Muhammed Esed'in "Kur'ân Mesajı" Adlı Tefsiri Hakkında
Muhammed Esed sekiz sayfalık önsözünde tefsir hakkındaki görüşlerini ve izlediği metodu özetler. O sıradan bir tefsir ve tercüme yapmaz, çağın kültürüyle yetişmiş bir insanın Kur'an’a bakışını, ona soru sorup ondan cevap arayışını, ondan nasıl istifade edeceğini ortaya koymaya çalışır.
Muhammed Esed kitabını İngilizce yazmış olup orijinal ismi The Message of the Qur'an'dır. Eser, tamamlanmış şekliyle 1980 yılında yayınlanmıştır . Türkçe tercümesi ise ilkin 1996 yılında tamamlanmış, müteakip yıllarda birkaç defa daha basılmıştır . İşaret Yayınevinin ve mütercimlerin, esere ihtimam gösterdikleri, kitabın güzel ve sağlam bir Türkçe ile yazılmasından, güven veren çeviri prensiplerinden dizgi, baskı, kağıt, cilt gibi hususlardaki kaliteden anlaşılmaktadır. .Çevirenleri ve Yayınevi yetkililerini dikkatli ve güzel bir iş ortaya koymalarından ötürü tebrik ederim.
Kitabın yazarı M. Esed, 1900 yılında, o zaman Avusturya Macaristan İmparatorluğunun nüfuzu altında olan şimdiki Ukrayna'da yer alan Lvov şehrinde dünyaya geldi. Yahudi bir aileden olup, gelenekleri icabı özel dini eğitim aldı. Onüç yaşında iken İbranice ve Aramice'yi iyi bilen bir öğrenci olarak Tevrat, Talmud, Mişna ve Gamera'yı okuyordu. Viyana Üniversitesinde iki yıl sanat tarihi ve felsefe okudu. Gazetecilik ve film yönetmenliği sevdiği bir iş idi. 1921'den itibaren ilerlediği gazetecilik kariyerinde Mısır, Ürdün, S. Arabistan , Suriye vb. İslam ülkelerinde kalma fırsatı buldu. Siyonist idealleri temelsiz ve ahlaka aykırı bulduğundan siyonizmi reddediyordu. 1926'da eşi Elsa ile birlikte Müslüman olmaya karar verdiler. Daha sonra Cidde, Medine, Pakistan gibi İslam beldelerinde ikamet etti. Devlet yetkilileriyle iyi ilişkileri olup, önemli mevkilerde bulundu. Mesela Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi Başkanı, keza İslami Tecdit Kurumu üyeliği gibi görevler yaptı, Mekke'ye Giden Yol, ( Tr. Trc. İstanbul, Yağmur Yay., 1967) , Yolların Ayrılış Noktasında İslam, (Tr, trc. İstanbul, Nesil Yay., 1965), İslam’da Yönetim Biçimi, Tr.trc. İstanbul, Düşünce Yay., 1977) , Sahih Al-Buhari: The Early Years of Islam (Tr. Trc. Mustafa Armağan, Sahih-i Buhari: İslam'ın İlk Yılları, İstanbul, İşaret Yay., 2001) gibi kitapların yazarıdır. En önemli eseri ise üzerinde fazlaca duracağımız Kur'an Mesajı'dır. Müellifimiz 1992 senesinde İspanya'da Hak Tealanın rahmetine kavuşmuştur.
Esed sekiz sayfalık önsözünde tefsir hakkındaki görüşlerini ve izlediği metodu özetler. O sıradan bir tefsir ve tercüme yapmaz, çağın kültürüyle yetişmiş bir insanın Kur'an’a bakışını, ona soru sorup ondan cevap arayışını, ondan nasıl istifade edeceğini ortaya koymaya çalışır.
Yazar, önsözünde Kur’ân’ın ehemmiyetine ve insanlık tarihinde gerçekleştirdiği inkılaba değinip onun Batıda layıkıyla değerlendirilememesinin sebeplerini tahlil eder. Yapılan tercümelerinin "kasıtlı olarak saptırıldığı" şeklindeki kolaycı iddia ile açıklanmasını yerinde bulmaz. Ona göre meselenin temelinde zihniyet farkı bulunmaktadır. Kur'an imana götüren en geçerli yol olarak akla önem verir ve insanı ruhsal, fiziksel ve toplumsal yönleriyle parçalara bölünemez bir bütün kabul eder. Dini hayatı, entelektüel kavrayışın ötesinde, gizli şeylerin önündeki esrarlı bir huşu ile özdeşleştirmeye alışkın olan Batılı okuyucu, Kur’ân’ın bu telakkisini anlamakta zorluk çeker. "Kısaca bir Batılı, Allah'ın yarattığı hayatın bir bütün olduğu ve beden ile zihin, cinsellik ile ekonomi, bireysel dürüstlük ile sosyal adalet gibi meselelerin insanın ölümünden sonraki hayat hakkında beslediği ümitler ile ciddi bir bağlantı içinde bulunduğu şeklindeki Kur'an tezini kolayca kabul edemez (...) Fakat Kur’ân’ın henüz hiçbir Avrupa diline hala doğru kavranabilir bir şekilde çevrilmediği gerçeği de diğer " ve belki daha belirleyici- bir sebep olabilir". Muhammed Esed'in eserinin ve benzeri tefsirlerin önemi, işte bundan ileri gelmektedir.
Kur’ân’ın anlaşılmasında siyak ve sibaka özel önem verir. Nüzul sebeplerine bağlı kalmaktan ziyade, hükümlerin evrensel oluşuna dikkat çeker. Ayrıca Kur'an metninin bütünlüğünü esas alarak, ayetleri tek tek ele almak yerine, ilgili diğer ayetlerin ışığı altında inceler. Yazar ayrıca Kur'an-ı Kerimi yabancı dile çevirmede karşılaşılan başlıca güçlükler üzerinde durur. Müteşabih (allegorik) kavramlar, icaz üslubu (ellipticism), birçok durumda ayetler arasındaki irtibatın gizli kalması gibi durumlara yer verir. Köşeli parantez içinde gösterdiği bu gizli münasebetler, pek yerinde olmuştur. Bunlardan başka , kendi ifadesiyle "Kur’ân’ın başka bir dilde gerçekten anlışılır kılınması isteniyorsa, Kur'an mesajı, daha sonraki islami gelişmelerin kavramsal imajlarıyla zihinleri henüz bulanmamış insanlar için taşıdığı anlama mümkün olduğu kadar yakın bir anlam verecek şekilde çevrilmelidir" . Buna şahsen pek katılmıyorum. Zira böyle bir iddia, nüzul asrından sonra gelişen islami düşüncenin, Kur’ân’a yabancı olduğu anlamına gelir. Oysa ilk nesiller, Kur'an’ın manalarının değişikliğe uğrayacağı ihtimaline karşı duyarlık gösterip harekete geçmişler ve bundandır ki sahabe neslinden itibaren lügat, nahiv gibi bilim dallarının tohumları saçılmış, mesela İbn Abbas (r.a.), Ğaribu'l-Kur'an'ı telif etmiş, ikinci asırda ise İslam medeniyeti Halil bn Ahmed tarafından yazılmış Kitabu'l-Ayn gibi mükemmel bir sözlüğe sahib olmuştur. Kur’ân’ın manalarını muhafaza gayreti sebebiyle, Arap lügatçiliği , müvelled ve ami diye niteleyerek, ilk yüzyıldan sonra ortaya çıkan kelime ve manalara lügat kitaplarında yer vermemişlerdir. Onun içindir ki Kitabu'l-Ayn'da verilen mananın ve yapılan açıklamaların yirminci asırda hazırlanan sözlüklerde de aynen yer aldığını görebiliyoruz. Bu yüzden, çağdaş dönemde bir kısım kimseler, klasik arap sözlüklerini realiteden uzakta kalmak, hayatın akışını takip edememekle itham etmişlerdir. Ibn Teymiyye, M. Abduh, Emin el-Havli , hele hele müsteşriklerin bu konudaki mübalağalarına kapılmamak gerekir. Zira müsteşrikler Kur’an’ın, bütün kainatı en gizli yönleriyle kapsayan Allah Tealanın ilminden geldiğine inanmadıklarından, Kur’an’ın manalarını yedinci asırdaki herhangi bir arabın anlayışı ile sınırlı görmek ister ve Kur’an’dan kaynaklanan ve daha sonra gelişen anlayışların "Muhammed'in fikrinde bulunmadığını" iddia ederler.
Değerli yazar, Önsözünün sonunda tefsirinin kaynaklarını da belirtmiştir. Kaynakları arasında İbn Teymiyye'nin "sahih-i menkul ve sarih-i makul " çizgisinin ön plana çıktığı gözlemleniyor. Kütüb-i Sitte başta olarak hadis kitapları, Ibn Hazm, Beğavi, bn Rüşd, Ibn Teymiyye , İbn Kayyim el-Cevziyye, Ibn Kesir, Şevkani, M. Abduh, M. Reşid Rıda . Ayrıca lügat kitapları da önemli kaynaklarındandır: Cevheri'nin Sıhah'ı, Ibnu'l-Esir'in en-Nihaye'si, Esasu'l-belağa, Müfredat, el-Kamusu'l-Muhit, Lisanu'l-Arab, Muğni'l-lebib, Tacu'l-arus, E. Lane'nin Arabic-English Lexicon adlı eseri. Taberi, Zemahşeri, Beyzavi ve Razi tefsirleri. Bunların dışındaki (mesela :Nesefi, İbn Atiyye, Kuşeyri, Nisaburi, Ebu's-suud, Alusi gibi birçok tefsire başvurmadğı anlaşılmaktadır). Bu kaynakça onun izledieği fikir sistemi konusundaki tercihini yansıtmaktadır. Gerçekten, tefsiri okuyan herkes, müfessirimizin; İbn Hazm, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, Şevkani, M. Abduh, M. Reşid Rıda gibi zahiri ön plana alan ve bir mezhep sistemi içine girmeyen bir çizgi izlediğini gözlemler.
Müfessirimizin en fazla dikkat çeken özelliği, mucizeleri ve bazı hükümleri, çağdaş aklın anlayabileceği tarzda açıklamaya gayret etmesidir. Aslında muhatabı aydınlatma endişesi , takdire değer. Fakat maalesef, birçok durumda bu, ikna edici izahları ortaya koymaktan çok, rasyonalist bir tevile kayma şeklinde tezahür etmiştir. Bir makale çerçevesinde bu eseri bütün yönleriyle incelemek kolay olmadığından, biz daha çok bu yönü üzerinde duracağız.
"Nitekim içinizde sebt gününün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu davranışlarından ötürü onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun!" dedik" ayetini müfessirler genel olarak, gerçek anlamda maymuna dönüştürme şeklinde anlamışlardır. M. Esed buradaki ifadenin mecazi anlamda kullanıldığını söyler ve bunu Mücahid'den nakl edilen bir yoruma, Rağıb el-İsfehani'ye ve M. Abduh'a dayandırır. Tabiin müfessirlerinden Mücahid'den şöyle dediği rivayet edilir: "Onların yalnız kalpleri maymuna dönüştürüldü, yani ruhen maymunlaştılar, bedenen değil. Bu, Allah'ın, onların durumunu ttasvir etmek için irad ettiği bir meselden, bir benzetmeden başka başka bir şey değildir; tıpkı sırtına kitaplar yüklenmiş merkep (62, 5) ifadesinde olduğu gibi" . M. Esed ayet mealinde "maymunlar olun" yerine (maymunlar gibi olun" demekle, bu mecazi yorumunu gerçekleştirir.
Müfessirimiz sihir hususunda da akli izaha temayül eder. Bakara, 102 ayetinde geçen "ma tetlü'ş-şeyatinü" kısmına "şeytanca niyetler taşıyan kimselerin telkin edegeldiklerine uyarlar" diye anlam verir. Genel olarak müfessirlerin sihir şeklinde anladıkları: "ma yuferrikune bihi beyne'l-mer'i ve zevcihi" kısmını ise : "Ve onlar bu ikiliden , karı koca arasında nasıl huzursuzluk çıkarılacağını öğreniyorlardı" şeklinde yorumlar. Bu ayetten, sihrin gerçek bir yönünün olduğunun çıkarılamayacağını şöyle ifade eder: "Yukarıdaki pasaj, kabaca "sihir" olarak tanımlanan esrarengiz olguda objektif bir gerçeklik olup olmadığını veya buna başvuranların kendi kendini kandırma (self-deception) içinde bulunup bulunmadıklarını sorgulamaz. Burada maksat, olayların seyrini "en azından buna teşebbüs eden kişinin zihninde- " tabiat-üstü" bir mahiyet taşıyan araçlarla etkilemeye çalışmanın manevi bir suç olduğu ve bunu yapanların ruhsal konumlarında çok ciddi zararlar ile sonuçlanacağı konusunda insanı uyarmaktan başka bir şey değildir".
Keza Felak suresinin tefsirinde şöyle der: "Zemahşeri, yukarıdaki ayet ile ilgili yorumunda, bu tür uygulamaların ve aynı şekilde "sihir" kavramının gerçekliğine ve etkilerine inanmayı kesinlikle reddeder. Benzer görüş Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından "daha ayrıntılı bir şekilde ve mevcut psikolojik bulgulara da dayanarak- ifade edilmiştir bkz. Menar, 1,398 vd.).Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen, müminin bu tür uygulamalardan "Allah'a sığınma"sının emredilmesinin sebebi, -Zemahşeri'ye göre- bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda (bkz. Sure 2, not 84) ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında yatmaktadır".
Bakara 14 ayetinde " ve iza halev ila şeyatinihim" kısmını "Ama şeytani dürtüleriyle başbaşa kaldıklarında , "Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz" derler" diye çevirir. Oysa ayette "şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında" şeklindedir. Fakat , ayete göre bu son sözün muhatapları şeytanlar olduğundan, "dürtüler"in muhatap olmalarını anlamak mümkün olmamaktadır. Bu hitap etme boşlukta kaldığından, müfessir bariz bir tutarsızlığa düşmüştür. Bu kısım ile ilgili açıklamada şöyle der: "Kur’an’da çoğunlukla insanın ruhundaki "şeytani" (yani son derece kötü) eğilimleri ve özellikle, hakikata ve maneviyata düşman olan bütün dürtüleri (Rağıb) tanımlamak için kullanılmıştır" . Nas suresindeki cinneh kelimesi hakkında da şöyle der: "Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak, Kur’an’ın son suresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emredilen "görünmez güçler"in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve batıl değerlerden kaynaklanan şeytani eğilimler olduğu sonucuna varırız" Keza cinler hakkında şöyle der: "Bunun dışında, Kur’an’ın cine, akıl sahibi organizmalar için kullanılan terimlerle atıfta bulunduğu birçok yerde bu ifade, ya insanın "şeytani güçler" (şeyatin) ile ilişkisinin sembolik olarak "kişiselleştirilmesine" işaret eder () yahut bir kimsenin, genel olarak "esrarlı güçler" şeklinde tanımlanan gerçek ya da yanılsama ürünü güçlerin etkisi altına girmesinin () sihirbazlık, falcılık, astroloji, vb. gibi uygulamaların bir sembolü olarak kullanılır". "Son olarak, cine yapılan atıflar bazen, Kur’an’ın ilk olarak hitab ettiği halkın bilincine derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri hatırlatmak amacı taşır () bunda amaç "bütün örneklerde ele alınan efsane olmayıp- onunla amaçlanan manevi/ahlaki veya ruhi hakkatin tasviridir" . Bu ifadelerden , onun Müslümanların şimdiye kadar anladıkları manada cinleri kabul etmediği anlaşılmaktadır.
Bakara 63'de "ve refe'na fevkakümü't-tur" kısmını , dağın yukarıya kaldırılması şeklinde anlamayıp şöyle açıklar: "Ve dağı üzerinize yükselttik": yani yüksek dağın, aşağıda 83. ayette dile getirilen ciddi ve samimi taahhütlerinize şahitlik yapmasını sağladık".
Esed, akli tevilde bu kadarla yetinmeyerek daha ileri gider. Bazı mucizeleri de tevil eder. Bu cümleden olarak:
Hz. Musa (a.s.)'ın İsrailoğulları ile denizden geçmesi konusuna bakalım. Müfessir bu mucizeye değinen Bakara, 50 ve Taha, 77-78 ayetlerini yorumlamayıp, Şuara suresi tefsirinde bu konuyu ele alarak şöyle der: "Tevrat'taki muhtelif atıflara bakılacak olursa (özellikle Çıkış, xiv, 2 ve 9), Kızıl Deniz'i geçme mucizesinin, bu denizin bugün Süveyş kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Kıssanın geçtiği çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Deniz'inin ana kıtayla Firisan adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi; yüksek cezir (geri çekilme) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte; ama bu durumdayken , ani ve şiddetli bir med dalgasıyla bütünüyle sulara gömülmektedir" .
Hz. Musa (a.s.) ile İsrailoğullarını peşlerinden yakalamaya çalışan Firavun'un bedeninin, asırlarca sonra gelecek insanlara ibret olmak üzere geriye bırakılacağını bildiren ayet hakkında da şöyle der: "(İmdi) bugün senin sadece bedenini kurtaracağız ki , senden sonra gelecek olanlar için (uyarıcı) bir işaret olsun; çünkü gerçek şu ki , insanların çoğu ayetlerimize karşı umursamazlık gösteriyor!" "Lafzen, "Seni bedensel olarak kurtaracağız": Bununla muhtemelen, eski Mısırlıların, krallarının ve seçkinlerinin cesetlerini mumyalayarak gelecek kuşaklar için saklamak yolundaki gelenekleri ima ediliyor." .
Müfessirlerin ekserisi tarafından, Hz. Peygamber (a.s.)'ın zamanında ay'ın yarılması olarak tefsir edilen Kamer, 1 ayetine şöyle meal verip şu açıklamayı yapar: "Son saat yaklaşacak ve ay yarılacak!" "Birçok müfessire göre, bu ayet, Hz. Peygamber'in çağdaşlarının çoğu tarafından gözlendiği rivayet edilen bir olguyu kasdetmektedir. Bazı sahabilere kadar uzanan birçok rivayette anlatıldığı üzere, bir gece ay sanki iki parçaya ayrılmış gibi göründü. Bu rivayetlerin sübjektif gerçekliğinden kuşkulanmak için bir sebep yoksa da, gerçekte meydana gelen şeyin, alışılmamış optik bir yanılsamaya yol açan, yine aynı ölçüde alışılmamış bir tür kısmi ay tutulması olması muhtemeldir. Fakat o olayın mahiyeti ne olursa olsun, yukarıdaki ayetin ona değil de, gelecekteki bir olaya, yani Son Saat yaklaşırken meydana geleceklere ilişkin olduğu kesin gibidir. (Kur'an, çoğunlukla geçmiş zaman kipini geleceği göstermek için kullanır; Son Saat'in ve Kıyamet Günü'nün geleceğinden bahseden pasajlarda da böyledir; geçmiş zaman kipinin bu şekilde kullanılması, fiilin ilişkin olduğu olayın kesinliğini vurgulamak içindir. Böylece Rağıb, inşekka'l-kamer ("ay yarıldı") ifadesinin, Kıyamet Günü'nden önce vuku bulacak olan kozmik felaketi "dünyanın sonu olarak bildiğimiz vakıayı- gösterdiği şeklinde yorumlanmasını haklı bulmuştur (bkz. Müfredat'ta şekka maddesi). Zemahşeri tarafından zikredildiği gibi, bu yorum bazı ilk dönem müfessirler tarafından desteklenmiştir ve bana, yukarıdaki ayette ayın "yarılması" ile Son Saat'in yaklaşması arasında ilgi kurulmuş olması açısından ikna edici görünmektedir. (Bu bağlamda, Son Saat'in ve Kıyamet Günü'nün "yakınlığı"na yapılan hiçbir Kur'ani atıfın beşeri "zaman" kavramına dayalı olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız.) . Başka bazı ayetlerde, gelecekte vuku bulacak hadiseler hakkında Kur’an’da geçmiş zaman kipinin kullanıldığına dair M. Esed'in söylediği geçerli olmakla beraber, burada bir mucizeden bahsedildiği ve kafirlerin ise bu mucizeleri görmezden geldikleri ve büyüye yordukları meydandadır. Hemen 2. ayet bunu bildirmektedir: "Ama o (müşrikler) her ne zaman bir mucize görseler sırtlarını döner, "Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür" derler". Kıyametin kopacağı sırada böylesi hadiseler artık normal sayılır ve o zaman kafirlerin inkar ve tevilleri sözkonusu olmaz. Üstelik, İbn Kesir gibi bazı muhaddislerin "mütevatir" derecesine çıktığını söyledikleri, kesin nakiller de Asr-ı saadette böyle bir hadisenin vuku bulduğunu göstermektedir. Hatta M.Hamdi Yazır şöyle der: "Mütevatir olan Kur'an, ayın yarıldığı hakkında en kuvvetli delil iken başka mütevatir haber aramaya da ihtiyaç yoktur" .
Şimdi, Hz. İsa (a.s.)'ın doğumu ile ilgili şu ayetlere verdiği meale bakalım: "Ve bir süre sonra çocuğuyla beraber, kavmine döndü. "Ey Meryem!" dediler, "Sen gerçekten tuhaf bir iş yaptın! Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi; ne de annen iffetsiz bir kadındı" Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret etti. "Daha beşikteki bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz ki!" diye çıkıştılar. (Fakat çocuk: "Bakın" dedi, "Allah'ın kuluyum ben. O bana ilahi mesaj bahşetti ve beni peygamber yaptı, ve nerede bulunursam bulunayım beni kutlu ve erdemli kıldı; yaşadığım sürece bana salatı, arınmak için vermeyi emretti ve anamı saygıyla gözetmemi; ve beni merhametten yoksun bir zorba kılmadı. Bunun içindir ki, doğduğum gün selam benim üzerimdeydi; öleceğim gün ve hayata (yeniden) döndürüleceğim gün (yine benim üzerimde olacaktır)". Bu hadiseye dair yaptığı açıklama ise şöyledir: "Kur'an her ne kadar 3,46'da, Hz. İsa'nın daha beşikte iken insanlarla konuştuğunu, yani, daha erken çocukluk çağlarında hikmetle donatıldığını ifade ediyor ise de, 30-32. ayetler, gelecekte gerçekleşecek bir şeyi ifade için, tekid amacıyla, geçmiş zaman kipini kullanarak olacak şeylerin tasavvurunu sağlayan bir mecaz özelliği gösterir gibidir. " "Bir insana, o insan zihinsel planda ve hayat tecrübesi olarak tam bir olgunluğa erişmeden önce ilahi vahiy tevdi edilerek peygamberlik görevi verilmesi düşünülemeyeceği için, Taberi'nin naklettiğine göre, "Ikrime ve Dehhak bu pasajı "Allah bana kitap bahşetmeyi hükme bağlamıştır (kada) ... ilh." şeklinde tefsir etimşler ve dolayısıyla bu ayeti gelecekle ilgili bir atıf , bir ima olarak değerlendirmişlerdir. Taberi'nin kendisi de aynı tefsiri sonraki ayete uygulayarak ona şu anlamı vermiştir: "O bana salatı ve arınmak için vermeyi (zekatı) emretmeyi hükme bağlamıştır". Bununla birlikte, bütün bu pasajın (30-33. ayetler), Hz. İsa tarafından çok daha sonraki bir çağda, yani yetişkinliğe ulaştığı ve kendisine fiilen peygamberlik görevi tevdi edildikten sonra dile getirildiği de söylenebilir. Bir başka deyişle, bu ayetlerin, yetişkinlik döneminde Hz. İsa'nın hayatına hakim olacak olan manevi ve ahlaki ilkelerin ve özellikle de Hz. İsa'nın yalnızca "Allah'a kul olma" konusundaki derin bilinç ve duyarlığının gelecekteki tezahürleriyle önceden ifadesi olarak anlaşılması mümkündür".
Hz. İsa (a.s.)'ın bazı mucizelerine dair Al-i İmran 49 ayeti hakkında garip teviller yapar Bu ayeti hemen bütün tefsirler şöyle anlarlar: "Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar, içine üflerim, o da Allah'ın izniyle hemen kuş oluverir. Keza ben anadan doğma körü ve cüzamlıyı iyileştirir, hatta Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim ()". M. Esed ayette "kuş" manasında olan "tayr"a "kader" anlamı vererek şöyle çevirir: "Sizin için çamurdan, adeta kaderinizin suretini yapacağım ve sonra ona üfleyeceğim ki Allah'ın izniyle (sizin) kaderiniz olsun" Ayetin diğer kısmını açıklarken şöyle der: "Hz. İsa'nın "ölüleri yeniden hayata döndürmesi", muhtemelen, ruhen ölmüş olan topluma yeniden hayat verişinin mecazi ifadesidir () Eğer bu yorum doğruysa, o zaman "körleri ve cüzamlıları iyileştirme" de benzeri bir anlam kazanır: yani ruhen hasta ve hakikate karşı kör olan insanların deruni olarak yeniden yaratılmaları" anlamına gelir.
Hz. Yusuf (a.s.)'ın , gömleğini kardeşleri ile babasına gönderip yüzüne sürmesi halinde gözlerinin açılacağını söylediğini ifade eden şu ayeti yorumlamasına bakalım: "(Şimdi artık) gidin ve bu benim gömleğimi de yanınıza alın; onu babamın yüzüne sürün; (o zaman) yeniden ışığa kavuşacaktır. Ve sonra hepiniz ailenizle birlikte bana gelin". "Lafzen, "(tekrar) görmeye başlayacaktır" yani, "benim için gözyaşı dökmeyi bırakacak; yaşadığımı öğrenince üzüntünün, sürekli gözyaşının görme duyusunda yol açtığı zayıflık, bulanıklık kaybolacaktır". Yukarıdaki cümle için Razi'nin yaptığı açıklama böylece özetlenebilir. Adı geçen müfessire göre, Hz. Yakub'un üzüntüden tamamen kör olduğunu söylemek için ortada pek öyle zorlayıcı bir sebep yoktur. Ayrıca "Gömleğimi babamın yüzüne sürün" ifadesi, "Gömleğimi babamın önüne koyun" şeklinde de aktarılabilir; çünkü vech (lafzen, "yüz") terimi, klasik Arapça'da çoğu zaman mecaz olarak kişinin şahsiyeti ya da zatı anlamında kullanılır"
O, müteşabih ayetleri de akla uygun açıklamaya çalışır. Mesela Bakara 255 ayetindeki "Vesi'a kursiyyuhu's-semavati" hakkında "O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar" der.
Müfessirimiz, hadislerin İslam dinindeki yerini ve dinin ikinci ana kaynağı olduğunu kabul etmekle beraber, bazan şahsi tercihlerine dayanarak ilgili hadislere yer vermez. Mesela Felak ve Nas surelerinin tefsirinde müfessirlerce yer verilen sihir rivayetine, yani Hz. Peygamber (a.s.m.)ın sihre maruz kalıp bu sureleri okumakla onun tesirinden kurtulduğuna dair hadise, keza Fatiha suresindeki mağdub hakkındaki "Onlar Yahudiler'dir" ve dallin hakkındaki "Hıristiyanlar'dır" hadisine hiç temas etmez.
Kur'an Mesajı yazarının bir özelliği de, terim değeri olan alışılmış kelimeleri kullanma yerine, onları yeniden tanımlamayı tercih etmesidir. Mesela, kafirler "hakikati inkar eden herkes" , zalimler: "zulüm yapmaya şartlanmış olanlar", Fasıklar: "yoldan çıkmış olanlar", müttakiler: "Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar", zekat : "arındırıcı mali yükümlülük" şeklinde çevrilir. Bu usulü bilerek ve bir yenilik olması gayesiyle uyguladığı aşikardır. Bunda, kalıplaşmış kelimelerin monotonluğunda anlamların kaybolma tehlikesini azaltma düşüncesi de yer almış olmalıdır. Bu gayeyi anlayışla karşılamak mümkündür. Fakat bu üslubun , anlamayı zorlaştırdığını ve zihni yorulan okuyucuyu usandırabileceğini de söylemek mümkündür. Ayrıca zaman zaman maksadı anlatmaktan uzak düştüğü de söylenebilir. Mesela, kafir : "Dini gerçekler olan, Allah'ın varlığını, birliğini, vahyi, ahiretin varlığı gibi hakikatleri inkar eden, dinsiz" anlamındadır. Bu kelimeyi duyar duymaz bu manayı anlarız. Oysa bunun yerine "hakikati inkar eden" denilirse, normal kullanılışta, bundan "herhangi bir konuda hakikati inkar eden" manası da anlaşılabilir. Mesela: "(...) Hakikati inkar eden Süleyman değildi, ama o şeytanca niyetler taşıyan kişiler halka sihir öğreterek hakikati inkar ettiler" cümlesini, birçok kişi "Süleyman kafir değildi, ama o şeytanca niyet taşıyan kimseler kafir olup halka sihir öğretiyorlardı" tarzında anlamayabilir.
Yazar, önsözünde , mutad karşılıkların, "basite indirgeyerek, Kur’an’ın kapsamlı deruni anlamlarından uzaklaştırdığını" öne sürer . Bu konuda bir de kitab örneğini verip, bunun mushaf manasında anlaşıldığını, bunun ise doğru olmadığını söyler ve şöyle devam eder: "Oysa Kur’an’ın vahyedildiği dönemde (ki bu vahiy tam yirmi üç yıl devam etti) onun okunuşunu dinleyenler, onu bir "mushaf" olarak algılamadılar. Çünkü Kur'an, Hz. Peygamber'in vefatından ancak yıllar sonra tek bir ciltte toplanmıştı . Aksine, kitab kelimesi, ketebe ("yazdı" veya mecazi olarak "hüküm verdi") fiilinden türetilmiş olmasından dolayı, "ilahi kelam" veya "vahiy" olarak anlaşılmaktaydı. Aynı şey, bu terimin, daha önce vahyedilmiş metinler için kullanılmasında da geçerlidir (...) Bu sebeple, ehlu'l-kitab tamlamasının, "kitap ehli" olarak tercüme edilmesi fazla anlamlı değildir. Bana göre bu terim, "geçmiş vahiylerin izleyicileri" olarak çevrilmelidir" . Yazarın bu mülahazası, bir bakıma doğru olmakla birlikte, bildiğimiz üzere, Hz. Peygamber (a.s.m.) başta olarak sahabe (r.a.) Allah Tealanın, Kur’an’a "kitab" (yani "yazılan şey, yazılı metin" sıfatını vermesini, onun yazılması gerektiğine dair bir emir telakki etmişler, her vahyi müteakip, Hz. Peygamber vahiy katipleri vasıtasıyla, onu hemen yazı ile kayıt altına almıştı. Ehl-i kitab'ın da elinde yazılı metinlerin olduğu tarihen sabittir. Oysa "geçmiş vahiylerin izleyicileri", yazılı metin kavramını düşündürmez.
Esed, bazan, üzerinde düşünmeye değer izahlarda bulunur. Mesela: "li ma beyne yedeyha" tabirine verdiği anlam bunlardandır. "Ve onları, hem kendi zamanları, hem de bütün gelecek zamanlar için uyarıcı örnek kıldık" der. Oysa müfessirler genel olarak, "kendi zamanları" yerine "geçmiş zamanlar" olarak anlamışlardır. Keza Al-i Imran 2 ayetindeki musaddiken li ma beyne yedeyhi kısmına şöyle mana verir: "(Geçmişte vahyedilenlerden) bugüne ulaşan doğru haberleri tasdik eden bu ilahi kelamı sana safha safha indiren O'dur". O bu konuda şöyle diyor: "Müfessirlerin çoğu, ma beyne yedeyhi ibaresiyle "lafzen, "elleri arasındaki"- burada "ondan (yani, Kur’an’dan) önce gelen vahiyler"in kasdedildiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, fazla ikna edici değildir. Her ne kadar ma zamirinin, bu bağlamda, daha önceki vahiylere ve özellikle Kitab-ı Mukaddes'e işaret ettiğinde en küçük bir şüphe yoksa da, ma beyne yedeyhi deyimi, bizatihi, "ondan "zaman olarak- önce gelen" değil, tersine, (2. surenin 247. notunda işaret ettiğim gibi) "onun önüne konulmuş olan" anlamına gelir. Çünkü "o" zamiri burada Kur’an’a yönelik olduğundan, "onun elleri arasında" veya "ondan önce" mecazi ifadesi, "bilgi"ye işaret ediyor olamaz (2, 255'de olduğu gibi). Ama Kur’an’ın "karşı karşıya bulunduğu" bir nesnel gerçekliğe, yani Kur’an’ın nazil olduğu dönemde onunla bir arada yaşayan şeylere işaret ettiği açıktır. Şimdi bunu, (a) Kur’an’da sık sık vurgulanan ve objektif bilimsel araştırmaların da tesbit ettiği gibi, Kitab-ı Mukaddes'in, binlerce yıllık zaman akışı içinde büyük ve çoğu zaman keyfi değişikliklere maruz kaldığı gerçeği, ve (b) Kur’an’da öngörülen kanunların çoğunun Kitab-ı Mukaddes'in kanunlarından farklı olduğu gerçeği ile birlikte ele aldığımızda zorunlu olarak şu sonuca varırız: Kitab-ı Mukaddes'in Kur'an tarafından "tasdik"i, yalnızca, öncekinde geçerliliğini hala sürdüren temel hakikatleri kapsar, yoksa onun zamanla kayıtlı düzenlemelerini yahut şimdiki metnini değil- başka bir deyişle, onun temel hakikatlerinden, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde geçerliliği devam edenlerin tasdiki: işte, ma beyne yedeyhi ibaresinin, bu bağlamda ve 5:46-48 yahut 61:6'da ifade ettiği anlam budur (ki burada Hz. Isa'nın "Tevrat'tan kendi yaşadığı dönemde geçerliliğini hala sürdüren kısımların" doğruluğunu tasdik ettirmesine işaret edilmektedir" . Bu, nazar-ı dikkate alınması gereken bir mütalaadır.
Esed, şu ayeti de, müfessirlerin ekserisinden farklı yorumlar: "Ve (şunu hatırlayın:) Rabbi, İbrahim'i buyruklarıyla sınadığında ve İbrahim de bunları yerine getirdiğinde, ona: "Seni insanlara önder yapacağım!" demişti. İbrahim de sormuştu: "Benim neslimden de mi önderler çıkaracaksın)?" Allah cevap vermişti: "Benim ahdim zalimleri kapsamaz". Diğer müfessirler Hz. İbrahim (a.s.)'ın sözünü şöyle yorumlarlar: "Benim neslimden de önderler çıkar, ya Rabbi".
Hz. İbrahim’in ailesini Mekke'ye yerleştirmesi ve orada zemzem kuyusunun kaynaması konusunda M. Esed, kendisine has bir yorum yapmaktadır. Şöyle ki: "O zaman Biz Ma'bedi insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık: Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin. "Ve İbrahim: "Ey Rabbim!" diye yalvardı, "Burayı emin bir bölge yap ve halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bereketli rızıklar bağışla." O, bu ayetle ilgili yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Hacer ve Hz. İsmail, terk edildikleri yerde şimdi Zemzem kuyusu olarak bilinen su kaynağını keşfettikten sonra daimi olarak oraya yerleştiler. Güney Arabistan'ın (Kahtani) Cürhüm kabilesine mensup bir bedevi aileler grubunun zamanla oraya yerleşmesini teşvik eden, belki de bu su kaynağı olmuştu" Burada, hadis kitaplarında yer alan Zemzem'in mucizevi şekilde kaynaması hakkındaki rivayetlere temas etmez. Bu çok meşhur meseleyi, üstelik Sahih-i Buhari'yi tercüme eden müfessirin bilmemesi mümkün değildir. Öyle anlaşılıyor ki rasyonel bulmadığından zikretmemiş, "Hacer'in keşf ettiği" şeklinde izah getirmiştir.
Ve li küllin vichetun huve muvelliha ayetine şöyle mana verir: "Çünkü her topluluk, merkezinde O'nun, (Allah'ın) bulunduğu kendisine ait bir istikamete yönelir. Öyleyse, iyi ve güzel işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi kendi katında toplayacaktır: çünkü Allah her şeye kadirdir" Bu yorum, muğlaktır. M. Esed, diğer müfessirlerin makul tefsirlerini kabul etmezken, kendisi, anlaşılması çok daha zor bir yorum getirmiştir. O şöyle diyor: "Lafzen, "herkesin (...) bir istikameti vardır". Hz. Peygamberin ashabı ile sonraki dönemlerde yaşamış hemen hemen bütün klasik müfessirler bunu, çeşitli dini topluluklara ve onların ibadetlerindeki farklı "Allah'a yöneliş" biçimlerine bir atıf olarak görürler (...) "Her toplumun" Allah'a teslimiyetini ifade ederken, "kendi istikametine göre yöneleceği" ifadesi, ilk olarak, insanın namazda Allah'a yaklaşma niyetinin çeşitli zamanlarda ve çeşitli toplumlarda farklı biçimler aldığına (...) ikinci olarak, namazın hangi yöne doğru kılındığının "sembolik anlamı ne kadar önemli de olsa- inancın özünü teşkil etmediğine işaret eder" . M. Esed'in, bu ayeti, "Gerçek erdemlilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir" (2, 177) ve "Doğu da batı da Allah'ındır" (2, 115 ve 142) ayetleri ile irtibatlandırması takdire değer. Fakat görüldüğü üzere "merkezinde O'nun (Allah'ın) bulunduğu kendisine ait bir istikamete yönelir" yorumu hayli muğlak kalmaktadır.
Esed, cehennem azabının ebedi olduğuna dair ayetleri de tevil eder. Zariyat suresi 13. ayetinin tefsirini yaparken şöyle der: "Bu "ateşle denenme (fitne)", öteki dünyada "cehennem" olarak tanımlanan azabın ebedi olmayacağını belirten çeşitli Kur'ani işaretler ile uyum içindedir: bu bağlamda bkz 6: 128, not 114; 40: 12, not 10 ve 43: 74, not 53". Hz. Zülkarneyn'in tarihi bir şahsiyet olmadığı şeklinde bir yorum yapar. O şöyle diyor: "Kur’an’da bahsi geçen Zülkarneyn'in tarihi ya da menkıbevi bir kişilik olmadığı ve onunla ilgili anlatımın da, dünyevi güç ve iktidar problemi çerçevesinde iman ve ahlaka ilişkin temsili bir söylem irad etme amacına matuf olduğu sonucunu çıkarabiliriz". Kehf suresinin giriş kısmında da bu konuya değinirken, Zülkarneyn kıssasının sonuçta dünyevi iktidar ile ruhani selamet ikilemine dair bir temsil olup , gayenin bu iki kavramın birbirine zıt olmadığını anlatmak olduğunu öne sürer. Alak, 17 ayetinde geçen ve "meclis" "grup" anlamına gelen "nadi" kelimesini "kibir" diye tevil eder. Aslında "meclis" manasına geldiğini yazmakla birlikte şöyle der: "Bu gibi ayetleri tamamen tarihi bir bakışla açıklamaya eğilimli olan müfessirlere göre bu ifade, müşrik Mekke'deki geleneksel ihtiyarlar meclisine (daru'n-nedve) bir işarettir; ama bana göre, büyük ihtimalle insanı "kendi kendine yeterli" görmesine yol açan küstahlığa ve kibire bir atıftır". Önsözünde nüzul devri manalarıyla tefsir etmenin şart olduğu üzerinde çok titizlikle duran merhum müfessirin buralardaki tutumu bir çelişki göstermektedir.
Müfessirimiz fıkhi konularda da bir takım teviller yapmaktadır. Buna dair bir iki örnek vererek, zaten uzamış bulunan makalemizi tamamlamak istiyoruz. Bu yönü başlı başına incelenmeye değer. Mesela evlerinden çıkan kadınların örtünmelerine dair Ahzab 59 ayetini tarihsel bir yoruma tabi tutar. Açıklamasında şöyle der: "Yukarıdaki ayetin spesifik ve zamanla kayıtlı ifade tarzı (ki Hz. Peygamberin eşlerine ve kızlarına atıfta bulunmasından açıkça bellidir) kadınların toplum içine çıktıklarında "dış kıyafetlerini" (min celabibihinne) üzerlerine almaları" tavsiyesindeki bilinçli müphemlik, bu ayetin, terimin genel, zaman ve mekan üstü anlamıyla , bir hüküm ifade etmekten çok, zamanın ve sosyal çevrenin sürekli değişmesi karşısında uyulması gerekli ahlaki bir rehber anlamı taşıdığını gösterir. Ayetin sonunda , Allahın affediciliğine ve rahmetine yapılan atıf da bu görüşü desteklemektedir". Burada, Hz. Peygamberin eş ve kızları ile kayıtlarken, ayetin devamındaki, kendi tercümesinde de yer alan "ve bütün mümin kadınlara" şamil olduğunu gözden kaçırması hayret vericidir. Nur 31 ayetinin tefsirinde de, kadınların örtmeleri gereken kısım hakkında: "() İlla ma zahara minha'nın anlamı bizce çok daha geniştir. Nitekim kullanılan ifadedeki kasdi belirsizlik (yahut çok anlamlılık) da bu hususta, insanın ahlaki ve toplumsal gelişiminin gereği olarak ortaya çıkan zamana bağımlı değişikliklerin göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir". Görüldüğü üzere müfessirimiz, örtülmesi gereken yerlerin zamana göre değişebileceğini iddia etmektedir. Zina haddine dair Nur, 2 ayetinin tefsirinde hadislerle ve Hz. Peygamber (a.s.m.)'ın uygulamasıyla sabit olan recm hükmüne yer vermemektedir. Hırsızlıkla ilgili hükmün, "tam olarak işleyen bir sosyal güvenlik programının bulunmadığı sürece" uygulanamayacağını öne sürer.
Sonuç olarak, merhum M. Esed, bu eserini islami tefsir kaynaklarına baş vurarak dikkatli ve uzun bir çalışma neticesinde hazırlamıştır. Arapçaya ve İslami literatüre vukufu oldukça iyidir. Kur'an'ın anlaşılması konusunda tutarlı görüşleri vardır. Genel olarak klasik tefsir kaynaklarını göz önünde bulundurmak, onlara saygı göstermekle beraber, kendisine mahsus bir üslubu, belirli bir metodu ve prensipleri de vardır. Açıklamalarını yaparken herhangi bir mezhep sistemine dahil olmaksızın müstakil olarak tefsir etmiştir. Üslubu, okuyucunun zihnini biraz yorsa da, muhtevası dolgun olduğundan, kültürlü kesimin çoğuna cazip gelmektedir. Fakat birçok mucizeyi ve bazı hükümleri rasyonalist bir tutumla tevil etmesini kabul etmek mümkün değildir. Bilakis ciddi bir hata teşkil eden ve bütün Sünni tefsirlere aykırı olan bu tevillerini açıkça reddetmek gerekir. Cenab-ı Allah'tan , Kur’an’ın anlaşılması hususundaki sa'yini meşkur kılıp hatalarından dolayı taksiratını affetmesini ve bizleri her türlü yanlıştan, özellikle Kitabını hatalı yorumlamaktan korumasını niyaz ederiz.
1992 yılında vefat eden merhum M. Esed'in "Kur'an Mesajı" adı ile tercüme edilip 1996'da yayınlanmış olan eserinden haberdar olmakla beraber, yeterli vakit ayırıp eseri inceleme fırsatını ancak şimdi bulabildim. Bu kitabı okumaya başladığımda, onun hakkında yapılmış herhangi bir değerlendirmeye muttali olmadım. Böyle bir eser yayınlandıktan sonra yankısız kalmış ise, ilmi çevrelerin bunun bir noksan teşkil ettiğini kabul etmeleri gerekir. Zira eser ciddi bir emek mahsulü olması, çağdaş dünyada en yaygın dil olan İngilizce ile yayınlanması, müslümanların ise bu dilde yazılmış Kur'an tefsirine ciddi ihtiyaç duymaları, bu kitaba ilgi duymak için yeterli sebepler sayılır.