuş, annesinin aldığı et kokusuyla yanmaktan kurtulmuştu.
Akşam eve dönüyorum. Kaldırımda biri oturmuş ağlıyor. Belli ki dilenci değil. Önünden geçiyorum, durup derdini sormuyorum, gözyaşlarına sebep ne diye merak etmiyorum. Yürüyorum, benden önce de başkaları geçiyor; tıpkı benim gibi. Öyle bırakıyoruz dertliyi derdiyle...
Eve geliyorum, ev sıcacık. İçime bir huzursuzluk oturur gibi oluyor, pek aldırış etmiyorum. Televizyonu açıp bir aşağı bir yukarı kanal değiştiriyorum. Haber izlemeye karar veriyorum. Felâket haberleri: “Deniz kalktı ve yürüdü...” Yürüyor deniz, evleri, arabaları, bir şehri almış götürüyor. Yüzlerce ölü var, kayıp sayısı binleri geçecek. Her şeyini kaybetmiş binlerce insan... Kıpırtısız izliyorum. 'Tüylerin diken diken olması' nasıl şey, bilmiyorum. Yumuşacık koltuğumda aksiyon filmi izler gibi; öyle rahat, öyle boş gözlerle, hissiz bir kalble seyrediyorum. Beni seyreden Bir'inin varlığından habersiz gibi...
Beşinci Tip Nöropati. Bu hastalığın bendeki adı duyarsızlaşma hastalığı. Yine bir kış günü, gece vakti eve dönerken on iki-on üç yaşlarında üç çocuk... Ellerinde sigara, birbirlerine yüz kızartan hitaplar. Nerden öğrendiler bu çirkin lâfları! Elbiseleri kir içinde, içleri de dışları da darmaduman. Onları da hayatımdan normal bir kare gibi geçtim. Yine eve girdiğimde ev sıcacıktı, içime bir huzursuzluk oturur 'gibi' oldu. Yine aldırış etmedim.
O kadar çok yitirilen çocuk, yitirilen insan var ki... O kadar kaldırılamaz dert var ki... Bütün bunlar karşısında unutkanlık çukuruna salıverdiğim kalbimde 'tın' yok! Robot gibi sabit çalışıyor, 'can' yok!
Ve yazar Ali Ural, bu hastalığı anlattığı yazısının son cümlesinde, bu hissizliğe vurgu yapıyor: “Acı çekmeye başlamazsak yanmaktan kurtulamayacağız!”
Acı çekmeye hevesli olmak doğru değil, iyi bir şey de değil acı çekmek. Ama ya yanacaksak? Ya acı çekmek ihtiyaçsa?
İnsanız, unutuyoruz diyoruz bazen, kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Unutmak insanın gerçeği. Bu teselli oluyor bana. Sonra iyice kendimi kontrol ettiğimde kaçamıyorum bulaşan hastalıktan. Hasta olduğumu kabul ediyorum. Unutmakla alâkalı değil bu. Çünkü o ânda; gördüğüm, şahidi olduğum esnada kıpırtı yok, hareket yok. Müteessir olmuyorum. Gözlerimin takıldığı karenin içinde ben olabilirdim oysa; sahipsiz, sahiplenilmemiş çocukların içinde, derdin takatini tükettiği insan... bir felâketin, dünyadaki her şeyini alıp götürdüğü bir tükeniş tasvirinin içinde olabilirdim. Gözlerimin takıldığı kareye yüreğim takılmıyor, demek ki ben hastayım.
Televizyon başındaki kendimize, off çeken eşimize, içinde ne gizlediğini merak etmediğimiz, elinde telefon bizden uzak genç kızımıza, internetle meşgul oğlumuza duyarsız kaldık. Teknolojinin, konforun, sosyal paylaşım sitelerinin yalnızlaştırdığı topluma duyarsız kaldık. Özellikle internetteki sosyal paylaşım siteleri; facebook, twitter... Öyle hâle gelmişiz ki sanal âlemde, “Sırtımdaki mızrağı ben facebook'tayken çıkarın!” diyecek kadar kendimizden geçiyor, etrafımıza duyarsızlaşıyoruz. Çocuklarımız evde olsun da nasıl olması önemli değil; ne izlediği, ne yaptığı önemli değil bizce...
Küçük kızımıza 'sindy bebek' alıyoruz. Sindy bebek mini etek giymiş. Küçük kızımız onu çok seviyor... Okula giden çocuklarımızın çantasında örümcek adam resmi var...
Dizi izliyoruz, “çağdaş” bir aile. Gelin-damat, kaynana-kayınbaba, çocuklar, geniş bir aile. Kahvaltı yapıyorlar, yatak odası kıyafetiyle oturmuş gelin hanım. Herkes çok rahat, her şey çok tabiî(!) ve evin hizmetçisi başörtülü, kapalı bir hanımefendi. Pardon hanımefendi değil hizmetçi!
Çocuklarımızın şuuraltına yerleşen bu acayip duruma duyarsızlaştık.
Acıyı hissetmiyorum. Günahlarımla hatalarımla ısınıyor, yanıyorum; ama acı hissetmiyorum. 'Mukaddes bir acı' yok.
Istırap; göremediğimiz acıları da hissetmek, 'Dünyanın herhangi bir yerinde, birinin bir şeyine zarar gelse, kendimi mesul tutarım.' hassasiyetinde olmak. Ateşe koşan, yandığının farkında olmayan bir neslin kokusunu hissedip, anne şefkatiyle koşuvermek.
Dua... “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var!” Istıraplı duanız.
Var mıydı öyle bir duam! Acı çekmeye başladım mı!? Acı çekmeye başlamadıysam, yanmaktan kurtulamayacağım demektir!
* Sızıntı Dergisi arşivinden (Kasım, 2011)