İslâm'da Okuma ve Yazma Edebi
Tefsir, hadis ve benzeri İslâm kaynaklarına baktığımızda, oldukça bariz şekilde bir edep gözümüze çarpar. “Allah” lafzının her geçtiği yerde, mutlaka bir övgü, Hz. Peygamber’in ismi zikredildiği yerde bir saygı ve sena sergilenir.
İslâmiyet her şeyden önce bir “İrfan”, bir “Hayâ”, bir “İffet ve Edep” medeniyetidir. Bundan dolayı, onun metinlerine de Edebiyat denirdi. Şimdi o edebi kaybettik, ismi kaldı.
Tefsir, hadis ve benzeri İslâm kaynaklarına baktığımızda, oldukça bariz şekilde bir edep gözümüze çarpar. “Allah” lafzının her geçtiği yerde, mutlaka bir övgü, Hz. Peygamber’in ismi zikredildiği yerde bir saygı ve sena sergilenir. Bu mübarek ismin başına “Hazret” demekle, saygı; sonuna “aleyhissalâtu vesselam” demekle “sena” ifadeleri yer alır. Sahabî ve Hak dostları için de değişik saygı ifadeleri kullanılır.
Ehl-i ilim, bizzat Kur’an ve hadislerden gelen bir emirle, bu saygı ifadelerini yazma gayretine girmişlerdir. Yalnız kültürümüzde değil, diğer kültür ve din saliklerinin de saygın insanları ve azizleri için “Holy Man” ve “Saint” (St) gibi tabirleri kullandıklarına çok rastlanır. Mamafih, günümüzde, İslâmî konularda yazıp çizenlerin çoğunda bu hürmet ve saygıyı görmemekteyiz.
Hâlbuki dilimizi kıpırdatırken, kalemimizi hareket ettirirken, ihsan şuuru içinde, Allah’ın her fiilimizi görmekte olduğu düşüncesiyle, hareket etmemiz gerekmez mi? Kim bilir, yazdığımız yazılarla rahmet umarken, kaç defa ruh-ı Nebî Aleyhissalâtü vesselamı incittik, kaç kez gazab-ı İlahî’yi celbe hazır hale geldik. “Güzel yaptığımızı sandığımız işler kim bilir hep boşa gittiler” (Kehf, 18/104) . Belki de çok geç kaldık. Kim bilir kaç Hak dostu bunları ihmalinden dolayı ihtar aldı. Kaç tanesi rüyalarında uyarıldı. Bir umut, ehl-i vicdanı harekete geçirir düşüncesiyle, metinleri yazma veya okumada, Cenab-ı Allah’a, Hazreti Peygamber aleyhissalâtü vesselama ve diğer din büyüklerine karşı edebin nasıl olması gerektiğini, sıra ile incelemeye çalışacağız.
- Allah’a Karşı Edep
Kur’an’da Allah Teâla, kendisine karşı nasıl bir edep içinde olmamız gerektiğini bildirmiştir. Zatından bahsederken, Zat-ı Sübhaniyesiyle alay edilme konusunun nakledildiği veyahut bu manayı taşıyan, buna yakın bir anlatım söz konusu olduğu yerlerde, “Sübhanehu”, “Sübhanellah”, “Sübhane Rabbi” ile kendini tenzih eder.
Zat-ı Zülcelâl, zatından bahsederken, “Bazıları kalkıp: Rahman evlat edindi, iddiasında bulundular. Sübhanehu, (o nasıl söz) Bilakis onların evlat dedikleri melekler O’nun ikram ve takdirine mazhar olmuş kullarıdır.” (Enbiya, 21/26) Burada Allah Celle Celalühu, kendine şirk koşup “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen müşriklere, örnekte olduğu gibi, cevap vermiyor. Kur’an, ortaya bir cümle-i muterize (parantez cümlesi) girip Allah’ı noksan sıfatlardan beri kıldıktan sonra, konuya devam ediyor.
Melekler, Hz. Âdem’in yaratılış meselesinin içyüzünü öğrenmeye çalışırken (istifsar), hatalarını anlayıp Hak Teâla’ya cevap sadedinde, önce “Sübhansın ya Rab!” deyip, sonra “Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” dediler. (Bakara, 2/32) Burada yine, Allah’a karşı nasıl bir tavır içinde olmamız, kutsî beyanla öğretilmek istenir.
Başka bir ayette, muhtaç insanlar onları görüp bir şey istemesinler diye, gece karanlığında bağlarını devşirmek için yola çıkan, vardıklarında bağlarının helâk olduğunu görünce, hatalarını itiraf eden insanların “(Subhanallah) Doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz” (Kalem 68/29) sözlerinde görüldüğü gibi yine edepli ve zarif bir kutsi beyanla, böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği öğretilmiştir. Kur’an’da pek çok yerde bu türden örnekler mevcuttur.
Diğer yandan dilimiz o kadar Allahu Teâla’nın lafızlarıyla meşgul idi ki, kültürümüzde bir şey kafamıza takıldığında “Allahu a’lem”; bir şaşkınlık karşısında “Allah Allah”, “Fe sübhanallah”; bir dehşet karşısında “Aman Allah”; bir işe teşebbüste “Alimallah (Allah biliyor)”; O’na yakışmayan bir söz karşısında “Hâşâ lillah”; bir iş yapacağımız zaman “İnşaallah”, “inşaallahürrahman”, bir işe azmettiğimizde “tevekkeltü allallah” gibi hep O Yüce Yaratıcı’ya atıflarda bulunur, O’nu hatırlar O’nu soluklarız. Hep böyle terkip ve kelimeler, klasik metinlerimizi ve normal konuşmalarımızı süsler dururdu.
Genelde hadis ve tefsir gibi temel İslâm ilimlerine ait kitap ve yazılarda “Lafz-ı Celâl”den (Allah lafzı) sonra, “Celle Celalühü” ve “Azze ve Celle” cümleleri zikredilir. Bazen bunun yerine, “Cenab-ı Hak”, “Zat-ı Bârî”, “Rahim-i Zülcelâl”, “Halik-ı Zülcelâl” vb. kullanılır. Kur’an’da böyle bir tazimin emredilmesine dair, doğrudan bir beyan mevcut değildir. Ancak “Allah’a saygı gösteresiniz” (Fetih 48/9) ve “Gerçek müminler onlardır ki, Allah zikredildiğinde kalpleri ürperir” (Enfal 8/2) mealindeki kutsî beyanlarında olduğu gibi birçok ayet bu konuda bizi edepli ve saygılı olmaya çağırmaktadır. Ayetlerin sonlarında Cenab-ı Hakk’ın isimleriyle biten fezlekeler, her kelam ve sözümüzde, O’nu anlatan bir beyana yer vermemizi, bize örtülü bir şekilde hatırlatmaktadır.. Bununla birlikte ulema, çok derin ve ince bir anlayışın ifadesi olarak Allah’ın namının her geçtiği yerde celle celâlühû demeyi vacip görmemişlerdir. Zira, Allah’a her daim tâzimde bulunmak gibi bir mükellefiyetin altından kalkmak mümkün değildir.
Allah (cc), Hazreti Peygamber aleyhissalâtü vesselam hakkında, “Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Furkan 24/63) buyuruyor. Bununla bir yandan, O’na hitapta veya O’ndan bahis açmada, sadece isminin zikredilmesiyle yetinilmeyip, nübüvvet makamını ifade eden “Resûlullah”, “Resûl-i Ekrem” ve “Peygamber Efendimiz” gibi bir vasfını söylemelerini, bir Kur’an edebi olarak emretmektedir. Diğer yandan da Kendi Zat’ı hakkında aynı saygının gösterilmesini, yine bu ayetle, zarif bir şekilde imâ eder.
Hazreti Peygamber aleyhissalâtü vesselam, Cenab-ı Hak’kı anlatırken, “Tebâreke ve Teâla” gibi tenzih bildiren cümleleri ekler. (Münzirî, 1, 397) Bu nedenle, Allah’ın ismi bir mecliste her geçtikçe, bir defa onu “Sübhanallah, Tebarekâllah, Celle Celalühû” diyerek, sena etmek gerekir.
Hadis ve tefsir kitaplarında buna çok dikkat edildiğini görürüz. Yazıda ise “Allah” ismi geçtikten sonra “Celle Celalühû” ve “Azze ve Celle” ifadesi, Türkçe kitaplara “c.c./cc” veya Arapça, Farsça ve Urduca’da ise جل جلاله şeklindedir.
İslâm’ın geldiği günden bu asrın başlarına kadar, her ders ve her yazılı metin, besmele, hamdele ve salvele ile başlardı. Bunlarla başlamayan söz ve iş, hadislerde ifade edildiği gibi, bereketsiz ve sonuçsuz sayılırdı. Bu davranış, dinî ilimlerde olduğu gibi pozitif bilimlerde de böyleydi. Örneğin, Erzurum Kongresi’nin açılışı, besmele, hamdele ve salveleden sonra başlamıştı.
Cenab-ı Peygamber, bir Sahabinin namaz kıldıktan sonra, hamdele ve salvele yapmadan duaya başladığını işitince oradaki Sahabi’ye buyurdular ki: “Bu zat çok acele etti. Şayet duaya başlayacak olursanız, önce Allah’ı sena edin, sonra bana salât ü selam getirin, daha sonra da istediğiniz kadar dua edin.” (Neseî, Sehv 48)
Genelde dillerden düşürmediğimiz bu saygı ve sena ifadeleri şu şekilde özetlenebilir. “Bismillahirrahmanirrahim”, besmele; Rahman’a en sevgili kelimeler “Elhamdülillah” ve “Hamdünlillahi”, hamdele; “sübhanallah” tesbih; Resûlüllah’ın bir nişanesi, “sallalahü aleyhi vesellem” ve “allahümme salli alâ seyydinâ Muhammed”, salvele; Rabbin izzetini ilan eden “Allahü ekber” tekbir; nezd-i ulûhiyette yeryüzünün en güzel kelimesi “la iâhe illallah” tehlil; ve nihayet cennet hazinelerinden bir hazine “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”, havkala sözcükleriyle tarif edilir.
Bizler de, gerek konuşmalarımızda gerekse yazmalarımızda, Ona bir saygı olarak, Esma-i Hüsna’nın yanı sıra ileri de tablo halinde vereceğimiz isimleri de kullanabiliriz.
- Peygamber Efendimiz’e Karşı Edep
Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselam, kâinatın ille-i gâiyesidir. Bu nedenle ona “Gaye İnsan” denir. O’nun risaleti, kâinatın yaratılmasına; kulluğu ise, saadet yurdu olan Cennet hayatının açılmasına vesile olacaktır. (Nursî, 1, 31) Hz. Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî insanlar, ona tabi olarak, duasına “âmin” derler. Muhammed Ümmeti’nin “salât ü selam” getirmesinin anlamı, onun, “Cennetini ümmetime ver” diye dua etmesine, “Kabul buyur Allahım!” şeklinde küllî bir dua olmaktadır.
Bundan dolayı, Hazreti Allah, Kur’an’da “Muhakkak ki Allah ve bütün melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona Allah’ın salât ettiği gibi, (İbn Mesud’un kıraatine göre, İbn Atiyye, 4, 398) salât edin ve tam bir içtenlikle selam verin” (Ahzab 33/56) mealindeki ayette, cümle Müslümanları bu duaya “âmin” demeye çağırmaktadır.
Ayette geçen, salât ve selam emri, Cenab-ı Hakk’ın, Yaver-i Ekremi olan Efendimiz’in, nezd-i ulûhiyette ne kadar yüksek bir yeri olduğunun, gökler ötesi âlemde ilanıdır. Makro ve mikro âlemlerde, bütün kâinatta onun üstünlüğü Ezan-ı Muhammedî ile dalga dalga yükselirken her müminin gönlünde ve dilinde salât ü selamla buna alkış tutulur.
Ayette geçen, “salât” kelimesinin birçok anlamı vardır. Söyleyene ve kendisi için söylenene göre anlamları değişir. Binaenaleyh, “salât”, Allah’tan Resûlüllah’a olursa, kavlî olarak “Resûlüllah’a olan rahmet ve rızası”nı ve meleklerin katında onu tebrik ve tazim etmesini ifade eder. Fiilî olarak onun adını ezanla yükselteceğini, getirdiği din-i İslâm’ı bütün dinlere galip edeceğini ve her yerde hâkim kılacağını, getirdiği şeriatına hayat bulduracağını ve payidar edeceğini; ahirette ise ümmeti için şefaatçi kılacağını, ecir ve sevabını bol vereceğini, Makam-ı Mahmud’a yükseltip bütün âlemlerin üstünde bir fazilete nail edeceğini ifade eder. Meleklerin “salât”ı, diğer insanlar için “istiğfar”, Cenab-ı Peygamber için kavlî olarak “fazilet ve methini izhar” ve “risaletini tebrik”, fiilî olarak nusret ve muavenet ifade eder ki Cibril (a.s.), savaşlarda Resûlüllah’a “akdim hayzum” deyip atını şaklatarak ona binlerce melekle yardım etmiştir. (Alusî, 22, 76) Salât, Müslümanlardan Cenâb-ı Peygamber’e olursa kavlî olarak “dua” ve “şefaatini istemek”, fiilî olarak onun emirlerine tâzim” ve “hiç incitmeden teslim olma” anlamını ifade eder.
Salât’ın Cenab-ı Peygamber için bir ayrıcalığı söz konusudur. Zira Allah Teâla, peygamberlerden yalnız Hazreti Muhammed aleyhissalâtü vesselam için salât edilmesini emretmiştir.
Ayette geçen “selam” kelimesi ise, üç anlama gelir.
1-Noksanlık ve afetlerden selamette kalmak;
2- Korumak, riayet edip gözetmek, kefil olmak, işlerini üzerine almak. Bu manada “selam” Allah’ın isimlerinden biri olur ve Allah, “Selam” ismi ile kime taalluk ederse, o zat, sürekli bereket ve hayır içinde kalır, her türlü kötülüklerden korunur.
3- İnkıyad anlamını taşır. Bu durumda, daha özel bir anlamıyla, selam edilen kimsenin emirlerine uyma ve boyun eğme, ona muhalefet etmeme manasını ihtiva eder. (Kurtubî, 14, 234)
Salât ü selam söyleme emri böylece mezkûr Ahzab Suresi 56. ayetiyle sabit oldu. Biz bu makalede, salât ü selamı ifade için “salâvat-ı şerife” “salât-i şerife” ve “salât ü selam” tabirlerini kullanacağız.
Hadislerde Hz. Peygamber için salât ü selam getirme hakkında önemli teşvikler yer alırken, getirmeyenler hakkında ise şiddetli tehditler mevcuttur.
Fahr-i Âlem’in adı her geçtiğinde, getirilen salât ü selamları ulaştıran bir melek, salâvat-ı şerife getiren her kişiye Allah’tan mağfiret ister ve bu mağfiret için bütün melekler “âmin” derler. İsmi zikredildikten sonra, salâvat-ı şerife getirmeyen Müslüman için de aynı melek, “Allah seni affetmesin” şeklinde beddua eder ve bu bedduaya, Hak Teâla ve bütün melekler “âmin” derler. Bu konuda hadis kitaplarının “as-salâtü alannebiyy” bablarında, birçok hadis mevcuttur. (Heysemî, 10, 164; Tirmizî, Daavât, 100; İbn Mâce, İkâme, 25; Müsned, 2, 446)
Sahabîler, Allah’a yapılan dua ve yakarışların, salât ü selam eşliğinde olmadığı müddetçe Sema’ya mahpus kalıp Allah’a ulaşmayacağını önemle belirtmişlerdir. (Kurtubî, 14, 235) Bu cümleden olarak Cenab-ı Peygamber, “Kim bana, salât ü selam’ı yazarak, salâvat getirirse, ismim yazılı kaldığı müddetçe melekler o kimseye dua etmeye devam ederler” (Heysemî, 1, 136) buyurmuşlardır. Salâvat-ı şerife getiren müminleri, kıyamet gününde dillerinden tanıyacağını beyan buyuran Resuller Resulü bunu, müminlerin varlığının zekâtı saymış (İbn Ebi Şeybe, 2, 253) ve kıyamet günü, salâvat-ı şerife getirenleri en evlâ ve en yakın olarak görmüştür. (Tirmizî, Vitr 349) Bazı alimlere göre, Efendimiz’in nam-ı celîlinin geçtiği her yerde salât ü selam getirmek vaciptir. Özellikle hadis kitaplarında Efendimiz’in her ismi geçişinde salât ü selam vardır.
- Selef-i Salihine ve diğer müminlere karşı edep
Başta, “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular” (Tevbe, 9/100) ayeti olmak üzere diğer birçok ayet-i kerimede “Allah’ın onlardan razı olduğu” ifade edilmiştir. Bu yüce dini et ve kemikleri üzerine kurup sonra da onun bayram günlerini görmeden geçip giden, İslâm’ın en büyük abideleri, hakka bu kadar yaklaşmış fedakârları için, “Allah onlardan razı olsun” diye dua etmek kadar nazik bir edep yoktur.[1]
Kaynaklarımızda, Sahabiye, “radıyallahu anh/anha/anhum” diye övgü ve duada bulunulur. Fakat Resul-i Ekrem’in bir şiârı olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmının, O’na ait olması gibi, “radıyallahu anh” terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar değildir. Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed; Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara da denilmeli. Fakat İslâm âlimlerinin geleneğine göre Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne “rahimehullah”, onlardan sonrakilere “ğaferahullah” ve evliyaya “kuddise sirruhu” denilir. (Ezkâr, s. 106; Nursî, 1, 478) İmam Yafiî, “ğaferehullah”ın günahkâr kimselere söyleneceğini belirtmiştir. (Yafiî, 7, 228) Bazen Sahabe’ye “rahimehullah” tabirinin kullanıldığı da metinlerde göze çarpar.
“Kuddise sirruhu”, “kaddesallahu sirrahu”, “kaddesallahu rûhehu” veya “kaddesallahu esrârehu” gibi dua cümlelerindeki “kaddese” fiili (etken/edilgen yapılarda), ve “sır” ismi (tekil ya da çoğul olarak) olmak üzere iki kelimeden meydana gelen bir dua cümlesidir. Mazi fiil gramerde aynı zamanda “dua kipi” olarak kullanıldığı için, bu cümlenin anlamı, “Sırrı (ruhu) temiz olsun”, “Allah sırrını/sırlarını nezih eylesin” “Allah sırrını mübarek eylesin” anlamına gelmektedir.
Buradaki “sır”, diğer bazı kullanımlardan da anlaşılıyor ki, “ruh” manasına gelen “sır”dır. “kaddese” fiili ise, “her çeşit noksan ve ayıptan uzak olsun” anlamındadır.
Bazı tasavvufi metinlerde “kaddesallahu rûhahu’l-aziz” (Uludağ, s. 314) ve “kaddesallahu nefsehu’z-zekiyye”, “şerrefallahu kadrehu”, “kaddesallahu esrarahu”, “nevverallahu mazcaahu”, “kaddesallahu rûhahu ve berade darîhahu”, “kaddesallahu rûhahu’t-tayyib” gibi ifadeler kullanmışlardır. (el-İhata, s. 136)
Mutasavvıflar, bu tabiri kullandıkları zaman Allahu alem, “Allah onun ruhunu temizlesin ve arındırsın, katına yaklaştırsın haziretü’l-kuds/kudüs (Müsned, V, 257) namındaki cennetine koysun” manasında kullanmışlardır. (Uludağ, s. 314)
Kanaatimize göre onlar hakkında, böyle bir duanın yapılmasının sebebi şudur: Bilindiği gibi, Peygamberlere gelen vahiy, Allah’tan gelen bir teminat ile duru ve her türlü şeytanî tasallutlardan uzak bir şekilde kendilerine ulaşır. (Cin 72/27-28) İlham ise böyle değildir. O, çoğu nezih ve ilahî bilgiler içermesine rağmen, şeytanî tasallutlara da açık ve izole edilmemiş bir şekilde geldiğinden bir kısım karışıklıklara maruz kalır. İşte bu dua, yoğun bir şekilde ilhama mazhar olan zatlara gelen bu varidatın, şeytanî tasallutlardan korunması için “ruhu temiz olsun”, “sirrı nezih” olsun diye yapılır.
Buna benzer daha içinde birçok dua talebi olan kutsayıcı ifadeler mevcuttur. Fakat, yukarıda zikredilenler daha yaygın kullanılmaktadır. Bu tabirler bazen Türkçe metinlerde “ks” veya “K”; Arapça metinlerde “س” harfi ile kısaltılmaktadır.
İslâm âlimlerinin geleneğine göre, hem konuşmada hem de yazı dilinde, evliya ismi zikredildiği veya metinlerde yazıldığı zaman, yukarıdaki dua metni okunur/yazılır. Bediüzzaman’a göre, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi zatlara aynı zamanda, “Radıyallahu anh” da denir. (23. Mektup, 2. sual)
“Kuddise sirruhu” tabirinin ne zaman doğduğu hakkında kesin bilgi olmamakla birlikte, miladî onuncu ve on birinci asırlarda ortaya çıktığı, araştırılan metinlerde göze çarpmaktadır.
İyi insanlar için böyle dua cümlesi kullanılırken, kötü insanlar için de bunun tam tersi, “La kaddesallahu ruhahu” (Allah seni temiz tutmasın!, Allah seni mübarek kılmasın! Allah senin ruhunu temiz kılmasın!) diye beddua da edildiği bazı metinlerde görülür. (İsbehanî, s. 798) Bu cümleden olarak şeytan için de “la’netullahi aleyh” (Allah ona lanet etsin), denilir.
4. Kur’ân-ı Kerim’e Karşı Edep
Kur’an-ı Kerim için, övgü maksadıyla, başta kendi içinde zikredilen isimleri kullanılabilir. Bu konuda bir nass olmamakla birlikte, Kur’an kendini, “Aziz ve Rahim” olarak bizlere tanıtıyor. Baştan sonuna kadar bütün bir edep, bütün bir zerafet abidesi olan Kur’ân-ı Azimüşşan, kendisiyle meşgul olanları edebe davet etmez mi? Bu nedenle en büyük edep ona karşı gösterilmeli ve onun ismi de kendini öven bir sıfatla kullanılmalıdır. İslâm kaynaklarında Kur’ân-ı Kerim, Kur’ân-ı Mecid, Kur’ân-ı Mübin, Kur’ân-ı Şerif (Azerbaycan), Kur’ân-ı Hakim gibi ifadeler kullanılmıştır. Öte yandan, bazı âlimler, “İhlas Sure-i Muazzaması”, “Bakara Sure-i Celilesî” gibi surelerin hakkında övgü ifadeleri yer alır. Yine bu cümleden olarak, Resûlüllah’ın sözü olduğu için, hadislere, hadis-i şerif demek ve benzeri övgü ifadeleri kullanmak bir edeptir.
Sonuç
Bu yüzyılın başlarında pozitivizm, materyalizm vb. akımların İslâm coğrafyasını istila etmesinin ardından, Müslümanların yazı ve sözlerinde, Allah’ı sena, Hz. Peygamber’i (s.a.s.) tebrik eden, din büyüklerini kutlayan ifadelerin hazan vurmuş yapraklar gibi döküldüğü inkâr edilmez bir gerçektir. Türkiye’de ve diğer İslâm dünyasında, romanlara baktığınızda, binlerce sayfa çevirirsiniz, çevirirsiniz de, sözünü ettiğimiz övgüler şöyle dursun, bunların adı bile zikredilmez.
Son asır Türk aydınının Kur’an’a bakışını incelediğimizde bunu çok bariz bir şekilde görmekteyiz. Hâlbuki İslâmiyet her şeyden önce bir “İrfan”, bir “Hayâ”, bir “İffet ve Edep” medeniyetidir. Bundan dolayı, onun metinlerine de Edebiyat denirdi. Şimdi o edebi kaybettik, ismi kaldı. Tekrar aynı edebiyata dönmek için, Allah’tan bahsederken onun Esma-i Hüsna’sını, metin içinde bir dantel gibi örmek ve Resûlüllahtan bahsederken, Onun “Baki bir saadetini isteme” duasına “âmin” demek anlamına gelen salât ü selamı getirmek, diğer din ve maneviyat büyüklerini rahmetle anmak, bir Müslüman olarak hepimize mühim bir görevdir.
Tabii ki, bir metin yazılırken, metni sırf bu övgü ve senalarla doldurmak, hem yazının gayesini hem de akıcılığını durduracağı endişesiyle, her “Allah” ve “Peygamber” lafzı geçtikçe onları sena etmek zor olacaktır. Lakin bir paragrafta veya bir sayfada, bu övgü ve senaları, intizamlı bir şekilde, metnin akıcılık ve gayesini ortadan kaldırmadan tasarımlamak önemli bir üslup becerisiyle olacaktır. Adeta, onları övmek ve sena etmek için, kalemimiz ve dilimiz bahane gözetmeli ve bu saygı içinde olduğumuz şuuru daima okuyucuya ve dinleyiciye verilmelidir.
Bir örnek olsun diye önceki din âlimlerimizin beyanlarından bir iki metni vermeyi ve bir de, Allah’ın isimlerinin ve Resûlüllah’ın diğer vasıflarının kullanıldığı iki isim levhasını kaydetmeyi uygun bulduk.
Tevfik Allah’tan…
- Örnek: Elmalılı Hamdi Yazır
Taberanî Sa’sa’dan şöyle rivayet eylemiştir: Ya Resûlallah dedim: Ben cahiliyyede bazı ameller işledim onlara bir ecir var mıdır? Üçyüz altmış mev’udenin hayatını kurtardım her birini iki uşera’ naka ile iştira ederdim, bunlarda bana bir ecir var mıdır? Hazreti Peygamber sallalahü aleyhi vesellem buyurdu ki: Sana onun ecri var, çünkü Allah Tealâ sana İslâm’ı in’âm buyurdu” demiştir. (Elmalılı, 8, 5605) .
- Örnek: Bediüzzaman Said Nursî,
Evet, kavm-i Nuh ve Semûd ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar, gazab-ı İlâhîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi, kafile-i kübrânın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, harika ve mucizâne ve gaybî bir surette mucizelere ve ihsanat-ı Rabbâniyeye mazhar olmuşlar. (Nursî, 1, 894)
- Örnek: Demirî
Demirî (808/1405), Hayatü’l-Hayevan, (Zooloji, Astronomi’den bahseden bir kitap).
Cenâb-ı Hak Hakkında Tâzim İfadeleri |
||
Allâmü’l-Guyûb, |
Azze ve Celle, |
Celle Celâlühû |
Cenâb-ı Hafîz-ı Muîn |
Cenâb-ı Hak |
Hak |
Hazreti Vacibü’l-Vücûd |
Hazreti Enîs-i Mutlak |
Hazreti Feyyâz-ı Ezelî |
Hazreti Feyyâz-ı Mutlak |
Hazreti Kadim |
Hazreti Meşhûd-u Ezelî |
Hazreti Müsebbibü’l-Esbab |
Hazreti Sahibü’l-Vakt |
Hazreti Şahid-i Ezelî |
Hazreti Vahibü’l-Hayat |
Hazreti Vahid u Ehad |
Hazreti Zât-ı Ehad u Samed |
Kudreti Sonsuz |
Mabûd-u Mutlak |
Mahbûb-u Hakikî |
Mahbûb-u Mutlak |
Sonsuz |
Şems-i Ezel (Ezel Güneşi) |
Tebâreke ve Tealâ, |
Vech-i Bakî |
Zât-ı Hayy-ı Kayyûm |
|
||
Efendimiz Hakkında Tâzim İfadeleri |
||
Alemin Fahrı |
Alemlerin Fahrı |
Aleyhi ekmelü’s-salâti ve etemmü’t-teslimât |
Aleyhi ekmelü’t-tehâyâ |
Allah Resûlü |
Allah’ın Resûlü |
Fahrü’r-Rusül |
Ferîd ü Kevn ü Zaman |
Ferîd-i Kevn ü Zaman |
Gaye İnsan |
Hazreti Ahmed-i Mahmud |
Hazreti Ahmed-i Muhammed |
Hazreti Muhammed Mustafa |
Hazreti Sahib-i Şeriat |
Hazreti Seyyidü’l-Enbiya |
Hz. Şeref-i Nev-i İnsan |
İnsanlığın İftihar Tablosu |
Kâinatın Efendisi |
Nurlu Çırağ |
Peygamberler Peygamberi |
Rehber-i Ekmel |
Rûh-u Seyyidü’l-Enam |
Rûh-û Seyyidü’l-Kevneyn |
Sallallahü aleyhi ve sellem |
Şeref-i Nev-i İnsan |
Ufuk Peygamber |
Varlığın Tacı |
Varlık Nuru |
BİBLİYOGRAFYA
Alusî, Tefsir (Beyrut).
Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisü’l-hasis şerhü İhtisarü ulûmi’l-hadis (Beyrut: Müessesetü’l-kütübi’s-sakafiyye, h. 1408).
Bursevî İsmail Hakkı, Tefsir (İstanbul: Mektebetü’l-Muhammediye).
Çakan İsmail L. Hatib Bağdadî’ye Göre Hadis Öğrenimi (İstanbul: Erkam Matbaası, 2005).
Çapan Ergün, Kur’an-ı Kerîm’de Sahabe (İstanbul: Işık Yayınları, 2002).
el-İhata İbnü’l-Hatib (776/1374), el-İhata fî Ahbari’l-Ğırnata, (2. baskı, Kahire: Mektebetü’l-Hanci, 1973/1393).
Ezkâr Nevevî, el-Ezkâr (3. Baskı, Beyrut: Müessesetü Reyyan, 1411/1991)
Hazin, Tefsir (Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-ilmiyye, 1995).
Heysemî, Zevaid (Kahire: Darü’r-reyyan, h. 1407).
Isbahanî Ebu’l-Ferec, el-Ağanî.
İbn Atiye, el-Muharrerü’l-veciz (1. baskı, Beyrut: Darü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1993).
İbn Kesir, Tefsir (Beyrut: Darü’l-fikr, h. 1401).
İbn Ebi Şeybe, Musannef (1. baskı, Riyad: Mektebetü Rüşd, h. 1409).
Kurtubî, Tefsir (2. Baskı, Kahire, Darü’ş-şuab, h. 1372).
İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, md. K-d-s.
Münzirî Münzirî, et-Tergib ve’t-terhib mine’l-hadisi’ş-şerif , tah. Mustafa Muhammed Amara (Kahire: Matbaatu Mustafa el-Babi el-Halebi, 1933/1352)
Ahmed b. Hanbel, Müsned.
Nevevî, Sahihu Muslim bi şerhi’n-Nevevî (2. Baskı, Beyrut: Darü’l-İhya, 1392/1972)
Nursî Bediüzzaman Said, RNK
Kalkaşendî, Subhü’l-a’şâ
Taberî, Tefsir “Beyrut: Darü’l-fikr, 1405)
Uludağ Süleyman Uludağ, “Kuddise Sırruhu”, DİA, XXVI, 314.
Yafiî, el-Hudurü’l-Yemani fi tarihi’ş-şarki’l-edn; İsmail Hakkı Bursevî, Tefsir (İstanbul: Mektebetü’l-Muhammediye), VII, 228.
[1] Sahabinin değerini “Kur’an-ı Kerim’de Sahabe” adlı çalışmasıyla bizlere Dr. Ergün Çapan, sundu. Sahabî’nin değerini derince anlamak için sözü, bu kitaba havale ediyoruz.