Sabır Üzerine





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/20/2023
Clap

Varlık âleminde her şey, ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden, fıtratta cari kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden...

 

Sabır, ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma mânâsına gelir.

Sabrı, hayatın değişik dönemlerinde başa gelen sıkıntı ve meşakkatlere katlanma, bunlar karşısında soğukkanlılığı muhafaza ederek, Allah’a isyan etmeme ve bu konuda bize dinin gösterdiği yolda sebat etme şeklinde de düşünebiliriz.

 

Mana Büyüklerinden Sabır Tarifleri

Cüneyd-i Bağdadi, “Yüzünü ekşitmeden acıyı yudumlamak” diye tarif eder sabrı.

Zünnun-u Mısri’ye göre ise sabır, “Allah’a muhalefetten uzaklaşmak, en ağır bir belayı bile yudumlarken sakin olmak, geçim sıkıntısı çekerken bütün fakirliğine rağmen zenginlik ızhar etmektir.”

İbrahim Havass sabrı tarif ederken Allah’ın dininde sabit kadem kalma ve O’ndan gelen bütün bela renkli hadiseleri hoş karşılamayı ön plana çıkarır.

İbn Atâ’ya göre ise sabır, bela karşısında insanın edebini bozmamasıdır.

Hz. Ali de sabrın yerini vücuttaki başa benzetir ve “İman içinde sabrın yeri vücuttaki baş gibidir.” der.

 

Sabır Kelimesinin Kaynağı

Sabır kelimesiyle “Sabir otu” aynı kökten gelen kelimelerdir. Sabir otunun zehir gibi acı olduğu söylenir. Tıbta ilaç sanayiinde de kullanılmaktır. İşte sabır, bu sabir otunu yutmak kadar acıdır. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibariyledir. Neticesi her zaman tatlı olmuştur.

 

Kur’ân’da Sabra Davet Şekilleri

 

Sabrı emir

اِسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ Sabırla yardım isteyiniz.” (Bakara sûresi, 2/45) اِصْبِرُوا وَصَابِرُواSabredin ve sabırda yarışın.” (Âl-i İmran sûresi, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği gibi sabrın aynını açık-kapalı emir..

 

Sabrın zıddı aceleciliği yasaklama

وَلاَ تَسْتَعْجِلْ لَهُم Onlara karşı acelecilik etme.”, (Ahkaf sûresi, 46/35) وَلاَ تُوَلُّوهُمُ اْلأَدْبَارَ Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfâl sûresi, 8/15) beyânlarında olduğu gibi sabrın zıddını yasaklama..

 

Sabredenleri övme

 اَلصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ Sabredenler, hayatlarını sadâkat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i İmran sûresi, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı sabredenlere senâda bulunma..

 

Allah’ın sevgisine nâil olma teşviki

وَاللهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran sûresi, 3/146) fermanında görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma..

 

Allah’ın kendileriyle beraber olma

 إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara sûresi, 2/153) iltifatında müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyyet-i ilâhiye ile pâyelendirme

 

Sabrın neticesinin hayır olacağını beyan

 وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl sûresi, 16/126) irşadkâr beyânından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı hayra erilmesini beyân..

 

Sabredenleri müjdeleme

وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذِينَ صَبَرُوا أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Elbette o sabredenlere mükafatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz.” uhrevî mücâzâtı nazara veren teselli-bahş fermanıyla sâbirîn olanları müjdeleme..

 

Sabredenlere İlahi yardım vaadi

بَلَى إِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse...” (Nahl sûresi, 16/96) yardım vaad eden beyânlarıyla sabredenlere ilâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilmiş çok önemli bir kalbî ameldir sabır. Aynı şekilde bir zaviyeden, diyanetin, yarısını şükrün teşkil etmesine karşılık diğer yarısının unvanı olmuştur.

 

 

Sabrın Çeşitleri

Sabırla alakalı söylenen şeyleri bir araya getirince neye karşı sabredildiği ile alakalı olarak sabrın değişik çeşitleri olduğunu görülür. Sabredilen şeye göre sabır çeşitleri:

 

Bela ve musibetlere karşı sabır

İnsan hayatında her zaman sıkıntı ve musibetlerle karşılaşabilir. Böyle bir hadise başına geldiğinde Müslüman’a düşen, musibet karşısında kaderden şikayet etmemek, feryad u figanda bulunmamak, Allah’tan gelene hoşnutsuzluk göstermemek, başa gelen bela ve musibetlere katlanmak ve onun bir vazifesi olduğunu; vazifesini yapınca gideceğini bilerek ona göre davranmaktır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri)

Sabır üçtür: İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ، وَاللهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder.. ve ef’âlini tenkit ve rahmetini itham.. ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ O’na olmalı, O’ndan olmamalı!.. Hazreti Yakub’un (aleyhisselâm) إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللهِ demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi “Eyvah, Of!” deyip “Ben ne ettim ki bu başıma geldi?” diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. (Yirmi Üçüncü Mektup, Mektubat)

 

İbadet ü taatta sabır ve sebat

İnsanın nefsi Allah’ın karşısına geçip ibadet etmeyi kabul etmekte zorlanır. Kişi iman edip ibadet ü taat hususunda kendisini ikna etse bile zamanla bu hususta kendisine usanç gelebilir. Mümin kendini nefsin ibadete karşı olan bu soğukluğuna karşı korumalıdır. İbadet ve kullukta sabır sahibi bir insan, nefsinin bütün arzu ve isteklerine rağmen dişini sıkıp ölüm anına kadar ibadetlere devam etmeyi bilmelidir.

Kur’an-ı Kerim’de bu durum anlatılırken ibadetin ölüm anına kadar devam edeceği bildiriliyor. Kur’an ibadetin ne zamana kadar yapılması gerektiğini şöyle ifade eder: وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et! (Hicr, 15/99) Ayette “ölüm gelip çatıncaya kadar” diye meali verilen kelime “Yakîn” kelimesidir. Müfessirler bu kelimeye ölüm manası vermişlerdir. Çünkü esas yakîn ölümle meydana gelmektedir. Eğer ayette ölümden başka bir yakîn söz konusu olamaz; olsaydı bu Allah Rasulü için olurdu. Hiç kimse Peygamber Efendimiz’e yakîn gelmediğini iddia edemez. Zira o hayatının son anına kadar ibadetten bir an olsun uzak kalmamıştı. (Kalbin Zümrüt Tepeleri)

Sabır üçtür: Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki; şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor. (Yirmi Üçüncü Mektup, Mektubat)

 

Günah ve masiyete karşı sabır

Günah eğer hemen tedavi edilmezse insanı baş aşağı götüren bir bozulma ve deformasyondur. Tamir ise tövbeyle olur. Her an insanın içine değişik günahlara girme duygusu gelebilir. İnsan bu duyguya karşı kendisini korumalı ve günah ve masiyetin semtine bile sokulmamalıdır. Hz. Yusuf (aleyhisselam)’ın enfes tespitiyle, “Nefis daima fenalığı ister ve kötülüğe sevk eder.” (Yusuf, 12/53) Nefsin böyle istekleri varken buna karşı nefsin elinde oyuncak haline gelmemiş bir mümin bu isteklere karşı durmasını bilir, bilmelidir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri)

Sabır üçtür: Biri: Mâsiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, إِنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder. (Yirmi Üçüncü Mektup, Mektubat)

 

Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır

عنْ أبي عبدِ اللهِ خَبَّابِ بْن الأَرتِّ رضيَ اللهُ عنه قال:

شَكَوْنَا إِلَى رسولِ اللهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم وَهُو مُتَوسِّدٌ بُردةً لَهُ في ظلِّ الْكَعْبةِ، فَقُلْنَا: أَلا تَسْتَنْصرُ لَنَا أَلا تَدْعُو لَنَا؟ فَقَالَ: قَد كَانَ مَنْ قَبْلكُمْ يؤْخَذُ الرَّجُلُ فيُحْفَرُ لَهُ في الأَرْضِ فيجْعلُ فِيهَا، ثمَّ يُؤْتِى بالْمِنْشارِ فَيُوضَعُ علَى رَأْسِهِ فيُجعلُ نصْفَيْن، ويُمْشطُ بِأَمْشاطِ الْحديدِ مَا دُونَ لَحْمِهِ وَعظْمِهِ، ما يَصُدُّهُ ذلكَ عَنْ دِينِهِ، والله ليتِمنَّ اللهُ هَذا الأَمْر حتَّى يسِير الرَّاكِبُ مِنْ صنْعاءَ إِلَى حَضْرمْوتَ لا يخافُ إِلاَّ الله والذِّئْبَ عَلَى غنَمِهِ، ولكِنَّكُمْ تَسْتَعْجِلُونَ.

Ebû Abdullah Habbâb İbni Eret radıyallahu anh anlatıyor:

Hırkasını başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e (müşriklerden gördüğümüz işkencelerden, İslam’ın ikbali adına ufukta en ufak bir ışık görünmediğinden) şikâyette bulunduk ve,

- Bize yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz? dedik. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

- “Sizden önceki ümmetler arasında dayanılması çok zor hadiseler yaşanırdı. Bazen olur onlardan bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat yapılan bütün bu işkenceler onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz acele ediyor, zamanı çıldırtıcılığına karşı sabır gösteremiyorsunuz.” (Buhârî, Menâkıb 25)

Efendimiz (s.a.s.) burada, çekilen sıkıntıların bir yandan tarihî boyutunu ve şiddetini ortaya koyarken bir taraftan da İslâm’ın aydınlık geleceğinden en küçük bir tereddüt duymadığını kesin bir dille ve pek çarpıcı ve güven verici bir örnekle anlatmaktadır. Zira San’a ile Hadramut arası yayalar için on bir günlük bir mesâfedir. Bu iki şehrin misal verilmesi, muhtemelen İslâm hâkimiyeti altına girecek toprakların genişliğinden kinâyedir. Yemen’de bile emniyeti temin edecek olan İslâm, Mekke-Medine gibi yörelerde asayişi daha kolaylıkla sağlayacaktır, demek istenmiştir.

O halde nasıl sabırla koruk, üzüm olursa, her sıkıntı da sabır ve zamanla geçer. Büyük neticeler büyük fedâkarlık ister.

***

Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf ettirmekten, ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilemez. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur. Onunla yüce âlemlere ermeğe namzet bir kutlu olur. Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit’tir; en sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...

Sabır, fıtratın sinesinde cereyan eden armoninin, insan tarafından sezilmesi, kavranması ve taklit edilmesidir. Evet, o, eşya ve hâdiselerin dilini anlama ve onlarla “diyalog”a geçme gayretidir. Bu dili anlayacağı âna kadar sebat gösteren, sonra da, varlığın zaman seli içindeki akışıyla kendi davranışları arasında bir köprü kurarak tabiatla bütünleşen insan ne mübeccel; kâinattaki bu ilahî mûsıkî ne ulvî ve bu âhengin sezilip görülmesi ne âlî bir temâşâdır...!

Sabır; zamanın, eşya üzerindeki tesirinin kavranması ve vak’aların, zamanın, keskin dişleri arasında öğütülerek, şekilden şekle, hâlden hâle girmesinin idraki demektir. Zamanın bu sessiz eriticiliği ve değiştiriciliği karşısında, yerinde polat ve yerinde de buz olmasını bilenler, onun cereyan çizgisinde ayrı bir buuda yükselerek yok olmaktan kurtulurlar. Bunu idrak edemeyenler ise, onun demir pençeleri arasında ezilir giderler.

Evet fıtrat, onu tanımayan ve yürüyüşünde ona ayak uyduramayan ayakları kırar, ruhları da çiğner geçer. Onu tanıyan, hareket ve davranışlarıyla onun ruhundaki sessiz infiallere dem tutan ve ona yeni yeni davudî nağmeler kazandıranların elinde de balmumu gibi olur.

Ah, bu sırrı kavrayamayan ve bir türlü sabretmeye yanaşmayan aceleci, yaramaz çocuklar..!

Evet, nice kendini bilmez ve fıtrat tanımaz kimseler vardır ki, yıllar yılı doludizgin gitmiş; fakat bir çuvaldız boyu mesafe alamamışlardır. Ve nice sessiz, gürültüsüz kimseler de vardır ki, derin nehirler gibi durgun ve hareketsiz görünmelerine rağmen, durmadan yürümüş; adım adım ilerlemiş, önünü kesen karanlıkları teker teker tepelemiş ve karşısına çıkan engelleri en sezilmedik şekilde toz duman etmişlerdir; sessiz, gürültüsüz; gösterişsiz ve âlayişsiz.. tıpkı mercan gibi; deniz derinliklerinde ızdırap görmüş, ızdırap yaşamış, kanda boğulmuş ve zebercet ufkuna ulaşmış mercan...

Tohum bu sessizlik ve sebat içinde taşı toprağı deler, gün yüzüne çıkar.

Tomurcuk, yüz defa bağrını güneşe açar; yüz defa gecenin karanlıkları karşısında gerilime geçer ve sonra varlığa erer.

Ya yavru? Bir “rüşeym” hâlinde anne karnında belirip karanlıktan karanlığa intikal eden yavru; onun serencamesi hepten garip ve garip olduğu kadar da sabır ve teenni gamzetmektedir. Evet, şekillerin ve kalıpların her çeşidine gire gire, tam dokuz ay sonra, o gülendam kametiyle dünyaya ayak basar.

Bir de, bu muhteşem kâinatların ve koca “kozmos”un yaratılışına bakalım. Her şeyi, bir “ol!” deyivermekle varlığa erdiren Kudreti Sonsuz’un elinde, bütün mekân ve eşyanın, milyarlarca sene şekilden şekle, tavırdan tavra intikal ettikten sonra belli bir vaziyete gidip ulaşması, ne kadar manidar ve ne çarpıcı bir derstir!

Varlık âleminde her şey, ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden, fıtratta cari kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden...

Ah, aceleci insan! Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşya arasındaki tertibe riayet etmeyen! Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni birden atlamak isteyen! Sensin, sebepleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak kuruntulara gömülerek hayalden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuştuklarına pişmanlık duyan ve birbirini takip eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun..! Keşke, her biri beliğ bir hatip ve her biri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşya arasında bulunan tertibe riayet etmeyi; sebep ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayalinle değil, imanın, azmin ve iradenle var olmayı bilseydin...!

Sen, sabrettiğin kadar var ve Hakk’ın katında da sabrın kadarsın; Kitab’ının güzel diye parmak bastığı en güzel haslet ve en güzel huyları, arızasız ve ara vermeden yaşamadaki sabrın ve azmin kadar.. ve çirkin diye tespit ettiği sevimsiz şeyler karşısında da dayanma gücün ve sebatın kadar.. nihayet, tepeden inme başa gelenler karşısında, tavrını değiştirmeden:

“Gelse celalinden cefâ, yahut cemâlinden vefa;

İkisi de câna safâ, lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

(İbrahim Tennûrî)

gerçeğine dilbeste, yürekliliğin ve hoşnutluğun kadar...

Bütün yükseltici şeyleri, ara vermeden sürekli olarak yaşama, alçaltıcı şeylere karşı devamlı teyakkuz ve direnme; nihayet, beklenmedik anda ve beklenmedik şekilde, seni ırgalayan ve örseleyen umum belalara karşı yılgınlık göstermeden dayanma; evet, işte acılardan acı ve neticesi itibarıyla da zülallerden zülal sabır budur!

Kol kanat verip yerinden ayrılmama.. mum gibi eriyip gitme; yine de yerinde kalma...

Nerdesin azim, nerdesin irade! Nerdesin civanmertlik ve nerdesin yiğitlik! Durmadan yön ve yol değiştirme bizi şaşkına çevirdi. Her gün ayrı bir şeye dilbeste olma bizi bitirdi. Ve durmadan mihraptan mihraba koşma, bizi kıblesiz hâle getirdi...

Bir Hak dostu; “Beni bir kedi irşad etti.” der. Avını beklediği delik önünde, sabahlara kadar gözünü kırpmadan bekleyen bir kedi... Ya sen, insanoğlu! Tavrını değiştirmeden, nazarını ayırmadan ne kadar bekledin ebedî mihrabında..? Evet, kaç defa düzenin bozuldu, hizmetin hebâ oldu da, gönül koymadan, darılmadan yeni baştan deyip yürüdün yoluna..? Ve kaç defa, kapılardan kovuldun, diyar diyar sürüldün de, dönüp yine başını koydun sevgilinin eşiğine..? Yoksa sen, senden evvel gelip geçenlerin hâlleri başına gelmeden Cennet’e gireceğini mi sandın? Oysa onlara öyle ezici sıkıntılar, öyle kımıldatmaz ızdıraplar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve maiyetindeki inananlar: “Ne zaman Allah’ın yardımı?” dediler. Bil ki, O’nun yardımı yakındır; sabredip kulluğunu sürdürenlere, canını dişine takıp günahlara karşı koyanlara, bin defa düzeni bozulduğu hâlde ümit ve azmini yitirmeyenlere...

Evet “Cânân yolunda, dağdağa-i câna düşmeyenlere; Girdik reh-i sevdaya, gayrı bize bir şey lazım değil.” diyenlere... (Çağ ve Nesil)

 

Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerde kat'iyyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

 

Her sıkıntı bir kolaylığa gebedir ama, haml müddetine sabretmek gerekir.

Sabr u sebatla muvaffakiyet, farklı görünüşte olsalar da, ikizdirler.

Deryalar, damlalardan meydana gelir; ama damlanın deryalaşacağı zamanı büzmeye kimsenin gücü yetmez...

Zirvelerin yolu vadilerden başlar.. tabiî sabırlı olanlar için... (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)

 

Yıllar var ki bu mağmum coğrafyada hemen her zaman bir diriliş esintisi ve fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut donanımımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki duruşumuz yeterli mi.! Değilse, böyle pasif bir duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde, eğer beklediğimiz “ba’sü ba’de’l-mevt” duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz olma şeklinde bir diriliş unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– beklentilerimizle beraber durumumuzu bir kere daha gözden geçirmemiz icap edecektir. Zira, hâlihazırdaki tavır ve davranışlarımızla beklentilerimiz arasında illiyet kanununa göre bir tenasübün bulunması, olmazsa olmaz esaslardandır. Aslında bu büyük beklenti, cahillere, mefkûresizlere, dava düşüncesinden mahrum olanlara ve hikmet fakirlerine göre bir iş değildir; o, ilm ü irfan erbabına ve hakikate adanmış ruhlara göre bir gaye-i hayaldir.. eğer bir gün mâkus tâli’imiz değişecekse, şart-ı âdî planında “Allah’ın izniyle” işte bu kahramanların eliyle değişecektir. Şimdiye kadar hep öyle oldu –Allah bilir– bundan sonra da yine öyle olacaktır; öyle olacaktır ve haricî-dahilî düşmanlar saldırılarına devam edecek, dostlar beklenen vefayı göstermeyecek, tahribatları tahribatlar takip edecek, ruh ve mânâ köklerimiz sürekli hırpalanacak, gönüller sevgiye hasret gidecek, her yanda ölüm iniltileri duyulacak.. ve tabiî bunca olumsuzlukların yanında her yana hayat üfleyen diriliş süvarileri de hiçbir zaman eksik olmayacaktır. (Sükutun Çığlıkları)

 

Ben bir karınca öldürmediğimi nice kereler ifade ettim. Evet, hayatımda tek bir karınca dahi öldürmedim. Hatta bir zaman yanımdaki bir arkadaş, bana eziyet ediyor diye eliyle üzerimdeki bir karıncayı süpürmüştü. Seneler geçmesine rağmen bu hâdiseyi unutamadım…

Şimdi kalbi bu türlü mülâhazalara kilitli bir insanın herhangi bir insana kıyması hiç mümkün olur mu? Yanlış anlaşılmasın, ben burada kendimi anlatmıyor, sadece sizin hissiyatınıza, inanan gönüllerin duygu ve düşüncesine tercüman olmaya çalışıyorum. Fakat bütün bunlara rağmen, bazı insanlar hâlâ sizin hakkınızda değişik vehimlere giriyorlarsa, bu durum karşısında yapılması gereken aktif bekleyiş içinde sabır göstermektir. Karakterinizi, ruh yapınızı, hissiyatınızı, iç dünyanızı bir “showroom”da, bir galeride teşhir ediyor gibi teşhir edeceksiniz. El âlem gelecek, girecek, gezecek, görecek, bakacak ve sizin hakkınızdaki vehimlerinden kurtulacak. Siz belki de bu süreci fark edemeyeceksiniz. Onlar gelecek, sizin üzerinize bir işaret koyacak ve daha sonra geldiğinde bu işaretin yerinde durup durmadığını kontrol edecekler. Daha sonra bir kere daha gelecek ve aynı desen ve şivenin olup olmadığına bakacaklar ve böylece hakikî Müslümanlığı gerçek derinlik ve enginliğiyle görecekler.

Netice itibarıyla, Müslümanlar hakkında oluşturulmak istenen günümüzdeki bu olumsuz imajı gidermek belli bir zamana vâbestedir. Mesele bir takvime bağlanarak çok iyi tanzim edilmeli, süreklilik ve ciddiyet içinde olumsuzluklar birer birer izale edilmeye çalışılmalıdır. Eğer günümüzün inanan gönülleri belli bir zaman isteyen bu meselede, aktif bir sabırla hareket eder, meselenin ciddiyeti ölçüsünde ceht ve gayrette bulunurlarsa, gün gelir, hasımlarının, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ve O’nun güzide ashabı hakkında dedikleri “Bu insanlar emindir, emniyet ve güvenin temsilcileridir.” sözünün kendileri hakkında da ifade edildiğini göreceklerdir. (Yaşatma İdeali)

 

Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye gönül verenler, yapmaları gereken vazifeleri eda etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a ait işlere gönül bağlayıp hareketlerini onlara bina etmemelidirler. Onlar cüz’î iradelerini kullanmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’a sığınacak ve O’nun sonsuz rahmetinin kapısının tokmağına dokunarak isteklerini O’ndan isteyeceklerdir. Evet, yağmur duasına çıkanlar, Allah’a dua dua yalvarmalıdırlar; ama gökte bulutları teşekkül ettirmek…

Ayrıca, insan değişik arzu ve isteklerde bulunurken, içinde yaşadığı dönemin şartlarını da göz önünde bulundurmak mecburiyetindedir. Zira kâinatta her şey esbap üzerine bina edilmiştir. Meselâ insanların, kış mevsiminde toprağa atılan tohumun aynı mevsimde rüşeym hâline gelip başını kardan dışarıya çıkarmasını beklemeleri bir safdillik olsa gerek. Böyle bir istek, o rüşeymin kırağıya vurulup donmasını istemek demektir. Onun rüşeym hâline gelip filizlenmesini görmek için aktif bir sabırla bahar mevsimini beklemek gerekmektedir.

Her şeyin bir mevsimi vardır ve her iş mevsiminde yapılmalıdır. Bana kalırsa, içinde bulunduğumuz şu dönem, herhangi bir beklentiye girmeden cihanın dört bir yanına tam hizmet tohumları saçma mevsimi. Bu hakikati çok iyi anlayan Bediüzzaman, iman ve İslâm tohumlarını saçmış, şahsî ve dünyevî beklentilere girmeden aktif bir sabırla Allah’a yönelmiş ve gelecek nesillere ümit dolu bir sesle şöyle haykırmıştır: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen tohumlar, o zaman çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için bize geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini de medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimi misafir eden Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيأً لَكُمْ “Ne mutlu size!” sadasını işiteceksiniz.”

Hâsılı, asıl mesele iman, Kur’ân ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bugün bin bir ızdırap ve çileyle atılan tohumlar bir gün –inşâallah– neşv ü nema bulacak, yeryüzü bir baştan bir başa çemenzâra dönecek ve her tarafta gönüller Allah’a imanla çarpacak ve bülbüller gibi şakıyacaktır. Onun için bu mevsimin, bir tohum atma mevsimi olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Herkes bulunduğu yerde gece-gündüz demeden bir küheylan gibi koşuşturmalı, gerektiği yerde bütün varlığı ile dökülüp saçılmalı ve başarısızlıklar karşısında da asla ümitsizliğe kapılmadan kendisine düşen misyonu hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır. (Yol Mülahazaları)

 

Bugüne kadar ruhî güçlerini yitirenler yitirdiler ve bir hiç uğruna, tıpkı münbit olmayan topraklarda çürüyüp giden tohumlar gibi, heder olup gittiler. Evet bugüne kadar olan oldu.. ve tarihi yanlış yorumlamanın cezası olarak da pek çok kurban verildi, ırz çiğnendi, namus hırpalandı, millî ismet ve iffetimiz defaatle sarsıldı. Bundan sonra olsun, niyetlerimizi bir kere daha gözden geçirmeli, dileklerimizi iyi tutmalı ve geleceğimiz, kanla, gözyaşıyla sulanmaması için duygu, düşünce ve hizmet mantığında boşluklar bırakmamalı ve hep tetikte olmalıyız. Belli bir ölçüde kasırgaların dinmeye başladığı ve ufkumuzda peşi peşine emareleri emarelerin takip ettiği şu dönemde, elimizdeki imkânları evirip-çevirip değerlendirmeli, zamanın ölü noktalarına bile hayat üflemeli ve ona kendi hesabımıza mutlaka bir şeyler konuşturmalıyız. Esrarı, büyüsü, muhtevası ve sonsuzluğu hakkında yeni yeni bir şeyler hissetmeye başladığımız şu varlık kitabı ve kâinat meşheri, kendi sesini, soluğunu, hikmetini bütün bütün gönüllerimize duyuracağı ve ilimlerin diliyle milletçe ruhlarımıza hayatımızın gayesini fısıldayacağı güne kadar aktif sabır içinde, temkinli ve askerî ifadesiyle, “teyakkuz”da olmalıyız; olmalıyız ki, milletimizin ikbalini istemeyen haricî düşmanlarımıza takılarak yakını uzak etmeyelim ve kazanma kuşağında kayıplara sebebiyet vermeyelim. (Işığın Göründüğü Ufuk)

 

Şimdilerde bize, Allah’a dayanmak, azmimize azim katarak doğru bildiğimiz yolda yürümek ve elimizden geldiğince herkesi şefkatle kucaklayıp onlara dahi içimizde köpürüp duran insanî muhabbeti duyurmak düşüyor ki, gayri bundan ötesi Hakk’ın takdirine rıza ve zamanın çıldırtıcılığına karşı da aktif sabır ve temkine kalıyor. (Sükûtun Çığlıkları)

 

Tamamiyetin diğer bir yanı da sabır, ısrar ve devamlılıktır. Kur’an-ı Kerim, “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar, imanla küfrün arasında bir yerde durur. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Bundan dolayıdır ki, dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11) buyurarak kulluğunu ganimet elde etme gibi bazı hesap ve çıkarlara bağlayan kimselerden bahsetmektedir. Öyle bir insan, iyi günlerde dinin kenarından, köşesinden tutar; “Bir parça da biz katkıda bulunalım.” der ama bunu derken bile “Amaaan, olduğu kadar olur!” düşüncesini terk edip onu bütünüyle kucaklamaya da yanaşmaz, dine tam sahip çıkmaz. Ona sağlam bir imanla değil de, âdeta pamuk ipliği ile bağlanmıştır. Tehlikeli dönemlerde ve sıkıntılı günlerde dini de dindarları da yüzüstü bırakıp kendi şahsî dünyasını garanti altına alacağını zannettiği yerlere ve kimselere sığınır.

Oysa, hangi konu olursa olsun, kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir. Siz belli bir mevsimde bütün himmet ve gayretinizi ortaya dökebilirsiniz. Mesela, ekim yaparken karlar erimiş olsa da hâlâ hava soğuktur ama siz ona katlanarak tarlaya tohumu atarsınız. Fakat, daha sonra onu koruma mevzuunda hiçbir tedbir almazsanız, sulama hususunda bir gayretiniz olmazsa, hasat mevsimini aktif sabırla beklemez ve tarlayı biçeceğiniz zaman da en iyi ürünü alabilmek için üzerinize düşeni yapmazsanız, işin ilk bölümünü ve bir yanını yapmış olsanız da katiyen ürün elde edemez ve dolayısıyla, avam ifadesiyle, hava alırsınız. İşe herhangi bir yerinden girseniz ve sadece bir faslını yapsanız, mesela, tarlayı sürseniz de hiç tohum saçmasanız ya da ekini biçseniz de onu harmanda dövmeseniz veya sapı-samanı birbirinden ayırmasanız yine beklenen semereyi elde edemezsiniz. Nasıl ki böyle dünyalık bir işte sabır, sebat ve devamlılık esastır; aynen öyle de, bir hakikati temsil etme ve insanlar arasında yerleştirme mevzuunda da sabır ve devam çok önemlidir. Rahat zamanda, kendinizi, duygu ve düşüncelerinizi ifade eder ama bir tazyike maruz kaldığınız an geriye durursanız, hem kader birliği ettiğiniz arkadaşlarınızı şaşırtmış, hem dostlarınızı tereddüte sevk etmiş, hem de imtihanın hakkını vermemiş ve tohum attığınız halde ürün elde edememiş olursunuz. (Ümit Burcu)

 

Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. Bazen sevgi Allah tarafından kalbe atılarak iç ihsasların harekete geçirilmesi de söz konusu olabilir –ki hepimiz bazen böyle ekstradan lütuflar bekleriz– ancak, plânlarını harikulâdeliklere bina ederek durgun bir bekleme başka, kıvrım kıvrım sancı içinde aktif bekleme daha başkadır. Hak kapısının sadık bendeleri beklentilerini harekete bağlar, dinamik bir duruşa geçerler; geçer ve o durgun gibi görülen halleriyle cihanlara yetecek bir enerji üreterek müthiş aktiviteler ortaya koyarlar. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

 

Büyük tarihî tekevvünler birden gerçekleşmez. Onların geliştiği belli bir vetire ve belli süreler vardır. Meselâ, bu büyük oluşumların biriyle alâkalı bazen bir müjdenin verildiğini duyarsınız. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmeden önce, “570’te bir insan çıkacak ve nuru bütün dünyayı kaplayacak.” diye müjdelerin verilmesi gibi.. oysaki 570 olur, 610 olur, hatta 630 olur da ancak müjdelendiği ölçüde bütün dünyayı kaplayan bir zuhur ve tecellî söz konusu olmaz. Aslında bu zuhur beklenildiği zaman değil, belki daha ileride olacaktır.

Aynı şekilde, 1876’da Şark’ın yalçın kayalıklarından bir ateşpâre zuhur edeceği ve din-i mübin-i İslâm’ı yeniden gönüllerde ihyâ edeceği bazı ehl-i keşif tarafından müjdelenmiştir. Oysaki müjdelenen zat, o tarihte dünyayı henüz yeni teşrif etmiştir. Misyonunun tamamlanması gelecek yıllarda gerçekleşecektir. Evet, çekirdekte ağaç, damlada derya görülür ve müjdelenir. Ağacın tam büyümesi, deryanın bütünüyle ortaya çıkması ise zamana bağlıdır; belli bir sürenin geçmesine vâbestedir. Öyleyse kuluçka sabrıyla zamanın çıldırtıcılığına karşı beklemek icap eder. (Fasıldan Fasıla, 3)

 

Zerrelerden kürelere kadar yani, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlardan, gökyüzünde Mevlevî gibi dönen yıldızlara, galaksilere ve bütün gök cisimlerine kadar her şey bu sevk sayesinde kendisine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışmaktadır. Her şey, Allah karşısında matlup hâli alabilmek için, çizilen istikametten zerrece inhiraf etmeden varmak istediği hedefe doğru süratle koşar.

Tavuk yumurtaların üzerine yatar ve bütün bir kuluçka devresinde sabırla bekler. Aç durur, susuz kalır, kendisi ateşler içinde yanar ama, nöbetini terk etmez. Tavuk, çıkacak civcivlerden acaba haberdar mıdır? Daha sonra başlarına vurarak ellerindeki taneyi alacak olan bu tavuk, niçin onlar için böyle bir çileye katlanmaktadır?.. Cevabı bizce bellidir: Cenâb-ı Hak onu, o istikamete sevk etmektedir.

Ya o civcive ne demeli.. miadı dolup belli gün gelip çattığında, yumuşacık gagasıyla kabuğunu kırıp dışarıya çıkan bu civciv, evet, yumurtanın dışında, yumurtaya göre çok daha mükemmel ve geniş olan bir hayatın varlığını acaba nereden bilmektedir ki, oradan çıkmak için büyük bir gayret sarf etme ihtiyacını duymaktadır.

Dünyaya yeni gelen bir çocuk, hemen annesinin memesine sarılır ve emmeye başlar. Evvelâ, çocuğun doğumuna yakın anne memesine süt stoku yapan kim? İkinci olarak çocuğa orada süt olduğunu ve süt emme tekniğini öğreten ve rehberlik yapan kim? İşte bu ve benzeri bütün sorulara verilecek tek cevap vardır: O da bunların hepsi ilâhî bir sevk ile olmaktadır. (Kader)

 

Meleklerle gönüldaş bu yüce kametler için, hiçbir zaman inhidam, inhilâl ve inkisar bahis mevzuu değildir. Onlar emrolundukları için iş yaparlar. İçinde yaşadıkları topluma karşı kendilerini vazifeli bilirler. Bu itibarla da ne iş ve düzenlerinin bozulmasından müteessir olurlar, ne de toplumu saran tehlikeler karşısında paniğe kapılırlar. Hele hayal kırıklığına asla düşmezler.

Gönüllere girme konusunda örümcek gibi sabırlı ve maharetli, aslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar. Onların atmosferine giren Hızır’la buluşur, onlarla hemhâl olan mutluluğa erer. Onların bakışlarında aydınlık, düşüncelerinde hikmet, beyanlarında hakikat nümâyandır. Halvethânelerine bedbin ve nevmid olarak girenler, orada imana ve ümide kavuşarak ebedî var olmanın sırrını elde ederler. (Buhranlar Anaforunda İnsan)

 

Hacda ve başka yolculuklarda, tepelere tırmanılması, tepelerin aşılıp düzlüklere varılması tekbir, tehlil fasıllarıyla seslendirildiği gibi, namaz unvanı altında ruhun miraç yolculuğu da, bir bölümden diğer bölüme geçişte hep aynı mübarek duygu ve düşüncelerle ve hep aynı mübarek kelimelerle ifade edilir. Hemen her rükünde, Allah’a karşı saygılı olmayı en iyi şekilde dile getirmek üzere söylenilen tekbirlerle, tahmidlerle ve bu kelimelerin çağrıştırdığı mülâhazalarla yüce divanın kapı tokmaklarına dokunulur; sonra da, bir eşref saati en mükemmel şekilde değerlendirme dikkat, teyakkuz ve temkiniyle beklemeye geçilir; geçilir ve avını bekleyen bir kedi hassasiyeti, bir örümcek sabrıyla ilâhî vâridât ve tecelliler avlanmaya çalışılır. (Yeşeren Düşünceler)

 

Hikmet elinin açtığı yolu kim değiştirebilir ki..? Onu değiştirmeye kalkışmak, fıtrata ve eşyanın tabiatına ilan-ı harp demektir. Şu sıkışmış bulutun hâline, şu doğum yapan ananın iniltilerine ve bin bir güçlükle yuvasını örmeye çalışan, şu kuşun, şu örümceğin sa’y ve gayretine dikkat edin! Fıtrat kanunlarının herkes için aynı değişmezlik içinde olduğunu göreceksiniz... (Çağ ve Nesil)

 

Bizler de bu dünyada ağır bir imtihan altında bulunuyoruz. Öbür âlemi bütünüyle kazanma veya -hafizanallah- büyük bir kısmı itibarıyla her şeyi kaybetme gibi bir durumumuz söz konusu. Burada ancak sabredenler, yerini, tavrını hiç değiştirmeyenler ve bir örümcek gibi ağını kurup da aç sinelere iman şarabını içirmek için bekleyenler, Allah’ın tevfikiyle muvaffak olurlar. Bu mevzuda bütün ömrümüz de geçse –aslında bu müddet çok büyük bir müddet değildir– değer. Sözü lâl-ü güher olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu uğurda yirmi üç sene her şeyiyle mücadele etmişti. (Prizma, 5)

 

Ve işte çizgi çizgi O’nun hizmet hayatı:

Mekke’de, bir örümcek sabrı, bir mercan ızdırabı içinde sürekli bekleyiş.. iş başında bekleyiş.. suların derinleşince durgunlaşması gibi “sessiz aksiyon” diyebileceğimiz bir görünüm içinde olma. Bu dönemde, sağa-sola hicret emri; zayıf ve mukavemetsizlerin, belki seralarda korunmaya alınmasının yanıbaşında, kuvvet dengesinin olmadığı bir dönemde, tahrik edici görünümü dağıtma, endişelere meydan verecek derinlikleri sığlaştırma ve sese-gürültüye sebebiyet vermesin diye bir hava boşaltma ameliyesidir.

Medine’de ise, hizmetimizin şekli, vazifemizin gerekleri, gücümüz, karşı tarafın gücü nazar-ı itibara alınarak daha farklı bir yol takip edilmiştir. (Sonsuz Nur, 2)

 

Mü’minlerin dünyevî-uhrevî selâmeti, dinin i’lâsı gibi mevzularda da insan, ne Müsebbibü’l-Esbâb’dan gaflete düşecek ölçüde kendini esbaba bağlamalı; ne de sebepleri görmezlikten gelmek suretiyle belli bir vakit, belli bir takvime merhun meselelerde aceleci ve sabırsız davranmalıdır. Meselâ, bir toplumun kendi değerleriyle yeniden dirilişi gibi uzun soluklu bir işe niyet edilmiş ve o istikamette bir yatırımda bulunulmuşsa, o zaman, o yatırımın gerektirdiği tertibe, takvime saygılı olunması gerekir. Çünkü öyle meseleler vardır ki, yerine göre bir asra muhtaçtır, bir asra merhundur, bir asra ipotek edilmiştir. İşte böyle bir mesele karşısında –sünnetullah nokta-i nazarından– o ipoteğin kendi tabiî seyri dışında çözülemeyeceğinin asla hatırdan çıkarılmaması gerekir. Evet, böyle bir yatırım için, “Niye hemen olmuyor, niçin toplum kendi değerleriyle hemen dirilmiyor?” deyip acele edilmemesi, yatırım yapıldıktan sonra da zamanın çıldırtıcılığına karşı sabredilmesi çok önemlidir. Düşünün ki, bir tavuk kuluçkaya yattığında, civcivlerin çıkma zamanını beklemeden, bir-iki gün öncesinden dahi olsa eğer o kuluçkalardan civciv elde etmeye kalkışırsanız, hepsini –Erzurumluların tabiriyle– cılk edersiniz. Cılk etmemek, sabırsızlık gösterip neticede hazin bir hüsran yaşamamak için o vakt-i merhuna saygılı olmanız gerekir ki, işte bu, esbaba riayet hassasiyeti demektir. Sebepler bütünüyle yerine getirildikten sonra ise artık Allah’a tevekkül edilmelidir. Çünkü onlar müessir-i hakikî olmadığından, Cenâb-ı Hak dilemedikçe, sırf sebeplere riayetle neticenin elde edilmesi mümkün değildir. Evet, netice Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşîetine bağlıdır; dilerse yaratır, dilerse yaratmaz.

O hâlde, kulluk ve mükellefiyet açısından asıl önemli olan, mebdede esbaba tevessülde kusur etmemek, ihmalde bulunmamaktır. Bir taraftan gayret ve cehd isteyen konularda geri durmamak, ahesterevlik etmemek, fakat diğer taraftan zamana vâbeste olan mevzuları çok iyi bir değerlendirmeye tâbi tutup, kolaycılık ve sabırsızlığa düşmemek gerekir. Hayata ait hiçbir sahada boşluk bırakmaksızın, her alanda mutlaka bir fikir cehdi ortaya koymalı; tek başımıza aklımızın yetmediği, sık sık fiyasko ve falso yaşadığımız meselelerde ise, müşterek akla ve kolektif şuura müracaat etmeli ve bu şekilde yanlışlıkları düzeltip eksik ve kusurlarımızı telafi yoluna gitmeliyiz. Kırılmalar karşısında ise asla sarsılmamalı ve “Bir hikmeti vardır!” deyip Allah’a güvenmeli, O’na sığınmalıyız. İşte Allah’a tevekkülle sebeplere riayet arasındaki muvazenede bütün bunların hepsini birden nazar-ı itibara alıp ona göre bir hareket tarzı belirlenmelidir.

Tabiî bu arada ihmal edilmemesi gereken önemli bir husus da, dua ve yakarışlarla sürekli Rabb-i Kerimimizin inayet ve rahmetini talep etmektir. Öyle ki bana, “Belli bir seviyede sorumluluk yüklenen şu insanlar her gün iki saat dua ediyorlar.” deseniz, ben “Niye dört saat değil ki?” derim. Ayrıca duada temadi ve süreklilik çok önemlidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ، يَقُولُ: قَدْ دَعَوْتُ رَبِّى فَلَمْ يَسْتَجِبْ لِي “Sizden biri acele edip de ‘Dua ettim de Rabbim duamı kabul etmedi’ demedikçe onun duasına icabet edilir.” buyurmak suretiyle bu hususta bizi ikaz etmektedir. Evet, ısrarla ve ızdırarla duasına devam eden bir kimse, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellî ettiğini, ekstra lütuf ve ihsanlara mazhar kılındığını ve teveccühüne teveccühle mukabelede bulunulduğunu vicdanında duyup hissedebilir. (Cemre Beklentisi)

 

Sabır Kahramanları

Hz. Eyyub’un: أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim, gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: إِنَّمَا أَشْكُوا بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum.” mahiyetindeki iniltisi, isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hak da Hz. Eyyub için: إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvâb ve yüzü Allah kapısındadır.” diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde ayn-ı şükür kabul etmiyor mu?

Başta büyük peygamberler olmak üzere, bütün enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ, sabrın her çeşidini temsilin yanında, Hak’la sımsıkı irtibatlı oldukları halde, halkın içinde dişlerini sıkıp “sabr anillâh” yaşamaları, onların en mümeyyiz vasıflarıdır ve erişilmezliklerinin emâresidir. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu ve peygamberlik semâsının güneşi Efendiler Efendisi de: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اْلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belânın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar.” buyurmuyor mu? (Kalbin Zümrüt Tepeleri)

Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.

İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir: "Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39)

Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.

Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..! O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu..

Günümüzde de İslâm'ı yaşarken ve temsil ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.

 

وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى

Gerçekten işin sonu Senin için başından daha hayırlıdır.” (Duhâ sûresi, 93/4)

Duhâ sûresi Mekke’de, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en sıkıntılı anlarından birinde nazil olan bir sûre. Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil, inkıtâ-i vahiy döneminde gelip Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) –hâşâ– alaya alarak: “Sahibini görmüyorum, herhâlde seni terk etti.” dedi. İşte böylesine bir atmosfer içinde Allah (celle celâluhu) “Rabbin Seni terk etmedi ve Sana darılmadı. Gerçekten işin sonu Senin için başından daha hayırlıdır.” diyerek, Resûlü’nü teselli etti. Bu âyet değerlendirilirken, eğer Efendimiz’in yaşadığı günler mülâhaza edilecekse, cümlenin mânâsı; “Senin sonun önünden, yarının da bugününden daha hayırlı olacaktır.” mânâsına gelir. Nitekim tarihin şehadetiyle de öyle olmuştur. O’nun devrinde başlayarak O’nun ikbal yıldızı ve dava atlası her yeni gün eskiye nazaran daha bir parlamış ve daha bir renklenerek genişlemiştir. Aslında bundan sonra gelen âyet ve sûrelerle de Cenâb-ı Hak, hep Resûlü’nü tebşire devam etmiş ve O’nun parlak geleceğini nazara vermiştir. Meselâ; أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ veya وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا۝فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا gibi sûreler, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümit kaynağı olmuştur. Nasıl olmasın ki, bugün biz bile ne zaman وَالْعَادِيَاتِ ’yi okusak, tozu dumana katan, harıl harıl koşan, kıvılcımlar saçan atları veya bugüne göre tankları, uçakları, onlarla şehballaşan Ruh-u Revân-ı Muhammedî’yi görür gibi oluruz.

Duhâ sûresinde ferdî sıkışmışlık ve bunalmışlığın arkasında, gelecek itibarıyla ve toplum plânında elde edilecek bir hâkimiyet-i ruhiye çizgi çizgi tüllenmeye başlar. Ayrıca bu sûrede bir hüzün mûsıkîsi de vardır. Âdiyât sûresinde ise, gümbür gümbür mehterin davul ve kösünün sesi duyulur gibi olur. Yani muhteva ve onun ifade ettiği mânâya göre Kur’ân, harfleri, kelimeleri öylesine seçmiştir ki, buna vâkıf olan insanların kendilerinden geçmeleri ve bayılmaları söz konusudur.

Ayrıca Duhâ sûresindeki üslûp, psikolojik açıdan da bir hususiyet arz etmektedir. Meselâ, orada Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli ve tesliye edilirken, önce kuşluk vaktine yemin edilmiş. Ardından geceye kasem edilerek söze başlanılmış. İşte bu mülâhaza ile وَالضُّحٰى dediğinizde, –inanın– kuşluk vaktinde güneşin şualarının, yüzünüzü-gözünüzü aydınlattığını ve sizi sevince gark ettiğini görüyor ve hissediyor gibi olursunuz. Rica ederim, aradan on dört asır geçmiş ve geçen bu sürede Kur’ân, onca ülfet ve ünsiyet ağına takılmış olmasına rağmen, bizim gibilere وَالضُّحٰى derken bunu hissettiriyorsa, kim bilir o Nebiler Serveri neler hissetmiş ve neler duymuştur..! Duyana da, Duyurana da canlar kurban.

Ayrıca وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى ile bugüne göre yarının, bu hâle göre bir sonraki hâlin, şimdiki mudâyaka veya nisbî mazhariyetlere, hikmet buudlu ihtarlara nispeten rahmet enginlikli ve kudret televvünlü geleceğin daha hayırlı olacağı hatırlatılarak, ilk muhatabı itibarıyla, hayatının başlangıcına göre peygamberliğinin,

Mekke’deki sıkıntılı günlere nispeten Medine döneminin, merkezdeki sınırlı açılıma kıyasla muhit hattındaki geniş çemberin vaadi verilip; sûrî nikmet kuşağı hakikî bir nimet atmosferine çevirilerek, O Ferîd-i Kevn ü Zaman’a evvelen ve bizzat, O’nun anlayışlı müntesiplerine de sâniyen ve bi’l-araz hayırlı bir akıbet muştulanıyor.

Evet hem O’na hem de O’nun vefalı mensuplarına: وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى denilerek O’nun ve hakikî ümmetinin böyle iyi hâlden daha iyi hâle, izafî hayırlardan hakikî hayırlara, imandan amele, amelden ihsana, âlâmdan lezâize, mudâyakalardan ferah-fezâ iklimlere ve neticede uhrâlar uhrâsı olan Cennet ve rü’yetullahla noktalanan hakikî ahirete varılacağı bişareti verilmektedir. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)

 

Dünyanın câzibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeme sabrı

Vuslat iştiyakına karşı sabır

 

Keyfiyeti ve tahakkuku itibarıyla sabrın kısımları:

Sabr lillâh

Allah için sabretme mânâsına gelir ve sabır mertebelerinin ilkidir.

 

Sabr billâh

Sabrın Allah’tan bilinmesidir ve evvelki mertebeye göre bir kadem daha ileri sayılır.

 

Sabr alâllah

“Her işte hikmeti vardır.” deyip, Hakk’ın celâlî ve cemâlî tecellîleri karşısında aceleciliğe girmeme sabrıdır.

 

Sabr fillâh

Allah yolunda kahr u lütfu bir bilme sabrıdır.. ve evvelkilere göre hem ağırlığı hem de derece farkı vardır.

 

Sabr maallah

Maiyyet ve kurbiyet-i ilâhiyeye dair hususiyetleri itibarıyla, bulunduğu makamın esrarına riâyetle beraber, Hak’la beraber olabilme sabrıdır.

 

Sabr anillâh

Vuslata karşı dişini sıkıp dayanma azmidir ve hakikat âşıklarının sabrıdır.

 

Sabrın diğer kısımları

Bazıları, sabrı;

Başa gelen şeyler karşısında edebini bozmamak..

İyi-kötü hâdiseleri tefrik etmemek..

Kendine rağmen yaşamak..

Kahr u lütfu aynı ruh hâletiyle karşılamak..

Kitap ve Sünnet’le gelen mesajları cennet davetiyesi gibi kabul etmek..

Sevgili uğrunda can-cânan her şeyi feda edebilmek şeklinde ifade etmişlerdir ki; hepsinin kendine göre birer mahmilinin bulunduğu söylenebilir.

 

Sabır kelimesinin anlam katmanları

Sabredilecek herhangi bir mesele karşısında dişini sıkıp dayanana “sâbir”; sabretmeyi tabiatıyla bütünleştirmiş olana “mustabir”; sabır mevzuunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş bulunana “mutasabbir”; bu hususta hiç zorlanma hissetmeyene “sabûr”; herkesin sabrettiği şeylerden daha ağırlarını göğüsleyebilecek babayiğite de “sabbâr” denir.

 

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden bir sabır özeti

Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun, toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur hâline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.

Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hâle gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde, hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.

بَنْدَه هَمَانْ بهْ كِه بَلاَكَشْ بُوَدْ عُودْ هَمَانْ بهْ كِه دَرْ آتَشْ بُوَدْ

“Kul, belâ çekici olunca; öd ağacı da, yanıcı olunca iyi olur.” (Mecmûatü’l-meârif) demişlerdir ki gayet lâtîftir.!

Her çeşidiyle sabır kullukta bir zirvedir. Bu zirvenin zirvesi de rızadır.. ve zannediyorum Allah katında rıza mertebesinden daha yüksek bir pâye de yoktur.

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلٰى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلٰى لِقَائِكَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّاضِي الْمَرْضِيِّ وَعَلَى أٰلِه وَأَصْحَابِه ذَوِي الْقَدْرِ الْعَلِيِّ.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/20/2023