Kur'ân-ı Kerim'de İmana Vurgu ve Vicdanî Sorumluluk





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2022
Clap

Kur'an'da gerek ibadetlerde, gerek helâl ve haramlarda, gerek ahlâkî ve sosyal nitelikli çoğu hususlarda hep iman esas alınmıştır. Bu sebeple olsa gerek, Kur'an'da her zaman ısrarlı bir biçimde ihlâs ve samimiyetin öneminden bahsedilir...

Kur’an-ı Kerim’in ana gayeleri tevhid, yani Allah’ın birliği, nübüvvet, âhiret, ibadet ve adalet olarak belirtilir. Esasen Kur’an’da insan ve tabiatla ilgili konular da inanç esaslarıyla ilgili birer delil olarak kullanılır. Kur’an’da inanç esaslarıyla ilgili hususlar hemen hemen her yerde bulunur. Allah’ın varlığı ve birliğiyle ilgili deliller bunların başında gelir; kainatın yaratılması, donatılması, belli bir denge ve sisteme bağlanması, insanın ilk yaratılışı, anne karnındaki yaratılış safhaları... düşünülmesi gereken olgular olarak zikredilir. Kâinattaki her şey de insanın hizmetine sunulmuştur. İnsan için bu hizmetin sürekliliği de esastır. Bu sebeple, bazı âyetlerde, Allah, geceyi ve gündüzü ebedi kılsa, bunu kim geri çevirecek? (Kasas, 28/71-72); başınıza taşlar yağdırsa, sizi yere batırsa, buna kim engel olabilecek? (İsrâ, 17/68; Mülk, 67/17); yağmur yağdırmasa kim temin edecek, suyunuzu batırsa kim tekrar geri akıtacak? (Mülk, 67/30; Kehf, 18/41) denilerek, Allah’ın rahmetinin sürekliliği vurgulanır.

İnsan için ölüm mukadderdir. Fakat ölüm ötesi hayat hakkında Kur’an çeşitli itirazları, soruları, hattâ sıklıkla iddia edilen şüpheleri nakleder. Hemen her yerde bunlara karşı verilecek cevapları da beyan eder. Cevapların bir kısmını tarihî örnekler, bir kısmını insanın günlük hayatında karşılaştığı hadiseler, bir kısmını ise, Allah inancına dayalı olarak sunulan deliller oluşturur. Allah’ın varlığı ve birliğinin yanı sıra Kur’an’da en çok üzerinde durulan konunun ölüm ötesi hayat olduğu görülür. Hattâ Kur’an’ın üçte bir gibi önemli bir bölümü, ilk nazil olan ayetlerden itibaren ölüm ötesi hayatı canlı bir üslupla anlatır.

Kâinattaki hiçbir şey abes olarak yaratılmamıştır. İnsan da gayesiz değildir ve başı boş da bırakılmayacaktır. Kur’an, insanın imtihan edilmek için yaratıldığını belirtir. Hayatın gayesinin de ibadet olduğunu beyan eder. İbadeti dar anlamda düşünmemek gerekir. Fıkıhta namaz, oruç, hac ibadet olarak değerlendirildiği gibi, içtimaî yönü olan zekât da, umumî manâda Allah yolunda gayret gösterilmesi de (mücahede/cihad) bir ibadet olarak değerlendirilir. Kısacası, İslâm dini, hayatı anlamlandıran bir manzumedir. Bu manzume, kişinin Rabbisiyle münasebetini ve yine buna bağlı olarak beşerî ilişkilerini ve sorumluluğunu düzenler.

Kur’an ve Sünnet, ahlakî ve hukukî esaslarıyla, genel olarak mevzuları iç içe işleyen, birbirinden ayrı düşünülemeyecek derecede çift yönlü (vicdanî-hukukî) müeyyideler koymaktadır. Kur’an ve Sünnet’teki bu vicdanî ve hukukî hususiyet, tabiî olarak fıkıh kitaplarına da yansımıştır. İşte, İslâm hukukuna ait bir özellik olarak hukuki bir olayın dinî yönünden tecrit edilmesi hemen hemen mümkün değildir. Dolayısıyla fıkhî hükümler, birbirini tamamlayan iki ayrı yöne sahiptir. İşte İslâm hukukunda hükümlerin kadâen ve diyaneten diye sınıflandırılması da bu özelliğe bağlanır. (Zerka, 1968, 1/58-59; Yaylalı, 1) Bilindiği gibi, kadâî hükümler, delillere dayanılarak karara bağlanır ve verilen bu kararlar da yetkili merciler tarafından infaz edilir. Fakat, fıkhî hükümlerin diyaneten yönü ise, kişilerin subjektif iradelerine (niyet) göre değerlendirilir ve kul ile Allah’arasında bir münasebet kabul edilerek, bu konudaki karar, kişilerin vicdanlarına havale edilir. Böylesi hükümlerin hukukî bir yaptırım gücü yoktur. Bir diğer ifade ile, hukuk bu konularda suskundur. Bu tür hükümlerin tek müeyyidesi, kişilerin dinî duygularıyla vicdanî sorumluluklarıdır. (Merginani 1986, 1/230-231; Meydani 1985, 3/43.)

Vicdan ise, dinde önemli bir kavramdır. Vicdan kelimesinin Kur’an’da kalp, fuad, nefis kelimeleriyle yakın ilgisinden bahsedilebilir. Peygamberimizin amellerin niyetlere göre olduğunu beyan eden ifadeleri de burada hatırlanabilir. (Buhari, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmare 155.)

Kelâmcılar, imanın merkezinin kalp olduğunu söylerler. (Taftazani 1326, 151-156). Bazı araştırmacılar ise, inanç ile imanı birbirinden ayırırlar. İkna ve ilzama yönelik delillerin her zaman imanı netice vermemesi de bu değerlendirmeyi teyit eder. Hz. İbrahim’in (a.s.) delilleri karşısında Nemrut’un suskunluğu buna örnek gösterilebilir. İkna ve ilzama yönelik deliller, inancın fikrî temelleri olarak değerlendirilebilir. İman ise bir hidayettir, bir nurdur. Özellikle fıkıh kitaplarının ibadetler bölümünde ve niyetin etkisinin görüldüğü çoğu hükümlerde kalp genelde mihenk noktasını oluşturur. (Mavsilî, 1/47.) Yemin, keffaret gibi ahkâmda vicdanın merkezî bir konumda olduğu görülür. Adalet düsturunda da vicdana atıf yapılır. Vicdani sorumluluğun da imanla yakın ilgisinden bahsedilebilir. Esasen Kur’an’da amelî tezahürlerin hemen hemen hepsinde imanın referans alındığı görülür. Zaten hukukun ahlâka, ahlâkın vicdana, vicdanın da dine dayandığı söylenebilir.

 

Azimet

Temel düstur olarak dinî duygu, Allah ile kul arasındadır. Sevap ve cezası Allah’a aittir. Bu gruba, ibadetler, ahlak ilkeleri, evlilik, muamelat ve cezayla ilgili bütün konuların dahil olduğu söylenebilir. Allah’ın ilim, sem, basar vb. sıfatları burada hatırlanabilir. İslâm fıkıh usulü (hukuk metodolojisi) açısından farz, kısmen vacip, mekruh, haram, helâl gibi kavramlar daha ziyade dinî bir nitelik taşır. Bunlara teklifî hükümler denir.

Teklifi hükümlerle yakından alâkalı bir diğer konunun ise azimet ve ruhsat olduğu söylenebilir. Fıkıh usulcülerine göre azimet, dinde asıl olan hükümdür. Hükümlerin asıl kaynağını Allah’ın bizim Rabbimiz, bizim de O’nun kulu olmamız oluşturur. Ruhsat ise, zaruret, meşakkat, güçlük vb. sebeplerden dolayı asıl hükümden farklı bir hükme yönelmedir. (Debusi 2001, 81; Serahsi 1990, 1/117.) Zaruret hallerinde haramların bile ruhsat kapsamına girdiği görülür. Açlıktan ölmek üzere olan bir insanın domuz eti yemesi buna örnek gösterilir. (Baktır, 257.) Bazen de ruhsat sebepleri söz konusu edilmekle birlikte, tercihte azimetin esas alınması istenir. Meselâ, hastalık ve yolculuk hali oruç tutmama konusunda bir ruhsat olarak zikredilse de, her şeye rağmen oruç tutmanın daha hayırlı olduğu Kur’an’da beyan edilir (Bakara, 2/184) (Ebu Zehra, 49-52.) İşte, hayat boyu daha hayırlısını arama, bir ideali gösterir. Bu ideale ulaşma da, kişinin dini duygusuyla doğru orantılıdır.

Fıkıh kitaplarındaki kesin bilgi ifade eden dini hükümlerin inkârının ve hafife alınmasının küfür olduğunu ifade eden açıklamalar, İslâm hukukunun dinî niteliğinden kaynaklanır. Yine dinî niteliğinden dolayı Fıkıh kitaplarında özellikle ibadet eksenli hükümlerle ilgili olarak hem farklı kıraatlere riayet edilmesi, hem de fetvalarda ihtiyatın esas alınması tercih edilir. Bu sebeple aşağıdaki satırlarda, namazda, helâl ve haramlarda, kul haklarında, hayırda yarışmada, zorluklar anında sadakat ve vefa gösterilmesinin beklendiği örneklerden hareketle hep ortak bir nokta olarak vurgulanan ve bir Müslümanda olması gereken dinî şuur meselesine kısaca değinmek istiyoruz.

 

İbadetler

İslâm hukuku, ibadet, hukuk ve ahlakî vecibeleri aynı esas üzere ve aynı dinî emrin otoritesi altında toplayan bir mükellefiyetler sistemidir. Kur’an ve onun tebliğ ve temsilcisi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), öncelikle Hüküm Günü başarılı bir şekilde hesap verebilme, yani âhiret şuuruyla, ahlâkî kaideleri yerleştirmeye çalışmıştır. Kur’an’daki teşri (yasama), kronolojik olarak davranışlarla ilgili imanî ve ahlâkî kuralların tavsiyesiyle başlamış, daha sonra hukukî prensipler ortaya konmuştur. (Schacht 1986, 22 vd.)

Yukarıda geçtiği üzere, Kur’an’ın ana konularından biri de ibadet ve adalettir. İbadet ve adalet esası, daima Allah ve âhiret inancıyla irtibatlandırılır. İbadetler, insanın Allah karşısındaki konumunu ve O’na bağlılığını simgeler. Din duygusu gibi, ibadet ihtiyacı da fıtrîdir. Kur’an, peygamberlerin tebliğ vazifelerini aktarır ve kavimlerini tek olan Allah’a davet ettiklerini nakleder. Bazen de tek olan Allah’a ibadete çağırdıklarına işaret eder. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin namaz kılmaları değişik şekillerde emredilirken, önceki peygamberlerin de namaz kılmakla emrolundukları beyan edilir.

İslâm dininde Cenab-ı Allah’a yaklaşmanın yolu, birinci derecede namaz ibadetidir. Bu özelliğinden dolayı namaz, diğer bütün ibadetlerin özüdür. Namazın dış görünüşü bir takım şekiller ve zikirden ibaret ise de, gerçek mahiyeti, Yaratıcımıza münacattır. Bir diğer anlatımla, Cenab-ı Allah ile teklifsiz, aracısız buluşma ve konuşma anlamına gelişinden dolayı namaz, ilâhi bir lütuf olarak kabul edilir. Peygamberimiz, Namaz dinin direğidir. (Acluni, 2/31) buyurur; secdeyi de kulun Allah’a en yakın olduğu hal olarak tanımlar. (Müslim, Salat 215)

İbadetin emredildiği bazı yerlerde Allah’ın insanı yaratmış olduğu hatırlatılır. Hayat fonksiyonlarını kapsayan diğer bütün nimetler de esasen bu ilkeye bağlanabilir. Genel olarak ibadetler, Allah’ın daha önceden vermiş olduğu nimetlerin karşılığı, bir başka ifadeyle, şükrüdür. Âhiretteki nimetler ise, Allah’ın yine yeni bir lütuf ve rahmetinin neticesi olacaktır. (Buhari, Rikak 18; Müslim, Münafikin 71-73.) Bu sebeple ibadet, bir kulluk borcudur. Zaten kök itibariyle abd ve ibadet aynı kelimeden türer.

Peygamberimizin kulluğu ve ibadeti burada örnek gösterilebilir. Çünkü O (s.a.s.), ubudiyetini ibadetle taçlandırır. Belki de bu yüzden şehadet kelimesinde Peygamberimizin kulluğu, resul vasfının önünde kullanılır. Kur’an da O’nun kulluk vasfına vurgu yapar. Kur’an, savaşın en hararetli zamanlarında bile namazı bir sığınak olarak takdim eder. Peygamberimizin sıkıntılı durumlarında hep namaza koştuğu belirtilir. (İbn Hanbel, 1/206; Nesai, Mevakit 46) Zaten O (s.a.s.), namazı gözünün nuru olarak tanımlar (Nesai, Nisa 1; İbn Hanbel, 3/128). Hz. Bilal’e bizi rahatlat (Ebu Davud, Edeb 78) ifadesiyle, onun namaza davet eden ezanı okumasını ister. Hatta teheccüd namazının kendisine farz olduğu ve ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı bir vakıadır (Buhari, Tefsiru sure-i 48, 2; İbn Mace, İkame 200)

Kur'an'da sahabenin birer ibadet insanı olduğu bildirilerek, onların simalarının bunun en canlı alâmeti olduğuna vurgu yapılır. Müslümanların namazlarına vakti vaktine huşu içinde devam ettirdikleri belirtilir. Bu şuurla kılınan namazın kötülük ve çirkinliklerden insanı alıkoyacağı beyan edilir. Kur'an'da Cehennem'e götüren sebepler arasında namaz kılmamak da zikredilerek, insanların dikkati çekilir. Sabırla birlikte namazla da yardım istenmesi emir kipiyle ifade edildikten sonra, bunun zor ve büyük bir şey olduğu beyan edilir. Namazda gaflet içinde olanlar zemmedilir. Münafıkların ise namaza tembel tembel kalkışları yerilir.

Fıkıh kitaplarında namazın sahih olmasının şartları üzerinde durulur. Fıkhî şartlar, namazın dış görünüşünü sağlam yapmak için gerekli hususların yanında, sünnetleriyle, âdâbıyla güzel görünmesini sağlamaya yönelik hususları da içine alır. Elbette fıkhî erkân ve âdâb ihmal edilmemekle birlikte esasen Kur'an, namazın huşu ile kılınması üzerinde durur. Esas olan da, gönülden Allah'a yönelerek, derin bir kulluk şuuruyla namazın eda edilmesidir.

İlmihal kitaplarında ibadetlerin asgarî düzeyde uyulması gereken kuralları tespit edilir. Bu tespitte bazen içtihada açık hususlarda farklı içtihatlar da görülür. İçtihatlarda ise genel olarak hep Allah katında doğrunun ne olduğu araştırılır. Allah katında doğrunun ne olduğu, içtihada açık tali meselelerde kesin olarak bilinemeyeceğinden dolayı fıkıhta farklı kanaatler genelde hukuki bir hoşgörüyle karşılanır. Yine de farklı kanaatlerden her bir içtihadın doğruluğa muhtemel olması sebebiyle dinî duyarlılığı hassas yüce kametlerin özellikle ibadet konularında diğer mezheplerin farklı içtihatlarına da özel bir önem verdikleri müşahede edilir. Esasen buna "azimet fıkhı" da denilebilir. Zaten aksi durum, dinde laubalilik olarak değerlendirilir (telfik).

 

Helâller, Haramlar

İslam hukuku, asıl adıyla fıkıh sadece beşeri ilişkileri değil, kişinin Yaratıcısına karşı vecibelerini de düzenleyen bir disiplin olduğu için, bu ilimde davranışlar, bunlara bağlanacak uhrevi sonuçlar bakımından da ele alınır. Kur'an'da ahlâkî ve hukuki nitelikli konuların anlatıldığı yerlerde temel vurguyu yine inanç esasları oluşturmaktadır. Bazı konularda Allah'ın hududundan bahsedilir. Peygamberimiz de (s.a.s.), haramları "Allah'ın korusu" olarak ifade buyurmuştur (Buhari, İman 39).

Esasen, insanın bütün fiilleri için dinî bir değer hükmü söz konusudur. Hadis kitaplarının "zühd ve rikak/rekaik" başlıklı bölümlerinde konumuzla ilgili hadisler de yer alır. Ayrıca fıkıh kitaplarında haram ve helâl olan hususlara da değinilir. Bu kitaplardaki kerahiye, istihsan, hazr ve ibahe bahisleri, bu tür konularda rehberlik yapar (Mavsilî, 679 vd.). Fıkhın bu bölümünde iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme ile eğitim ve öğretimin farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olanları, üretim ve ticaretin önemi, karaborsacılık yapmanın günah ve uhrevî cezayı mucip olması, ribanın haramlığı, karz-ı hasenin sevabı, yenilip içilmesi helâl olan ve olmayan şeyler, giyilmesi ve kullanılması caiz olan ve olmayan şeyler, bütün yaratıklara şefkatle muamele vb. konularda dinî değer hükümleri kaydedilir. İnsanın kendi malını bile savurganlıkla kullanamayacağı, kasten kendi vücuduna zarar veremeyeceği, intiharın haram olduğu açıklanır. Hattâ, küçükken öldürülen çocukların "neydi günahı?" diye sorularak, bir cana kıymanın büyük vebali ihtar edilir (Bilmen, 1986, 405-439). Kişinin haramı iradî olarak yapması, sonucu değiştirmez.

Hukukî hükümler objektif delillere dayanmak zorundadır. Objektif delillerin yetersizliği durumunda ise bazen hâkimin hükmü ile Allah'ın hükmü farklı olabilir. Hukuken gizli kalan suçların, ispat edilemeyen iddiaların, zaman aşımına uğrayan hakların hükümleri buna örnek gösterilebilir. Burada Hz. Peygamberin, "Bazınız delillerini daha güzel ifade edebilir. Fakat (bu sebeple) kime hakkı olmayan bir şeyi vermişsem, Cehennem'den bir kor aldığını unutmasın." (Buhari, Ahkâm 30; Müslim, Akdiye 3) ifadeleri de aynı noktaya vurgu yapar. İslâm ceza hukuku felsefesinin teorik temelleri şu şekilde belirtilir: "Cezalarda temel ilke, ölümden sonraya ertelenmiş olmalarıdır. Cezaların dünyada verilmesinin de, gerek toplum gerekse fert açısından bir çok hikmetleri vardır." (Serahsî 1986, 10/111) Kur'an, suçlar karşısında yer yer dünyevi cezaların yanında uhrevi cezalara da atıfta bulunur. Bununla birlikte, bazı hadislerde bu dünyada çekilen hukuki cezaların uhrevî cezalara keffaret teşkil edeceği belirtilir. "Şeriatın kestiği parmak acımaz." atasözümüzde de aynı espri hakimdir.

İslâm fıkıh usulünde haklar genel olarak Allah hakkı ve kul hakkı şeklinde ikiye ayrılır. Bu ayırımın temel kriteri, Allah hakkı kategorisine giren alanlarda hiçbir kimsenin af yetkisine sahip olmamasından ve Allah'ın şirk hariç, diğer günahları ister adaletiyle azap etmesi, isterse de merhametiyle affetmesi muhtemel oluşundan kaynaklanır. Bu sebeple, af kapısı daima açık tutularak, kulun halisane tövbesi istenir. Kul hakkı üzerinde ise ayrı bir hassasiyetle durulur. Mesela, İslâm'da şehitlik dinen büyük bir payedir. Yine de şehidin bütün günahları affedilmekle birlikte, kul haklarının bağışlanmayacağı ifade edilir. İşte kul hakkında kılı kırk yarmak düşüncesi buraya dayanır. Kul hakkı, hem ahlâkî hem de hukuki hakları kapsamaktadır. Gıybet gibi, hukuki bir niteliği olmasa bile, ahlâki ve uhrevi boyutuyla tam bir kul hakkı doğuran ameller de vardır.

Hukuki açıdan hak sahibinin müşrik, ehl-i kitap gibi dinî kimliğinin veya sosyal statülerinin farklı oluşu sonucu değiştirmez. Meselâ, hicret ederek kocalarından ayrılan kadınların müşrik kocalarının vermiş oldukları mehirlerinin iade edilmesi Kur'an'da emredilir (Mümtehine, 60/10). Ayrıca, Benî Nadir Yahudilerinin Medine'den sürgünleri esnasında bazı Yahudilerin Müslümanlardan alacakları olduklarını beyan etmeleri üzerine Hz. Peygamber onlara, vadeli alacaklarından indirim yapıp, peşin olarak tahsil etmelerini önerir (Vakidi 1966, 1/374; Serahsi, 1997, 4/1412). Bu da, bize savaş şartlarında düşmanın bile hakkının ihlal edilemeyeceğini gösterir. Hukuki davalarda davalının dinî kimliğinin ve sosyal statü değişikliğinin hiçbir etkisi olmadığı, ayrıca çeşitli davalar sebebiyle hakim önünde halife ile zımminin birlikte yargılanmalarından da anlaşılır (Turnagil 1993, 39).

 

Hayırda Yarışma

Peygamberimiz (s.a.s.), "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükür etmez." (Ebu Davud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35) ve "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet buyurmaz" (Buhari, Tevhid 2; Müslim, Fedail 66) ifadeleriyle, Yaratan ile yaratılan arasında bir bağlantı kurar. Yaratan adına yaratılanlara faydalı olma düşüncesinin başında iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme görevi gelir. Doğrusu bu, bütün peygamberlerin temel görevidir. Esasen bu görevle her mü'minin kendini sorumlu hissetmesi gerekir. Bizim varlık gayemizi de bu düşünce oluşturur. Yaşama ve yaşatma ayırımı da burada gözükür. Peygamberimiz, bir kişinin imana gelmesine vesile olmanın üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı olduğunu belirtir.

Kur'an'da sıklıkla kullanılan bir diğer kavram ise, iman ve salih amel ilişkisidir. Esasen kelâmî bir mesele olan amelin imandan sayılıp sayılmaması bir tarafa, salih amelin de kaynağının yine iman olduğu açıktır. Bu anlamda fıkıh kitaplarında zekâtın bir ibadet olduğu belirtilir ve zekât, zaten ibadetler bölümünde incelenir. Özellikle zekâtın ibadet niteliği, emval-i batınada (üçüncü şahısların bilmediği altın ve para gibi mallar) daha da belirginleşir (Bilmen 1986, 317). Dahası, mü'minlere hayırda yarışmaları talimatı verilir. Tıpkı diğer hükümler gibi, Kur'an'da maddi ve manevi fedakârlıklar da yine kişilerin imanıyla irtibatlandırılmıştır. Allah yolunda gayret göstermenin de bir ibadet olduğu fıkıh kitaplarında ifade edilir. Bazı âyetlerde ise iman, hicret ve mücahede kelimeleri peş peşe kullanılır. Allah yolunda gayret gösterenin de, esasen kendisi için gayret gösterdiği belirtilir. Bu gayretin de mal ve canla olduğu farklı yerlerde vurgulanır. Bu uğurda servet ve imkân sahibi kişilerin mazeret beyan etmeleri zemmedilir. Maddi ve manevi fedakârlıkta bulunanlar ise Allah'ın övgüsüne mazhar olur. İşte mallarıyla ve canlarıyla fedakârlıkta bulunanların karşıtı olarak bazen geride kalanlar, bazen yaşlı kadınlar gibi oturanlar, bazen baygın baygın bakanlar, bazen çeşitli bahaneler ileri süren münafık tipler nazara verilir. Mevsimin sıcaklığına itirazları, "evimiz açık" türü mazeretleri Kur'an, hep iman zaafına bağlar. Bazen de, bunlara karşı üslubu sertleştirir. Dönüşü olmayan gidiş saydıkları durumda, "Peygamber ölecek de, sanki siz ölmeyecek misiniz?" ifadesini kullanır. "Ölüm insana kendi evinde olunca gelmiyor mu?" ihtarını yapar. Ka'b b. Malik gibiler ise, Tebük seferine katılamadığı için elli gün süreyle Cehennem'i âdeta bu dünyada yaşarlar. Kur'an, onların vicdan azaplarını "olanca genişliğine rağmen dünya onlara dar gelmişti" (Tevbe, 9/119) ifadeleriyle tanımlar.

Hayatın sevinç ve zorlukları iç içedir. Bu sebeple Kur'an'da imanda sabır ve sebatı tavsiye eden unsurların, önceki peygamberlerin "ancak Müslüman olarak vefat edin" tavsiyeleri ve "ayaklarımızı kaydırma" türü dualarıyla geniş bir zeminde kullanıldığı görülür. "Allah'ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl" duası da, Peygamberimize aittir. Bu muhtevayı ifade eden şu âyetler de hatırlanabilir: "Biz, elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah, elbette şimdiki mü'minleri de imtihan edip imanında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları ortaya çıkaracaktır." (Ankebut, 29/3). "Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden Cennet'e gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara, 2/214). "Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki, içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri tanıyacak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz." (Muhammed, 47/31). "Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'ı ve Resulünü tasdik eder ve sonra da hiçbir şüpheye düşmezler; Allah yolunda mallarıyla canlarıyla mücahede ederler. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurat, 49/15). "İş ciddiye bindiğinde, Allah'a verdikleri sözde dursalardı, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu (Muhammed, 47/21).

Dinde sebat gösterme, sıkıntı ve zorluk hallerinde sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlar sâdık olanlar ve takvalı olanlardır (Bakara, 2/177). "Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi; kimi de halâ şehitliği gözlemekte. Çünkü onlar, verdikleri sözü asla değiştirmediler." (Ahzab, 33/23). "Allah, böylece sadık kalanları, sadakatlerine karşılık olarak ödüllendirecektir. Münafıkları da dilerse azaba uğratacak veya tövbe nasip edip tövbelerini kabul buyuracaktır. Çünkü Allah, gafur ve rahimdir." (Ahzab, 33/24). İslam hukuk metodolojisinde bir Müslüman'ın bütün zorlamalara rağmen sebat göstererek hayatı pahasına da olsa dininden dönmemeyi tercih etmesi beklenir (azimet) (Serahsî 1990, 1/118). Mekasidu'ş-Şeria'ya göre de, din uğrunda mal da can da feda edilir.

 

Sonuç

Sonuç olarak, Kur'an'da gerek ibadetlerde, gerek helâl ve haramlarda, gerek ahlâkî ve sosyal nitelikli çoğu hususlarda hep iman esas alınmıştır. Bu sebeple olsa gerek, Kur'an'da her zaman ısrarlı bir biçimde ihlâs ve samimiyetin öneminden bahsedilir ve sürekli olarak celâlinden de, yerine, kişiye, duruma, manevî makama göre cemalinden de korunma anlamına gelen takva ile Allah'ın kendisini her an gördüğü ve gözettiği şuurunu ifade eden ihsan, mü'minlerin vasfı olarak ön plana çıkarılır. Bunun tam aksi bir durum olarak münafıkların ise namazdaki tembelliklerine işaret edilir. Yine maddi ve manevi fedakârlıkların gerektiği durumlarda bekleneni gösteremeyen kişilerin de iman zaafına vurgu yapılır. Ameldeki ihmaller de, çoğu zaman iman zaafına bağlanır. Kur'an'ın iman ve İslâm ayırımını bir açıdan bu noktada da yaptığı görülür. Esasen Kur'an'ın anlattığı nifak tiplemesi de, her hangi bir gruptan çok, davranış ve sıfatların kişide bütün hakim olmasıyla ona has isim olmasını esas alır. Bu sebeple, bu davranış ve sıfatları her mü'minin kendisini devamlı sorgulayacağı bir davranış kriterleri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu da, kişilerin imanı ve dinî hassasiyetiyle doğru orantılıdır.

 

Kaynaklar

Acluni, Keşfu'l-Hafa, Beyrut ts.

Baktır, Mustafa, İslam Hukukunda Zaruret Hali, Ankara ts.

Bilmen, Ö. Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, İstanbul 1986.

Debusi, Takvimu'l-Edille, Beyrut 2001.

Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, çev. A. Şener, Ankara ts.

Gözübenli, Beşir, Günümüz Faiz Problemleri l, Erzurum 1994.

Mavsilî, İhtiyar, İstanbul ts..

Merginani, Hidaye, İstanbul 1986.

Meydani, Lübab, Beyrut 1985.

Schacht, Joseph, İslam Hukukuna Giriş, çev. M. Dağ " A. Şener, Ankara 1986.

Serahsi, Mebsut, Beyrut ,1986.

…, Şerhu Kitabi's-Siyeri'l-Kebir, Beyrut 1997.

…, Usul, İstanbul 1990.

Taftazani, Şerhu'l-Akaid, Dersaadet 1326.

Turnagil, A. Reşid, İslamiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1993.

Vakidi, Megazi, Oxford 1966.

Yaylalı, Davut, İslam Hukukunda Kazai-Diyani Hüküm Ayırımı, Basılmamış makale.

Zerka, Medhal, Dımaşk 1968.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Ekim, 2004; 66. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2022