Şükür-İnfak Münasebeti





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/08/2023
Clap

Her lütuf kendi cinsinden şükür ister. Şayet Rabbimiz bize imâna uyanmayı ve aynı zamanda başkalarını da uyandırma şuurunu lütfetmişse, hatta bizi, hayatımızın gayesi bu olduğuna sık sık ihtarlarda bulunmuşsa, bu nimet de yine aynı cinsten bir şükür ister. İşte bu şükür ve şükrün devamıdır ki, lütfun devamına sebep olacaktır.

İnsanın yüksek insanî niteliklere kavuşması, her dinde, her fikir sisteminde, her eğitim felsefesinde bir ideal olarak benimsenmiştir. Yüce dinimiz İslâm da insan hayatına kattığı değerler ve onu yüce bir ruh ufkuna eriştirecek manevî donanımlarla bu ideali gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Bu ideali, insanlar içinde iyi bir insan, Allah karşısında da iyi bir kul olmak şeklinde özetleyebiliriz. İşte insanı iyi bir insan, iyi bir kul yapan dinî değer ve manevî donanımlardan biri de şükürdür. Bu yazıda şükrü ve şükrün bir boyutu olarak niteleyebileceğimiz infakı konu edineceğiz.

 

Şükrün Anlamı

Şükür, iyiliği bilmek ve ilan etmek, iyiliğe iyilikle mukabele etmek ve nimeti düşünüp göstermek anlamlarına gelmektedir. Nimeti unutmak veya görmezden gelmek ise küfran-ı nimettir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde “Kim bir iyiliği yayarsa şükretmiş, kim de örterse nankörlük etmiş olur” (İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferid, 1/277) buyurarak iyiliği yaymanın, ilan etmenin şükür olduğunu dile getirmiştir.

Şükür aslında çok olmak, bir şeyle dolu olmak anlamındadır. Araplar ağacın dalları ve yaprakları çoğaldığında “şekerati’ş-şeceratü”, devenin sütü bol olduğunda “nâkatün şekiratün” derler. Ayrıca az bir şeyin neticesi çok olduğunda da bunu şükür kelimesiyle ifade ederler. Mesela, bir adam yokluğa rağmen cömertlik yapıyorsa ona “eşkeru min bervak” derler. (bkz.: Rağıb el-Isfahâni, el-Müfredât, s. 268-269; İbn Fâris, Mu’cem, 3/208; Firuzâbâdî, Besair, 3/334). Bu manalardan hareketle şükrün, nimet ve iyiliklere karşı insanın iç dünyasının olumlu bir duyguyla dolup taşması ve az bir nimet ve iyilik görse de ona iyi bir mukabelede bulunması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

 

Şükrün Gerekliliği

Şükür hem fıtrî hem de dinî bir emirdir. İnsanlar Allah’a ve birbirlerine muhtaç olarak yaratılmışlardır. İhtiyaçlarını gidermek için Allah’ın kendilerine bahşettiği nimetlerden ve birbirlerinden yararlanırlar. Bu faydalanmanın akabinde iç dünyasında bir duygunun oluşması gerekir ki, insan bununla Allah’a ve diğer insanlara bir karşılık takdim etsin. İşte şükür, Allah’ın (c.c.) insan tabiatına yaratılışta koyduğu bir duygudur. Ancak bu duygu bir eğitim sürecinden geçerek insanda inkişaf eder, fonksiyonel hâle gelir. İnsan bu duygu ile kendisine yapılan ihsan ve iyiliklerin karşılığında olumlu bir mukabelede bulunur. Dolayısıyla şükür, ihsan ve iyiliklerin insanda yansıması, karşılık bulmasıdır. Yapılan iyilikler ve yardımlar karşısında şükran hissi duymama, nimeti görmezden gelme anlamlarına gelen küfran-ı nimet veya nankörlük ise insanda tabii olanın, çeşitli etkenlerle bozulmasıdır. “Şüphesiz nimetlere şükretmek, insanın ruhundaki değer ölçülerinin doğruluğunun göstergesidir. İyiliğe teşekkür edilir, çünkü bozulmamış bir fıtrata göre iyiliğin en tabiî karşılığı şükürdür.” (Kutub, Fî Zılâl, 7/90)

Fıtrî bir vazife olmasının ötesinde şükretmenin dinî bir görev olduğu da Kur’ân-ı Kerim’de yer yer hatırlatılmaktadır:

Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara Sûresi, 2/152),

Artık rızkı Allah katında arayın. Ona kulluk edin. O’na şükredin. Siz O’na döneceksiniz.” (Ankebût Sûresi, 29/17),

Rabbinin nimetine gelince onu anlat da anlat.” (Duhâ Sûresi, 93/11) âyetleri bu emri ifade etmektedir. Zira şükür kulluğun en hâlisane boyutu olması hasebiyle insan için çok önemlidir. Selef-i sâlihîn şükrü imanın yarısı görürlerdi. (bkz.: İbn Kayyim el-Cevziyye, Uddetü’s-sâbirîn, s. 41)

“Bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan Allah olduğu gibi, vakt-i münasibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır.” (Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/137). Ancak şükür duygusu ilâhî nimetlere mukabelede bir esas olduğu gibi beşerî münasebetlerde de esastır. İnsanlara teşekkür etmek Allah’a şükretmeye mâni değildir. “Bana ve ebeveynine şükret.” (Lokman Sûresi, 31/14) âyetinde Allah, insan varlığının yegâne sebebi olan ve onu bin bir türlü nimetlerle donatan, rızıklandıran kendisi ile birlikte varlığına zahiri sebep olan ve onu görüp gözetme, bakıp büyütme vazifesini yüklenen ana-babaya teşekkürü birleştiriyor. Bu âyet açıkça insanlardan herhangi bir iyilik gördüğümüzde onlara teşekkür etmemiz gerektiğini emrediyor. Hatta beşerî münasebetlerdeki şükran duygusundaki körelmenin ilâhî nimetler karşısında Allah’a şükretme vazifesini olumsuz yönde etkileyeceği, Efendimiz (s.a.s.) tarafından bir hadis-i şerifte ifade edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu gerçeği: “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.” (Ebu Davud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35) sözleriyle dile getirmiştir. Bu hadis aynı zamanda şükretme alışkanlığı kazanmanın bir eğitim işi olduğunu gösterir. Nitekim “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/278, 375) hadis-i şerifi de şükrün azdan çoğa, basitten mürekkebe uzanan bir terbiye süreci ile kazanıldığını göstermektedir. İnsanların pek çoğu bu eğitimi almadıkları için ne yazık ki pek azı şükreder. (bkz.: Sebe Sûresi, 34/13)

 

Şükür Eğitimi

Şükür duygusu fıtrî olduğundan şükretmek kolay gibi görünse de küçükken bu terbiyeyi almayan kimse için zor bir şeydir. “Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi, başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder.” (Gülen, a.g.e., s. 141). Şükredebilmek ve bunu sürekli yapabilmek bir eğitim sürecinden geçmeye bağlıdır. Peygamberimiz’in (s.a.s.) “Allahım, Seni zikretme, Sana şükretme ve güzelce ibadet etme hususunda bana yardım et.” (Nesâî, Sehiv 68) duası bu zorluğa işaret etmektedir. Zira zikrettiğimiz duada Efendimiz (s.a.s.), bu zorluğu aşma konusunda Allah’tan yardım istemiştir. Bir başka duasında yine “Rabbim beni sadece Sana çok şükreden, çok zikreden, çok korkan, çok itaat eden, çokça boyun eğip ibadet eden, çokça yakarıp tevbe eden kıl.” (Tirmizi, Daavât 102) sözleriyle Allah’a yalvardığını görüyoruz. Fiilî olarak da geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet eden Allah Resûlü (s.a.s.), “Ya Resûlallah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahların affolunduğu hâlde neden böyle yapıyorsun?” diyen Hz. Âişe’ye (r.a.) karşı “Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştur. Bu hâdise de şükrün olup biten bir şey olmayıp süreklilik isteyen ve bunu sağlamak için temrinler gerektiren bir ameliye olduğunu göstermektedir.

 

Nimet-Şükür İlişkisi

Allah (c.c.) zahirî ve batınî nimetlerini âdeta insanın başına sağanak yağmur gibi yağdırmaktadır. (bkz.: Lokman Sûresi, 31/20) Rabbimizin nimetleri sayılamayacak kadar çoktur, insan onları saymaya kalksa sayamaz. (bkz.: İbrahim Sûresi, 14/34) İşte şükür, nimetin farkına varmak ve ona iyi bir mukabelede bulunmaktır. Herkes aldığı eğitim, zihnî kapasite ve ruhsal gelişimi ölçüsünde nimetlerin farkına varır ve ona göre şükreder. “Kimi aşa-ekmeğe, evlâd ü ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak imana, irfana, rûhânî zevklere ve itminâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri (salih daireleri) içine girerse gerçek şâkirînden olur.” (Gülen, a.g.e., s. 140)

Hz. Davud ile Allah (c.c.) arasında geçen şu konuşma, şükür duygusunun insan için, ayrıca şükredilmesi gereken bir nimet olduğunu anlatır: Hz. Davud, “Ya Rabbi! Şükretmem Senin bana ayrı bir şükrü gerektiren bir nimetin iken Sana nasıl şükredeyim?” diye sormuş, Allah da “İşte şimdi şükrettin.” buyurmuştur. (Firuzâbâdî, Besâir, 3/338) Bu konuşmada kuvve olarak şükür duygusunun ve fiil olarak şükredebilmenin ayrı bir şükrü gerektirdiğine, insanın bundan âciz olduğunu idrak etmesinin de şükür olduğuna işaret edilmiştir.

 

Şükrün Çeşitleri

Şükür; kalbî, kavlî ve örfî olmak üzere üçe ayrılır. İyiliği hatırlamak ve nimeti vereni düşünmek kalbî şükürdür. İyiliği dile getirip nimeti vereni övmek kavlî şükürdür. Verilen nimeti verildiği gaye doğrultusunda kullanmak ise amelî şükürdür. Şükrü yaratılışın bir neticesi olarak gören Bediüzzaman Hazretleri bunların dışında bir de fıtrî şükürden bahsetmektedir. Allah’ın yaratıp istifademize sunduğu nimetlere karşı iştihâ ve iştiyak duymamız ile onlardan zevk ve lezzet almamız fıtrî şükürdür. (Nursî, Mektubat, 28. Mektup, Beşinci Mesele).

Burada üzerinde durmak istediğimiz infak da amelî şükür kabilindendir. İnfak, mutlak anlamda malı muhtaçlar için sarfetmek demektir. Ancak Kur’ânî bir tabir olan Allah yolunda infak (infâk fî sebilillah), maddi-manevî imkânları Allah için ve Allah’ın dediği yerlere sarfetmek anlamına gelmektedir. Mü’minler, Allah’ın verdiği nimetlerden infak eder, muhtaç olanlara bağışta bulunur ve böylelikle başkalarının da istifade etmesini sağlarlar. Her iki anlamda da infak şükrün bir tezahürü, hatta gerçek bir şükürdür. Bir kimsenin malı var da infak etmiyor, sadece dil ile şükrediyorsa bu kimse kemaliyle şükretmiyor demektir. Böyle bir şükür elbette değersiz ve anlamsız değildir, ancak malın gerçek şükrü, dil ile şükrün yanında infak etmekle olur.

 

İnfakın İçtimai Önemi

İnfak Allah’ın çok değer verdiği, bu yüzden Kur’ân’da sıkça zikrettiği bir husustur. Toplumsal hayatı canlı tutan en önemli dinamiklerden olup, müslümanlar için bir sosyal yardımlaşma ilkesidir. İnfak, zekâtı, sadakayı ve iyilik olarak yapılan her türlü yardımı içine alır. İslâm bağışın her türüyle ferdlerin maddi bakımdan güçlenmesini, böylelikle toplumsal refahın artmasını hedeflemiştir. Bu emir ve teşvikle zenginlerin ellerinde biriken mal ve paralar fakir kimselere veya fakir milletlere aktarılır, böylece milletin zenginliği arttırılmış olur. Nitekim savaşlarda elde edilen ganimetlerden Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) muhtaç Müslümanlara bölüştürdüğü payların, malların zenginler arasında dönüp duran bir servet (dûlet) hâline gelmemesi için, onlar tarafından alınması gerektiğini bildiren âyet (Haşr Sûresi, 59/7), bu bölüştürmenin sebebini çok çarpıcı bir şekilde açıklıyor.

Fertlerin zenginliği, iktisadî faaliyetler yönünden durağan bir yapıya sahiptir. Çünkü fertler tüketimde belli bir doyuma ulaşır, sonra durağanlaşır. Durağanlık ise üretim-tüketim dengesini bozar. İslâm’daki zekât ve sadakalarla ekonomik gücü yeterli olmayan başka fertlerin de üretim-tüketim faaliyetlerine katkısı sağlanarak ekonomik hayata canlılık getirilir. Böylece fertlerin elindeki atıl kaynaklar bu yolla piyasaya sokularak piyasanın hareketliliği artırılmış olur.

İslâm’ın emir ve tavsiye ettiği infakları belli bir ölçüye bağlı olan ve belli bir ölçüye bağlı olmayanlar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Zekât ve sadaka-i fıtır belli bir ölçüye bağlı olan bağıştır. Kişinin malının belli meblağlara ulaşması durumunda vereceği zekât ve fıtır sadakası miktarı belirlenmiştir. Diğer sadakalar, teberrular ve vakıflar ise; belli bir ölçüye bağlı olmayan, üst sınır bulunmaksızın insanın gönlüne göre ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan bağışlardır. Ancak infak bunlardan ibaret değildir. İnfakla ilgili hemen hemen her âyette dikkatimizi çeken husus, infak edilecek şeyde bir tahsise gidilmiş olmaması, belli bir nesnenin infakından bahsedilmeyip mutlak bırakılmasıdır. Örneğin “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Bakara Sûresi, 2/3) âyetinde geçen “mâ” edatı umum ifade ettiğinden malın infakının yanında ilim, fikir, kuvvet, amel vb. manevî şeyler de infakın kapsamı içine girer. (Konuyla ilgili bkz.: Nursî, İşârâtü’l-Îcâz; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/180) Bu açıdan, zekât gibi zorunlu veya sadaka gibi gönüllü yapılan malî infaklar mal nimetinin şükrü iken, ilim adamının Allah’ın kendisine bahşettiği ilimden insanları faydalandırması, onu başkalarına öğretmesi de ilim nimetinin şükrüdür. Manevî şeyleri insanlarla paylaşmak da toplum için en az maddi paylaşımlar kadar önemlidir. Toplumda meydana gelen bozulma ve yozlaşmaları, ahlâki çöküntüleri, baş aşağı gidişleri geri çevirmenin yolu manevî şeyleri paylaşmaktır.

 

İnfak Bir Mü’minlik Nişânesidir

Kur’ân pek çok âyetiyle infakı emir ve teşvik etmekte, mü’minlerin temel vasıflarından biri olarak zikretmektedir. Bu konudaki âyetler içinden Kur’ân’ın infakı emreden, “Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden hayra sarfedin.” (Bakara Sûresi, 2/254) âyeti ile infak etmenin mü’minlerin niteliği olduğunu anlatan “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” (Bakara Sûresi, 2/3) âyetini buna örnek olarak zikredebiliriz.

Yoksulun gözetilmesi ve birtakım manevî hizmetlerin gerçekleşmesi için infakta bulunmak şüphesiz ki imanın bir göstergesi, fedakârlığın bir nişanesidir. İnfak bir fedâkârlık olduğundan dolayı zor bir iştir. İnsan sahiplenme duygusuyla elinde olan dünyalıklara sıkı sıkıya sarılır, onları geleceğinin garantisi olarak görür. Bu yüzden de muhtaç olan başkalarıyla paylaşmak istemez. Şükürde olduğu gibi bunda da insan için bir eğitim gereklidir. Bu fedakârlık tavrının gerçekleşmesi için yüce dinimiz mensuplarını başkalarının dertlerini kendi derdi gibi kabul edip ilgilenen diğergâm insanlar olmaya teşvik eder. İslâm diğergâmlık şuuruyla insanı, sadece kendi çıkarlarını düşünen basit insan tipi olmaktan çıkarıp başkalarını da düşünmek gibi ulvî bir ruha eriştirir. Hatta onları, kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar bile diğer müslüman kardeşlerini kendilerine tercih etme (îsar hasleti: Haşr Sûresi, 59/9) gibi yüce bir anlayışa ulaştırır. Onlardaki bu duygu, kendilerini sosyal dayanışmaya sevk ederek aralarında yardımlaşmayı, ihtiyaç sahibi olanların ihtiyaçlarını gidermeyi sağlar. İslâm bu yardımlaşmayı, Allah’ın rızasını kazanma ve sevap elde etme karşılıklarıyla teşvik ederek pratikleştirir. İnfak, karşılıksız değildir, onun Allah katında hem dünyevî karşılıkları hem de ahirette verilecek mükafatları vardır.

 

Şükür Nimetin Artmasına Vesiledir

Şükür, nimete karşı güzel bir mukabelede bulunmak olduğundan, insan için bir kadirşinaslık ifadesidir. Yoksa Allah’ın şükre ihtiyacı yoktur, O, Ganiyy-i mutlaktır. Şükretmek suretiyle güzel bir karşılıkta bulunmak, nimeti vereni veya iyiliği yapanı memnun edeceğinden dolayı nimetin artmasına vesile olur. İnfak fiilî bir şükür olduğundan o da nimetin artmasına vesiledir. Allah’ın yoluna gönül bağlamış mü’minler buna kesin olarak inanmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur” (Neml Sûresi, 27/40) buyurmakta; infak etmeyi, Allah’a güzel bir ödünç verme olarak nitelemektedir. “Kendiniz için bir hayır olmak üzere infak edin. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa o kurtulanlardan olur. Eğer Allah’a güzel bir ödünç verirseniz, Allah sizin için onu artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr ve Halîmdir.” (Teğâbün Sûresi, 64/16-17) âyetinde infak etmek suretiyle Allah’a verilen ödünçlerin yine O’nun tarafından artırılacağı beyan edilmektedir. Âyetin son kısmında Allah’ın Şekûr olduğuna vurgu yapılmaktadır ki bu, şükre şükürle karşılık veren manasındadır. Allah insanın infak etmekle yaptığı şükre, artırmak suretiyle teşekkürünü ifade ediyor. “Eğer şükrederseniz artırırım, eğer küfran-ı nimette bulunursanız benim azabım şiddetlidir.” (İbrâhîm Sûresi, 14/7) âyeti de Allah’ın, şükür karşısında nimeti artıracağı tahhüdünü açıkça beyan etmektedir. “Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rab'leri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Bakara Sûresi, 2/274) âyeti ise, infak edenlerin ahirette göreceği karşılığı anlatmaktadır.

İnsanın bu konuda anlamakta zorlandığı taraf, Allah’ın infakla malları nasıl artırdığı hususudur. Zira infak edince malda zahiren bir eksilme oluyor, o hâlde nasıl oluyor da artma meydana geliyor? İşte Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de bu soruya cevap olacak nitelikte infak sebebiyle malları nasıl artırdığını enfes bir üslupla şöyle anlatmaktadır:

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara Sûresi, 2/261)

Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yüksekçe bir yerdeki güzel bir bahçenin durumu gibidir ki, bol yağmur alınca iki kat ürün verir. Bol yağmur almasa bile ona çiseleme yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Bakara Sûresi, 2/265) Bu iki âyette anlatıldığı üzere Allah doğrudan malları artıracağı gibi, bereketlendirmek, hiç ummadığı yerden rızıklandırmak, bela ve musibetleri defetmek suretiyle de artırabilir.

 

İnfakta Şeytanın Aldatmaları

İnfak ettiğinde malının azalacağına dair bir duygu veya düşünce sadece insanın iç dünyasından doğmaz, aynı zamanda şeytan da insana bu hususta olumsuz telkinlerde bulunur, kandırmaya çalışır. Yapmak istediği her iyi şeyde olduğu gibi infakta da şeytan iş başına geçer ve insanı çeşitli desiselerle aldatmaya koyulur. Bunların başında infak etmek suretiyle malda meydana gelen zahirî eksilmeyi göz önüne vererek kişinin fakirliğe düçar olacağı korkusu gelir. Allah bu hususta, “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve fuhşiyatı emreder. Oysa Allah size kendinden bir mağfiret ve fazl vadediyor. Allah, lütfu geniş olan ve çok iyi bilendir.” (Bakara Sûresi, 2/268) buyurmaktadır. İnfakla ilgili olan bu âyette de, şeytanın fakirlikle korkutmasına karşılık, Allah’ın fazlı vadetmesinin özel bir anlamı vardır. Buradaki fazl kelimesi genel anlamda lütuf olmayıp Allah’ın infakla malı azaltmayıp artıracağı anlamına gelmektedir. (İbn Kesir, Tefsir, 1/321)

 

İnfakı Heder Eden Durumlar

İnfakta insan aslında aracı, yani tevziat memuru konumundadır; çünkü, Allah’ın kendisine lutfettiği şeylerden infak etmektedir. Bu sebeple insan, kendini aracı konumunda görmeli, başkasını minnet altında bırakmamalıdır. Verdiğini başa kakmak, verirken gönül kırmak, riya ve gösteriş olsun diye vermek gibi hâller içine girmemelidir. Aksi takdirde yapmış olduğu infakın dünyada ve ahirette karşılığını göremeyecektir. Nitekim Kur’ân bunları yine güzel bir temsil ile şöyle anlatmaktadır:

Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir). Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara Sûresi, 2/262-264)

 

İstiğnâ Nimeti

Buraya kadar infaktan, infak edenden bahsettik, ancak bir de kendisine infak edilen insan var. O nasıl davranmalı? İnfak etmek, varlıklı insana Allah’ın yüklediği bir görevdir, ancak muhtaç olan kimsenin de varlıklı insanların elinde olan nimetlere göz dikmesi dinimiz tarafından uygun karşılanmaz. İslâm’a göre her ferdin çalışıp kazanması esastır. Şâyet muhtaç durumda olsa bile kişinin insanlara karşı müstağni davranması gerekir. Bu da Allah’ın ayrıca şükredilmesi gereken bir nimetidir. Zira insan onuruna en yakışmayan şeylerden biri, minnet altında yaşamaktır. Kur’ân bu sebeple istiğna düsturunu tavsiye etmektedir. Nitekim; “Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha bol ve daha devamlıdır.” (Tâhâ Sûresi, 20/131), “İnsanların yanında olanlar tükenir ama Allah’ın yanındakiler bâkidir, tükenmez.” (Nahl Sûresi, 16/96) buyurulmaktadır. Ancak muhtaç durumda olan kimse ihtiyaçlarını bir şekilde gidermek zorundadır. Bu yüzden onun kendisine infak edilenden yeterince alması ve ihtiyaçlarını gidermesi, bunun karşılığında Allah’a şükür; infak edene de kendisinin ihtiyaçlarını giderme noktasında Allah’ın aracı kıldığını bilerek teşekkür etmesi gerekir.

 

Sonuç

Sonuç olarak şükür, insanı insan yapan özellikler arasında en önemli yeri tutan bir değerdir. Kuvve ve fiil olarak şükür eksik olduğunda insan yüksek insanlık ufkuna ulaşamadığı gibi, gerçek kulluk mertebesine de erişemez. Allah’ın insan tabiatına yaratılışta koyduğu bu duyguyu işler hâle getirmek için eğitim yoluyla çocukluktan itibaren geliştirmek gerekiyor. Yoksa fıtratındaki potansiyelleri açılmayan veya çeşitli etkenlerle bozulan insan, ne insanlara teşekkür ne de Allah’a şükür edebiliyor. Kur’ân-ı Kerim’de emredilen ve mü’minlerin vasıflarından biri olarak zikredilen infak da fiilî bir şükür olup hâlisane kulluğun göstergesidir. Ancak bunun gerçekleştirilmesi de yine insanın eğitilmesine bağlıdır. Zira infak etmek zor bir şeydir. Bu yüzden şükredebilmek ayrıca şükretmeyi gerektirdiği gibi, infak edebilmek de ayrı bir şükrü gerektirir.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan, 2008; 80. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/08/2023