İman ve Gerektirdikleri





Author: Dr. Muhsin TOPRAK - min read. - Post Date: 10/09/2022
Clap

Kur’ân, kalbî doğrulama olmadan sadece söz kalıbına dökülmüş bir ifadenin iman olmadığını ve bu yüzden münafıklarda imanın gerçekleşmediğini açıkça ifade etmektedir.

Dilimizde inanmak anlamında kullanılan iman, kelime anlamının ötesinde içinde daha başka mânâları da barındıran şemsiye kavramlardandır. Bu tür terimler, içinde bulundurduğu diğer mânâlarla birlikte tanımlandıklarında hakikatleri tam olarak ortaya çıkar. Biz bu yazıda iman kavramını, inanmak, marifetullaha ermek, muhabbetullaha ulaşmak, teslim olmak ve tevekkül etmek gibi imanın gerektirdikleriyle birlikte ele almak istiyoruz. Zira insanın tadını alacağı, bütün benliğiyle hissedeceği tahkiki anlamda iman, ancak bunlarla birlikte oluşur. Bu aynı zamanda iman kavramını, dinî hayatımıza pek bir şey katmayan dil düzeyinde tartışmaktan çıkarıp yaşanan bir hadise olarak ele almak anlamına gelmektedir.

 

İman Tasdiktir

İman, tasdik olarak tanımlanır. Tasdik bir şeyin sıdkını ifade etmek, doğruluğunu beyan etmek, o şeyi doğrulamak demektir. Bu sadece dille olan bir doğrulama değil, kalbin de doğruluğuna inanarak kendisine eşlik ettiği bir doğrulamadır. Bu da bir iz’anla, bir şuur uyanıklığıyla olabilir. Taftazânî; “Tasdikin hakikati, bir iz’an ve kabul ile birlikte kalbde habere ve haber verene bir doğruluk nispetinin meydana gelmesidir.” (Şerhu’l-akâid, s. 152) sözü ile bunu ifade etmektedir. Bu mânâda iman, kalbin Allah’ı ve Resûlünü doğrulaması, Resûlullah’ın Allah’tan getirdiklerini tasdik etmesidir. Yalnız bu, şüphe ve tereddüt kabul etmeyen, kesin, sarsılmaz, kalbin ve şuurun kuşku duymadığı bir doğrulamadır. Terimin Arap dilindeki kökeni de bu mânâyı gösterir. İman “e-m-n” kökünden gelen bir terimdir. Kelimenin kökeni, emin olmak, güven duymak, mutmain olmak anlamlarına gelir. İman, iman edilmesi gereken konularda kalbin emin olması, güven duyması, mutmain olması yani bu hakikatleri tasdik etmesidir. Kalb böyle bir imanın güzelliğini tadar, onunla huzura kavuşur. Bu yüzden kalbin tasdiki imanın rüknü, bunun bir kazıyyeye dönüştürülüp dile dökülmesi yani ikrar da, şartı sayılmıştır. İkrar dünyevî ahkâmın tatbiki açısından şart görülmüştür.

 

İman Gerçekten İnanmayı Gerektirir

İmanın tasdik olması, onun aynı zamanda kesin bir inanca dayalı olması anlamına gelir. Zira tasdik, inancın şüpheye yer bırakmayacak biçimde kesinleşmiş hâlidir. İnsan bir şeye, olduğu gibi ve aksine ihtimal vermeyecek, tereddüt hâsıl etmeyecek şekilde inandığında o şeyi tasdik etmiş olur. Nitekim Kur’ân, kalbî doğrulama olmadan sadece söz kalıbına dökülmüş bir ifadenin iman olmadığını ve bu yüzden münafıklarda imanın gerçekleşmediğini şu âyetleriyle açıkça ifade etmektedir:

İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’a ve âhiret gününe iman ettik derler, oysa onlar iman etmiş değillerdir.” (Bakara sûresi 2/8)

Ey şânı yüce Peygamber! Kalbleri iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla iman ettik diyenler ve Yahudilerden küfür içinde koşuşturanlar seni üzmesin…” (Mâide sûresi 5/41). Yine Kur’ân, bir kısım kimselerin yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan nice âyetleri görmezden gelip yüz çevirdiklerinden bahsettikten sonra,

Onların çoğu müşrik oldukları hâlde Allah’a iman ederler.” (Yusuf sûresi 105–106) buyuruyor. Bu âyette de kalbin itminan içindeki tasdikine dayanmayan zahirî imanın kınayıcı bir dille anlatıldığı görülmektedir.

İnanma, Arap dilinde “i’tikad” kelimesiyle karşılanır. İtikad, bağlamak, düğümlemek anlamına gelen “a-k-d” kökünden türemiştir. Dolayısıyla bu kökten türeyen itikad; bir şeye bağlanmak, inanmak, bir şey hakkında kanaat sahibi olmak anlamlarına gelir. İmanda aslî unsur inanmak olduğundan iman kavramı da bu mânâları içermektedir. İnanmak imanın olmazsa olmaz şartıdır. O olmadan iman olmaz. Ama sadece inanmak da tek başına iman etmeyi ifade etmez. Çünkü iman etmek, inanılan şeylere bağlanmak, marifete ermek, muhabbet duymak, teslim olmak, tevekkül etmek gibi daha başka mânâları da ihtiva eder. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin, imanı tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve islâm kelimeleriyle tanımlaması (el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 13) bu mânâlara dikkat çekmek içindir. Bu çerçevede imanı, insanın bir bütün olarak akıl, kalb, vicdan ve irade gibi unsurlarının birlik içinde ve canlı bir biçimde mukaddes olana veya mukaddes saydığına inanmasını, yönelmesini ve bağlanmasını, O’nunla sürekli alâka kurmasını ifade eden bir terim olarak tanımlayabiliriz.

İman bir defa olup biten bir hâdise değil, sürekli yaşanan bir hâldir. Bu yüzden devamlılık ister, tecdidi, yenilemeyi gerektirir. Çünkü zaman içinde onu zayıflatan unsurlar devreye girer; iman yenilenmezse bir süre sonra yerini küfre bırakabilir. Bu yüzden Allah (cc), “Ey İman edenler! İman edin.” (Nisa sûresi, 4/136) buyurmakla imanda sürekliliği sağlamanın gerekliliğine işaret etmektedir. Muttakilerin niteliklerini anlatan “ellezîne yü’minûne bi’l-ğayb - Onlar gayba iman ederler” (Bakara sûresi, 2/3) âyetinde de imanda yenilenmeye işaret edilmektedir. Buradaki fiil, geniş zaman (muzarî) kalıbı olup teceddüdü ifade eder. Bunlar da gösteriyor ki iman süreklilik ve yenilenme isteyen bir olgudur. Bu da Allah’ı bilmeye, tanımaya, rahmet eserlerini sürekli görmeye yani marifetullaha bağlıdır.

 

İman Marifeti Gerektirir

Marifet, bilmek, tanımak, bir şeyin bilgisini tanıma veya tecrübe etme yoluyla kazanmak mânâsına gelen bir kelimedir. Ancak marifet, ilimden farklı bir anlamı ihtiva eder. “Mârifet; düşünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgi; ilim ise, okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebattır. Mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetinki ise inkârdır.” (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 2/140) Meselâ Hz. Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), üzerine araştırma yapmış bir müsteşrik de bilir, araştırma yapmamış ama ona gönülden bağlı ümmî bir mü’min de bilir. İkisinin bilgilerinde mahiyet farkı vardır. Birincininki ilim anlamında, diğerininki ise marifet anlamında bilgidir.

İlim bir şey hakkındaki nazarî bilgiyi ifade ederken, marifet, o şeyle tanışıklığa dayalı bilgi anlamına gelir. Bir mimar, bir mühendis bina yapmayı nazarî olarak bilebilir ki, bunların bilgisi ilim anlamında bilgidir. Bir usta da bina yapmayı bilir, bu da marifet anlamındaki bilmedir. Çünkü o yaparak öğrenmiştir. Nitekim dilimizde bir şeyi nazarî olarak bilene değil, pratik olarak bilene marifetli denir. Pek çok sahada marifeti olan için “on parmağında on marifet” deyimi kullanılır. Yine dilimizdeki “ilmi, irfanı olan adam” tabiri, nazarî bilgisini pratik hayata yansıtan kimse için kullanılır. Bir kimse bildiklerini ameline yansıtmıyorsa bu kimseye “ilmi var ama, irfandan yoksun” denir. Bir kimse hem nazarî olarak bir şey bilmiyor, hem de davranışları bozuksa ona da “ilimden, irfandan nasibi yok” denilir.

Mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir Mârifet, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında, sıfâtların hayret verici iklimini temâşâ etmektir diye tarif edilmiştir. (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/200) Dolayısıyla marifetullah, Allah’ın nazarî olarak bilinmesini değil, tanımaya dayalı olarak bilinmesini ifade etmektedir. Yani O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerine bakarak, rahmet eserlerini seyrederek, kâinatla ve bizle münasebetlerini görerek, O’na yönelerek, O’nu yegâne dost ve yardımcı kabul ederek, tabiri caiz ise, O’nunla hem-dem olarak bilmek demektir. Ârifin Allah’ı bilmesi böyledir.

İlimle marifet arasındaki fark, nazarî akılla amelî akıl arasındaki fark gibidir. “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü de bu farklılığı ifade eder. Bu sözdeki “Allah’ı bilmek”, marifet anlamındaki bilgiyi, “varlığını bilmek” ise ilim anlamındaki bilgiyi gösterir. Kur’ân’ın Allah’ı sıfat ve fiilleriyle tanıtmasının sebebi de, bizlerdeki Allah bilgisini nazarî bir bilgi olmaktan çıkarıp mü’minleri marifetullah ufkuna yükseltmek içindir. “İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alakalı hususlarda olsun, hedefe ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır.” (F. Gülen, Fasıldan Fasıla 4/ 67)

İman marifeti gerektirir, ama marifete dayalı bilgi mutlaka iman etmeyi netice vermez. Zira iman, marifetin ötesinde iradî bir yöneliş ve kabulleniştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım Ehl-i Kitabın, oğullarını tanıdıkları bildikleri kadar Hz. Peygamber’i (s.a.s.) tanıyıp bildiklerini (ya’rifûne), ama iman etmediklerini haber vermektedir. (bkz. Bakara sûresi, 2/146; En’âm sûresi 6/20) Yine nankörleri anlatan, “Onlar Allah’ın nimetlerini biliyorlar (ya’rifûne) sonra da inkâr ediyorlar. Onların çoğu kâfirdirler” (Nahl sûresi, 16/83) âyeti sadece bilmenin, tanımanın mutlaka iman etmek anlamına gelmediğini ortaya koyuyor. “Âyetlerimiz hakkı gösterici olarak onlara geldiğinde ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler. Onlar yakînî olarak bilmelerine rağmen zulüm ve büyüklenme olarak inkâr ettiler.” (Neml sûresi, 27/13-14) âyeti de, yine kâfirlerin gerçeği yakinî olarak bildikleri hâlde inkâr edebildiklerini açıklıyor. Demek ki, marifetin imana götürmesi, yoldaki engelleri kaldırarak, marifet ufkundan bir kapı açıp muhabbet ufkuna geçmeye bağlıdır.

 

İman Muhabbeti Gerektirir

İmanın bir diğer gereği muhabbettir. Muhabbet sevmek, istemek demektir. Muhabbet olmadan, sevgi hissi duymadan iman etmek mümkün değildir. “Muhabbet, kalbin Mahbub-i Hakikî ile münasebeti, O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyakı ifade eder. Muhabbet insanın bütün benliğiyle sevgiliye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder.” (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/204) Allah’ı sevmek, O’nun buyruğu altına girmeyi, rızası dairesinde hareket etmeyi netice verir. Yasaklardan kaçınmak da, emirlerini yerine getirmek de sevgiye dayanır. Zira ancak seven sevdiğine itaat eder. Bağlılığı artırmak da sevmeye bağlıdır. Bu sebeple Allah sevgisi mü’min için hayatî öneme sahiptir.

Muhabbet imanın gereklerinden biridir. Bu hem Allah’a iman hususunda hem de diğer iman edilmesi gerekli hususlarda böyledir. “İnsanlardan kimileri vardır ki, başka şeyleri Allah’a denk tutar ve Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler.” (Bakara sûresi, 2/165) âyeti imanla sevgi arasında var olan bağı vurgulamaktadır. Zikredeceğimiz şu hadîsler de tahkikî imanda sevginin ne derece önemli olduğunu göstermektedir:

Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki bir kimse beni ailesinden ve çocuklarından daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman 8);

Kimde şu üç haslet varsa o kimse bunlarla imanın tadını tadar; Allah ve Resûlü’nü her şeyden daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek ve iman ettikten sonra küfre dönmeyi ateşe atılmaktan daha kötü görmek.” (Buhari, İman 9)

Allah’ı sevmek, Ona muhabbet etmek, marifetullaha, yani O’nu tanımaya, bilmeye bağlıdır. “Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.” (F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 194) Bu yüzden Kur’ân, insanlar kendilerine olan ilgisini, şefkat ve merhametini görsün de, Allah’ı sevsinler ve O’na boyun eğip kul olsunlar diye yeryüzündeki ve gökyüzündeki sanat, kudret ve rahmet eserlerini nazara vererek Allah’ı insanlara tanıtmaktadır. (Mesela bkz. Bakara sûresi, 2/164) Zira insan ancak tanıdığını sever. Ancak sevgi de daha fazla marifeti netice verir. Çünkü insan sevdiğini daha fazla tanımak ister ve marifet denizine yelken açar. Böylece marifetle muhabbet birbirini besleyen, büyüten iki unsur olur. Sonuçta bunlar insana teslimiyet kapısını açarlar.

 

İman Teslimiyeti Gerektirir

İmanın gereklerinden biri de teslimiyettir. Teslimiyet kalbî bir fiildir. İmanda asıl olan da kalbin teslimiyetidir. Zahiren teslimiyet imanı göstermediği gibi davranışlardaki bazı kusurlar da teslimiyetsizliği göstermez. Kusurlar insan olmanın muktezasıdır. Teslimiyet olmaksızın bir imandan bahsetmek söz konusu olamaz. Eğer teslimiyetsiz bir imandan bahsediliyorsa bu, ancak imanın bir unsuru olan inanmak olabilir. Bir kimse Allah’ın varlığına, birliğine inanabilir; fakat inandığı o mukaddes varlığa teslimiyet göstermeyebilir. Bu tıpkı mukaddes olmayan bir şeye inanıp da bağlanmamak gibidir. Nitekim pek çok insanın, teorik olarak Allah’ın varlığına, birliğine inandıkları hâlde, teslimiyet göstermedikleri O’nun rızası dairesinde hareket etmedikleri görülür. Bunun aksi de mümkündür. Yani insan teslimiyet gösterebilir; ama iman etmeyebilir.

Teslimiyet kalbî bir fiil olması hasebiyle kalbin teslimiyeti önemlidir. Yoksa zahirî bir teslimiyetin iman bakımından önemi yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm birtakım bedevî Arapların “İman ettik.” deyişlerini, “Hayır iman etmediniz, siz islâm olduk deyin. Henüz kalblerinize iman girmedi.” (Hucurât sûresi, 49/14) cevabıyla reddediyor. Zira onlarda bütün benlikleriyle Rab olarak Allah’a ve resûlü olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir yöneliş, bir bağlanma, bir tasdik, bir güven duygusu oluşmamış, iman adına hiçbir şeyi derinlemesine duymamış, içlerine sindirememişlerdi. Kendilerinde sadece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) siyasî hâkimiyetine bir teslimiyet meydana gelmişti. Bu yüzden de Allah onların sözlerini hakikate irca etti, iman etmediklerini bildirdi.

Allah (cc) yukarıda zikrettiğimiz âyetin peşinden gerçek bir imanın nasıl olması gerektiğini şu şekilde beyan ediyor: “Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra hiçbir zaman şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimseler ancak hakkıyla iman edenlerdir. İmanlarında sadık, samimi olanlar işte bunlardır.” (Hucurât sûresi, 49/15) Bu âyette zikredilen Allah’a ve Resûlü’ne iman, itikadı; şüpheye düşmeme, itikadın kesin olması gerektiğini, yani tasdiki; mal ve canla cihad etme de teslimiyeti anlatmaktadır. Yine, “Ancak âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin ki onlar teslim olmuşlardır.” (Neml sûresi, 27/81) âyeti ile “Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, nebî olarak da Muhammed’e (s.a.s.) razı olanlar imanın tadını tatmıştır.” (Müslim, İman 56) hadîsi de hakiki imanda, tasdik ile birlikte bir teslimiyetin ve razı olmanın da var olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Yani teslimiyet imanda mutlaka var olması gereken bir unsurdur. Bunun bir adım ötesi de tevekküldür.

 

İman Tevekkülü Gerektirir

Tevekkül Allah’a dayanmak, itimad etmek, nokta-i istinad olarak sadece O’nu görmek demektir. Ancak sebeplere müracaat etmek de insanın görevi olup tevekkül etmeye mâni değildir. Tevekkül teslimiyetin bir neticesi, güven duygusunun bir eseri, imanın bir gereğidir. “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim de tevekkülü iltizam eder.” sözü bu hakikate işaret etmektedir. Zira insan ancak güven duyup bağlandığına tevekkül edebilir. Bu çerçevede başkasına değil sadece Allah’a tevekkül edilir, başkası değil sadece Allah’a iman eden kimse tevekkül edebilir. Bu yüzden Allah (cc), “Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmran sûresi, 3/160) buyurmuştur. Tevekkülün mü’min olanlardan istenmiş olması, bunun mümkün olmasından dolayıdır. Aksi takdirde muhal olan istenmiş olurdu. Allah (cc) muhali istemekten münezzehtir. “Gerçekten iman edenler o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalbleri titrer, Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda imanları artar ve Rab’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl sûresi 8/2) âyeti de imanla tevekkül arasındaki bağı ifade etmektedir.

 

Sonuç

İman sadece inanmak, yalnızca bilmek, tek başına ikrar etmek veya teslimiyet göstermek değildir. İmanın hakikati, itikad, marifet, muhabbet, teslimiyet ve tevekkülle bütünleşen bir tasdiktir. Kulun duygu, düşünce, davranış bütünlüğü içinde mukaddes olana iradî olarak yönelmesi ve bağlanmasıdır. Dolayısıyla mü’minin taklitten kurtulup tahkikî imana ulaşması, sadece bir bilgi seviyesi elde etmesi değildir. Aksine, bilginin düşünce, duygu ve amel ile birleşip, insanın bir bütünlük içinde Allah’a yönelmesidir. Yani yalnızca bilgilerin bu seviyeye erişmesi tahkikî iman için yeterli değildir. Aynı zamanda kulluk şuurunun ve ibadet ü taatın da bu seviyeye ulaşması gerekir. “Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkûmdur.” (F. Gülen, Fasıldan Fasıla 4/67)

Author: Dr. Muhsin TOPRAK - min read. - Post Date: 10/09/2022