VAHYİN (KUR’ÂN’IN) MUHAFAZASI
Peygamberimiz, her Ramazan ayında o zamana kadar vahyedilmiş Kur’ân metninin tamamını Cibril’e, Cibril de kendisine okur, böylece mukabele ederlerdi.
Kur’ân-ı Kerim ümmî bir cemiyet[1] içinde yetişmiş olan ümmî bir zata[2] vahyediliyordu. Allah Teâlâ’nın, Kur’ân’a verdiği ikinci isim olan el-Kitâb adı[3], bu vahyin yazı ile tespiti gerektiğini zımnen bildirdiği gibi (bkz. s.33), ilk vahyedilen parçada da kalemin, dolayısıyla yazının, insanın en mühim hususiyeti olan bilgi öğrenme ve öğretmedeki rolü vurgulanmıştır. Demek ki insanlığı câhiliyetten irfana, ümmîlikten ilme çıkarmayı gaye edinen Kur’ân’a, “yazılı metin” mânâsına gelen “kitâb” adını vermekle, “insana kalemle öğreten Rabbimiz” (Alâk, 4) bu ilâhî talimatların yazı ile kaydedilmesini, zımnen emretmiş oluyordu.
Başlangıç devri vahiylerinden, Kur’ân’ın yazı ile tespit edildiği açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’ân, müşriklerin şöyle itiraz ettiklerini naklediyor: “Dediler ki: (Bu Kur’ân) evvelkilerin masallarıdır, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor” (Furkan, 5). Bu sûrenin, nüzul yönünden 42. sırada yer aldığı rivâyet edilmektedir. “O elbette şerefli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona tertemiz ellerden başkası dokunamaz.” (Vakıa, 77-79), âyeti de Kur’ân’ın yazılı olduğunu, ona dokunmak için temiz olmak gerektiğini bildirmektedir. Bu da, başlangıç devrine ait bir vahiyde yer almaktadır. Nüzul yönünden bunlardan daha önceki bir sûrede “Hayır, o bir öğüttür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır. (O) sahifeler içindedir; şerefli, şanlı. Yüce ve temiz (sahifeler)” (Abese, 11-14), yer alan pasaj da Kur’ân’ın, başlangıçtan beri yazıya geçirildiğine işaret sayılabilir. Hicretten önce 8. yılda Hz. Ömer’in İslâm’a girişi hâdisesinden de, vahyin yazıldığı anlaşılmaktadır. Zira Hz. Ömer, kızkardeşi Fatıma’nın evinde Tâhâ ve Tekvîr sûrelerini ihtiva eden sahifeleri ele geçirmişti.
Peygamberimiz, meleğin tebliğ ettiği vahyi ezberliyor, sonra vahiy kâtiplerinden birini çağırtarak, gelen kısmı, âit olduğu yeri de tayin ederek yazdırıyordu. O devirde Kur’ân metni tabaklanmış deri, hurma dalları, yassı taşlar, tahta levhalar, deve ve koyunların kürek kemikleri gibi civarda bulunan çeşitli malzeme üzerine yazılıyordu.[4]
Nakillerden iyice anlaşıldığı üzere, Peygamber efendimiz, muhtemel bir yanlışlığı düzeltmek için, gelen vahyi yazdırdıktan sonra kâtipten okumasını istiyordu. Kendisine okunarak mukabele görmüş bu metin, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu. Ashabdan isteyenler, sonra kendileri için, onlardan şahsî nüshalar istinsah ediyorlardı.[5]
KUR’ÂN’IN PEYGAMBERİMİZ TARAFINDAN YAZI VE HAFIZA İLE TESBİT ETTİRİLMESİ
Bu dağınık malzemenin her birinin fazla metin ihtiva etmediği, bundan ötürü bu yüzlerce, -hem de tasnife elverişli olmayan- malzemenin birbirine karışma ihtimalinin kuvvetli olduğu düşünülebilir. Öyle anlaşılıyor ki vahiy metinlerini müteferrik eşyaya yazmanın sebebi, önce geçici bir kayıt yapmanın, daha makûl olması idi. Vahiy tamamlanmayıp ara ara geldiğinden, sûrenin bitmesi bekleniyor, bitince daha münasip bir tarzda sahîfe’lere geçiriliyordu.[6] Şimdi zikredeceğimiz belge bunu göstermektedir:
el-Hakim (ö.405/1014) Müstedrek’inde “Kur’ân metninin bir araya getirilmesi üç defa yapılıp, birincisi Resûlullah’ın huzurunda olmuştur” dedikten sonra, bu hükmüne esas teşkil eden şu hadisi, Zeyd İbn Sabit’ten -Buharî ve Müslim’in rivâyet şartlarını taşıyan bir senedle- nakleder.[7]
Zeyd diyor ki:
“Biz, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’ân’ı, birtakım parçalardan te’lif ediyorduk (topluyorduk).” Beyhakî (ö.458/1065) bu hadis hakkında: “Kanaatimce bundan maksat, birkaç ayrı defada indirilen âyet gruplarını, Hz. Peygamber’in nezâretinde sûreler hâlinde derlemektir” demektedir. Şu halde, vahyi tamamlanan sûreleri Peygamberimiz, mevcut en uygun malzemeye, birtakım sahifeler hâlinde temize çektirip muhafaza ediyordu.
Hz. Peygamber, yeni indirilen her vahiy metnini önce erkekler, müteakiben de kadınlar cemaatine okuyup tebliğ ederdi.[8] Kur’ân metnini yazanlar da parçayı hem ezberliyor, hem de yazılı olarak evlerinde bulunduruyorlardı. Yazma bilmeyen ve şahsî nüshası olmayan müminler Hz. Peygamber’in namaz, va’z ve sâir vesilelerle devamlı sûrette Kur’ân okuması sayesinde, kulak yolu ile belliyorlardı.[9] Kur’ân’ın muhafazası için hafıza, yazıdan daha yaygın bir vasıta idi. Müslümanlar, namazda okumak, ibadet edip sevap kazanmak, öğrenip amel etmek gibi gayelerle, büyük bir iştiyakla ya bizzat Peygamber efendimizden, yahut onun öğretip de yetkili kıldığı ashabından, Kur’ân parçalarını öğrenip ezberliyorlardı. Peygamberimiz, İslâm’a yeni girenleri, Kur’ân’ı iyi bilen sahabeye gönderirdi. Mescidde, Kur’ân öğretip öğrenenlerin çıkardığı seslerin birbirlerini şaşırtmaması için, Hz. Peygamber ashabına, seslerini kısmalarını emretmişti. Gecenin karanlığında, ashabın meskenlerinin yanından geçenler arı kovanı uğultusu gibi Kur’ân sesi işitirlerdi.[10]
Peygamberimizin hayatında bir çok sahabî Kur’ân’ı, hem hafızalarında hem de sahifelerinde toplamış bulunuyorlardı. Onun âhirete irtihali üzerine Hz. Ali derhal evine kapanmış, “Kur’ân’ı cem’ etmedikçe, cuma namazına çıkmak hâriç, ridamı giymemeye yemin ettim” diyerek, sözünü yerine getirmiş, Kur’ân’ı cem’ etmedikçe Hz. Ebû Bekir’e biat etmemişti. Ubey İbn Kâ’b, Ebû Musa el-Eş’arî, Mikdâd İbn Amr gibi ashabtan olan zevatın, hususî nüshaları vardı. Esasen, yüzlerce müslümanda yazılı Kur’ân metinleri bulunuyordu. Fakat, metnin tamamına yazılı olarak sahip olanlar pek az idi. Müslümanların çoğu zaten okur yazar değildi. Geçim ve ikamet zaruretlerinden dolayı uzakta oturanlar vardı ve bunlar, metnin bir kısmını ele geçirememiş olabiliyorlardı. Ayrıca, Hz. Peygamber’e seferde iken de vahy gelmiş olabiliyordu. Bütün bu sebeplerden dolayı, metnin tamamının muayyen bir kimsede bulunacağını söylemek zordur.
Muhtelif sahabîlerden nakledilen sözlerde, asr-ı saadette Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş olan kişilerin sayısı ve isimleri hakkında birbirinden farklı bilgiler verilir. 4, 5 veya 6 hafızdan bahsedilir. Esasen, ashab-ı kiram çeşitli şehirlere dağıldıklarından, içlerinde hafız olanları herkesin bilmesine imkân yoktu.[11] Bu sözlerin sahipleri, kendi bildikleri hafızların isimlerini zikrettiklerinden, rivâyetlerde değişik isimler ortaya çıkmıştır. Ayrıca, hıfzını daha sonra tamamlayan bir kısım sahabîler bulunmuş olabilir ve mezkûr sözlerin tarihleri, daha önceki zamanlara âit de olabilir. Hz. Ali, Abdullah İbn Mes’ûd, Salim, Muaz İbn Cebel, Ubey İbn Kâ’b, Zeyd İbn Sabit, Ebu’d-Derda bu hafızlardandır. Ümmü Varaka isimli hanım bir hafız sahabî de bilinmektedir.[12] Ebû Ubeyd (224/838) gibi eski bir müellif el-Kıraat adlı eserinin başında, otuza yakın hâfız sahabe adı verip, bazılarının hafızlıklarını Peygamberimizin vefatından sonra ikmal ettiklerini yazmaktadır (İtkan, I, 72).
Kur’ân’ın Cibril’e Arzı
Kur’ân metninin intikali meselesinde, bir de arz hususiyetinden bahsetmemiz gerekir. Her Ramazan ayında Peygamberimiz, o zamana kadar vahyedilmiş Kur’ân metninin tamamını Cibril’e, Cibril de kendisine okur, böylece mukabele ederlerdi. Bu arz işi, Buhârî ve diğer muhaddisler tarafından nakledilmiştir. Arz sırasında ashabtan bazılarının da bulunduğu rivâyetlerden anlaşılmaktadır. Peygamber efendimizin son Ramazanında vâki’ arzaya, el-ardatu’l-ehîre denilir. Bu konuda, Hz. Fatıma, Peygamberimizin, kendisine gizlice şöyle demiş olduğunu, sonra Hz. Âişe’ye nakletmişti:
“Cibril Kur’ân’ı her sene benimle bir defa karşılaştırırdı. Bu sene iki defa mukabele etti. Bundan, artık ecelimin geldiğini anladım.”
İslâm âleminde, asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelen mukabele geleneği de, işte bu arz keyfiyetinin hatırasını canlı tutmak irâdesinin bir tezahürüdür.
[1] Cuma, 2.
[2] Ankebût, 48.
[3] Bakara, 2, 89; Âl-i İmrân, 3; A’raf, 2 ve birçok yerler.
[4] Zerkeşî, Burhan, I, 238.
[5] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s. 43.
[6] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s. 44’de M. A. Gilanî’den.
[7] Zerkeşî, Burhan, I, 237; Süyûtî, İtkan, I, 57.
[8] M Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s. 43, n. 1’de İbn İshak, Sire’den.
[9] Aynı eser, s. 45.
[10] Zerkanî, Menahil, I, 241.
[11] S. Ateş, Tefsir dersleri, s.17.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 405.