Farklı Açılımlarıyla Sabır
Sabır, bazen bekleyebilmek, durabilmektir. Bazen harekete geçmek, iş yapmaktır. Ama o her halükârda hiçbir şeyin bizimle Rabbimiz arasına girmesine müsaade etmemek, hiçbir şeyin O’nu unutturmasına izin vermemek, O’nunla bağı hiç koparmamaktır.
Hayatın sağlıklı temadisi için insana verilen güzel ve yararlı huylardan birisi de sabırdır. İnsan bu huyunu yerinde kullanabildiği zaman hem üzerine düşeni yapmış hem de vicdanen rahatlamış olur. Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam) sünneti ise onu daha derin bir boyuta taşımış, böylelikle insanlık tarihi kadar eski olan sabır ayrı bir boyut kazanmıştır. Bu boyut, sabrın, Yüce Allah ile irtibatlandırılması, onun Cenab-ı Hak için yapılmasıdır. Bu derinliğiyle sabır artık Allah sevgisine ulaşmanın,[1] O’nunla maiyyeti paylaşmanın[2] çok önemli bir vesilesi olmuştur. Bunu başarabilenler için hayat, bütünüyle bir ibadet ve kazanma kuşağı haline gelmiştir.
Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabır, dinî terminolojide “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutmak” şeklinde açıklanmıştır.[3]
Gazzâlî “din duygusunun nefsânî arzu ve tutkuların baskısına karşı direnç göstermesi” diyerek sabrı tanımlamış,[4] bu tarif daha sonraki kaynak eserlerde de tekrar edilmiştir.[5]
İmam Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn’de[6], Üstad Bediüzzaman 23. Mektup’ta[7] “Sabır üçtür” diyerek onun kullanım alanlarını 3 ana maddede ele almışlardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ise bu maddeler biraz daha detaylandırılarak 6’ya çıkarılmıştır.[8] Biz bu kategoriyi esas alarak sabrın farklı açılımları üzerinde durmaya çalışacağız:
- Allah'a kulluğun zorluklarına katlanma mânâsına ibadet ü tâate karşı sabır.
İbadet ü taatin kendine has bir zorluğu vardır ve ibadet eden her mümin bunu test etmiştir. Aslında, “zorluğu olmasaydı herkes yapardı” gibi bir mantıktan hareketle, işin imtihan esprisi gereği bir zorluğunun olması öngörülebilmektedir. Zaten Kur’an, وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلاَةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا “Ailene namazı emret! Ona sabırla devam et!” (Taha sûresi, 20/132) diyerek namaz örneğinde, sabırla namaza devam etme vurgusu yaparak, ibadetin zorluğuna dikkatleri çekmektedir. Buradaki zorluk ve ona katlanma, ibadetleri vaktinde, şartlarına uygun olarak eda etme olabileceği gibi, konsantrasyonu elde etme, onu ibadet esnasında kaybetmeme şeklinde de anlaşılabilir.
İbadetin bizzat kendisine veya içindeki huşûa ait sabır, onları en kamil manada yerine getirmek suretiyle bu zorluğun kul ile Allah arasına girmesine müsaade etmemektir.
Sabır يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ “Ey inananlar, sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) ayetinde namazla beraber zikredilir. Çünkü aralarında çok yakın bir bağ, kul-Allah ilişkisi adına büyük bir benzerlik vardır. Namazda, Allah ile kulun arasına hiçbir şeyin girmesine müsaade edilmemesi gerektiği gibi, sabırda da o andaki durum neyse onun Allah ile kulun arasına girmesine izin verilmemesi gerekmektedir. Bir başka deyişle, namazın da sabrın da kamilen edası, araya bir üçüncü şeyin sokulmamasıyla doğrudan alakalıdır. Namaz kılan insan, Allah ile beraber olduğu gibi, sabreden insan da Allah ile beraberdir. Allah o anda onunladır.
- Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil ma'siyet duygusuna karşı sabır.
Günah, insanın kendisini iç deformasyona maruz bırakması, kendini tahrip etmesidir. Hakk’a muhalefetin her türü günahtır ve içinde isyanı barındırır. Bir günahla karşı karşıya kalan mümin için o andaki sabır, o günahın kendisine Allah’ı unutturmaması adına ortaya koyduğu performansın adı olmaktadır. Sabırlı mümin, günahın kendisi ile Allah arasına girmesine, O’nu unutturmasına direnen insandır.
- Hakk'ın kaza ve kaderine rızâ göstermeyi de ihtiva eden semâvî ve arzî belâlara karşı sabır.
Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki bu taksim, İmam Gazzâlî’nin ve Hz. Bediüzzaman’ın “mesâibe karşı sabır” dedikleri kısmı teşkil etmektedir. Burada, iki hususun önem arz ettiği söylenebilir. Bunlardan biri, Hz. Bediüzzaman’ın musibetleri ibadet olarak değerlendirmesidir. O, “ibadet iki kısımdır” deyip sözlerine şöyle devam eder: “bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malumdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp halis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, halistir.”[9]
Üstad Bediüzzaman’ın, bela ve musibetleri halis birer ibadet şeklinde tanımlaması çok orijinal ve olayları mümince okuma adına çok yönlendiricidir.
İkinci husus ise nimetin potansiyel bir nikmetle beraber gelmesi gibi, musibetin de potansiyel nimeti içinde barındırmasıdır. Bir başka deyişle, bizim zahiren nimet veya musibet olarak gördüğümüz her şey, gelirken nötr olarak gelir ve gerçek hüviyetlerini bizim onlara karşı olan tutumumuz belirler. Zahiren nimet olan zenginlik, örneğin, insanın kendinden bilmesi, zekatını, sadakasını vermemesi gibi durumlarda başına bela olur. Aynı şekilde bir hastalık, ona sabredildiği, Allah’la aramıza girmesine müsaade edilmediği zaman, nimet ve -Üstadın yaklaşımıyla- riyasız bir ibadet olur.
Bu bağlamdaki sabra, insanın Allah Teala ile olan ilişkisini idrak etmek ve O’nun tecellilerini beklemek de denebilir.
- Dünyanın câzibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur'ânî çizgiyi koruma adına sabır.
Çoğu zaman dünyanın çekiciliği ve güzelliği insana yol-yön değiştirtecek kadar güçlüdür. İmtihan sırrı gereği bunu hemen her fıtrat kabul ve itiraf eder. Bu hususa örnek olarak “iktidar sevdası” verilebilir. Bu deyimin bu bağlamda hükümet, siyaset gibi konularla hiçbir alakası yoktur. Burada denmek istenen, bir yola girmiş insanın o yolda sonuna kadar yürüme, en tepeye çıkma hırsıdır. Bir yerde memur olan kişinin, orada amir, müdür, CEO vs olmak istemesi gibi. Bunlar bir dereceye kadar makul olmakla beraber işin ucu kaçırıldığında, Firavun’un ilahlık taslamasına, bazılarının mehdi, mesih iddialarına kadar gidebilmektedir.
Dünyanın cazibesine tutulan birisinin, o çekici şeyi, kendisiyle Allah arasına sokmamaya çalışması sabır olmaktadır. Bu sadedde sabır, bazen bekleyebilmektir, durabilmektir.
- Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.
İnsan, -Kur’an’ın da ifade ettiği gibi- aceleci yaratılmıştır.[10] Arzu ettiği bir şeyin hemen gerçekleşivermesini ister. Halbuki onun öyle olmayacağını kendisi de bilir. Her şeyin bir vakt-i merhûnu vardır. Vakti geldiğinde, şartlar elverdiğinde o iş gerçekleşir. Sebeplere müracaat, duanın yenilmez gücü ile bir araya gelince Allah her işi âsân eder.
Bu bağlamda sabır, dilden iddianın, gönülden şikâyetin düşmesi şeklinde düşünülebilir.
- Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak, اِرْجِعِي fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır.
Sabrın bu çeşidi, “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” diyenlerin, vefatlarını şeb-ı arus görenlerin ufkudur. “Sana kavuşma şevki istiyorum” duasını edenlerin makbul niyazlarıdır. Hala burada duruyor olmayı yük görenlerin halidir.
Bu tasnife “şükre yardımcı olan sabır” deyimiyle ifade edebileceğimiz bir manayı da ilave edebiliriz. İnsan, nimete mazhar olduğunda duruşunu koruyamayabilir. Nimetin arkasındaki Mün’im-i Hakiki’yi göremeyip nankörlüğe ve gaflete düşebilir. Geminin altındaki su, yüzebilmesi için ona lazım iken, aynı su, içine girip gemiyi batırabilir. İşte bu noktada nimete mazhar insanın, Rezzak olan Cenab-ı Hakk’ı hatırlatma şeklinde tanımlayabileceğimiz sabra ihtiyacı vardır.
Hasılı sabır, bazen bekleyebilmek, durabilmektir. Bazen harekete geçmek, iş yapmaktır. Ama o her halükârda hiçbir şeyin bizimle Rabbimiz arasına girmesine müsaade etmemek, hiçbir şeyin O’nu unutturmasına izin vermemek, O’nunla bağı hiç koparmamaktır.
Sabreden insan, Allah’tan vazgeçmeyen insandır. Ve Yüce Allah es-Sabur’dur. O da kullarından asla vazgeçmeyendir. Kullarının bütün cürüm ve kusurlarına rağmen onlara mühlet veren, döner gelirler diye bekleyendir. Kula düşen de Rabbinden ve O’na kulluktan asla vazgeçmemek ve Yüce Allah’a her zaman mutlak hüsnüzanda bulunmaktır.
[1] Al-i İmran sûresi, 3/146.
[2] Bakara sûresi, 2/153, 249.
[3] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “sbr” md.; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “sbr” md.; Kâmus Tercümesi, “sbr” md.).
[4] Gazzali, İḥyâu Ulûmid-dîn, IV, 63
[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Uddetü’ṣ-ṣâbirîn s. 16
[6] Gazzali, İḥyâʾ, IV, 71.
[7] Said Nursi, Mektubat, s. 267.
[8] Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I/45.
[9] Said Nursi, Lem’alar, s. 24.
[10] Enbiya, 21/37.