Hicretten Kesitler ve Dersler
Hicret, ıstılah manâsıyla, bitmiştir. Fakat bunu bildiren hadîs-i şerifin devamının gösterdiği üzere, cihad devamlı bir hicrettir.
Hicret, Allah’ın dînini yayma gayretinin mühim bir merhalesidir. İman, akidenin kalbde ve akılda iyice yerleşmesi ise, hicret de bu doğru inancın gereğini yaşama, başkalarına da duyurma iradesinin gerçekleşmesidir. Cihad ise, bu tebliğ ve yayma gayretini -gerektiğinde kuvvete de başvurarak- daha ileriye götürmektir.
“Onlar ki iman ettiler, Allah yolunda hicret ve cihad ettiler, onlar ki (muhacirleri) barındırıp onlara yardım ettiler... İşte onlardır gerçek mü’minler” (Enfal, 74) gibi birkaç âyet-i kerimedeki iman-hicret-cihad sıralaması, her müminin hayatını dolduran bu üç merhaleye dikkat çeker. Biz bu makalemizde, hicret hâdisesinin ihtiva ettiği birtakım örnek davranışları hatırlamaya çalışacağız. Bunlar, aslında sayacaklarımızdan çok daha fazla olmakla birlikte, biz sadece bazılarına temas edeceğiz:
- İnsan, yaratılışı gereği doğup büyüdüğü ortama bağlıdır, orayı kolay kolay terkedemez. Daha sonra sosyal ve ekonomik şartlar da, onun bu tabiî meylini iyice kuvvetlendirir. Artık onun vatanından ayrılması âdeta imkânsızlaşır. Fakat insanın iman ettiği bir değer sistemine bağlılığı yüksek bir dereceye ulaşırsa o zor şartlan aşar:
“Ben Rabbime muhacirim, yani Onun emrettiği yere muhacirim” (Ankebut, 26). Her şeyin dizgini elinde olan, yerin göğün Sâhibi, tükenmez hazinelerin Mâliki Allah da, onun bu ferağatine ve dünyaya değer vermeyişine karşı:
“Her kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur (...)” (Nisa, 100) buyurarak onu lütfuna mazhar eder. Müslümanların hicret sayesinde devlete ve servete kavuştukları, Medine minberinden, Allah’ın kurtarıcı dâvetini her tarafa işittiren en büyük Muhacir (aleyhi’s-salatü ve’s-selâm) kumandasında Medine’yi üs edinerek, İslâm’ı, tarihte başka hiçbir yayılmaya nasib olmayan bir süratle neşrettikleri tarihî bir gerçektir.
- Müslümanların lideri olan Hz. Peygamber (asm)’ın, hicret edecek bütün tâbilerinin hicretlerini temin ederek onların sâlimen gitmelerini sağlamadan kendisi Mekke’den ayrılmadı. Bunda liderlerin alacağı ders vardır. İmam, icabında koca bir ordu içinde küçük bir hüdhüd kuşunun bile eksikliğinin farkında olacak, bütün efradın durumunu öğrenip gerekli hususları iyileştirecektir. Lider, aleyhteki şiddetleri göğüsleyecek, bağlılarının emniyetini sağlayacaktır.
- Medine-i Münevvere’ye hicretten sonra Hz. Peygamber (asm)’in teşebbüs ettiği ilk iş, oranın yerli müslümanları ile muhacirleri “kardeşleştirme” olmuştur. Bu “muâhât”, kelimenin tam anlamıyla bir kardeşlik olmuştu. O kadar ki, “kardeşlik” kelimesi bile -bazan çağrıştırdığı aykırı durumlar sebebiyle- bu vâkıayı ifade etmekten âciz kalmaktadır. Zira bu muâhât, ensarın sahib olduğu her şeye muhacirleri ortak kılmış, kardeşler vefâtlarından sonra birbirlerine vâris olmuşlar, hatta bazıları nikâhı altındaki birden fazla karısından boşanarak, başka bir surette evlenme imkânı bulamayan bir muhacir kardeşinin aile yuvasına kavuşmasını sağlamışlardır. Bu muâhât, İslâm’ın içtimâî hayata bakışını anlamak bakımından çok örnekler ihtiva etmektedir. .
- Muâhâtın hemen peşinden gelen iş, müslümanları Allah’a ibadet edecekleri bir mekâna kavuşturmak teşebbüsü olmuştur. Bir arsa satın alınarak kısa zamanda sade bir mescid bina edilmiştir. Bu mescid, tam ma’nâsıyla bir câmi (yani toplayıcı) olmuş, toplu ibadetin yanısıra, müslüman toplumun eğitim ve öğretim kurumu olarak kullanılmış, ayrıca ihtiyaç duyulan daha birçok fonksiyonun İfa edildiği bir merkez olmuştur (adlî işler, yabancı ülke heyetlerinin kabul yeri, duruma göre misafirhane vb.). Demek ki ihtiyaçlar için, her an kullanılmaya hazır, kamuya ait bir mekân öncelikle gereklidir.
- Hz. Peygamber (asm) hicret yolculuğunun sonunda Medine içine doğru ilerlerken, devesi Kasvâ, şimdi Mescid-i Nebevinin bulunduğu yere çökünce, “İnşaallah menzilimiz burasıdır” buyurmuştu. Burası hurma kurutmak için kullanılan boş bir arsa idi. Oranın sahibini sorunca, Muaz b. Afrâ (ra) “Sehl ve Süheyl isimli iki yetime ait olup onlar da benim himayem altındadırlar” dedi. Muaz İle Es’ad b. Zürare (ra) bedelini verip arsayı müslümanlara hediye etmek istediler ise de Efendimiz kabul etmedi. Kendilerinden satın almak üzere o yetimleri çağırttı.
O gençler: “Vallahi satmayız, bedelini Allah’dan umarak teberru ederiz” dediler. Fakat Hz. Peygamber (asm) kabul etmeyip fiat takdir edilmesinde ısrar etti ve değer biçilen on dinara (altına) satın aldı. Halbuki içtimâî ihtiyaçlar için, zaman zaman, Peygamber Efendimizin müminleri teberruya teşvik ettiğini Siret-i seniyyesinden öğrenmekteyiz. Kanaatimce, ya o sırada arsayı alacak imkân bulunduğundan, yahut daha başlangıçta insanları malî bîr imtihana sokup bazı zanlar uyandırmak istemediğinden böyle davranmayı münasip görmüştür.
- Hz. Ebû Bekir (ra), Efendimiz (asm)’ın en sâdık sahabisi idi. Ebû Bekir (ra)’ın, O’nun uğrunda yapamayacağı şey yoktu. Bundan ötürüdür ki hem en ağır görev, hem de en yüksek makam olan Hicret refakatini, ona saklamıştı. Hal böyle iken, Hz. Peygamber, hicret edeceği sırada, biri kendisi, diğeri kılavuzu tarafından kullanılacak iki deveyi, Hz. Ebû Bekir (ra)’dan parasıyla satın almıştı. Böylece, din hizmeti karşılığında halktan bir şey beklememe hususunda örnek olmuş, amelini sırf Allah için hâlis kılmış, şahsî menfaat konusunda hiçbir ittiham veya vesveseye mahal bırakmamıştır.
- Yaygın bir uygulamaya göre lider işleri plânlar ve emirler verir, fiilen çalışmaz, işleri alt seviyede olanlar yaparlar. Fakat Hz. Peygamber (asm) Mescidin inşasına fiilen katılmış, ağır taşları ve kerpiçleri elbisesine doldurarak taşımış, çalışanları şevklendirmek için nakarat tarzında recez söylemiştir. Şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz! Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Ya Rabb! hayır ancak ahiret hayrı,
Muhacirlerle Ensara Sen acı! (M.A. Koksal, Medine Devri, I, 123. Tercüme muhterem Köksal’a ait olup, kaynakları için oraya bakılabilir).
Demek Hz. Peygamber (asm) fiilî çalışmayı tenezzül mes’elesi saymamış, aksine bir işi emredene imkân ölçüsünde onun yapılmasına katkıda bulunmasını tavsiye etmiş, bunun mevki ve mehabeti gidereceğini düşünmemiş, fakat ashabı (ra) da, O böyle davranıyor diye nazarlarında O’nu küçük görmeye gitmemişlerdir.
- Hz. Peygamber (asm)’ın Medine’ye girişini Abdullah b. Selâm şöyle anlatır: “Resulullah (asm) Medine’ye gelince, halk ona üşüştü. O’nu görmek için ben de halkın arasına karıştım. Resulullah’ın yüzünü görünce anladım ki O’nun yüzü, bir yalancının yüzü değildir. O’ndan ilk işittiğim söz şu oldu:
“Ey insanlar! Selâmı, selâmlaşmayı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabalık haklarını gözetiniz. Halk uyurken siz namaz kılınız. Böylece selâmetle Cennet’e girersiniz!”
Demek ki esas hedef, ferdi ve ayrılmaz bir sonucu olarak toplumu yüceltmektir. Hasbîlik, selîm bir kalb ve onun aynası olan temiz bir sîma, bir iki sözle izhar edilen hayırhahlık (iyi niyet), o zamana kadar bir Yahudi bilgini olan Abdullah b. Selâm’i İslâm’a celbetmeye yetmişti (radıyallâhu anh).
- Hicret esnasında Efendimiz (asm)’in kılavuzu Abdullah İbn Üreykıt, isimli bir müşrik, Medine’ye girmek üzere olduğunu haber ve müjde veren de bir Yahudi olmuştu. Demek ki ihlâs, bazan gayrimüslimleri bile musahhar eder, ihlâs sayesinde Allah onları İslâm’a hizmet ettirebilir.
- Hicreti takib eden ilk dönemde, siyasî ve idarî sahada Peygamberimiz (asm) şu uygulamayı yapmıştı: Sayıca fazla olan müşrikler ve ticarî hayata hâkim olan Yahudilerle diyalog neticesinde Medine şehir devletini herhangi bir saldırı karşısında müdafaa için ortak bir savunma paktı tesis etmişti. Böylece hem onların hiyanetlerini önlemiş, hem de başta Kureyş olarak diğer düşmanlarına karşı kuvvetine kuvvet katmıştı. Demek ki müslümanlar, bütün küfür dünyasına birden cephe almak yerine, mevcut şartları mümkün mertebe değerlendirerek Allah’ın hidayetini tebliğ ve kendi varlıklarım emniyet altına almaya çalışmalıdırlar.
- Ensar ve muhacirden kardeşleşen iki kişiden biri tarlada, bahçede, iş yerinde çalışırken, dünya işlerine verdikleri önem kadar dinî bilgilerini öğrenmeye ve ilerletmeye de önem veriyorlardı. Hz. Peygamber (asm)’in sohbetinde olma işini de, aralarında nöbete bindirmişlerdi. Biri işte iken, öbürü Hz. Peygamber’in civarında bulunuyor, tebliğ edilen yeni ahkâmı, ondan öğrendiği herhangi bir hususu, müslümanları ilgilendiren haberi akşamleyin dönüp arkadaşına naklediyordu. Bunda, başta din olmak üzere faydalı her şeyi öğrenme için zaman ayırmak, emek sarfetmek gerektiğine dair alacağımız ders vardır.
- Hz. Ömer (ra)’ın hilafeti döneminde sahabe-i kiram (ra) İslâm takvimi için bir başlangıç tesbit etme işini müzakere ettiler. Çeşitli ihtimaller söz konusu idi. Hz. Peygamber (asm)’in Mevlidi, yahut bi’seti yani Peygamber yapıldığı zaman veya hicreti yahut şirkin belini kıran Bedir zaferi veya Mekke’nin fethi esas alınabilirdi. Fakat onlar diğerlerini değil de, Hicret-i seniyyeyi esas aldılar. Zira Mevlid-i Nebevîyi esas almada, Hıristiyanların Hz. İsa (as)’ı aşırı tazim iddiasıyla düştükleri şirk ihtimali vardı. Diğer vak’alar ise, Hicretin bereketi sayesinde elde edilen semereler idi. Şu halde onlara göre Hicret, İslâm tarihindeki bütün fütuhatların temelinde bulunan başlıca âmil sayılıyordu.
- Müminler Resulullah (asm)’a gösterdikleri bu itaat ve bağlılık, birbirlerine izhar ettikleri bu tesanüd ve muhabbet sırrıyla, Hicretten sonra bir mekânda toplanma imkânı bulunca, daha önce sahib olamadıkları bir kuvvete kavuştular. Daha yüksek bir sadâ ile dünyaya İslâm’ı ilan ettiler. İslâm adâleti üzere kâim olan bir toplum kurdular. Gayrimüslimleri bile hayran bırakan bu ideal gerçeğin, İslâm’ın yayılmasında çok büyük rolü oldu.
Demek ki hicret, bazılarının zannettiği gibi, sadece bir sığmak arama meselesi değil, dini yaymak ve İslâm’ın geleceğini plânlamak için müsait ortam aramak gayretidir. Bu fütuhatın vesilesi ve hak ile batılın yeryüzünde, dış dünyada birbirinden ayrılmasının alameti de hicret olduğu içindir ki Hz. Ömer ve ashabı (ra) Hicreti takvim başlangıcı yapmışlardır.
- Hicreti mahdut anlayanlar, bid’at ve dalalet irtikâb edildiğinde, yahut düşman istila ettiğinde, yaşadıkları İslâm diyarını terk edip müslüman ülkelerden birine hicret ederler. İşi daha tehlikeli hale getiren husus, bazı âlimlerin, gayrimüslimlerin ekseriyette olduğu veya şer’î hükümlerin uygulanmadığı yerlerde ikamet etmenin haram olduğunu söylemeleridir. Bunlar, anlaşılan, müslümanların Habeşistan’a hicretlerini unutmaktadırlar. Oysa Habeşistan İslâm ülkesi değildi. Şu halde mühim olan Allah’ın dinini yerine getirmek ve tebliğ etmektir. Müslüman, dinini muhafaza ettiği, irtidad tehlikesi olmadığı müddetçe diyarını terketmemelidir. Bu, İslâm düşmanlarının işine gelir. Onun içindir ki Muhacir-i Ekber (asm) buyurmuştur: “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret yoktur, ancak cihad ve niyyeti bütün tutmak vardır.”
- Hz. Peygamber (asm) Hz. Ebu Bekr (ra)’ın evine gitmiş, geceleyin azamî ihtiyatla hicrete başlamışlar, kuzeyde bulunan Medine istikametinin aksine, güneybatı cihetindeki Sevr dağına doğru gitmişlerdi. Demek ki nazik durumlarda müslümanlar azamî tedbir uygulayıp iz belli etmemeye çalışmalı, düşmanlarına fırsat vermemelidirler. Nitekim Peygamberimiz, Tebük seferi hariç hiçbir seferin nereye yapılacağını askerine bildirmemiş, hatta hedefinden başka tarafa gideceği intibaını uyandırmıştır. Dünya safdillerin yeri olmadığı gibi, İslâm da ahmakların dini değildir, aptallara başarı vaad etmez.
- Sevr mağarasına doğru giderlerken, Hz. Ebu Bekr, gâh Peygamberimizin önüne geçiyor, gâh arkasında kalıyordu. Hz. Peygamber (asm) sebebini sorunca tehlikenin önden geleceğini düşündüğünde öne, arkadan gelebileceğini hatırladığında arkaya geçtiğini söylemişti. Sevr mağarasına vardıklarında gece idi. Mağara yılan, akrep gibi vahşi hayvanların yuvası idi. Hz. Ebu Bekir (ra) Peygamberimiz’in girmesine mâni oldu, ısrarla önce kendisinin girip kontrol edeceğini söyledi ve öyle yaptı. “Zarar bana gelsin, gelecekse. Ben ölürsem, nihayet ben ölürüm, amma Sana bir şey olursa, semadan gönderilen hidayet Sen’in nezdinde, bu insanlığın hali ne olur?” diyordu. Yoruma ne hacet?
İşte hicret, bu kabîl gerçekleri bize hatırlatıyor. Sayıları ve dünyevî imkânları pek az olan bir topluluğun, İlâhî düsturları uygulayarak nasıl iki cihan mutluluğuna nail olduklarını, nasıl örnek bir insanlık sergilediklerini gösteriyor. O zaman gerçekleşmiş bu durumların benzerlerinin her zaman olabileceğini bize telkin ediyor, bize güç veriyor. Demek biz hicreti mazide kalmış bir kıssa olarak değil, kalbimizi kuvvetlendiren, azmimizi bileyen, ümidimizi kanatlandıran bir güç kaynağı kabul etmeliyiz, o kaynağa yönelerek hayatımızı beslemeye çalışmalıyız.
Hicret ihtifali düzenlemek iyidir. Fakat bu iş sırf anma toplantısı, sadece merasim çerçevesinde kalacak olursa, elbette zikre değer fayda sağlamaz. Aksine, bu anma bize aksiyon kazandırmalı, Resulullah’ın mümine çizdiği çalışma programına göre ilerleme azmi vermelidir. O zaman çok az sayıdaki mümin dünyanın gidişini değiştirdiler, şimdi milyonlarca müslüman neden Allah’ın hayat veren hidayetini yaşayamıyor, yaşatamıyor, insanlığa örnek olacak “ümmet-i vasat” olamıyor, varlık gösteremiyor? Hicreti anma, bize bunları düşündürmeli, çarelerini fiil sahasına koydurmalıdır. Hicret, ıstılah ma’nâsıyla, bitmiştir. Fakat bunu bildiren hadîs-i şerifin devamının gösterdiği üzere, cihad devamlı bir hicrettir. Etrafımızı saran inkârcılıktan, şerlerden, haramlardan yani gayretsizlik, tembellik, yalan, riya, ahitte durmama, haksızlık, faiz, içki, zulüm, rüşvet, kumar, emanete riayet etmeme ilh. gibi bütün haramlardan fert ve toplum olarak hicrete gayret etmektir.