VAHYİN MÂHİYETİ
Kâinattaki nizam, Allah'ın tekvînî emirlerinden ibarettir. İşte bu nizamı anlamak, anlatmak ve onda birtakım tasarruflarda bulunmak yetki ve kabiliyetiyle donatıp Kendisine muhatap ve yeryüzünde vekil tayin ettiği insana, bu kompleks sistemin âdeta kullanma kılavuzu olan talimatını da Kelâmıyla bildirmiştir.
Akıl, vahyin mâkûl ve zarurî olduğunu, böylece kabul etmekle beraber, onun mâhiyetini bilemez. Masnû nerede, Sâniini anlamak nerede? Kereste ile marangoz arasındaki fark ne kadar da büyük! Fakat varlığını kabule mecbur kaldığımız birçok hakikatlerin, mâhiyetlerini bilmediğimiz oluyor değil mi?
Elbette.
Buna rağmen eserleriyle, onların varlığını kabule mecbur kalıyoruz. Bu gerçeği, asrımızın insanı, her devirdekinden daha çok biliyor. Bu, insan aklının sınırlı olmasından ileri gelir.
Müşahede dünyasında olan eşyada dahi, mahiyetini idrâk edemediğimiz şeyler bulunursa, bu âlemin ötesindeki bazı gerçeklerin mahiyetlerini bilmemiz nasıl beklenebilir? Çevremizde her an cereyan eden birçok olay vardır ki, onları normal yollarla göremiyor, işitemiyor ve idrâk edemiyoruz. Fakat ilmî gelişme neticesinde bunları tespit etmek mümkün olmuştur. Fezadaki kozmik ışınları kaydetmek, birkaç mil uzaktaki bir sineğin uçuş sesini, yanımızda imiş gibi almak artık mümkündür.[1] İnsanın alamadığı birtakım ses ve kokuları alan bazı hayvanlar meşhurdur. Gerek hayvanlar, gerek insanlar arasında telepati cereyan etmektedir.
Aynen bunun gibi, Allah Teâlâ’dan gelen ilâhî hitabı, diğer insanlar arasında, yalnız Peygamber (a.s.)’in işitmesinde, şaşılacak bir şey yoktur. İşte bundan ötürü, bizi aşan bir âleme âit olan ilâhî tekellümün mâhiyetini de bilmeye mecbur ve mezun değiliz.
Vahy
Allah Teâlâ, Kelâmı ile irâde ve icraatını izhar eder. Allah’ın, irâdesinin ve yaratıcılığının eserleri olan kelimeleri, bitmek tükenmek bilmez. Kâinattaki nizam, O’nun tekvînî emirlerinden ibarettir. İşte bu nizamı anlamak, anlatmak ve onda birtakım tasarruflarda bulunmak yetki ve kabiliyetiyle donatıp Kendisine muhatap ve yeryüzünde vekil tayin ettiği insana, bu kompleks sistemin âdeta kullanma kılavuzu olan talimatını da Kelâmıyla bildirmiştir.
Allah’ın irâde sıfatında gelen “kün” emri, tekvînî şeriati, kelâm sıfatından gelen vahy ise, tenzilî şeriati izhar ederler. Her iki şeriatın ifadesi de “âyet” adını alır; zira hem kâinattaki nizam, hem de ilâhî kelâm, Allah’ın delili olmaktadır.
Vahy, lisanda; îma etmek, fısıldamak, süratle işaret etmek veya yazmak, başkasına bir şeyi intikâl ettirmek, ilham (Nahl, 68) ve telkin etmek (En’âm, 121), hülâsa “seri ve gizli bir şekilde bildirmek” demektir. Dinde ise Allah Teâlâ’nın, bildirmek istediği hidâyet ve buyrukları seçtiği kullarına, insanlar arasında mûtad olmayan gizli bir yolla bildirmesidir.[2]
İlahî ve uhrevî hakikatleri, insanlar akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi mahduttur. Keza akıl, insanları muhtelif yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, insanlığa ne kadar değişik, hatta zıt yollar çizmek istedikleri malûmdur.
Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün muhtelif bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak insanlar seçmiştir. Zira arzdaki hayatın, yaşayış tarzının ilâhî talimata göre tanzimi muraddır.
Ulûhiyyetin insanlarla irtibat kurması hakkında, yaygın beşerî inanç şekilleri (tenâsül=generation, hulul ve ittihad, panteizm) ile karşılaştırılırsa, en makûl tarzın, Kur’ân’ın bildirdiği vahy şeklinin olduğu görülür. Zira bu telâkki, Allah’ın, müteal ve münezzeh oluşuna nakısa getirmez. Hâlbuki hıristiyanlara göre vahy, “Allah’ın ruhunun, -şahsiyetlerini ortadan kaldırmaksızın- kutsal yazarlara girerek, onları ruhî hakikatlere ve gaybî haberlere muttali kılmasıdır.” Zaten onlara göre, vahy, esas itibariyle, “Tanrının, kendisini oğlu İsâ sûretinde insanlık içinde izhar etmesidir.”[3] Böylece Allah’a çocuk isnad ederek şirke düşmektedirler.
Beşeriyetin yıldızları olan binlerce peygamber (aleyhimüsselâm) ilahî vahye istinad ederek, çeşitli zaman ve mekânlarda tulû etmek sûretiyle insanlara hakikati göstermişlerdir. Allah, kitabın ve îmanın ne olduğunu bilmeyen (Şûra, 52), kendisine bir kitap gönderileceğini hiç ümit etmeyen (Kasas, 86) bir kulunu, yani Hz. Muhammed’i (a.s.) en güzel örnek (Ahzab, 21) olsun diye vahiy ile te’yid edip vazifelendirmiştir.
Peygamber, kendi dışındaki bir kuvvet tarafından, âdeta yakalanıp, kendisinin rağmına, elçiliğe mecbur edilir. Bu durum, birçok peygamberin bi’setinde görülür. Hz. Peygamber’in, nübüvvetle vazifelendirileceği sırada, vahyi getiren Cibrîl’e: “Ben okuma bilmem.” demesinde, onun kaçma arzusu görülebilir. Başlangıçta, duyduğu sesin, gördüğü manzaranın ve gelen meleğin mâhiyetinden emin olmak için sarfettiği gayret de bunu gösterir. Zira cinlerin münâsebet kurduğu kâhinlerin iddialarıyla onun durumu arasında dış görünüşte benzerlik vardı. Kâhinler ise, onun en çok nefret ettiği kimselerdi. Fakat vahyin Allah’tan geldiğinden ve O’nun, kendisini nebî yaptığından iyice emin olduktan sonra, fetretu’l-vahy denilen dönemde vahiy kesilince, birkaç sene boyunca meleğin tekrar gelmesini gözlemiş, ama iştiyakına rağmen gelmemişti. Nihâyet bir gün yürürken meleği gördü, korkarak vefakâr eşi Hz. Hatice’ye gelip “Beni örtün, beni örtün!” dedi. Sonra Müddessir sûresi nazil oldu: “Ey bürünmüş yatan, kalk da insanları uyar. Rabbini ulu tanı. Elbiseni temizle. Putları terket” (Müddessir, 1-5). Peygamberimiz anladı ki, isteğine uymayan bu tezahür, kendisinin rağmına, düşüncesi haricinde, müstakil olarak gelen ilâhî vahiydir.
Kur’ân-ı Kerim’de üç yüzden fazla âyetin, kûl: “De ki:” diye başlaması da, Peygamber’in kendiliğinden söylemediğini, hâriçten bir kuvvetin, kendisini tebliğe mecbur ettiğini gösterir. Böylece muhatabın, devamlı sûrette bu gerçeği hatırında tutması temin edilir.
Allah’ın kelâmı, bildiğimiz kelâm değildir; hayat ve aktivite dolu bir hitaptır. İki söz arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Olanca genişliği ile İslâmiyet, ilâhî kelâmın hayat veren dinamizminin, kâinatın, ufuklarında yankılanmasından ibaret değil midir?
Vahyi temayüz ettiren başlıca hususiyet, onun objektif ve dinamik özelliğidir. Nebî mazhar olduğu vahiy ile bambaşka bir insan hâline gelir; vahiy onda yeni bir hayat, yeni bir şahsiyet meydana getirir. En büyük Hakikatle irtibat kurmuş ve ona istinad etmiş olarak, dünyanın ortasında topyekûn insan kalabalıklarının karşısında, Allah’ın şahidi ve tebliğcisi sıfatıyla (Bakara, 143) zirve hâlinde yükselir. Etrafındaki dinler, ilimler, devletler, otoriteler, akrabalar, filozoflar ve sade insanlar kendisine muhalif olsalar dahi, onun itminanına hayatı boyunca hiç bir gölge düşüremezler. “Ay’ı bir elime, güneşi öbür elime koysanız, yine vazgeçmem” der; öylesine bir yakîn ve itminana sahip kılınmıştır. Vahiy; ilham, sezgi, keşf, şuuraltı gibi mefhumlardan tamamen farklıdır.
İlhamdan çok yüksek olan vahiy, ekseriya melek vasıtasıyla gönderilir; ilham ise genellikle vasıtasızdır. Nasıl ki, bir ülkenin hükümdarının, tebaası ile iki türlü münasebeti bulunur. Birincisi; milletin tamamını ilgilendiren meselede, bütün ülkenin hükümdarı sıfatıyla, üst seviyede yetkili bir görevliyi bir valiye gönderir. Hâkimiyetinin ihtişamını ve emrinin ehemmiyetini göstermek ve herkese duyurmak için, büyük bir merasim düzenlenerek ferman tebliğ edilir. İkincisi ise hükümdarlık unvanıyla değil, hususî bir münasebeti için, küçük bir memuru ile, cüz’i bir meseleyi telefonla konuşmasıdır.
Ashabtan Nevvâs İbn Sem’ân, Resûlullah’ın şöyle dediğini nakleder:
“Allah, emrini bildirmeyi dilediğinde, vahiy ile konuşur. Konuşunca gökler şiddetle sarsılmaya başlar. Gök sakinleri bunu işitince bayılırlar ve Allah’a, secdeye kapanırlar; başını ilk kaldıran Cibril olur. Cenab-ı Allah, irâde ettiğini ona vahyeder. Cibril vahyi meleklere ulaştırır. Her bir semaya uğradığında, oranın melekleri: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. O da: “Gerçeği söyledi, yüceler yücesi, büyükler büyüğü O’dur” der. Böylece Cibril, gökten veya yerden Allah’ın emrettiği yere vahyi götürür.”[4] İbn Abbas ile Katâde bu âyeti, Hz. İsa’dan sonraki fetret devrinden sonra, Peygamber efendimize vahyin başlaması, diye izah ederler. İbn Kesîr (ö.774/1372): “Bu âyetin tefsirine girmeye en muvafık olanın, Kur’ân vahyi olduğunda şüphe yoktur” der.
Güneşten istifade etmek isteyen bir adam, elindeki aynayı güneşe karşı tutar; aynanın miktarınca ışık alır. Diğer bir adam ise aynı maksatla, evinin çeşitli yerlerinden güneşe doğru yollar, geniş pencereler açar. Birincisinin güneşten istifadesi, aynası ile kayıtlı olduğu halde, ikincisi hakikî güneşin devamlı ışığına mazhardır. İşte vahiy ve hususiyle Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi unvanıyla Allah’ın fermanıdır. İlham ise, hususî ve cüz’îdir.
Vahiy ile ilham arasındaki diğer mühim fark şudur: Vahiy, gölgesizdir, safîdir, havassa mahsustur. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâikeye, derecelerine göre insanlara, hatta hayvanlara yapılan ilhamlar gibi çeşit çeşit ilhamlar, denizlerin damlaları kadar, tükenmek bilmeyen ilâhî kelimelerin içinde yer alırlar.
Keşf, ekseriya ruhî riyazetin, uzun tefekkür ve murakabenin semeresi olup, insanda tam bir yakîn hâsıl etmez. Keşfe nail olan, elde ettiği bilginin gerçek kaynağını da bilmeksizin içinde bir şeyler bulur.
Vahiy hâdisesindeki dînî hakikatlerin ve gaybî haberlerin alınması, seri bir sezgi ve gizli bir kavrayışla meçhul perdesini aralamaya çalışan ve “şuur dışı” denilen hallerin mekanizmasına göre işlemez.[5] Hakikati, ekseriya, ancak fakirleştirerek, bölerek anlayabilen akıl ve mantığın ağır aksak ilerleyip, yarım yamalak bilgi edinmesi tarzında da olmaz. Vahiy: Söyleyen, emreden veren, ilâhî zattan muhatap, memur ve alıcı beşer resule gelen buyruklardır, aydınlatmadır.
VAHYİN ALINIŞI
Kur’ân, şu âyette vahyin üç türlü olabileceğini bildirir:
“Allah, bir insanla ancak vahiy sûretiyle, veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûra, 51)
Demek ki vahy, şu üç tarzdan biri ile olur:
- Allah, mânayı nebinin kalbine bırakır.
- Bir perde arkasından nebiye hitab eder. Hz. Mûsa’ya ağaçtan nida etmesi gibi.
- Vahiy getirmekle vazifelendirilen bir meleği elçi olarak gönderir. Vahy lâfzından normal olarak anlaşılan mâna da budur, Kur’ân, istisnasız olarak, hep bu şekilde, yani Cibril vasıtasıyla indirilmiştir. Teklîm (vasıtasız söyleme), ilham sûretiyle veya uykuda hiç bir vahiy gelmemiştir.[6]
Vahyin geliş şeklini, Resûlün dışında hiçbir insan idrâk edemeyeceğinden dolayı bunu, aklî muhakeme ile değil, ancak onun bildirmesiyle öğrenebiliriz. O da şu hadisinde, bu hususta bilgi vermiştir:
“Melek, bana bazen, çıngırak sesine benzer bir ses hâlinde gelir. Böylesi, bana en ağır olanıdır.[7] Onun söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılır.[8] Bazen melek bana bir adam şeklinde görünür; bana hitab eder, ben de söylediklerini bellerim.”
Bu ikinci şekil ise, vahyin en kolay gelen tarzıdır. Vahyin bu şekli, daha ziyade sahabeden Dihye isimli zat sûretinde, bazen meçhul bir bedevi kılığında gelirdi. Bazı âlimlere göre, Kur’ân vahyi, hep birinci şekilde, yani Cibril, asıl yaratıldığı mâhiyette, Hz. Peygamber’in beşeriyetten melekliğe yükselmesiyle olmuştur. İnsan sûretinde gelmesi, sünnet vahyini getirmesi halindedir.[9]
Peygamberimizin sözünde dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: O, -gerek şiddetli gerek kolay gelişinde- hem vahiyden önce, hem vahiy esnasında, hem de vahyi müteakip tam şuur halindedir. Kendisini ve şuurunu kaybetmek değil, bilâkis şuurunun iyice teksifi, sırf şuur kesilmesi söz konusudur.
“Vahyi çarçabuk bellemek için, dilini kımıldatma. Onu toplamak[10] ve kıraatini sabit kılmak, Bize aittir. Biz sana Kur’ân’ı okuyunca, sen de onun okunuşuna tâbi ol” (Kıyame, 16-18) âyeti de bu gerçeğe delâlet eder. Zira vahiy esnasında Resulün, bütün dikkatini muhafaza ettiğini gösterir. (Aynı durum, Tâhâ, 114 âyetinde de bildirilir: “Kur’ân sana vahyedilirken, vahy bitmezden önce unutmamak düşüncesiyle, hemen tekrara başlama!”). İbn Abbas bu âyetin inişiyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Resûlullah, kendisine indirilen âyetleri ezberlemekte zorluk çektiğinden, bellemek için çok defa dudaklarını kımıldatırdı. Bu âyetin inmesinden itibaren, Cibril gelince, onu dinler, ayrılır ayrılmaz gelen vahyi, Cibril’in okuduğu gibi okurdu.”[11]
Böylece, Kur’ân tenzilinin bütün merhalelerinde, bu tam şuur ve dikkat hâli sayesinde, Hz. Peygamber, kendisinin alıcı-memur-beşer şahsiyetiyle, vahyin yüce-emredici şahsiyetini asla karıştırmamıştır.
Cibril, Kur’ân vahyini sünnet vahyinden ayrı bir şekilde getiriyor; Kur’ân’ı, tâbir caizse ferman şeklinde alıp okuyor, sünnet vahyini ise, bazı pratik talimatlar tarzında bildiriyordu. Kur’ân gelmesi hâlinde, Peygamberimiz hemen kâtiplerini çağırtıp yazdırıyordu. Hâlbuki diğer sözlerini, hatta kudsî hadisleri yazdırmıyordu. Hatta sahabe, titizlik disiplinine alışıncaya kadar, risâletin başlangıcında, Kur’ân dışında söylediği sözlerin yazılmasını menetmişti.
Demek ki Hz. Peygamber:
- Kur’ân vahyini,
- Sünnet vahyini,
- Kendine ait içtihadı,
- Fetva ve hadisleri iyice ayırt ediyordu. “Resûlullah’ı, Allah’ın huzurunda, Ondan yardım, hidâyet ve mağfiret dileyen, emrini derhâl ifa eden, hatta bazen şiddetli itaba mâruz kalan zayıf insan olarak tasvir eden Kur’ân âyetlerini okuyan kimse, vicdanının derinliklerinde Yaratıcının sıfatıyla yaratığın sıfatı, Halikın zâtı ile mahlûkun zâtı ve yüce Rabbin üslûbu ile kulun üslûbu arasındaki sonsuz farkı anlar.”[12] Resûlullah’ın saydığımız bu durumlarını, çok değişik ve müessir üslûplarla anlatan birçok âyet vardır. Abese sûresi bunlardan biridir. Bu neviden sâdece iki âyeti misâl verelim:
Allah, Resulüne hitaben buyuruyor ki: “Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan, başkasını bize iftira ve isnad etmen için fitneye düşüreceklerdi. Eğer Biz kalbine kuvvet vermemiş olsaydık, onlara bir parça meyledecektin. O takdirde de sana hem hayatın hem de ölümün azabını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (İsra, 73-75).
Hele: “Eğer o birtakım sözler uydurup Bize isnad etseydi, elbette ondan sağ elini (güç ve kuvvetini) alır, sonra da onun şahdamarını keserdik. İçinizden hiç kimse de onu savunamazdı.” (Hâkka, 44-47) âyetindeki gök gürlemesi tarzındaki üslûpla, bu ikaz öyle bir zirveye ulaşır ki, bunun yanında her tehdit önemsiz kalır.
Hz. Âişe’nin mâruz kaldığı ifk (iftira) hâdisesinde, vahiy tam bir ay gecikmişti. O bir ay, kendisine senelerden daha ağır geldiği ve çok muhtaç olduğu halde, sema sükût etmişti.
Kâ’be’nin kıble kılınmasını iştiyakla istemesi, on yedi ay gibi uzun bir zaman cevapsız kalmıştı. Şâyet Resulün elinde olsaydı, böyle durumlarda bu kadar beklemesine lüzum kalmazdı. Fakat Kur’ân, Hz. Muhammed’in Rabbinin kelâmıdır; O dilerse gönderir, dilerse keserdi. Hz. Muhammed’in, temayülü, semavî emri ne çabuklaştırabilir, ne de geciktirebilirdi.
Bir kısım eski ve şimdiki inkârcılar, Hz. Peygamber’e gelen vahiy hâdisesine psikolojik bir izah getirme iddiasıyla şöyle derler: “Onda, biri şuurlu, diğeri şuur hâlini kaybettiği iki şahsiyet vardır.” Bu iddia hiç de yeni bir şey değildir: “Hayır, dediler, (Muhammed’in söyledikleri) karışık rüyalar (boş hayaller)dir; hayır hayır, onu uydurmuştur; yok yok o şâirdir” (Enbiya, 5) diyen müşrikler de aynı şeyi ileri sürüyorlardı.
Hâlbuki daha önce de işaret ettiğimiz gibi Resûlullah, vahyin Hira’da ikra’ (oku!) hitabıyla ilk başladığından âhireti teşrifine kadar 23 senelik risâlet devresi boyunca, istirahat ve uyku hâlinde bile, uyanık şahsiyetini hep korumuştur. Hz. Âişe vahyin başlangıcındaki bu şuurlu hassasiyeti, meşhur belîğ üslûbu ile bakınız ne güzel tasvir ediyor:
“Resûlullah’a vahiy, ilkin uykuda gördüğü sâdık rüyalar ile vâki’ olmuştur; o sırada gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine sevdirildi. Hira’da inzivaya çekilip birkaç gece boyunca ibadet ediyor, sonra ailesine dönerek tekrar birkaç günlük azığını alıp gidiyor, böylece aynı işi tekrarlıyordu. Nihâyet Hak, ona beklemediği bir anda geliverdi.
Hira mağarasında iken ansızın melek kendisine gelerek “Oku!” dedi. “Okuma bilmem.” diye cevap verdi.
Resûlullah diyor ki: Beni tutup canımı acıtacak derecede sıktı, sonra serbest bırakıp “oku!” dedi. “Okuma bilmem” dedim. Beni tutup çanımı acıtacak derecede sıktı, sonra bırakıp “oku!” dedi. “Okumak bilmem” diye cevap verdim. Tekrar tutup üçüncü defa sıktı ve bırakıp:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku,
İnsanı bir alâk’tan[13] yaratan.
Oku, Rabbin o en büyük keremkârdır ki,
İnsana kalemle (yazıyı) öğretti,
İnsana bilmediklerini öğretti.” (Alâk, 1-5).
Resûlullah, kalbi ürperti içinde olarak döndü. Huveylid’in kızı Hatice’nin yanına girip “Beni örtün, beni örtün” dedi. Örttüler, derken korkusu zail oldu.
Sonra Hatice’ye: “Kendimden endişe ediyorum” deyince, o:
“Hayır, hayır. Endişe etme; vallahi Allah seni hiç utandırmaz, zira sen yakınlarını gözetir, darda kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirirsin, misafiri sevip ikram edersin ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin” diye cevap verip teselli etti.[14]
Görüldüğü gibi vahiy, Resûlullah’a hiç hatırından geçmediği halde gelmişti. Ürperti duymasında, normal olarak bu hisle beraber vâki’ olan beden soğuması ve yüz şeklinin değişmesi, dişlerin birbirine vurması gibi durumlar görülmemiştir. Bilâkis vahiyden sonra vücut sıcaklığı yükselir, yüzü kızarır, bedeni ağırlaşır, şapır şapır terlerdi. Örtü istemesi üşüdüğünden değil, müthiş manzaranın verdiği yorgunluktan dolayı istirahat ihtiyacından ileri gelmiş olmalıydı. Bütün bilgiler, Resûlullah’ın, risâletin başından sonuna kadar, vahyin her gelişinden hemen önce ve hemen sonra canlılık, tam şuur, normal âsab hâlinde bulunduğunu, herhangi bir asabi nöbet veya hastalık alâmeti müşahede edilmediğini ortaya koyarlar.
Vahiy, Hz. Peygamber’e muayyen saatlerde değil, her türlü hâlinde gelebilirdi: Tebûk gazvesine katılmadıkları için haklarındaki hüküm ertelenen üç kişi ile ilgili âyet (Tevbe, 118) bir seher vakti, evinde iken gelmişti. Kevser sûresi, gündüz mescitte ashabının arasında iken nazil olmuştu. Şiddetli sıcakta veya serin havada, gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde, savaşın kızıştığı bir anda olduğu gibi sükûnet hâlinde, hatta miracda bile vâki’ olmuştur.
Vahyin haricî tezahürleri, yani vahye mazhar olan Nebî’de görülen haller ise, yine akılla değil, o sırada yanında bulunan görgü şahitlerinin müşahedeleri ve görmeyenlere nakletmeleriyle bilinebilir. Hz. Peygamber’e vahiy meleği görünüp, o da normal beşerî durumundan çıkarak bir nevi meleklerin tabiatına yükseldiğinde, haliyle o, normal yaşayışında bulunmayan bir hal iktisab ederdi. Nevvas’ın rivâyet ettiği hadiste vârid olduğu üzere, gökleri sarsan, meleklerin bile işitmeye zor tahammül ettikleri kelâm-ı ilâhî, “büyük ve ağır söz” (Müzzemmil, 5) ilka’ edildiğinde, mübarek bedeni fazlasıyla ağırlaşır, meselâ devesinin üstünde olsa devesi çökmeye mecbur kalır, ayakta durmak isterse bacakları eğilir, nerdeyse kırılacağından endişe edilirdi.[15]
Zeyd İbn Sabit diyor ki: Bir gün O’nun yanında bulunuyordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) dizi dizimin üzerinde idi. Birden onu vahiy hali yakaladı, baldır kemiğimi kıracak kadar bir ağırlık hissettim. Vallahi yanımdaki Resûlullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.[16]
Vahiy sırasında, bazen Resûlullah -şuurunu kaybetmeksizin- istiğrak haline girer, bazen kendisinden horlama sesi gelirdi. Soğuk bir gün bile olsa şapır şapır terlerdi. Bazen etrafındakiler, arı uğultusuna benzer vınlamalar işitirler, fakat ne söylendiğini anlayamazlardı. Umumiyetle, oturmuş, hareketsiz olarak yerinde kalırdı. Bazen vahiy esnasında üzerine bir örtü örtüldüğü de bildirilmektedir.[17]
Vahiy hali geçer geçmez, aldığı vahyi tamamen bellemiş olarak eski haline dönerdi. Hiç tereddüt etmeksizin, ilka’ edilen sözün Allah’tan olduğunu kesinlikle bilir, âdeta kalbine nakşedilmiş bulurdu.
Vahiy esnasında Peygamberimizde görülen terleme, horultu çıkarma ve ağırlaşma hali ile sar’a arasında, çarçabuk irtibat kuran gayri müslimler olagelmiştir. Bu iddianın bâtıllığı şunlardan anlaşılır:
- Sar’alı, nöbetten sonra bütün azalarında keskin bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür, hatta nöbetlerinde karşılaştığı bu haller sebebiyle, bazıları intiharı bile düşünür. Peygamberimize vahiy esnasında ârız olan hal sar’adan ileri gelseydi buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştı.
- Vahiy, her zaman istiğrak, horlama arazlarını ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan sûretinde geliyordu. Resûlullah onun Cibril olduğunu bildiği halde, normal hali devam ediyordu.
- Tıbben sabittir ki, sar’alı, nöbet sırasında idrâk ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisinde ne cereyan ettiğini bilemez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, mev’izaların en mükemmel örneklerini ihtiva eden Kur’ân âyetlerini tebliğ ederdi. Benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç sar’alının eseri olabilir mi?
- Sar’alı şiddetle titrer. Oysa vahiy esnasında rastlanan haller arasında, titreme hâli nakledilmez.
- Sar’alı nöbeti sırasında saçmalar. Hz. Peygamber’de böyle bir durum, kesinlikle yoktur. Onun vahiy durumunu müteakip tebliğ ettiği Kur’ân elimizdedir; dost ve düşmanın ittifakıyla Kur’ân’ın beyanındaki mükemmellik ortadadır.
- Yüzbinlerce sar’alı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din kuran, mâkûl esaslar ve sözler ortaya koyabilen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.[18]
VAHYİN KAYDEDİLMESİ
Allah Teâlâ bir âyette “Kur’ân’ı Biz indirdik, onu muhafaza edecek de Biziz” (Hicr, 9) buyurmakla, geçerli bırakacağı son semavî buyruğunun muhafazasını deruhte ettiğini bildirmiştir. Ancak, Resûlullah da Kur’ân’ı, bütün insanlara tebliğle vazifeli olduğundan ve bu sebepler âleminde Allah’ın icraatını nasıl gerçekleştirdiğini pek iyi bildiğinden, vesilelerine teşebbüs ederek vahyi muhafazaya gayret etmiş, Hâfız-ı hakikînin tasarruf elinin âleti olmak istemiştir.
Peygamberimizin ve vahyin ilk muhatabı olan cemiyetin hâkim vasfı, ümmîlik olduğundan ve yazı vasıtaları da fazla bulunmadığından, Kur’ân daha ziyade hafızalara emânet edilmekle beraber, yazı ile kaydetme işi üzerinde de titizlikle durulmuştur. Cenab-ı Allah ona Kitab adını vermekle, zımnen yazılmasını da emretmiş oluyordu. Çünkü kitâb, “yazılı şey” demektir.
Bundan ötürü Peygamber efendimiz vahiy kâtipleri ittihaz etmişti. Vahiy geldikçe onlardan birini çağırtıp, indirilen kısmın, hangi sûrenin neresine konulacağını, Cibrîl’in talimatı ile söyleyerek yazdırırdı. Bu resmî kayıttan başka, sahabeden imkân bulanlar kendileri için de kaydederlerdi. Hz. Ali, İbn Mes’ûd, Ubey İbn Kâ’b gibi ashaba nisbet olunan mushaflar, bu şekilde hususî istinsahlarla meydana gelmiş olmalıdırlar. Hz. Peygamber’in, gelen vahyi dikte ettirdiğine dair hadis kitaplarında müteaddit nakiller vardır.
Vahiy kâtiplerinin sayısı (40)’a kadar çıkarılmaktadır. İçlerinde dört râşid halife, hicretten sonra ise Ubey İbn Kâ’b, Hâlid İbn Velid, Zeyd İbn Sabit, Muâz İbn Cebel gibi şahsiyetler vardır.
Hz. Peygamber devrinde kâtipler Kur’ân’ı, hurma dalları, ince beyaz taşlar, koyun ve develerin kürek veya kaburga kemikleri, tabaklanmış deri, tahta gibi muhitlerinde bulunabilen malzeme üzerine yazarlardı.
[1] Vahîduddîn Han, el-İslâm, s. 161.
[2] Zerkânî, Menâhil, I, 63.
[3] Subhî Salih, Mebâhis, s.25.
[4] İbn Kesîr, Tefsîr, Sebe’, 23 âyetinin tefsirinde.
[5] Krş. Subhî Salih, Mebâhis, s.27.
[6] M. Muhammed Ebû Şuhbe, el-Medhal, s.61-63.
[7] İşte bundan dolayıdır ki, hadisi rivayet eden Hz. Âişe, son derece soğuk bir günde dahi, vahiy hâli sona erdiğinde Peygamberimiz’in ter içinde kaldığını ilave etmektedir.
[8] Buhari, Sahih, Bed’u’l-vahy, s.1
[9] M. Muhammed Ebû Şuhbe, el-Medhal, s. 63 vd.
[10] Senin zihninde toplamak veya kitap halinde toplamak.
[11] Buhari, Sahih, Bed’u’l-vahy, 1
[12] S. Salih, Mebâhis, s.29.
[13] Alâk: Kan pıhtısı görünümünde, taalluk eden, asılıp tutunan bir şey.
[14] Buhari, Sahih, Bed’u’l-vahy, 7.
[15] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s.11’de İbn Sa’d’den.
[16] M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s.12’de Buhari ve Tirmizî’den.
[17] İsrailoğullarına gönderilen peygamberler de vahiy esnasında örtünürlerdi.
[18] Krş. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, ders notları, s.12.