Fıkıh Usulü





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 09/10/2018
Clap

Fıkıh usûlü disiplin olarak sonradan ortaya konulmuş olsa bile, sahabe ve sonradan gelen âlimler bir konunun dini durumunu anlamak için belli bir metod takip ediyorlardı. Fakat bunun adını bugün olduğu şekilde tam olarak koymamışlardı. Yani müsemma vardı; ismi henüz konmamıştı.

Fıkıh sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak” anlamına gelir. Bir terim olakar fıkıh ise, insanın ameli yönden lehine ve aleyhine olan şeyleri, yani hak ve vecîbelerini bilmesi demektir.

Usûl-ü Fıkh

Usûl, asıllar, temeller manasına gelir. Fıkıh, dinin kaynaklarından çıkan bilgi manasına geldiği için fıkıh usûlü “delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde tarif edilebilir. Kısaca, usûl-ü fıkıh, mükellefin fıkhî hükümlere nasıl ulaşacağını gösteren ilimdir, denilebilir.

Usûl-ü Fıkhın Konusu

Fıkıh usûlü ilminin iki temel konusu vardır: Bunlardan birincisi, Şâri Teâla’nın bize nasıl hitap ettiği, ikincisi ise, bizim mevcut hitaptan ne anlayacağımız, dolayısıyla hangi hükümleri çıkaracağımızdır.

Usûl-ü Fıkhın Gayesi

Usûl-ü fıkhın gayesi, kaynaklardan fıkhî hükümleri çıkarma yöntemini öğretmektir. Bu da şu şekilde olur:

  1. Müçtehitlerin çıkarmış olduğu hükümleri ve delillerini tam manasıyla kavramak.
  2. Hükmü belirtilmeyen konularda, aynı metotlara göre yeni hükümler çıkarmak.
  3. Aynı mesele hakkında verilen farklı hükümlerden, hangisinin daha doğru olduğunu tespit etmek.

Fıkıh Usûlünün Doğuşu ve Gelişmesi

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde hükümler ya inen vahiylere uymak, ya da Resûl-i Ekrem’in kendi beyanlarını takip etmek üzere iki temel üzerine bina edilmişti.

Allah Resûlü’nün vefatından sonra mevcut sayılı nasların sınırsız olayların hükümlerini nasıl beyan edeceğini ortaya koymak üzere bir yol bulunmuş ve adı zamanla usûl-ü fıkıh/fıkıh usülü olmuştur.

Fıkıh usûlü disiplin olarak sonradan ortaya konulmuş olsa bile, sahabe ve sonradan gelen âlimler bir konunun dini durumunu anlamak için belli bir metod takip ediyorlardı. Fakat bunun adını bugün olduğu şekilde tam olarak koymamışlardı. Yani müsemma vardı; ismi henüz konmamıştı.

Bu sahada günümüze ulaşan ilk eser, İmam Şâfi’nin er-Risâle’sidir. Bu eser, sahasında ilk yazılan ederdir ve Usûl-ü Fıkhın temel kaynaklardan sayılır.

Usûl-ü Fıkıhta Kullanılan Metotlar

  1. A) Mütekellimîn Metodu:

Daha çok kelamcılar tarafından kullanıldığı için bu adı almıştır. Bu metoda en büyük katkıyı İmam Şafiî sağlamıştır. İmam Gazali de bu metodu kullanır. Şafiî metodu da denir.

Bunlar, delillerden çıkan sonuçları aynen kabul ederler. Yani neticeyi usûl kuralları belirlemektedir.

Bu metotta ana kâidelerden (prensipler-nazariyeler) meselelere geçiş asıl olduğundan, tümdengelim (talil/dedüksiyon) esası hâkimdir.

  1. B) Hanefîye Metodu

Buna fukaha mesleği de denir. Bu yolun aslı, mezhep imamlarının hüküm çıkarma konusunda istinat ettikleri prensiplere uymaya dayanır. Dolayısıyla bir meseleyi çözerken, mezhep imamlarının fıkhî bir problemi çözme konusunda ne söylediğini ve nasıl hareket ettiğini bilmek gerekmektedir.

Hanefîye metodunu takip edenler, genel olarak cüz’î mesâilden hareketle ana kaideleri belirledikleri için tümevarım (istikra/indüksiyon) metodunu kullanmıştır. Bu yol İslâm’ın karakteristik bir metodudur ki, önce cüz’î meseleleri halledip sonra küllîye geçiş sağlanır.

  1. C) Memzuç Metod

Zaman içerisinde Mütekellimîn ve Hanefîye metodunu mezceden usûlcüler de olmuştur. Bunların gayesi ise her iki metodun daha faydalı olduğunu düşündükleri kısmını beraberce temin etmektir.

 

İSLÂM FIKHININ KAYNAKLARI

Delilleri Açısından İslâm Fıkhı

Delil:

Lügatte delil, yol göstermek veya kendisiyle yol gösterilen şey demektir. Istılahta ise; bir şeyi bilmenin başka bir şeyi bilmeyi gerektirmesi olarak tarif edilir.

Şer’î delillerin bir kısmı muttefakkun aleyh (ittifakla kabul edilen), diğer kısmı da muhtelefün fih (ihtilaf edilen) şeklindedir.

Şer’i deliller

  1. Kitap

Kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Usûl-ü Fıkh’a baktığımızda Kur’ân’ın mutlak kitap olarak anlatıldığını görürüz.

Kitap; Şâri Teâla tarafından insanlık ile ilgili her meseleyi çözmek ve onlara Yüce Yaratıcı’ya karşı görevlerini göstermek için, son peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya (aleyhisselam) Cebrail vasıtasıyla Arapça olarak ve hükümleri kıyamete kadar geçerli olmak üzere gönderilen, nesilden nesile tevatüren nakledilen, okunmasıyla da ibadet edilen küllî, mûciz ve veciz ilâhi beyandır.

  1. Sünnet

Sünnet: Allah Resûlü’nün (aleyhisselam) söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir. Doktor mahiyetinde olan fakihler, eczacı mahiyetinde olan muhaddislerden hadisleri alıp onlardan hükümler çıkarırlar.

Kur’ân’a göre Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân karşısındaki konumu üçtür:

  1. Tebliğ.
  2. Teybin.
  3. Tatbik.

Yapısı Bakımından Sünnet üç gruptur:

Kavlî Sünnet

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik münasebetlerle söylediği sözlere kavlî sünnet denir.

Fiilî Sünnet

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz, hac.. gibi ibadetler konusunda, farklı durum ve konumlarda insanların nasıl davranacaklarına dair gösterdiği uygulamaları fiilî sünnet kabilindendir.

Takrirî Sünnet

Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlara ait bir davranışı gördüğü veya onların ifade ettikleri sözü duyduğu halde buna karşı çıkmaması, söz konusu uygulama veya ifadelerin İslâm’a aykırı olmadığını göstermesi sebebiyle takrirî sünnet adını alır. Bu ya sükut ile yeya bir fiili gördüğü, bir sözü işittiği zaman, sevinerek veya açıkça ifade ederek tasvibini belirtmesi şeklinde olur.

  1. b) Rivayet Açısından Sünnet

Mütevâtir sünnet

Bir sünnet, normal şartlarda yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir sahabe grubunun, yine böyle bir tâbiin grubuna, onların da aynı şartları taşıyan bir etbauttâbiin grubuna nakilleridir.

Meşhur sünnet

Râvisi çok olmakla birlikte tevatür sayısına ulaşmayan nakillere meşhur nakil denmektedir. Bu tür sünnetler mütevatir derecesinde olmasa bile kesine yakın bir bilgi ifade etmektedir.

Âhad yolla nakledilen

Sayısı belli şahıslarca rivayet edilen sünnetlere âhad nakiller denir. Bu tür rivayetler teknik açıdan sübutları yönüyle zan ifade etmekle beraber, amelî açıdan kendilerine ittiba edilmesi vaciptir.

  1. İcma

Lügatte icma, bir konuda kesin karar almak veya fikir birliği etmek manalarına gelir. Terim olarak ise; ümmet-i Muhammed içerisindeki müçtehitlerin, vefat-ı Resûl’den sonraki her hangi bir devirde, şer’î bir hüküm hakkında istisnasız olarak ittifak etmeleridir.

İcmanın Gerçekleşme Şartları

Bir icmanın gerçekleşmesi ancak şu şartların ittifakıyla mümkündür:

  1. Fikir birliği edenler müçtehit olmalıdır. Dolayısıyla avamın icmasının bir değeri olmaz.
  2. İlgili hukukçular müslüman olmalıdır. Bu şart aslında müçtehitlik şartında da vardır. Çünkü bir müçtehidin iman etmiş olması, onun en temel vasfıdır.
  3. Bir devirdeki müçtehitlerin istisnasız hepsi bu ittifaka katılmalıdır. Çünkü aksi durum delilden neşet eden bir ihtilafın varlığı sonucunu vermektedir.
  4. Söz konusu icma, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra gerçekleşmelidir.
  5. İcmanın konusu vücup, hürmet, sıhhat ve fesad gibi şer’î bir hüküm olmalıdır. Çünkü fıkhı ilgilendiren meseleler bu şekilde tezahür eder.
  6. Kıyas

Lügatte kıyas, bir şeyi bir başka şeyle ölçmek veya iki şeyi birbiriyle eşitlemek manasına gelir. Fıkıh ıstılahında ise, bir konudaki bilinene benzetilerek bilinmeyeni çözme metodudur.

 

  1. Mesâlih-i Mürsele

Lügatte maslahat, içinde fayda bulunan şey manasına gelir. Istılahta ise, itibar edildiği veya reddedildiği noktasında her hangi bir bilgi olmayan, fakat taşıdığı faydanın çokluğu sebebiyle kabul edilmek zorunda kalınan durumlardır ki mürsel maslahatlar olarak adlandırılır.

 

  1. İstihsan

Lügatte istihsan, bir şeyi güzel saymak manasına gelir ve genelde bir şahsın hoşuna giden durumları ifade sadedinde kullanılır. Istılahta ise; celî (açık) kıyastan, genel veya yerleşik kuraldan özel gerekçelerle ayrılarak sözkonusu olayın hususiyetine uygun çözüm bulma metodunu ifade eder.

 

  1. Örf

Çoğu insanın benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda başka anlama gelmeyecek derecede özel bir anlam taşıyan lafızlara örf denir. Bu manada âdet kelimesiyle aynı anlamdadır. Teâmül ise aynı manada daha dar kapsamlı uygulamalar için kullanılır.

Fiil ve Söz Açısından Örfler

Amelî Örf

İnsanların uygulama alanında oluşturdukları fiillere amelî örf denir. Mesela gündelik işçi olarak çalışan şahıslara, patron tarafından verilen öğle yemeği bazı yerlerde bir örftür. Dolayısıyla bu konu iş akdinde özel sarahatle belirtilmediği sürece, önceden şart koşulmuş gibi kabul edilir.

Kavlî Örf

Herhangi bir sözün örfen belli bir manaya gelmesine kavlî örf denir. Mesela halkın kullanımında et lafzı sadece hayvan etlerine tahsis edilir. Bu sebeple genel olarak onunla balıketi kastedilmez. Hâlbuki balık eti de neticede bir tür ettir.

Umum ve Husus Açısından Örfler

Örf-ü Âmm

Bu tür örfler bir davranış veya sözün her yerde farklı anlaşılmayacak şekilde özel bir anlam taşımasını ifade eder. Mesela çoğu yerde evlenilecek kız veya kadına mehir dışında bazı takılar verilmesi, umumî bir örf sayılır ve uygulama sahihtir.

Örf-ü Hâs

Belirli bir bölge ile sınırlı davranış veya sözlere hususi örf denir. Mesela çalıştırılan işçiye öğle yemeği vermek âdeti her yerde olmaması sebebiyle, uygulanan bölgeler için bir örf-ü hâs (mahallî örf) sayılır.

Örfle İlgili Kaideler

Örfe müstenid bazı fıkıh kaideleri vardır. Bunlar kapsam açısından örfün yanında değişik fıkhî delillerle irtibatlandırılabilir. Anlama ve anlatılması kolay olması sebebiyle bu konuyu bir bütün halinde vermekte fayda vardır:

İstimâl-i nâs bir hüccettir ki, onunla amel olunur.(Mecelle, madde 37)

Âdet muhakkemdir. (Mecelle, madde 36)

Âdeten olmayan şey, hakikaten yok gibidir. (Mecelle, madde 38)

Âdet, ancak muttarid ve gâlip oldukta muteber olur. (Mecelle, madde 41)

Âdetin delaletiyle manây-ı hakiki terk olunur. (Mecelle, madde 40)

Örfle maruf olan şey, şart kılınmış gibidir. (Mecelle, madde 43)

Örfle tayin, nasla tayin gibidir. (Mecelle, madde 45)

Beynettüccâr maruf olan şey, beynlerinde meşrût gibidir. (Mecelle, madde 44)

Örfün Geçerlilik Şartları

Bir örfün şer’an makbul olabilmesi için dört temel şartın bulunması gerekir:

  1. a) Ittırâd ve Galebe

Bu şarta göre hukuken itibar edilmesi gereken söz konusu örfî anlam veya muamelenin, ilgili konuların hemen hepsinde kullanılıyor olması gerekir. Şayet aynı konuda farklı uygulama söz konusuysa, orada şer’an delil olacak bir örf söz konusu değildir.

  1. b) Örfün Fiilen Mevcut Olması

Hakem rolü oynayacak örfün, söz konusu hukuki işlem sırasında fiilen mevcut olması gerekir.

  1. c) Örfün Herhangi Bir İrade Beyanı ile Çatışmaması

Örfün açık bir irade beyanı ile çatışmaması gerekir. Zira akdi yapanların başka farklı bir anlaşması sözkonusu ise, örfün uyulma mecburiyeti yoktur.

  1. d) Örfün Sabit Şer’î Bir İlke veya Delile Aykırı Olmaması

Fukaha, şer’î delillere aykırı bir örfün muteber olmayacağı noktasında müttefiktir. Bu sebeple örf ancak temel ilkelere uyarsa maruf manasına gelir. Maruf olmayan örf ise münker kabul edilir. Böylece bâtılın suret-i haktan görünmesine müsaade edilmemiş olur.

 

  1. Zerîa

Lügatte zerîa iyi veya kötü bir sonuca ulaştıran vesile ve vâsıta demektir. Çoğulu zerâi şeklinde gelir. Bir usûl terimi olarak manası ise, vâsıtaların sonuçlarına göre hüküm almasıdır. Çünkü çoğu zaman olaylar, hayır veya şerre sebep olmasına göre değerlendirilir. Bu noktada İslâm, iyiliğe götüren vesileye iyi hükmü verirken; kötülüğe götüren vesileye de kötü hükmünü vermiştir.

Sedd-i Zerâinin Hüccet Değeri

Anlaşılacağı üzere bütün fukaha mefsedetin önlenmesini çok önemli görmüş ve bunu temin etme sadedinde bazı faydalardan vaz geçileceği konusunda icma etmişlerdir. Dolayısıyla sedd-i zerâiye dayanmışlardır. Uygulama açısından dört mezhebe bakıldığında bu delili en geniş kullananlar Mâlikîler ile Hanbelîlerdir. En dar kullanan kesim ise Şâfiîlerdir. Hanefîler ise iki grup arasında kalmıştır.

 

  1. Şer’u Men Kablenâ: İslâm’dan Önceki Şeriatlar

Istılah olarak şer’u men kablenâ, Şâri’ Teâla’nın önceki ümmetlere bildirdiği ahkâmı ifade etmektedir. Bu ahkâmın bilinmesi, Şâri-i Hakîm’in bir dönem için kulları adına tercihi olması adına önemlidir. Fakat söz konusu ahkâmın kendi dönemlerine münhasır olup olmadığı, dolayısıyla daha sonraki dönemler için geçerli olup-olmayacağı tartışma konusudur.

 

  1. Sahabî Kavli

Usûlcülerin çoğuna göre sahabi; Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yetişmiş, O’na iman etmiş ve örfen O’na arkadaş olmuş (sohbetine katılmış) denebilecek kadar yakınlık kazanmış kimseye sahabî denir.

 

  1. İstishâb

İstishab, lügatte birlikte olmak manasına musâhabe kökünden gelir. Istılahta ise, sâbıkan varolan bir hükmün kaldırıldığına dair kesin bir delil bulunmadıkça, onun şu anda da devam ettiğine karar vermek manasına gelir. Çünkü galebe-yi zanla bu durumun devam etmesi asıldır.

ŞER’Î DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER

  1. HÜKÜM

Hüküm, herhangi bir konuda Şâri’den sâdır olan irade ve karardır. Şer’î hükümlerin sâdır olduğu kaynak ise Şâri’ Teâla’dır.

Usûlcülere göre şer’î hitabın bizzat kendisi hüküm kabul edilirken, fukahaya göre hitabın sonucu hüküm kabul edilir. Mesela usûlcülere göre, “Ey iman edenler! Akitleri ifa ediniz” (Mâide suresi, 5/1) âyeti bir hükümdür. Fukahaya göre ise bu âyetten çıkan sonuç, yani “Akitlerin gereğini yapma” hükümdür.

  1. TEKLÎFÎ HÜKÜM

Şâriin mükelleften bir işi yapmasını veya yapmamasını istemesi ya da onu serbest bırakmasıdır. Bu tür hükümlere insanlara bazı külfetler yüklediği için “teklîfî” adı verilmiştir.

Teklîfî hükümlerin Kısımları

  1. Vâcib

Şâri Teâla’nın yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiile cumhura göre vâcip denir.

  1. a) Vâcibin Hükmü

Vâcip bir emrin yapılması mutlaka gereklidir. Bu sebeple emre uyan mükafatı, uymayan da cezayı hak eder. Hatta vacip sübut ve delalet yönüyle kesin bir delil ile ortaya çıkmışsa, inkâr eden küfre girer.

Hanefîlerde Vacip

Hanefilere göre vacip, Şâri’in mükelleften yapılmasını bağlayıcı tarzda istediği, fakat bunun zannî delil ile sâbit olduğu fiildir. Fıtır sadakası, kurban kesmek, vitir ve bayram namazlarını kılmak ve namazda fatiha suresini okumak bu cümledendir.

Hanefîlerde Farz

Hanefîler göre farzın delili, hem sübut hem de delalet yönüyle kesinlik ifade etmesinden dolayı onu inkâr eden küfre girer. Bu kısım farzlara, itikadî ve amelî yönden farz da denmektedir. Zira Hanefîler vacip saydıkları şeylere sadece amelî farz derler.

  1. Mendub

Nedb kelimesi lügatte önemli bir işe davet etmek manasına gelir. Mendub, kendisine davet olunan şey anlamındadır. Istılahta ise Şâri’in yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği, dolayısıyla terk edilmesini kötülemediği fiile denmektedir. Fakat bunun yanında sünnet, nafile, müstehab, ihsan ve tatavvu kelimeleri de mendub manasını ifade etmektedir.

Mendubun Kısımları

1) Sünnet-i Müekkede

Dinî vecibeleri tamamlayıcı ve ikmal edici nitelikteki fiillere sünnet-i müekkede denir. Ezan okumak ve namazı cemaatle eda etmek bu cümleden sayılır. Müekket sünnetlere sünnet-i hüdâ da denir ki, “İbadet manası taşıdığında şüphe olmayan” manasına gelir. Bunun yanında sünnet-i müekkede için Allah Resûlü’nün (as) devamlı yaptığı ve sırf bağlayıcı olmadığını göstermek üzere nadiren terk ettiği fiiller şeklinde bir tarif de getirilebilir.

Müekked sünnet manasındaki bir mendubu yerine getiren, sevabı hak eder. Terk eden ise cezaya çarptırılmamakla beraber kınanır.

2) Sünnet-i Gayrı Müekkede

Gayr-ı müekked sünnetler, tâat nev’inden olup, Resûl-i Ekrem’in (as) bazen yapıp bazen terkettiği fiillerdir. İkindi ve yatsı namazından önce kılınan dörder rekâtlık namazlar, haftanın pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruçlar, zekat ve fitre dışında fakirlere yapılan tasadduklar bu cümleden sayılır.

3) Sünnet-i Zevâid

Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir insan olması hasebiyle sâdır olan, dolayısıyla İslâm’ı tebliğ veya dini tebyin manasını açıkça içermeyen fiillere sünnet-i zevâid denir. Peygamberimiz’in (as) beyaz elbise giymesi, saç ve sakalına kına sürmesi, yeme ve içmesi.. gibi davranışları bu kapsamda değerlendirilir.

  1. Haram

Şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği fiillere haram denir.

Haramın Türleri

1) Lizâtihî Haram

Mahiyetindeki kötülük ve zarar sebebiyle Şâri’in haramlığına hükmettiği fiile lizatihî haram denir. Zina yapmak, hırsızlık etmek, murdar et yemek vb.

2) Ligayrihî Haram

Esasen meşru olduğu halde, geçici olarak üzerinde var olan başka bir sıfat sebebiyle haram kılınmaya ligayrihî haram denir. Mesela bayram günü oruç tutmak böyledir.

  1. Mekruh

Şâri Teâla’nın yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiile mekruh denir. Diğer ifadeyle mekruh, Allah katında yapılmaması yapılmasından daha iyi olan, dolayısıyla kaçınılması tavsiye edilen fiildir.

Mekruhun Türleri

1) Tahrîmen Mekruh

Şâri tarafından yapılmama emri kesin olmakla beraber sözkonusu delillerin sübutunda veya delaletinde bir zannîlik söz konusuysa, bu tür fiilere Hanefîler tahrimen mekruh demektedir. Sanki bu tür mekruh vacibin zıddı konumundadır.

2) Tenzîhen Mekruh

Hanefîler, Şâri Teâla’nın yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda emretmediği fiile tenzihen mekruh demektedir.

Bazen terkü’l-evlâ da mekruh olarak değerlendirilir.

Cumhura göre mekruhun hükmü; işleyenin cezayı hak etmemesi, fakat kınama ve azarlamaya müstehak olmasıdır. Çünkü Allah’ın rızası, mekruh olan bir şeyin yapılmamasındadır.

  1. Mubah

Şâri’in mükellefi herhangi bir fiili yapıp yapmamakta serbest bıraktığı alana mubah denir. Bu sebeple ibâha ifadesinde sözkonusu fiilin ne yapılması ne de terk edilmesi istenmiştir! Bu şekildeki fiillerin hükümlerine helal veya câiz de denebilir. Yeme, içme ve dolaşma.. gibi zaruri olamayan ihtiyaçlar böyledir. Fakat hayatın idamesi için zaruri olan yetecek kadarlık kısım farzdır.

Azîmet ve Ruhsat

Azimet genel, ruhsat ise özel olarak gelen hükümlerdir.

1) Azîmet

Azîmetin lügat manası, bir şeye kesin olarak yönelmek ve niyetlenmektir. Usûl-ü fıkıhta ise, “Şâri Teâla’nın bütün mükelleflere, bütün durumlarda öncelikli ve bağlayıcı genel bir kanun olarak koyduğu hükümler” manasına gelir. Dolayısıyla azimet ahkâmı, güçlük ve zaruret gibi durumlara bağlı olmaksızın konmuştur. Mesela namaz, zekat, hac, akitler ve hadler.. gibi konulardaki ahkâm böyledir.

2) Ruhsat

Ruhsat, lügatte kolaylık göstermek manasına gelir. Usûlde ise, “Bazı mazeretlerden dolayı aslî hükmün gereğine uymamayı meşru hale getiren geçici hüküm” demektir.

Ruhsatı Kullanma Konusunda Ölçüler

  • Ruhsatı Terk Açısından
  1. Azimetler genelde net iken ruhsatlar içtihadî, dolayısıyla da zannidir. Zaruret olmadan net olan ahkâmı terk etmek ve içtihadî olan zannîye tâbi olmak tercih edilecek bir durum değildir.
  2. Kulluğu yaşamak sebat ister. Ruhsatlara dalmak ise bu açıdan ideal değildir. Çünkü ruhsatlarda şeriat emirlerinden kaçış ruhu oluşabilir. Üstelik sıkıntı kavramı izafîdir. Zira alışan bir kişiye çok şey kolay olur.
  3. Şer’î düzenlemeler nefsi terbiye için vardır. Bu sebepten her istenileni yapmak şehvet manasına gelebilir. Bu düşünceyle Hallâc-ı Mansur gibi pek çok mutasavvıf, ruhsatları bütünüyle terk etmiştir.
  4. Hayalî ve vehmî zorluklar itibara alınmaz. Bu durumun güzel bir örneği Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde yaşanmıştır. Zira Ced b. Kays “Rum kızlarına dayanamam” diye Tebuk seferine katılmamıştı. Fakat bu zâhirî mazeretinde yanıldı.
  • Ruhsatları İstimal Açısından
  1. Mademki ruhsatlar vardır, öyleyse onların külliyyen terki yoluna gidilmemelidir. Çünkü ruhsatlar da Şâri’in maksadı içerisinde vardır. Bu sebeple gereksiz takvaya hacet yoktur. Bu açıdan ruhsatları kaldırma niyeti gibi bir mantık, meşru kılınanı kaldırma gayreti manasına gelebilir.
  2. Önemli olan kat’î emirle zannî ruhsatı bir araya getirmemektir. Zira bunun dışındaki ruhsatlarda beis olmayacağı kesindir.
  3. Ruhsatlardaki kolaylıkta, Şâri’in rıfkı ve merhameti gizlidir. Bu sebeple onları reddetmeye gerek yoktur. Zira meşşakkatler kadar kolaylık da hayatın bir parçasıdır. Öyleyse sıkıntıların meşru çarelerine bakmak lazımdır.
  4. Sürekli azimet ahkâmına temessük yorgunluk yapabilir. Bu durum ise insanları dinî emirlerden uzaklaştırabilir.

 

  1. VAZ’Î HÜKÜM

Şâri’in bir şeyi başka bir şey için sebep, şart veya mâni kılmasına vaz’î hüküm denir.

  1. a) İllet

Lügatte illet değiştirici manasına gelir. Zaten hastalık insanda bir şeyler değiştirdiği için kendisine illet denmiştir. Bu sebepten illetin varlığı hükümde bir değişiklik meydana getirmektedir. Dolayısıyla illetin malûl hüküm üzerinde müessir ve âmil bir konumu vardır.

  1. b) Sebep

Lügatte ip ve yol manasına gelen sebep, ıstılahta hükme doğrudan götürmeyen fakat ona vesile ve vasıta olan yol manasına gelir. Dolayısıyla sebep, hükmün varlığı için mazbut ve açık olarak Şâri tarafından bildirilen bir emaredir.

  1. c) Rukün

Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden şeye rukün denir. Bu yönüyle bir bütünü meydana getiren her bir parça rukün sayılır. Ayrıca bu durum, hem varlığın hakikatı hem de mahiyeti açısından böyledir.

  1. d) Şart

Lügatte şart, hiç ayrılamayan ve birlikte bulunması zaruri olan alâmet ve işaret manasına gelmektedir. Istılahta ise; bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla beraber, onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf manasına gelir. Mesela namaz için abdest bir şarttır.

  1. e) Alâmet

Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayan, dolayısıyla sadece onu açıklayan şeye alâmet denmektedir. Şartta hükmün kendine bağlılığı asıldır.

  1. f) Mâni

Mâni, varlığı hükmün olmamasını veya sebebin butlanını gerektiren şeydir.

  1. g) Sıhhat-Fesâd-Butlân

Mükellef, şer’an gerekli olan şart ve rukünleriyle beraber üzerine düşen teklifleri yaparsa, buna sahih denir. Neticede söz konusu fiil; eğer namaz ise makbul sayılır, akit ise sonucu bağlayıcı hale gelir.

Eğer mükellef üzerine düşen mükellefiyetlerden herhangi birinin şart ve rukünlerinden birisini eksik yaparsa, bâtıl tanımlaması yapılır. Bu tür bir durumda ibadet veya hukuki işlemin temelinde bir eksiklik veya bozukluk vardır.

Bazen bir ibadet veya hukuki işlemde, vasıf ve şartlarındaki eksiklik ve bozukluk sebebiyle fâsid olma durumu ortaya çıkar. Binaenaleyh maksud fiiller rukün ve şartlarını taşısa bile, muteberlik şartlarından birisi eksikse; Hanefîlere göre üçüncü bir grup olarak bir de fâsid kısmı ortaya çıkar. Bu tür işlemler, “Aslen câiz vasfen gayr-ı câiz” olarak görülür.

  1. HÂKİM

Hâkim

Hiç şüphesiz vücûp, hürmet gibi hükümlerin bir hâkimi, vâzı'ı yani hüküm koyucusu vardır. Bu hükümleri vaz' eden, Şâri' Teâlâ'dır. Kur'ân-ı Kerîm'de bazı âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın hüküm koyucu olduğunu beyan ettiği gibi, bütün Müslümanlar da bu hususta icmâ halindedirler. Akıl dahi, Cenâb-ı Hakk'ın kanun koyucu olduğunu kabul etmektedir.

 

HÜSÜN VE KUBUH

  1. Hüsün tabiata uygunluğu, kubuh ise tabiata aykırılığı ifade eder. Mesela “Bu ses güzeldir” denilince, onun insan tabiatına uygunluğu; “Bu ses çirkindir” denilince de insan tabiatına aykırılığı akla gelir.
  2. Hüsün mükemmelliği kubh ise eksikliği ifade eder. Mesela “İlim güzeldir” denilince, ilmin herhangi bir şahsı kemale erdirdiği; “Cehil kötüdür” denilince de cehaletin o şahısta nakîsa oluşturduğu ortaya çıkar.
  3. Hüsün, bir fiile dünyada övgü ahirette ise sevap kazandırır. Kubuh ise dünyada yergi ahirette de günah sonucu verir.

 

III. MAHKÛMUN FÎH

Şâri Teâla’nın talep, tahyîr veya vaz’ının taalluk ettiği fiil ve duruma mahkûmun fih denir.

  1. Mahkûmun Fîhin Şartları

Mahkûmun fîh konusunda bazı temel şartlar vardır. Dolayısıyla hiçbir şahıs bu şartları taşımayan bir fiil ile mükellef tutulamaz:

  1. Fiilin mükellef tarafından tam olarak bilinmesi. Çünkü bir konudaki talep açık olmadan, onun ifası söz konusu olamaz. Buradaki bilmekten kasıt ise, fiilin bilinme imkânına sahip olmasıdır. Bu imkân gücü yetenler için araştırmayla, gücü yetmeyenler için de ehline sorarak elde edilecek bir sonuçtur. Mezkûr imkân olduğu halde öğrenmeyenler ise, mükellefiyetlerini bilmeseler dahi mesul hale gelirler.
  2. Fiilin mükellefin gücü dâhilinde olması. Çünkü teklîf-i malâyutak caiz değildir.
  3. Mahkûmun Fîhin Kısımları

1) Sırf Allah Hakkı Olan Hükümler

İslâm hukukunda “Allah hakkı” tabiri, çoğunluğu itibarıyla kendisinde kul hakkı bulunmayan, dolayısıyla her hangi bir ferdin değil de kamunun menfaatini öne çıkaran hükümleri ifade eder. Binaenaleyh bu haklar, özel bir fertle anılamayacağı için, kullar adına onların Rab’lerine izafet yapılmıştır. Hâlbuki kul haklarında Allah hakkı olduğu gibi, kamu işlerinde de kul hakkı vardır. Bu sebeple o konudaki bir ihlal durumunda ilgili kişilerle helalleşmek gerekir.

Allah hakkı olan bir alanda hiçbir kimse feragat etme hakkına sahip değildir. Çünkü kimse başkası adına hüküm veremez. Beşerî hukukta bu kısma kamu hakkı denir.

2) Sırf Kul Hakkı Olan Hükümler

Buradaki kul hakkı, “Ferde has menfaatlerin gerçekleşmesine yönelik hükümleri içerme” manasına gelir. Bu hükümlerdeki gaye fertlerin menfaatini korumaktır. Dolayısıyla hak sahibi dilerse onu alır, dilerse de vaz geçer.

3) Kendisinde İki Hak Birleşmekle Beraber Allah Hakkı Galip Gelen Hükümler

İffetli kadına kazf isnadı kul hakkı ile Allah hakkını beraber içeren bir durumdur. Böyle bir durumda verilecek cezanın şahıs ve toplum açısından faydası açıktır. Fakat kazf suçunu şahıslar affedemediği için had kısmına girmiştir.

4) Kendisinde İki Türlü Hak Birleşmekle Beraber Kul Hakkı Galip Gelen Hükümler

Mesela kısas cezası böyledir. Zira kısasta ilahi emre muhalefet edilmesi sebebiyle Allah hakkı, mağduriyet açısından da kul hakkı olarak iki yön de bulunmaktadır. Fakat neticede bu suç başkalarını da ilgilendirdiğinden, cezanın dünyalık kısmını çözme noktasında, öldürülenin (maktûl) vârisleri kâtili affedebilir.

  1. MAHKÛMUN ALEYH

Şâri’in talep veya tahyiri kendisi ile ilgili olan şahsa, mahkûmun aleyh denir. Usülcüler ise bu kişiye mükellef derler:

  1. MükellefiyetinTemel Şartı:

Bir kişinin teklife konu olabilmesi için, söz konusu işe ehil olması gerekir. Bu da hitabı anlayacak ve gereğini yapacak güçte bulunmak demektir.

Hitabı anlama ancak akılla mümkündür. Bunun bir seviyede bulunma ölçüsü ise, temyizle başlar ve bülûğla kemale erer. Bu sebepten akıl hastaları ve gayr-ı mümeyyiz çocuklar mükellef sayılmazlar. Yine uyku, unutma, baygınlık ve sarhoşluk bu cümledendir.

  1. Ehliyet:

Lügatte elverişli olmak manasına gelen ehliyet, ıstılahta kişinin dinî ve hukuki hükümlere muhatap olmaya elverişliliği anlamına gelir ve iki kısma ayrılır:

1) Vücub ehliyeti

Haklara sahip olabilme ve borç altına girebilmeye vücub ehliyeti denir. Bu ehliyetin temel şartı hayattır. Hayat sıfatının sabit olması için de ceninin sağ doğması yeterlidir. Bu sebepten başından sonuna kadar hayatın her hangi bir döneminde buna sahip olan kimse vücup ehliyetine haizdir.

2) Edâ ehliyeti

Dinî ve hukuki bir görevin yerine getirilmesi gayesiyle kişinin hukuken muteber sayılacak tarzda fiiller ortaya koyabilmesine eda ehliyeti denir. Bu sebepten bir şahısın bu ehliyeti taşıması için sadece hayatta bulunması yetmez, asgari temyiz seviyesi de gerekir.

  1. Ehliyetin ârızaları:

Ehliyetin arızalarına eski temel kaynaklarda avârızu’l-ehliyye denmektedir. Bunlar kişinin kendi kazanımına göre müktesebe veya iradesi dışında ârız olması yönüyle semavî olarak ikiye ayrılmaktadır:

1) Cünun

Bir kişinin akıl ve temyiz gücünün yokluğuna cünun denir. Bu durum edâ ehliyetini hem ilzam hem de iltizam yönüyle kaldırmaktadır. Fakat kendi hakkındaki haklara sahip olma (vücûb) ehliyetine engel olmaz.

2) Ateh: Akıl zayıflığı

Ateh kelimesi genelde anlama ve idrak eksikliğini ifade eder. Bu durumun fazlası cünun gibi değerlendirilirken, azı da temyiz çağı gibi değerlendirilir. Duruma göre bu haldeki bir şahıs için hiçbir ibadet vacip olmayabilir. Ayrıca matuh kendiliğinden mahcur sayıldığı için yeni bir mahkeme kararına gerek olmaz.

3) Sefeh

Sefeh durumundaki kişinin aklı yerindedir, fakat onun gereğini yapma konusunda bir tedbirsizlik söz konusudur. Bu sebeple ehliyeti ortadan kaldırmaz, fakat gerekirse tedbir konarak davranışlarına hacr getirilebilir.

4) Sekr: Sarhoşluk

Eğer sekr hali haram olmayan yoldan ise, kişi yaptıklarından sorumlu olmaz. Fakat haram yoldan ise, bu durum mükellefiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Böyle bir sonuçta, haram fiil işleyeni cezalandırma yönü de vardır. Bu sebeple teklifi düşürdüğüne dair gelen aksi beyanlar, şer’î makâsıda aykırı sayılır ve cumhurun görüşüne terstir.

5) İkrâh

Cebir ve tehdit kullanarak kişiyi rıza göstermeyeceği bir söz veya davranışa zorlamaya ikrah denir. Bu durum mükellefin iradesine baskı uygulamayı ifade eder. Eğer bu baskı kendisinin büyük kayba maruz kalacağını netice verecekse buna mülcî (tam) ikrah denir. Çünkü böyle bir ikrah, bizatihi kendi iradesiyle oluşan rızayı bozar. Gayr-ı mülci (eksik) ikrah ise daha basit tehditleri içerir.

 

KAYNAKLARDAN HÜKÜM ÇIKARMA METOTLARI

VAZ’ OLUNDUĞU MANA BAKIMINDAN LAFIZLAR

Fıkhî bir nassı değerlendirirken, öncelikle kelimelerin hangi manada vaz’ olunduğuna bakılır. Bu bakımdan lafızlar hâs, âmm, cem-i münker ve müşterek kısımlarına ayrılır:

  1. Hâs

Tek bir manayı göstermek üzere konmuş lafza hâs denir. Bu kelimelerin Ali ve Ahmet.. gibi özel şahıslar veya insan ve erkek.. gibi cins isimlerden olması fark etmez. Yine on ve yüz.. gibi çokluğunda bir sınır bulunan lafızlar da hâs sayılır.

Hâs bir lafzın vaz olduğu manaya delâleti kesindir. Bu sebeple o konuda başka türlü bir yorum yapılamaz. Buradaki kesinlikten maksat ise, delile dayalı bir başka mananın verilememesidir.

Hâssın Türleri

  1. Mutlak

Dilimizde “kayıtsız ve şartsız” diye tercüme edebileceğimiz mutlak; gayr-ı muayyen bir ferd veya fertleri göstermek üzere hâs bir lafızla vaz’ olan, birebir düşünüldüğünde her birini içerebilen ve kendisinin şuyûunu azaltacak şekilde herhangi bir sıfatla kayıtlandığına dair delil bulunmayan lafızdır.

  1. Mukayyet

Gayr-ı muayyen fert veya fertleri göstermekle beraber, çerçevesine giren fertlerden bazıları kayıtlanarak kendisinden ayrılmış olan lafza hâs lafız denir. Mesela imanlı adam, kıymetli kitap ve çalışkan öğrenci.. tanımlamaları böyle sayılır.

  1. Mutlak bir lafızda herhangi bir kayıt yoksa o şekliyle amel edilir. Mesela Ramazanda sefere çıkan birisi oruç tutmazsa, وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ “Kim hasta veya yolcu ise gün sayısınca kaza etsin” (Nisâ suresi, 2/184,185) âyeti gereği, istediği zaman ve istediği günde kaza eder. Ve bu kaza ameliyesinde günlerin peşi peşine olma şartı yoktur. Çünkü âyetteki eyyâm kelimesi mutlaktır.
  2. Mukayyet lafız kaydının kırıldığına dair delil olmadıkça o şekliyle kalır. Mesela zıhar keffareti ile alakalı olarak “peşipeşine” kaydı bu hükmü gösterir. İlgili ayet şudur: فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا “Buna imkân bulamayanlar, hanımına yaklaşmadan önce iki ay peşipeşine oruç tutar.” (Mücâdele suresi, 58/4) Öyleyse böyle bir durumda aralıklı tutulan oruç geçersizdir.

Mutlakın Mukayyede Hamli

Bazı durumlarda mutlak hüküm mukayyede hamledilir:

  1. a) Eğer naslar aynı konuda ve hüküm ile sebepler de bir ise, mutlak olan mukayyedin açıklamasına göre anlaşılır. Çünkü hüküm ve sebep birliğine rağmen ıtlak ve takyid arasında hüküm farklılığını tasavvur etmek imkânsızdır.
  2. b) Hüküm ve sebepler farklıysa mutlak mukayyede hamledilemez. Dolayısıyla her iki nassın hükmü ayrı değerlendirilir.
  3. c) Sebepler bir fakat hüküm farklı ise yine mutlak mukayyede haml olmaz.
  4. d) Hükümler bir olmakla beraber sebebler farklı ise yine mutlak mukayyede haml olmaz.

 

Emir

Üst makamdan bir fiilin yerine getirilmesi talebine emir denir.

  1. a) Emrin Mûcebi

Karîneleri olan bir emri o doğrultuda anlamak gerekmektedir. Fakat emir karinesiz olursa vücub, nedb veya ibâha şekillerinden hangisinin anlaşılacağı noktasında fukaha arasında ihtilaf çıkmıştır. Şâtıbi bu durumda her manaya eşit imkân vardır demektedir. Bu anlayışın bazı pratik sonuçları da olmuştur. Fakat cumhur emir için vücub manasını tercih etmiştir. Çünkü üst makamdan gelen emrin yerine getirilme gereği vardır. Sonucu ise yapma veya yapmama şekline göre ya mükâfat ya da ceza olur.

 

  1. b) Emrin Diğer Manaları

İbâha

Bazen emir kipi ibaha manası ifade eder. Şu âyet buna bir örnektir: وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Yeyiniz ve içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (Âraf suresi, 7/31)

Nedb

Bazen emir kipi mendubiyet ifade eder. Şu âyet buna örnektir: وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا “Mâlik olduğunuz kölelerden mükâtebe yapmak isteyenler olursa, anlaşın.”(Nûr suresi, 24/33) Buradaki emrin vücup ifade etmediğinin karînesi; mülkiyet sıfatının üzerinde bulunduğu şahsa, mal konusunda mutlak tasarruf yetkisi verme kâidesidir.

Yol Gösterme

Bazen bir emir kipi irşad ifade eder. Bu durumda sonuç yol gösterme olur. Mesela borçlanma konusundaki âyette borcun yazılması emri böyledir.

Eğitim

Bazen bir emir kipi eğitme amaçlı olarak söylenebilir. Şu rivayet bu konuda bir örnektir: Birgün Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) İbn Abbas’a şöyle der: يَا غُلاَمُ سَمِّ اللَّهَ ، وَكُلْ بِيَمِينِكَ وَكُلْ مِمَّا يَلِيكَ “Çocuk! Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye.” (Buhârî, Et’ıme 2)

 

Nehiy

Fiilden el çekme veya onu terk etme talebine nehiy denir. Nehiy çoğunlukla yasaklanan şeyin zatındaki çirkinlik sebebiyle vuku bulur. Aynen emir gibi nehiy de ilahi hitabın belağatı kapsamında değişik şekillerde (televvün) olmuştur.

Nehyin Delaleti

Emrin delaletinde olduğu gibi nehyin delaletinde de fukaha arasında ihtilaf vardır. Bu ihtilafın konusu yasaklama ile kerâhe manalarından hangisinin daha doğru olduğu konusundadır. Cumhura göre karîne olmadıkça nehiy, tahrim dışında bir mana ifade etmez. Çünkü Arapça dil kuralları bunu gerektirir.

 

  1. Âmm

Tek vaz’ ile tek bir manayı göstermek üzere konmuş bulunan, fakat muayyen bir miktarla sınırlı olmaksızın, bu mananın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lafıza âmm denir.

1) Umum İfade Eden Lafızlar

  1. كُلّ (hepsi) ve جَمِيع (bütünü) gibi lafızlar.
  2. المُؤمِنؤن kelimesinde olduğu gibi istiğrak ve şümul ifade eden lâm-ı tarif. Yine, أوْلاَدُكم kelimesinde olduğu üzere muzaf görevi yapan cemi lafız da lâm-ı tarif ile muarref lafız gibidir.
  3. Lâm-ı tarif ile veya izafet ile muarref yapılmış tekil şahıs. Mesela, البَيْع ve مَاؤُه kelimesi böyledir.
  4. İsm-i mevsûller.
  5. Şart isimleri.
  6. İstifham isimleri:
  7. Nefiyden sonra gelen nekra.

2) Âmmın Tahsîsi

Âmm lafız vaz’ itibarıyla kendi manasındaki bütün fertleri ifade etmek üzere konmuştur. Fakat istimal itibarıyla farklılık gösterir. Çünkü bazen kapsamındaki bütün fertleri ihtiva ederken, bazen ihtiva etmez. Kapsamadığı durumlar ise sadece delil ile anlaşılır. Bu delile muhassıs denir.

3) Muhassıs

Tahsis yapan şeyin müstakil ve gayr-ı müstakil olmak üzere iki türü vardır:

  1. a) Müstakil Muhassıs:

Âmmı ifade eden nassın bir cüz’ü olmayan tahsis deliline müstakil muhassıs denir ve kendi içinde üç nev’e ayrılır:

Akıl

Âmm hükümleri tahsis eden unsurlardan birisi akıldır. Şu ayet bunu gösterir: فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ  “Ramazan ayına ulaşan kişi oruç tutsun.” (Bakara suresi, 2/185) Çünkü bu âyet şer’î bir mükellefiyet bildirmektedir ve bu noktada zâhiren hiçbir takyid içermemektedir.

Örf

Âmm hükümleri tahsis eden unsurlardan birisi örftür. Fakat bir lafzın örfün gösterdiği kapsamda kullanılması konusunda bir teamül varsa, buna uymak gerekir.

Nass

Âmm hükümleri tahsis eden unsur bazen bir nas olur. Bu durumda muhassıs, muttasıl ve munfasıl olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer bir âmm lafzın tahsisi hemen akabinde yapılmaktaysa buna muttasıl muhassıs denir. Fakat bir lafzın tahsisi başka bir yerde yapılıyorsa buna da munfasıl muhassıs denir.

4) Âmmın Delaleti

Eğer âmm tahsise uğramışsa, kapsamı dâhilindekilere delaleti zannîdir. Çünkü tahsise giren ve girmeyenler olmak üzere ikili bir ihtimal vardır. Şayet bu tefrikte net belirtiler varsa, artık şüphe ihtimali kalmaz ve katiyet ifade ettiği müsellem olur. Fakat âmm lafız tahsise uğramamışsa, bütün fertlerine delaleti konusunda ittifak vardır.

 

  1. Cem-i Münker

Bir çoğunluğu içerdiği kesin olmakla beraber manasına delalet ettiği herkesi içermediği de yine kesin olan, böylece hâs ve âmm arasında bir mertebede kalan lafızlara “belirsiz çoğul”, yani cem-i münker (الْجَمْعُ المُنْكَرُ) denir.

 

  1. Müşterek

Her biri ayrı manaya gelmek üzere birden fazla anlama vaz’ olan lafza müşterek denir. Mesela الْعَيْنُ kelimesi casus, pınar, göz ve altın manalarına gelir.

1) Müşterek Lafızların Çıkış Sebebi

  1. Arap kabileleri arasındaki farklılıklar: İki ayrı kabilenin tek kelimeyi farklı anlamlarda kullanması ve her iki lafzın zaman içinde iştihar etmesiyle kelimelerde iştirak durumu oluşmuştur.
  2. Bir lafız, iki mana arasında ortak bir anlam için konulmuş olur. Fakat sonra bu irtibat unutulur ve iştirak yanı iştihar eder.
  3. Bir manaya konan herhangi bir lafız, sonradan mecazi diğer bir mana için de kullanılır ve bu yönüyle iştihar eder. Bu duruma da örfî hakikat denir.

2) Müşterekin Hükmü

Lafızlarda asıl olan müşterek olmamalarıdır. Bu sebeple şayet lafzın hem müşterek olma hem de olmamama ihtimali varsa, ikincisi tercih edilir. Dolayısıyla yapılacak ilk iş manalardan birisini tercih etme yönüne gitmektir.

 

KULLANILDIĞI MANA BAKIMINDAN LAFIZLAR

Lafızlar konulduğu manada kullanılıp kullanılmaması bakımından hakikat, mecaz, sarih ve kinâye olmak üzere dört kısma ayrılır:

  1. Hakîkat

Konulduğu manada kullanılan lafza hakikat denir. Hakikat bazen lügavî, bazen şer’î ve bazen de örfî olur.

Hakikata konu olan lafızların hükmü, vaz edildiği mananın sabit olması ve bu manaya hükmün bağlanmasıdır.

  1. Mecaz

Bir alâka ve karîneden dolayı hakikat anlamının dışında kullanıldığı anlaşılan lafza mecaz denir. Alâka, lafzı duyan kişinin zihninde, lafzın hakikat manası ile kullandığı mana arasında kurulan bağlantı demektir.

Hakiki manaya göre anlama imkânı olduğu sürece mecazi manaya yorum yapılmaz. Çünkü kelamda asl olan manâ-yı hakikidir. Ancak manâ-yı hakiki müteazzir oldukta mecaza gidilir. Dolayısıyla asli manayı anlamaya bir engel varsa o zaman yorum yapmak gerekir veya mecaz anlama gidilir. Çünkü kelamın imali ihmalinden evladır.

  1. Sarîh

İster hakikat ister mecaz olsun kendinden kastedilen mana açıkça anlaşılan lafızlara sarih denir.

Sarih bir lafızda söyleyenin niyetine bakılmaksızın gereğinin sabit olması asıldır. Mesela bir alışveriş işleminde taraflardan birisi “sattım” deyince, diğeri de “aldım” dese akit tamam olur. Dolayısıyla bu lafızlardan çıkacak daha farklı yorumlara itibar edilmez.

  1. Kinâye

Kendisi ile kastedilen mana hemen zihne gelmeyen ve biraz kapalı kalan lafza kinâye denmektedir. Bu sebeple kinâî lafızlar ancak bir karîne ile anlaşılabilir. Mesela erkek hanımına “Dilediğin yere git” dese; bu lafızla boşama kasdedilmiş olabileceği gibi, normal bir şekilde ona gezip dolaşmasını da söylemiş olabilir. Gerçekte bunu da sadece kendisi bilir. Bu durumda onun ne kastettiğini başka şahısların anlaması, sadece bazı delillere göre olur.

Kinaî olan bir lafzın hükmü, gereğinin ancak niyete ve hâlin delaletine göre sabit olmasıdır.

 

MANAYA DELALETİNİN AÇIKLIĞI VE KAPALILIĞI BAKIMINDAN LAFIZLAR

  1. Hanefîlere Göre Açıklık Bakımından Lafzın Nevileri

Hanefîlere göre lafızlar açıklık durumuna göre zâhir, nass, müfesser ve muhkem olmak üzere dörde ayrılır:

1) Zâhir

Usûlcülere göre zahir haricî bir şeye bağlı kalmadan bizzat sîgası ile kendisinden murad olunan hususa delâlet eden, lâkin sevkedilmesinden murad olunan asıl mana bu olmayan ve tevile ihtimali olan lafızdır.

Zâhirin hükmü:

Aksine bir delil olmadıkça zâhir manaya göre amel etmek gerekir. Çünkü bu konudaki asıl prensip, lafız zâhir bir mana taşıdığı sürece delilsiz olarak başka bir yoruma gitmemektir.

2) Nass

Manasına açık bir şekilde delalet etmekle beraber, kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, aynı zamanda tevil ve tahsis ihtimaline açık bulunan lafza nass denir.

Nassın hükmü:

Nassın hükmü aynen zâhirin hükmü gibidir. Fakat sevk sebebi ile zâhirî hüküm örtüştüğü için tevile kapalılığı daha fazladır. Bu sebeple kendinden çıkan anlam daha güçlüdür.

3) Müfesser

Siyaka göre hükme açık bir şekilde delalet eden, bu sebeple tevil ve tahsis ihtimaline kapalı bulunan lafızdır. Böyle bir sözün hükmünü nesihten başka bir şey kaldıramaz. Binaenaleyh müfesser lafız, açıklık bakımından zâhir ve nastan daha kuvvetlidir. Çünkü zâhir ve nas lafızlarda tevil ve tahsis ihtimali vardır.

Müfesserin hükmü:

Müfesser bir lafzın hükmü kesin olarak delalet ettiği manaya uygun hareket etmektir. Zira tevil veya başka bir şekilde anlaşılmaya müsait değildir.

4) Muhkem

Hükme delaleti açık olan, dolayısıyla tevil, tahsis ve nesihten uzak bulunan lafza muhkem denir. Bu tür bir sözün vahiy dönemi dâhil neshe ihtimali yoktur. Müfesser lafızdan farkı da bu sayılır. Bu sebeple de ondan daha kuvvetlidir. Dinin temel hükümleri ile devamlılık ifade eden çoğu hüküm böyledir. Böyle bir lafız anlaşılmak için başka bir delile ihtiyaç duymaz.

Muhkemin hükmü:

Muhkem bir lafzın hükmü, kesin olarak delalet ettiği manaya uygun hareket etmektir.

 

  1. Hanefîlere Göre Kapalılık Bakımından Lafızların Nevileri

Hanefîler göre lafızlar kapalılık açısından hafî, mücmel, müşkil ve müteşâbih olarak dört kısma ayrılır:

1) Hafî

Kapsamında birçok fert bulunan ve kendi dışındaki bir mâni sebebiyle bunlardan bir kısmına delaleti açık olmayan, dolayısıyla kavranabilmesi özel inceleme ve içtihat gerektiren lafza hafî denir.

Hükmü:

Hafî lafızlar incelenir ve baskın çıkan görüşe göre amel edilir.

 

2) Müşkil

Kendisi ile kasdedilen manaların ancak özel karîne ve incelemelerle anlaşılacağı lafızlara müşkil denir. Böyle bir lafızdaki işkâlin hem vaz’ hem de mana yönüyle olması mümkündür.

Hükmü:

Müşkil bir lafızla karşılaşıldığında deliller incelenerek kuvvetli olana göre amel edilir.

 

3) Mücmel

Söz sahibi tarafından açıklama yapılmadan manası anlaşılmayan söze mücmel denir. Üç nevi vardır:

  1. Eşit seviyedeki manalardan hangisinin tercih edildiğinin bilinememesi.
  2. Şâri Teâla’nın salât ve zekat gibi özel bir mana yüklediği kelimeler. Zira bunların eski manalarıyla yenileri arasında herhangi bir bir irtibat yoktur. Dolayısıyla bu konudaki açıklama, sadece Şâri tarafından gelirse bilinebilir.
  3. Lafızdaki garabet sebebiyle bilinememe.

Hükmü:

Hakkında açıklama gelmedikçe mücmel bir lafızla amel caiz olmaz.

 

4) Müteşâbih

Kendindeki mananın tam ve kesin olarak bilinemeyeceği veya sadece rüsuh sahiplerince bilinebileceği lafza müteşâbih denir. Bu tür lafızların sayısı azdır. Üstelik külli konularda değil de fer’î konularda bulunurlar.

Hükmü:

İstikra delili, şer’î-amelî hükümlerde bir iştibahın olmadığını göstermektedir. Zaten onlarda anlaşılmamanın olması, uygulanmak üzere gelen bir şeriatın gönderiliş amacına zıttır.

 

MANAYA DELALETİNİN ŞEKLİ BAKIMINDAN LAFIZLAR

Şer’î hükümler, kitap ve sünnetteki lafızlardan çıkarılmaktadır. Bu hükümlerin veriliş tarzı ise Hanefîlerin tabiriyle lafzın ibaresi, lafzın işareti, lafzın delâleti ve lafzın iktizası yoluyla olmaktadır. Bu sebeple aynen lafız gibi delâlet şekli de dörde ayrılmaktadır. Bu taksim sadece Hanefîlere mahsustur:

  1. İbârenin Delâleti / Dâl bil-ibare

Nassın, gelişindeki aslî maksada delalet etmesine ibarenin delaleti denmektedir. Nassın aslî maksadı olmasa bile sözkonusu birinci hükmün devamı (tâbisi) konumundaki diğer hüküm de böyle sayılır.

  1. İşâretin Delâleti / Dâl bil işaret

Nassın gelişinde aslî ve tebeî olarak kasdedilmeyen, fakat asıl maksat olan mananın gerekli kıldığı, bununla birlikte sözün doğruluğu ve şer’î yönden sağlıklı anlaşılması kendisine bağlı olmayan hükme delaletidir. Bu sebeple işaretin delaleti doğrudan ibareden değil de ondan dolaylı olarak anlaşılan bir manadır.

  1. Nassın Delâleti

İnceleme veya içtihada hacet duyulmaksızın sırf dil unsuruna dayanarak anlaşılabilen illetteki müştereklik sebebiyle, hükmün nasta belirtilmeyen durum hakkında da sabit olmasına nassın delaleti denir. Ayrıca kendisine delâlet-i evla, delâletü’d-delâle, lahn-ı hıtâb ve fehva’l-hıtâb da denmektedir.

  1. İktizânın Delâleti / Dâl bil-iktizâ

Sözün doğru veya şer’î yönden sağlıklı anlaşılması kendisine bağlı olmakla birlikte ibarede yer almamış bir lâzıma delalet etmesine iktizanın delaleti denir. Çünkü sözün doğru ve sağlıklı olarak anlaşılması iktiza olarak ifade edilir.

Mezkur Delaletlerin Hükümleri

  1. İbarenin delaleti işaretin delaletinden kuvvetlidir. Çünkü birincisi nassın geliş maksadı olan hükme delalet ederken, ikincisi nassın geliş maksadı olmayan hükme delalet eder.
  2. İşaretin delaleti nassın delaletinden kuvvetlidir. Çünkü birincisi hükme bizzat siga ve lafızla delalet ederken, ikincisi lafzın illeti kanalıyla delalet etmektedir.
  3. Nassın delaleti iktizanın delaletinden kuvvetlidir. Çünkü iktizanın delaletinde ne lafzın ne de dilin kendi özelliğine dayalı mefhumu tesir eder! Binaenaleyh buradaki çıkarım haricî bir karineye bağlıdır. Dolayısıyla iktizanın delaleti, delaletler içerisinde en zayıf olanıdır. Bu sebeple bu konuda ciddi bir örnek yoktur.

 

Delillerin Anlalışması İçin Bazı Dil Kaideleri

Bazı dil kaideleri delillerin anlaşılması adına önemlidir.

  1. Kelâmın îmali ihmalinden evlâdır.” Bu kaide daha çok her hangi bir nassın kullanılması adına önemlidir. Böylece İslâm fıkhına ait bütün delillere müracaat edilmesi sağlanır.
  2. Tesis tekitten evladır.” Her hangi bir söz, öncesini teyit veya yeni bir cümle olma adına iki ihtimal taşıyorsa, yeni bir cümle olma şıkkı daha doğrudur. Çünkü yeni mananın kullanılmasıyla yeni bir sonuç elde edilmektedir. Üstelik hiçbir kayıp da söz konusu değildir.
  3. Beyân-ı zarûrete itibar edilir.” Çünkü bu durumda her hangi bir karinenin tam anlaşılması söz konusu olur. Fakat mezkur kaide, “Sâkite söz isnat edilmez” düsturuyla çelişmeyecek şekilde kullanılmalıdır.

 

HÜKÜMLERİN GAYELERİ

Bütün ilahi şeriatların konma amacı dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmektir. Maslahatları değerlendirirken birinci ölçü, nasslara Şâri Teâla’nın kevn ü mekân ve ibâdı yaratması açısından bakılmasıdır. İkinci sırada ise nassları, kulların hem yaratılış gayeleri açısından, hem de onların faydalarını temin açısından ele almak gerekmektedir.

  1. Makâsıdın Çeşitleri

Usülcüler makâsıdın türlerini zaruriyat, hâciyat ve tahsîniyat olmak üzere üçe ayırmıştır:

1) Zarûriyât

Toplum veya ferdin varlığını koruması için varlığı kaçınılmaz olan durum ve değerlere zarûriyât denir. Bunlar dinnefisakılnesil ve malı korumaktır. Hepsine birden ise makâsıd-ı hamse denmektedir. İslâm hukuki derin bir değerlendirmeye tutulduğunda hürriyeti koruma’nın da makâsıda eklenmesi gerektiği görülür.

  1. a) Zaruriyatı Derecelendirme

Makâsıd-ı hamse kendi içindeki sırasıyla din, nefis, akıl, nesil ve maldır. Bu sıralamaya göre:

  1. Din için, can feda edilir. Öyleyse dini korumak nefsi korumaktan daha önemlidir.
  2. Nefsi kurtarmak için zaruret halinde içki gibi haramlara tevessül edilebilir. Öyleyse canı korumak aklı korumaktan daha önemlidir.
  3. Para kazanmak için hiçbir kimse zinaya zorlanamaz. Öyleyse malı korumak nesli korumaktan sonra gelir.

Üzerinde temel kitapların dikkat çekmediği hürriyeti korumak ise nesli korumak ile malı korumak arasında bir mertebede bulunur. Çünkü hürriyet için din, nefis, akıl ve nesil feda edilmezken, mal feda edilir. Buna göre makâsıd konusunda genel kuvvet sıralaması şöyledir: Dini korumak, nefsi korumak, aklı korumak, nesli korumak, hürriyeti korumak ve malı korumak.

2) Hâciyât

Hâciyât (ihtiyaç) zaruret derecesinde olmayıp, onun altında olarak meşru kılınan maslahattır. Bu sebeple haci maslahatlar olmadan da insanlar yaşayabilirler. Ancak bunların yokluğundan dolayı cemiyette düzensizlik olmasa da, dünyevi işlerde insanlar darlık ve sıkıntıya düşerler. Bu sebeple haci maslahatlar, insanlardan güçlük, meşakkat, sıkıntı ve darlıkları kaldırmayı amaçlarlar. Bu maksatları gerçekleştirmek için de dinimizde ruhsatlara ve kolaylıklara yer verilmiştir.

3) Tahsîniyât

Tahsînî maslahatlar, bir zaruret veya bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp, muamele ve adetlerde en güzelini, en uygununu seçmek kabilinden olan maslahatlardır. Bunlar olmazsa, hayat nizamı bozulmaz, insanlar sıkıntı ve darlığa düşmezler. Fakat tahsinî maslahatlara riayet edilmezse, ideal bir hayat sistemi kurulmaz.

 

DELİLLERİN TEÂRUZU

İki İslâmî delilden birisinin hükmü diğerinin hükmü ile çelişiyorsa, usûlde buna teâruz denir. Normal şartlarda sahih deliller arasında çelişme ihtimali yoktur. Çünkü teâruz durumu bir acizlik eseridir ki, Şâri Teâla bundan münezzehtir. Öyleyse teâruz gibi görünen yerde müçtehide bakan bir eksiklik vardır. Bu durumda yapılması gereken şey, mevcut teâruzu gidermektir.

Teâruzu Giderme Yolları

Şer’î deliller arasındaki teâruz iki şekilde olabilir. Bunlardan birincisi naslar arasında, diğeri de tâli deliller arasındadır:

  1. A) Naslar Arasında Teâruz
  2. a) Eğer iki nas arasında teâruz varsa ve geliş tarihlerinde bir farklılık sözkonusuysa, ikincisi birinciyi nesheder.
  3. b) Eğer naslar arasında tarih tespiti yapılamıyorsa tercih yoluna gidilir. Dolayısıyla metin, senet, mana ve haricî durumlar ayrı ayrı gözden geçirilir. Bu durumda muhkem müfessere, müfesser nassa, nass zâhire, ibârenin delaleti işâretin delaletine, işâretin delaleti nassın delaletine, nassın delaleti de iktizanın delaletine tercih edilir. Keza zabtı kuvvetli râvinin rivayeti zabtı zayıf olanın rivayetine tecih edilir. Küllî ve cüz’î çatışması olursa da küllî olanı cüz’îye tercih gerekir.
  4. c) Eğer tercih yolu bulunamazsa iki nas arası cem ve tevfik edilmeye çalışılır. Mesela naslardan birisi âmm ise, diğerinin başka bir kısma delalet ettiği söylenir.
  5. d) Eğer mezkûr şıklar mümkün olmazsa artık her iki delil için de tevakkuf

 

NESİH

Lügatte nesih, nakil veya izale manasına gelir. Istılahta ise şer’î bir hükmün, daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Bu durumda birinci nass mensûh ikincisi de nâsih adını alır. Dolayısıyla bu iki nassın hükmünü beraber olarak kabul etme ihtimali yoktur.

Allah Teâla, insanlığın medeni ve kültürel gelişmesine ve bu gelişmenin doğurduğu ihtiyaçlara uygun olarak, gerektikçe yeni peygamber ve kitaplar göndermiş, öncekilere ait bazı hükümleri yürürlükten kaldırmıştır. Naslarının hükmü ebedi olan Kur’ân-ı Kerîm’de nâzil olurken, bu döneme mahsus olmak üzere bazı âyetler diğerlerini neshetmiştir. Ancak bunların sayısı oldukça azdır.

Nesih ve Tahsis Farkı

Nesih meselesi iyice incelendiğinde örnek olarak verilen pek çok meselenin mutlakın takyidi, umumun tahsisi ve mücmelin beyanı şeklinde olduğu görülür. Bu sebeple nesih bazen tahsise benzeyebilir.

Neshin Konusu

Nesih açıkça şer’î hükümler konusuyla ilgilidir. Fakat küllî manadaki ve süreklilik arzeden temel hükümler neshe uğramamıştır. Mesela imani meseleler, adalet ve şûra.. gibi temel muamelât konuları ve cihadın kıyamete dek süreceği gibi hükümler böyledir.

Neshi Bilme Yolları

Neshi bilmenin üç yolu vardır:

1) Nasta Geçen Bir İfade İle

2) Rivayette Geçen Bir Karîne İle

3) İcmanın Bildirmesiyle

 

İCTİHAD VE TAKLİD

İÇTİHAT

Lügatte içtihad; zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda, olanca gayreti göstermek ve bu uğurda imkânları kullanmak manasına gelir. Usûl-ü fıkıhta ise fakihin şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak için olanca gücünü sarf etmesi anlamındadır.

 

Mutlak İçtihadın Şartları

İçtihat, mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısımdır. Her olay için İslâmi kaynaklardan hüküm çıkarabilme gücüne sahip olmaya mutlak içtihad seviyesi denir. Bu seviyeyi haiz olmak için gerekli bazı temel ilimler vardır ki, bunların bir bütün olarak bilinmesi gerekir. Hatta herhangi bir içtihat konusu için tâlî noktada ortaya çıkmış fakat bilinmesi gereken şeyler varsa, onları dahi bilmek gerekmektedir:

  1. a) Dil ve Teşri Açısından Kitabullahı İyi Bilmek

İslâmi teşrîde temel kaynak Kur’ân’dır. Bu sebeple onu her yönüyle iyi bilmek gerekir. Onu dili yönüyle iyi bilmek, lügavî anlamlarına vakıf olmak manasına gelirken teşri açıdan bilmek ise; hükümlerin konuluş gayelerini, lafızların delâletlerini, esbâb-ı nüzûlü, baştan sona âyetleri, nâsih ile mensûhu, umum ile hususu, mutlak ile mukayyedi ve diğer usûl bilgilerini gerektiği kadarıyla bilmek manasına gelmektedir.

  1. b) Dil ve Teşrî Açısından Sünneti İyi Bilmek

Mutlak içtihat için Kur’ân yanında dil ve teşri açıdan sünneti de bilmek gerekir. Bunun yanında sünnetin bize hangi yolla ulaştığını, mütevatir-meşhur ve âhad gibi rivayet şekillerini, fiilî sünnetin değişik durumlarını, umum ve hususu, mutlak ve mukayyedi, her birinin hükmünü, cerh ve tadil açısından râvileri, nâsih ve mensuhu da bilmek gerekir.

  1. c) İcmanın Gerçekleştiği ve Gerçekleşmediği Yerleri Bilmek

İcma edilmiş meselelerde içtihat edilemez. Dolayısıyla İslâm’ın ana sistematiğini bu alan oluşturmaktadır. Bu sebeple içtihat yapacak kişiler için ihtilaflı ve ihtilafsız olan konular ile ihtilaflılar üzerinde nasıl hareket edileceğini bilmek çok önemlidir.

  1. d) Arapçayı Tam Olarak Bilmek

Nasıl başka diller Arapça ile tam anlaşılamazsa, Arapça da başka dillerle tam anlaşılamaz. Çünkü bu dilin kendine ait hususiyetleri vardır. Arapçayı hakkıyla bilmek, müçtehit olma şartlarından biri sayılmıştır.

  1. e) Fıkıh Usûlünü Bilmek

Usûl bilgisi içtihadın temelidir. Dolayısıyla müçtehit imamların ve sahabenin hüküm çıkarırken hesaba kattıkları tercih sebeplerini, câri örfü, mantığı ve fıkhî kaideler.. gibi ölçüleri bilmek ve hesaba katmak gerekir. Ki bu ölçüler baştan sona geniş bir alanı kapsar ve ancak güçlü bir zeka, hafıza ve muhakemeyle anlaşılabilir.

  1. f) Makâsıdü’ş-Şerîayı Bilmek

Makâsıdu’ş-şerîa terimi İslâm hukuk felsefesi manasına gelmektedir. Bu bilgi tümevarım yoluyla İslâm’a ait ana gayeleri bilmeyi netice veren bir sonuçtur. Çünkü fıkhî deliller, dinin temel kaideleri doğrultusunda anlaşılmak durumundadır. Dolayısıyla bu noktada eksiği olanlar, tabii olarak eksik sonuçlara varabilirler.

2) Mukayyet İçtihadın Şartları

Bir şahsın bütün fıkhî meselelerde değil de onlardan bildiği bazı konular üzerinde içtihad yapabilmesine mukayyet içtihad denir. Dolayısıyla müçtehit içtihat için gerekli olan bütün alanı değil de sadece içtihad edilecek kısmı bilmek zorundadır.

İçtihad Kapısının Kapanıp Kapanmayacağı

Şartları taşıyanlar için içtihat kapısı hiçbir zaman kapanmaz. Çünkü içtihadın kapanması konusunda şer’î bir nas yoktur. Ayrıca içtihat kapısının kapanması makul da değildir. Bu sebeple normal şartlarda rey yolunu tıkayan Zâhirîler bile, kıbleyi tayin ve cihad işini ayarlama konusunda reye mecburen cevaz vermiştir. Fakat içtihat için saydığımız gerekli şartları taşıyanlar bulunmazsa, içtihat kapısı kendiliğinden kapanmış sayılır. Çünkü kapı açık bile olsa içeriye girecek ehliyete sahip bir şahıs yoktur.

Dolayısıyla İslâm hukuk tarihi içerisinde bazı fukahanın içtihad kapısının kapandığını söylemesi, ehliyetsiz kişilerin o meydana dalmasından ve ortaya din adına bir anarşi çıkarmasından korkmaları sebebiyledir.

İçtihadın Alanı

İçtihad ameliyesi hükmü belli olmayan konunun durumunu vuzûha kavuşturmak için yapıldığından, her sahaya tatbiki mümkün değildir. Çünkü İslâm’ın bazı konularının malum olduğu müsellemdir:

  • İctihadın Caiz Olmadığı Alanlar

Sübut ve delâleti net olan şer’î hükümlerde içtihad caiz olmaz. Çünkü bu kısım İslâm dininin ortaya koyduğu ana doğrulardır ki, Şâri Teâla tarafından açıkça bildirilmiştir. İslâm’ın özü bu alan içindedir. Dolayısıyla kimse bazı zannî düşünceleriyle o sahayı karıştıramaz. Şer’î temel prensipler, Şâri’in net olarak bildirdiği fürûat ahkâmı ve icma edilen meseleler bu kapsamdadır. Fakat icma, maslahat gibi değişken bir senede dayanıyorsa, onun değişmesiyle kendisi de değişir. Fakat senedi sabit alan aynen kalır.

  • İçtihadın Caiz Olduğu Alanlar

Âhad sünnet:

Ahad sünnetin hem sübut hem de delalet açısından zannî olan kısmı olabileceği gibi, sadece sübut açısından zannî kalıp delaletinin kat’î olacağı kısım da olabilir. Bu sebeple her iki sahada da değişik içtihatlar yapılabilir. Fakat Kitabullaha ait bilgilerin bu kapsama girmeyeceği açıktır. Bu ihtilaflı durumlarda müçtehitler, yan incelemelere göre hareket ederler.

Sadece Delâleti Zannî Olan Naslar

Bu kısım ahkâm mütevatir veya meşhur sünnette, ya da Kitabullahta bulunur. Hatta icma ahkâmından olup da bu kategoriye girenler bile bulunabilir. Bu durumda her müçtehit kendince en sağlam delile göre amel eder.

TAKLİT

Usûl terimi olarak taklit, delilini bilmeksizin bir müçtehidin görüşüne uymak demektir. İttiba ise bundan farklıdır. Zira o, delili bilerek ve haklı olduğunu düşünerek bir şahsa uymayı ifade eder. Dolayısıyla bir ittibada; içtihad seviyesi yoksa taklit manası, içtihat seviyesi varsa da aynı görüşü paylaşma anlamı öne çıkmaktadır. Bu sebeple ittiba âlimler hakkında, taklid de avam hakkında sözkonusudur.

Taklidin Hükmü

İman esasları gibi İslâm dinine ait temel meselerde taklit olmaz. Çünkü bu alan yaratılış gayesi olduğundan her bir müslümanın gereği gibi bilmesi farzdır. Fakat fürûa ait meseleler, hem çokluğu hem de delillerini kavramanın zorluğu açısından biraz farklıdır. Bu sebeple tâli sayılan bu alanda cumhura göre taklit caizdir.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 09/10/2018