Miraciye Üzerine
Sehl-i mümteni ifadeler kullanmada çok başarılı olan Süleyman Çelebi Hazretleri, “Vesîletü’n Necât “ (Kurtuluş Vesilesi ) ismini verdiği “Mevlid” eseriyle edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Vezni bozmadan küçük tasarruflarla Miraciye bölümünü Mevlid’den aktarmaya çalışacağım.
Bu seneki Mirac Kandilini maneviyat atmosferinin çok yüksek olduğu bir mekânda kutlama imkânımız oldu… Itrî'nin Cennet nağmelerini andıran derunî seslerle ortaya koyduğu tekbir ve salâvatlar ile heyecanlanıp coştuktan sonra fem-i muhsinlerin tilavet ettiği İsra ve Necm sûrelerinin lahûtîliğinde ehil ağızların okuduğu Mevlidin Miraciye bölümünden bazı beyitler gönülleri iyice çûş u hurûşa getirdi. O anda duyduklarımı yazma imkânım yoktu. Mekânın mehâbeti ve ortam buna elvermiyordu. Aradan birkaç gün geçtikten yani o hissiyat söndükten sonra yine Bediüzzaman Hazretlerinin düşünceleri etrafında bir şeyler yazmaya karar verdim.*
Sehl-i mümteni ifadeler kullanmada çok başarılı olan Süleyman Çelebi Hazretleri, “Vesîletü’n Necât “ (Kurtuluş Vesilesi ) ismini verdiği “Mevlid” eseriyle edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Allah ondan razı olsun ve kendisine rahmet eylesin.
Vezni bozmadan şimdi kullanılan Türkçeye göre bazı kelimeler üzerinde küçük tasarruflarla Miraciye bölümünü Mevlid’den aktarmaya çalışacağım.
Süleyman Çelebimiz, Efendimiz’in (s.a.s) bir perşembe gecesi Ümmü Hânî’nin hücresinden başlayan Mirac olayını şöyle anlatıyor:
Anda iken nâgehân ol yüzü Ak
“Cennet’e var” dedi. Cebrâil’e Hak:
“Bir murassa[1] tâc al, hulle[2] kemer
Hem dahi al bir burâk-ı muteber
Ol Habîbim’e ilet binsin anı
Arşımı seyrelesin görsün Beni”
Cebrâil çün Cennet'e vardı revân
Gördü kim bî-had Bûrak otlar hemân
İçlerinde bir Burâk ağlar katı
Yimez içmez kalmamış hiç tâkatı
Gözlerinden yaşı Ceyhûn eylemiş
Ciğerini derd ile hûn eylemiş
Dedi Cebrâil nedir ağladığın
Hüzn ile cân û ciğer dağladığın
Bâkî yoldaşın yiyüp içüp gezer
Sen inilersin, de, cânın ne sezer
Dedi kırk bin yıldurur kim yâ Emîn[Cibril-i Emîn]
Aşkdır bana yemek içmek hemîn
Nâgehân bir ün işitdi kulağım
Gitti aklım bilmezem solum sağım
Yâ Muhammed diyuben çağırdılar
Bir sadâ birle ki, yürekler deler
Ol zamândan bilmezem kim n’olmışam
Ol adın ıssına âşık olmuşam
Yüreğim içinde eridi yağım
Âşık oldu görmeden bu kulağım
Cennet'i başıma âşkı dar eder
Gece gündüz işimi âh u zâr eder
Gerçi zâhir Cennet içre tururam
Mânâda hasret azabın görürem
Ger eremezsem visâline onun
İdiserim terkini cân ü tenün
Cebrâil dedi Burâk’a ey Burâk
Verdi Hak maksûdunu kılma firâk
Kimde kim âşkun nişanı vardurur
Âkibet mâşûka onu irgürür[Erdirir]
Gel berü ma’şûkuna irgüreyim
Yüreğin zahmına merhem vurayım
Aldı Cebrâil Burâk’ı ol zaman
Tâ Cenâb-ı Ahmed’e geldi hemân
Hak selâm etti sana yâ Mustafâ
Kim mübarek hâtırın bulsun safâ
Dedi kim gelsin konuklarım anı
Arşımı seyreylesin görsün Beni
Dâim ister Hazretimden her melek
Arş ü Kürsî Sidre çarh-ı nüh felek
Cümlesi onun yüzün görmek diler
Ayağına yüzler sürmek diler
İşbu gece bir gecedir ey Emîn
Olısar ayn’el-yakîn[3] hakke’l-yakîn[4]
Bu gece zâhir olur esrâr-ı Hak
Gösteriserdir sana dîdâr[5] Hak
Zemzemeyle doldu kevn ile mekân
Arş’a vardı dediler Fahr-i cihân
Hem sekiz cennet kapısın açdılar
Yolun üstüne cevâhir saçdılar
Gel gidelim Hazret’e yâ Mustafâ
Muntazırdır [Beklemekte] onda ashâb-ı safâ[6]
Sana Cennet'den getirdim bir Burâk
Davet-i Rahmandır[7] ey nûr-ı Hak
İşitip anı Resûl oldu ferâh
Şadlık[bahtiyarlık] geldi kamu[8] gitdi terâh [sıkıntı]
Durdu yerinden hemân-dem [Hemen]Mustafâ
Koydu tâcı başına ol pür-sefâ
Çekdi ol demde Burâk’ı Cebrâil
Önüne düşdü ana oldu delil
Hoşsüvâr[9] oldu ana Şâh-ı cihân[10]
Açdı perrini Burâk uçdu heman
Tarfetü’l-ayn[11] içre Sultân-ı ümem[12]
Geldi Kuds’e erdi ve basdı kadem [Ayak]
Enbiyâ ervâhı karşı geldiler
Mustafâ’ya cümle ikram kıldılar
Erdi ol dem Hak’dan ervâha nidâ
Kim kılalar Mustafâ’ya iktidâ
Pes [öyle ise] geçip mihrâba ol Hayrü’l Enâm
Enbiyâ ervâhına oldu imam
İki rek’at kıldı Aksâ’da namâz
Öyle emretmiş idi ol bî-niyâz
Gördüler nûrdan kurulmuş nerdübân [Merdiven]
Nerdübândan oldular göğe revân
Erdiler evvel göğe bi’l-ihtirâm
Kapı açıldı ve girdi ol hümâm
Gördü gök ehli ibâdette kamu
Her biri bir türlü tâatte kamu
Kimi tesbîh[13] ü kimi tahmîd[14] okur
Kimi tehlîl[15] ü kimi temcîd[16] okur
Kimi kıyam içre kimi kılmış rükû’
Kimi Hakka secde etmiş bâ-huşû’
Kimisini aşk-ı Hak almış-durur
Vâlih[17] ü hayrân ü mest[18] kalmış- durur
Hep gök ehli cümle karşı geldiler
Mustafâ’ya izzet ikrâm kıldılar
Merhaben bik yâ Muhammed[19] dediler
Ey şefaat kânı Ahmed dediler
Her biri kutluladı mirâcını
Dediler giydin saadet tâcın
Bu kerâmetler ki Hak verdi sana
Vermedi hiç kimseye önden sona
Yürü kim meydân senindir bu gece
Tôp [Top] hem çevgân[20] senindir bu gece
Ermedi evvel gelen bu devlete
Kimse lâyık olmadı bu rif’ate
Her ne hâcet dilesen makbûldür
Cümle maksûdun senin mahsûldür[21]
Ol gece durmadı cevlân eyledi
Öyle kim eflâkı[22] seyrân eyledi
Her birinde türlü hikmet gördü ol
Tâ ki vardı Sidre’ye[23] irişdi yol
Cebrâil'in durağıdır ol makâm
Nüh-felek tâ kim tutalıdan nizâm
Kaldı Cebrâil makâmında hemîn
Dedi ona Rahmeten li’l-âlemîn[24]
Bilmezem bu yolları ben n’ideyim
Kim garîbem bunda kanda gideyim
Cebrâil dedi Resûl’e ey Habîb
Sanmagıl bu yerde sen seni garîb
Senin için yaradıldı nüh-felek
İns ü cinn ü hûr ü Cennet hem melek
Bunda hatmoldu benim cevlân-gehim
Mâverâsından[25] dahi yok âgehim
Bana böyle emredipdir Zül-celâl
Açmayam ben bundan öte perr ü bâl [Kanat ve kol]
Ger geçem bir zerre denlü ilerü
Yanaram başdan ayağa ey ulu
Dedi Cebrâil’e o Fahr-i cihân
Pes makâmında dur imdi sen hemân
Çün ezelden bana aşk oldu delîl
Yanar isem yanayım ben ey Halîl
Lî ma’a’llah[26] vakti benimdir hemân
Tâki kurbân eyleyem baş ile cân
Râh-ı âşkda [Aşk yolu] kim sakınır cânını
Ol kaçan [Ne zaman ki] görse gerek cânânını
Râh-ı âşkı sanma gâfil serseri
Belki kemter[27] nesnedir vermek seri[Baş]
Mirâciye İçin İzahlar
Peygamber Efendimiz‘in (s.a.s) miracının Mekke’den Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmı Cennet’ten getirilen bir binek (Burak) ile gerçekleşmiştir. Efendimiz‘e gelen rivayetlere göre Burak, ön ayağını gözün gördüğü en uzak yere atar. Dağa rastlayınca arka ayakları yükselir, inişe geçince ön ayakları yükselir. İki kanadı var. Rengi beyazdır. Burak, eğerlenmiş ve gemlenmiş vaziyettedir. Burak kelimesinin berkten (şimşek) gelmesi muhtemeldir. Süratle yol aldığı için şimşekle ilgili bir isimdir.
Süleyman Çelebî Hazretleri, bu Burak’ın Efendimize (s.a.s) olan aşkını anlatıyor. Bu Cennet bineğinin bu hissiyatının izahını da Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:
“Cennet’ten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zât, ehl-i velâyet olduğu ve rivayete binâ ettiği için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. O hakikat şu olmak gerektir ki: Âlem-i Bekâ’nın (Cennet‘in) mahlukları, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuruyla pek alâkadardırlar.
Çünkü O’nun getirdiği nur iledir ki, Cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve insle şenlenecek. Eğer O olmasaydı, o ebedî saadet olmazdı ve Cennet‘in her nevi mahlukatından istifadeye müstaid (yetenekli) olan cinler ve insanlar, Cennet’i şenlendirmeyeceklerdi. Bir cihette (Cennet) sahipsiz, virane kalacaktı. Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyan edildiği gibi, nasıl ki, bübülün güle karşı aşk destanı, hayvanlar taifesinin nebatlar taifesine aşk derecesine ulaşan, aşkı gösteren şiddetli ihtiyaçlarına karşılık, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanların erzaklarını taşıyan nebatat kafilesine karşı ilan etmek için Rabbânî bir hatip olarak, başta gülün aşığı bülbül ve her neviden bir nevi bülbül seçilmiştir. Onların nağmeleri de, nebatâtın en güzellerinin başlarında hoş geldin deme nevinden, Allah’ı tesbih edercesine güzel bir karşılamadır, bir alkışlamadır. Aynen bunun gibi, âlemlerin yaratılmasına sebep ve dünya ile âhiret saadetine vesile, Âlemlerin Rabbi’nin Habîbi olan Muhammed Aleyhisselâm’ın zâtına karşı, nasıl ki, melaike nevinden Hz. Cebrâil Aleyhisselâm, mükemmel bir muhabbetle hizmetkârlık ediyor, melaikelerin Hz. Âdem Aleyhisselâm‘a inkiyad ve itaatini ve secdeye varmalarının sırrını gösteriyor. Öyle de, Cennet ehlinin, hatta Cennet‘in hayvanlar kısmının da O Zât’a (s.a.s) karşı alakaları, bindiği Burak’ın âşıkane hissiyatı ile ifade edilmiştir.” (Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli, Birinci Nükte )
Peygamber Efendimizin (s.a.s) mucizelerinin içinde hayvanlar ile ilgili pek çok mucize vardır ki, bu mucizeler onların Efendimiz'e (s.a.s) karşı aşk ve iştiyaklarını da göstermektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s), Ebu Bekir Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtike Binti Hâlid el-Huzâiyye denilen Ümmü Mâbed hânesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem (s.a.s) Ümmü Mâbed’e ferman etmiş: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Mâbed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?” Resul-i Ekrem (s.a.s) gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş ki, “Kap getiriniz, sağınız!” Sağmışlar. Resul-i Ekrem (s.a.s) Ebu Bekir Sıddık ile sağılan sütten içtikten sonra, o hâne halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.
Mekke fethinde, mübarek güvercin taifesi Resul-i Ekremin (s.a.s) başı üstünde gölge yapmışlardır. Hz. Âişe-i Sıddîka (radiyallahuanha) haber veriyor ki: Güvercin gibi dâcin denilen bir kuş hânemizde vardı. Resul-i Ekrem (s.a.s) hazır olsaydı, hiç debelenmezdi, sükutla durdururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem (s.a.s) çıksaydı, o kuş başlardı harekete; giderdi gelirdi, hiç durmuyordu.
Resul-i Ekrem’in (s.a.s) Adbâ ismindeki devesi, Efendimiz‘in (s.a.s) vefatından sonra kederinden, ölünceye kadar hiçbir şey yemedi ve içmedi!... Câbir İbn-i Abdillah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürümüyordu. Resul-i Ekrem (s.a.s) o deveye ufak bir dürtmekle dürttü.
O deve, Peygamberimizin (s.a.s) iltifatından o kadar bir çeviklik, bir sevinç peydâ etti ki, daha süratinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetişilmiyordu.
Mirac’ın Mekke’den Kudüs’e kadar olan bölümüne işaret eden âyet, “Âyetlerimizden bir kısmını kendisine göstermek için kulumuzu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya seyahat ettiren Allah her türlü noksandan münezzehtir... “ (İsra Suresi, 1) âyetinde geçen Mekke ve Kudüs’ten başka Kudüs’ün mübarek kılınan çevresi de söz konusudur.
Şeddâd İbn-i Evs rivayetine göre Peygamber Efendimiz (s.a.s) geceleyin yürütüldüğü zaman Hz. Cibril Aleyhisselam, “İn ve namaz kıl!” der. Efendimiz (s.a.s) iner ve namaz kılar. Cebrail Aleyhisselam: “Burası Yesrib (Medine) idi.” der. Rivayetin devamında aynı tarzda Peygamber Efendimiz (s.a.s) muhtelif yerlerde iner ve namaz kılar. Arkadan Hz. Cebrail: “Burası Tûr-i Sîna, Allah’ın Hz. Musa ile konuştuğu yer idi.” “Burası, Hz. İsa’nın doğduğu Beytü’l-Lahm idi.” “Medyen idi” diye açıklamalar yapar.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) Kudüs’te Mescid-i Aksa’da peygamberlerin ruhlarına imam olmak için mihraba geçiyor ve iki rekat namaz kıldırıyor. Oradan “nurdan bir merdivene “ biniyor ve göğe çıkıyor.
Gökçek yüzlüler, gök kapılarını açıp ihtiram gösteriyorlar. Orada Efendimiz (s.a.s) görüyor ki, gök ehlinin her biri bir ibadetle kendinden geçmiş vaziyette. Kimisi, Sünhânallah, diyor kimisi Elhamdülillah, kimisi Allahü Ekber… Meleklerin bazısı kıyamda, bazısı rükûda, bazısı da secdede… Hak aşkı ile mest ve hayran vaziyette kendinden geçmiş olanlar da var. Dikkat edilirse, namazda bunları hepsi var.
Namaz aslında bütün âlemin bütün tabiat ve fıtratın bir ibadeti. Aslında insan namaz kılarken tabiat ve fıtratla bütünleşmiş oluyor. Çünkü ağaçlar ayakta gibi, dört ayaklılar rükûda gibi, sürüngenler secdede gibi, dağlar oturuyor gibi ibadet ediyor. Âyet-i kerimeler her şeyin ibadet ettiğini ifade ediyor:
“Hiçbir şey yoktur ki, Allah’a hamd ile tesbih etmiş olmasın.” (İsra Suresi, 17/44)
“Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir.” (Nur Suresi, 24/41)
Gök ehli gelip Efendimiz‘e (s.a.s) izzette, ikramda bulunuyorlar, Mirâcını kutluyorlar. Efendimiz (s.a.s) bütün yedi kat gökleri seyran eyliyor ve Sidreye varıyor.
Ayın ikiye bölünmesi, bütün insanlık için Efendimiz’in (s.a.s) gönderilmiş bir peygamber olduğunun mucizesi idi. Mirac ise Peygamber Efendimiz‘in (s.a.s) bütün melekler ve ruhanîlere karşı âlemlere rahmet oluşunun bir mucizesiydi.
Miraç Şehsuvarı Muhammed Gülünü (s.a.s) koklamak; Andelîb-i zü’l-Kur’ân’ı (s.a.s) dinlemek için söz sultanlarının eserlerine nazarımızı dikip, kulak kesilmeliyiz:
Ey gök yolcusu,
Yolculuğunda meleğin kanadı
Mevsimi geçmiş bir gül yaprağı gibi kuruyan;
Yetiş bize kıyamet bildiricisi
Kıyametteki sevinç muştucusu,
Yetiş kabaran yeni toprağa
Kur’an tohumunu ekmek için
Gül tohumlarını saç bize
Gül bahçesi olan türbenden. (Sezai Karakoç)
Çağırınca Peygamber,
Ağaçlar geldi, eğildi huzurunda,
Dallarıyla kökleriyle yürüdüler;
Çünkü yok ayakları…
Çizgiler çekerek yol ortasına
Güzel yazılar yazarak
Dalları, budakları.
Kalktın bir gece
Gittin mukaddes bir yerden mukaddes bir yere
Kapkaranlık gecelerde
Dolunay nasıl ilerlerse
Alımlı alımlı…
(İmam Bûsırî)
“Her şey mucize O’nda çehre, kaş, göz ve kirpik;
Yere düşmeyen dua, fezayı saran iplik!
Kurtuluş mührü ayak, Kur’an’a mecra ağız
O ki, âlem o yüzden; O ki, o yüzden varız!
O, her kum tanesine kubbe doğurtan nefes
O, bir ses, bir ses, ölüm perdesini delen ses…”
Sidretü'l-Münteha ve Refref
Alûsî'nin Alâî tefsirinden naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz'in [s.a.s] İsrâ gecesinde beş bineği vardı:
- Beytü'l-Makdis'e kadar Burak
- Dünya semasına kadar Mirac
- Dünya semasından yedinci semaya kadar meleklerin kanatları.
- Sidretü'l-Münteha'ya kadar Cebrail Aleyhisselam'ın kanadı
- Kab-ı Kavseyn'e kadar Refref.
Sidre bir ağaç ismidir. Bunun yaprakları kurutulup dövülür ve sabun gibi temizlikte kullanılır. Bu ağacın meyvesine nebk denilir. Münteha, son nokta, nihaî hedef mânâsına gelir. Meleklerin ilmi orada son bulduğu için buraya “Sidretü'l-Münteha” dendiği belirtilir. Bu durumda Sidretü'l-Münteha tabirine hudud ağacı diyebiliriz. Mümkün ve mahluk yani yaratılanlar âlemi ile vücub yani esma ve şuunât-ı İlahiye âlemini ayıran hudut…
Evet, Sidre'den öteye ise Refref isimli binek götürüyor Nebiler Serveri'ni. O öyle bir noktaya geliyor ki orada arz ve semâ kalmıyor. “ Kâb- ı kavseyn” makamı denilen o nokta Üstad Hazretlerinin tabiriyle “imkân ve vücub ortasındaki makam”dır. İmkân, yani mümkinat denilen yaratılmışlar âlemi… Vücub ise Cenab- ı Hakk'ın, zâtı, sıfatları ve isimleri ile ilgili mahiyetini bilmediğimiz makamdır.
Refref'in[28] Belirmesi
Söyleşürken Cebrâîl ile kelâm
Geldi Refref önüne verdi selâm
Aldı ol Şâh-ı cihânı ol zamân
Sidreden gitti ve götürdü heman
Bir fezâ[29] oldu o demde rû nüma[30]
Ne mekân var onda ne arz u semâ
Kim ne hâlidir ne mâlî[31] ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal
Ref' olup şâha yetmiş bin hicâb[32]
Nûr-ı tevhid açtı vechinden nikâb[33]
Her birisinden geçerken ileri
Emr olundu Yâ Muhammed gel beri
Çün kamusunu görüp geçti öte
Vardı erişti ol Ulu Hazrete
Şeş[34] cihetten ol münezzeh Zülcelâl
Bî-kem ü keyf[35] ona gösterdi cemâl
Zâten ol Sultân-ı Mâ zâğa'l-basar[36]
Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar[37]
Âşikâre gördü Rabb'ül-izzeti
Âhiretde öyle görür ümmeti
Bî-hurûf ü lafz ü savt[38] ol Padişâh
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh[39]
Dedi kim Matlûb u Maksûdun Benem (Ben'im)
Sevdiğin cân ile Ma'bûdun Benem (Ben'im)
Gece gündüz durmayıp istediğin
N'ola kim görsem cemâlin dediğin
Gel habîbim sana âşık olmuşım
Cümle halkı sana bende[40] kılmışım
Ne muradın var ise edem revâ[41]
Eyleyem bir derde bin türlü devâ
Mustafâ dedi eyâ Rabber-rahîm
Ey hatâ- pûş[42] ü atâsı[43] çok Kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâli n'ola
Hazretine nice onlar yol bula
Gece gündüz işleri isyan kamu
Korkaram ki yerleri ola tamu[44]
Yâ İlâhî Hazretinden hâcetim
Budurur kim ola makbul ümmetim
Hak Teâlâdan erişdi bir nidâ
Yâ Muhammed Ben sana kıldım atâ
Ümmetini san verdim ey Habib
Cennetim onlara kıldım nasîb
Yâ Habîbim nedir ol kim diledin
Bir avuç toprağa minnet eyledin
Ben sana âşık olunca ey şerîf
Senin olmaz mı dû âlem[45] ey latîf
Zâtıma mir'at[46] edindim zâtını
Bile yazdım adın ile adımı
Hem dedi ki Yâ Muhammed Ben seni
Bilirim görmeye doymazsın Beni
Lîk[47] dîn emri tamâm olmak için
Ümmetin de Bana yol bulmak için
Avdet edip davet et kullarımı
Tâ geliben göreler dîdârımı[48]
Sen ki mi'râc eyleyip ettin niyâz
Ümmetin mi'râcını kıldım namâz
Her kaçan kim bu namâzı kılalalar
Cümle gök ehli sevâbın bulalar
Çünkü her türlü ibâdet bundadır
Hakka kurbiyetle[49] vuslat[50] bundadır
Sıdk ile beş vakit olundukça edâ
Elli vaktin ecrin eyler Hak atâ
Mâhasal[51] ol anda doksan bin kelâm
Sebk edip[52] buldukça encâm[53] ü hitâm[54]
Tarfetü'l-ayn içre ol Fahr-i cihan
Ümmü Hâni evine geldi hemân
Her ne vâki' oldu ise sertâser[55]
Cümlesi ashâbına verdi haber
Dediler ey Kıble-i İslâm ü dîn[56]
Kutlu olsun sana Mi'râc-ı Güzin[57]
Biz kamumuz kullarız sen şâhsın
Gönlümüz içinde rûşen[58] mâhsın
Ümmetin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter
Miraciye'deki Refref Bölümü İçin İzahlar
Ref' olup ol şaha yetbiş bin hicab
Nûri tevhid açdı vechinden nikâb.
ifadeleri üzerinde duracak olursak: Cenab-ı Hakk'ın isimleri çoktur, sayısını bilmiyoruz. Belki sonsuz… Herbir ismin 70 bin derecesi, perdesi var. Bunların aşılması gerekiyor. İnsanlar; riyazat, zikir ve fikirle 40 senede, 40 haftada veyahut en hızlı 40 günde bu dereceleri aşmaya ve O'na ulaşmaya çalışıyorlar. Ama Efendimiz [s.a.s.] Mirac ile bir anda belki 40 dakikada ulaşılmazlara ulaşıyor.
Üstad Hazretleri bu hususta, “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk'ı görmüş tabiri, mekân yönünden uzaklığı ifade ediyor. Halbuki Cenab-ı Hak, mekândan münezzehtir, her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?” şeklindeki bir suale karşı diyor ki:
“Cenab-ı Hak, bize gayet yakındır, biz O'ndan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Teşbih ve temsil olmadan Ezel Güneşi, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü ‚Vâcibü'l-Vücud'dur (Varlığı zarurîdir), mekândan münezzehtir. Hiçbir şey O'na perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede O'ndan uzaktır.
İşte Mirac'ın uzun mesafesiyle “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf Suresi, 50/16) âyetinin ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resûl-i Ekrem'in [s.a.s] Miraca gitmesinde çok mesafeyi katlayıp atlayarak gitmesi ve bir anda yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor.
Resul-i Ekrem'in [s.a.s] Mirac'ı, O'nun seyir ve sülûküdür, O'nun velâyetinin ünvanıdır. Ehl-i velâyet nasıl ki, ruhânî seyir ve sülûkü ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, imânî derecelerin hakkalyakîn derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem [s.a.s]; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem hâssaları ve duygularıyla, hem letâifiyle (sır hafâ ve ahfa gibi latîfeleriyle), kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin büyük kerameti olan Mirac'ı ile büyük bir cadde açarak, imanî hakikatların en yüksek mertebelerine gitmiş… Mirac merdiveniyle Arş'a çıkmış… 'Kâb-ı kavseyn' makamında, iman hakikatlarının en büyüğü olan Allah'a iman ve âhirete imanı aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, cenneti görmüş, ebedî saadeti görmüş, o Mirac'ın kapısıyla açtığı büyük caddeyi açık bırakmış. Ümmetinin bütün evliyası, seyir ve sülûk (mânevî yolculuk) ile –derecelerine göre– ruhânî ve kalbî bir tarzda o Mirac'ın gölgesi içinde gidiyorlar.” (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyil, Dördüncü Nükte)
İşte bu ince ve derin meseleyi Süleyman Çelebi, halkın da anlayacağı şekilde anlatıyor. Daha önce de izah edildiği gibi, gökteki meleklerin ve ruhanilerin ettikleri ibadet çeşitlerinin, hatta ayakta, rükûda, secdede ve oturuş hâlindeki ibadet hareketlerinin hepsi de namazda toplanmıştır. Sanki hepsinin ibadetini yapmış gibi olduğundan “cümle gök ehlinin sevabını” bir nevi namaz kılan ümmet-i Muhammed kazanmış oluyor.
Sıdk ile beş vakit olundukça eda
Elli vaktin ecrin (sevabını) eyler Hak ata (ihsan eyler)
Amellerin sevabı en az on katıdır. Beş vakit kılınca, on katı sevapla elli vakit kılmış kadar Cenab-ı Hak sevap verir. Bazan 70, bazan 700, bazan 1000, bazan da Kadir Gecesinde olduğu gibi 30.000 sevap verir. Ayrıca “Hakk'a kurbiyetle vuslat bundadır.” mısraının ifadesiyle, sevaplar yanında Allah'a yakın olma ve vuslat bulup kavuşma sırrı da namazdadır.
Zaten Peygamber Efendimiz [s.a.s] kulun Allah'a en yakın olduğu konumun secde hâli olduğunu ifade ediyor. İşte müminin miracı olan namaz böyle güzellikler ihtiva ediyor.
Mâhasal (meydana gelen) ol anda doksan bin keâm
Sebk edip buldukça encâm ü hitam
Tarfet'ül-ayn içre ol Fahr-i cihan
Ümmü Hânî evine geldi hemân…
Burada Mirac olayının çok kısa bir zaman diliminde gerçekleştiği ifade ediliyor. Yani Peygamber Efendimiz [s.a.s] Mirac'dan döndüğünde daha yatağı bile soğumamıştı… Peki bu çok uzun seyahat, göz açıp kapayıncaya kadar bir anda nasıl gerçekleşti? Bir kere Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudretine göre, bu çok kolaydır. Ayrıca bazan rüyalarda bile biz sıradan insanlar, sanki günlerce sürebilecek şeyler görüyoruz. İlmî araştırmalar bunların çok kısa bir zamanda görüldüğünü tespit etmişlerdir. Üstad Hazretleri bunun sebebini izah ederken, insanın o anda “Bekâ Âlemine” girdiğini söylüyor. Çünkü Bekâ Âleminin bir günü bize göre elli bin senedir. Onun için saniyeler günler kadar uzun olur. Zaten bu hususa âyet-i kerime işaret ediyor: “Melekler size göre elli bin sene olan bir gün içinde arşa yükselir.” (Meâric Suresi, 70/4)
Her ne vâki oldu ise sertâser (baştan başa)
Cümlesin ashabına verip haber…
Dediler ey kıble-i İslam ü din
Kutlu olsun sana mîrac-ı güzîn
Biz kamumuz (hepimiz) kullarız, sen şahsın
Gönlümüz içinde rûşen mâhsın (aysın)
Ümmetin olduğumuz devlet yeter
Hizmetin kıldığımız izzet yeter.
Yetmiş bin perde meselesini Amerika'daki Risale-i Nur'un Otuz Birinci Söz'deki Mirac konusunu okuyan siyahî Müslümanlardan birisi sormuştu.
Burada bilinmesi gereken üç meseleden birisi de “esmâ-i hüsnâ”dan her birinin yetmiş bin derecesi ve perdesi vardır. Mesela Muhyî (Hayatı veren) ismi, amip gibi küçük bir canlıya da hayat verir, balıklara da, sürüngenlere de, uçan kuşlara da, insanlara da... İnsanlardan Hz. Muhammed Aleyhisselam'a da hayat verir. Ama bu ismin bunlarda tecelli farkı vardır. Birinci veya onuncu dereceden tecellisi ile yetmiş bininci dereceden azam tecelli ile tecelli etmesi farklıdır. Veya mesela, Mütekellim ismiyle çok çeşitli “kelimetullah” olan İlahî kelimeler vardır. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurur: “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için mâlûm bahr (büyük okyanus) mürekkep olsaydı, hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik, bu deniz tükenir, Rabbimin sözleri yine bitmezdi.” (Kehf Suresi, 18/109)
İşte Mirac'da kendisine “Gel berû!..” denildiğinde perdeleri açılıyor ve O [s.a.s] durmadan yükselip makamları aşıyordu. Nihayet bütün perde ve makamlar yani yetmiş derece bitince kâb-ı kavseyn makamına yani imkân (bütün yaratılanlar) ve vücud (Yaratıcıya ait makam) arasına yükseldi… Bu azam tecelliye varıp ulaşmak hiç kimseye müyesser olmadı. O konum ve mazhariyetin tek sahibi Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselam'dır.
İşte böyle bir noktadaki sessiz, lâfızsız görüşmeden ifadeler aktarırken Süleyman Çelebî Hazretleri, “Gel Hâbibim sana âşık olmuşum” diye bir kelâmı, dile getiriyor. Fakat bunu ne mânâya geldiğinin üzerinde durmak gerekiyor. Yine bu hususta Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli kitabında şöyle diyor:
“Peygamberimizin [s.a.s] Miracındaki maceralardan birisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Resûl- i Ekrem Âleyhisselâtü vesselâma karşı münezzeh muhabbeti, 'Sana âşık olmuşum.' tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirler, Cenab-ı Hakk'ın kudsiyetine, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan zâtî istiğnâsına, örfî mânâ ile münâsip düşmüyor. Madem Süleyman Efendi'nin Mevlidi, umumî rağbete mazhardır. Bu mazhariyetin delâletiyle, o zât, ehl-i velâyettir ve ehl-i hakikattır; elbette gösterdiği mânâ sahihtir. Mânâ da budur ki: Cenab-ı Hakk'ın hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinatın kısımlarına bölünmüş olan cemâl ve kemâlin bütün nevileri Cenab-ı Hakk'ın cemâl ve kemâlinin emareleri, işaretleri, âyetleridir. İşte herhâlde her cemâl ve kemâl sahibinin açıkça kendi cemâl ve kemâlini sevmesi gibi;
1-Cenab-ı Hak da cemâlini pek çok sever.
2-Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever.
3-Hem cemâlinin şuaları olan isimlerini de sever.
4- Madem isimlerini sever, elbette isimlerinin cemâlini gösteren sanatını sever.
5-Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan sanat şaheseri olarak yarattığı varlıkları da sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette isimlerinin cemâl ve kemâline işaret eden mahlukatının güzelliklerini sever. Bu beş nev'i muhabbete, Kur'ân-ı Hakim âyetleriyle işaret ediyor. (Bu hususta da en seçkin şahsiyet Hz. Muhammed Aleyhisselam'dır.) İşte bu en yüksek mahbubiyet (sevilme) makamını, Süleyman Çelebi, 'Sana âşık olmuşum!' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir tefekkür mirsadıdır (dürbünü), gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber madem bu tabir, Cenab-ı Hakk'ın şe'n-i rububiyetine münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine: ‚Ben senden râzı olmuşum!' denilmesi… “ (Yirmi Dördüncü Mektup İkinci Zeyil, İkinci Nükte)
Zâtına mir'at (ayna) edindim zâtını
Bile yazdım, adım ile adını
beytinde Cenab-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz'i [s.a.s] Zâtına ayna edindiği ifade ediliyor. Evet Efendimiz[s.a.s] Cenab-ı Hakk'ın isimlerini gösteren en parlak bir aynadır. İlahî isimler kendisinde azamî derecede tecelli ederler. Ayrıca bu isimleri en güzel tanıtan ve anlatan da Peygamber Efendimiz'dir.[s.a.s] Bir de burada ayrı bir nükte vardır. Şöyle ki: Allah ism-i celâlinin ebcedi değeri 66'dır. Bu ism-i şerifin karşısına bir ayna koyduğumuz zaman, bu isim aynaya tecelli edip içinde görünür. Böylece iki 66 yani 132 olur. 132 sayısı da Muhammed isminin ebcedi değerine tekabül eder. Böylece ayna olarak da bir tevafuk durumu vardır.
“Bile yazdım Adım ile adını” mısraı ise kelime-i şehadet cümlelerini ifade eder. Çünkü “Eşhedü en lâ ilahe illallah/Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü” yan yana ve beraber yazılır ve söylenir.
Ayrıca Üstad Hazretleri aynı bölümün Üçüncü Nükte'sinde Miraciye'de anlatılan mânâların, bizim malumumuz olan mânâlarla o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemediğini söylüyor. Ancak Miraciye'deki tabirleri Müteşâbihat nevinden değerlendirmemizi istiyor ve ihtar ediyor…
Dördüncü Nükte: Yetmiş Bin Perde meselesi ve sonundaki değerlendirme
Üstad Hazretleri, Mevlid-i Nebevî ile Miraciye'nin okunması hususunda şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Bunların okunması, gayet faydalı, güzel bir âdettir ve beğenilip takdir edilen bir İslamî âdettir. Belki İslamî ictimaî hayatın, gayet lâtîf, parlak ve tatlı bir sohbet vesilesidir. Belki imanî hakikatların ihtarı için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın nurlarını, Allah muhabbetini ve Peygamber aşkını göstermeye ve tetiklemeye en heyecan verici ve en tesirli bir vasıtadır. Cenab-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak, rahmet etsin, yerlerini Cennetü'l-Firdevs yapsın, âmin!..” (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyl, Beşinci Nükte)
Biz de Üstad Hazretlerinin temennisi gibi bu güzel adetin usulüne uygun şekilde devam etmesini ve icra edilmesini diliyoruz.
* Yağmur Dergisi arşivinden (Kasım, 2013; 69-70. sayılar)
[1] Murassâ: Cevherlerle bezenmiş, süslenmiş
[2] Hulle: Ağır, pahalı, kıymetli elbise
[3] Bir şeyi kendi gözleriyle görüp bilme.
[4] Bir şeyin gerçekliğine hiç şüphe olmayacak bütün duygularla mâhiyetini bilme, anlama.
[5] Yüz, çehre. Mülâkat, görüş
[6] Gönlü saf, hâlis, temiz olanlar
[7] Rahman olan merhamet sahibi Cenâb-ı Hakk’ın daveti
[8] Hep, bütün, tamamen
[9] Hoş binici, Güzel süvarî
[10] Padişâhı, kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa zaman
[11] Muhammed Aleyhisselâm
[12] Ümmetlerin Sultanı Muhammed Aleyhisselâm
[13] Sübhanallah, demek
[14] Elhamdülillah, demek
[15] Lâ ilâhe illallah, demek
[16] Cenab-ı Hakk’ı, tâzim ve senâ etmek
[17] Hayrette kalmış, şaşırmış vaziyette
[18] Aklı başında olmayan
[19] Muhammed sana merhaba, hoş geldin diyoruz
[20] Cirit oyununda atlıların birbirine attıkları değnek. (Tasavvufî mâna ile: Allah’ın ezeldeki takdiri)
[21] Meydana gelmiş, hâsıl olmuştur
[22] Felekler, gök katları, yörüngeler
[23] Arabistan kirazı. Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi
[24] Alemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm.(s.a.s)
[25] Öte, Bir şeyin gerisinde arkasında, veya ötesinde olanlar
[26] Allah ile öyle bir vaktim olur ki
[27] Kötü, fenâ, fakir, hâkir
[28] Refref: Manevî bir binek.
[29] Fezâ: Saha
[30] Rû-nûma: Yüz gösterme, meydana çıkma.
[31] Mâlî : Mal ile ilgili, mal meselesi.
[32] Hicâp: Perde.
[33] Nikâb: Peçe, perde.
[34] Şeş: Altı.
[35] Bî-kem ü keyf: Mikdarsız ve keyfiyetsiz olarak. Bir mikdar ve keyfiyete bağlı olmayarak.
[36] Sultan-ı mâ zâğa'l-basar: Gözü gördüğünden şaşmayan sultan. (Peygamber Efendimiz için Kur'an-ı Kerim'de “O'nun gözü, gördüğünden şaşmadı.” (Necm sûresi, 17) buyurulan ifadeye işaret edilmiştir.)
[37] Tahsis- i nazar: Bakışını tahsis etme. Sadece bir noktaya odaklanma.
[38] Bî- hurûf ü lafz ü savt: Harf, lâfız ve ses olmadan.
[39] Bî- iştibâh: Şüphesiz.
[40] Bende: Hizmetçi.
[41] Revâ: Uygun hal.
[42] Hatâ- Pûş: Hata örten.
[43] Atâ: İhsan, armağan.
[44] Tamu: Cehennem.
[45] Dû âlem: İki âlem, Dünya-ahret.
[46] Mir'at: Ayna.
[47] Lîk: Lâkin.
[48] Dîdar: Cemâl, görüşme, huzur.
[49] Kurbiyet: Allah'a yakınlık.
[50] Vuslat: Kavuşma.
[51] Mâhasal: Hasıl olan, meydana gelen.
[52] Sebk etmek: İlerlemek, geçmek.
[53] Encam: Netice.
[54] Hitam: Son.
[55] Sertâser: Baştan başa.
[56] Kıble-i Îslâm ü dîn: İslâmiyet ve dinin kıblesi yani Muhammed Aleyhisselâm.
[57] Mirâc-ı güzîn: Seçkin Mirâc.
[58] Rûşen: Parlak, aydın.