İslâm Hukukunun Tarihteki Seyrine Bakış
İslâm hukukunun en önemli aktörleri olan hukukçuların dindarlıkları, naslara bütüncül bakışları, entelektüel seviyeleri ve en önemlisi de ahlâki yönleri ve yöneticilerle olan ilişkileri hayati önem arz etmektedir.
Bu başlık altında, son dönem İslâm Hukuku araştırmalarıyla ün yapmış Wael B. Hallaq’ın ve Daru’l-Fünûn Hocalarından Seyyid Bey’in İslâm Hukukunun hüviyeti, sivilliği, kanunlaştırılması, mezheplerin oluşumu, müçtehit imamlar dönemi ve sonrası hukuk-siyaset ilişkisi ve içtihatta taklide geçişin sebepleri hakkında yaptıkları değerlendirmeleri aktarmak istiyoruz.
Wael b. Hallaq’ın isabetle tespit ettiği üzere İslâm tarihinde hukuk yapıcılar devletten bağımsızdı ve hukukun kaynağı da devletten bağımsız camilerdeki ders halkaları idi. Dolayısıyla hukuki otorite politik, sosyal ve hatta dini olmak yerine epistemik oldu. Dindarlık ve ahlâk belirleyici olsa da hukuki otoritenin yegâne kriteri, fıkhî bilgi idi ve bu bilgi siyasi otoritede değil, sivil âlimlerde bulunuyordu. Burada Hallaq önemle vurgulayarak diyor ki, modern dönemde hukuk tamamen devletin elinde şekillenmektedir. Devletin okullarında yetişen hukukçular yine devletten maaş alarak devletin bünyesinde devletin yaptığı hukuku dağıtmaktadırlar. Hallaq’a göre modernliğin başlangıcından önce Müslüman topraklarda bu mevcut durum hayal dahi edilemezdi. Çünkü İslâmî toplum ve ona bağlı topluluklar, İslâm hukuk sistemini oluşturan birçok fonksiyonu icra yeteneğine sahip kendi hukuk uzmanlarını yetiştirmişlerdi. Bunlar şeriatın (kanun) yapılandırılmasında kilit rol oynayan 1) müfti, 2) müellif-hukukçu, 3) yargıç ve 4) hukuk profesörlerinden oluşan dört tip hukuk adamından müteşekkil idi. Bunların rolü yapısal olmasa da şeriatı şeriat yapan bunlardı. Özellikle İslâm’ın ilk iki veya üç yüzyılı boyunca eğitim siyasetten uzaklaştırılmış ve İslâm hukuku işte bu dönemde bir sisteme dönüşmüştü. Daha sonra, bu bağımsız hukuk yapıcılar kısmen yöneticilere bağımlı hale gelse de bu bağımlılık fıkhın mahiyetinde bir değişiklik meydana getirmemiştir. Aksine yöneticiler her zaman hukuk karşısında boyun eğmişlerdir.1
“Hukuki otorite, ders halkalarında faal olan her bir fakihe intikal ettiği için devlete veya yöneticiye ait değildi ve bu durum mezhebin yükselmesini sağlayan başlıca etkendi. Diğer yüksek ve kompleks medeniyetlerde hukuk (kanun koyucu bir sistem olarak) çoğunlukla “devlet” merkezliyken, İslâm’da yönetici güçlerin, modernliğin doğuşuna kadar, hukuk bilgisi veya hukukun üretimi ve yürürlüğe girmesi ile bir alâkaları olmadı.”2
Burada İslâm hukukunun sivilliğine güçlü vurguları sebebiyle Hallaq’ın şu değerlendirmelerini de aynen aktarmak istiyoruz:
“Onların (fakihlerin) hukuku, yorumlayıcı ve buluşsal (höristik) bir projeydi, yoksa ‘devlet tarafından emredilen tutum veya davranış kuralları bütünü’ değildi. Evvel emirde ortada zaten bir devlet bulunmadığı için İslâm hukuku, “devletin yüce iktidarının iradesinin yasal ifadesi” de değildi. Dinî hukuk, otoriteleri öncelikle kendi ilimlerine, fıkıh bilgilerine, dinî ve ahlâkî saygınlıklarına dayanan özel şahısların, yani fakihlerin entelektüel çabasıydı. Kelimenin modern anlamıyla İslâm hukuku siyasî değildi ve cebre veya devlet gücüne de dayanmıyordu. Fakihler sivil insanlardı ve bu itibarla ne orduları ne de birlikleri idare ediyorlardı. Şeriat –modern devlette olduğu gibi- hâkim sınıfın çıkarlarını yansıtan kanun değişikliklerinin konusu değildi. Şeriat, katı olmayan değişmezliği ile âdeta muhkem bir kaleydi ki burada hukukun üstünlüğü, onun günümüzde göklere çıkarılan modern emsali ile rahatlıkla mukayese edilebilecek seviyedeydi.”3
Onuncu yüzyılın sonlarında siyasi müdahale ve maddi iltimas ile kısıtlanmamış ders halkası, yerini bir derece finans ve siyasete bulaşan medreseye bırakacaktır. Ancak on dokuzuncu yüzyıla kadar bilginin alınıp verilmesinin İslâmî şekli hala halka idi. Medrese yeni bir eğitim modeli değil, eğitimin vakıfların himayesine verilmesinden ibaretti.4
Hukuku düzenleyen hiçbir ferman, -bilindiği kadarıyla- halifelerden gelmemişti; herhangi bir anayasa ve doğal olarak bir hukuki düzenleme de yoktu. Hukuk mütehassısları sınıfı olmamasına rağmen ne halifeler ne vezirler ne de mahalli idareciler büyük oranda Kur’ân ve örfe dayalı olan hukuk alanını kontrol etmek veya onu kendine mal etmek gibi bir çabanın içine girmemişlerdi.5
Müçtehit imamlar ile yönetici sınıf arasındaki açılma kendisini iki hususta belirgin hâle getirmişti. Bunlardan birincisi, hukuk yapıcı müçtehit imamların güçlü hukuk formasyonlarının yanında takva ve dengeli züht anlayışları ile herkesin ilgi odağı olmaları, ikincisi de yöneticilerin önceki halifelerin aksine halktan kopup saraylarına çekilmeleri ve kendilerini farklı görmeleridir. O dönem biyografilerini inceleyen Hallaq o dönemde devletten vazife almanın bir felâket olarak görüldüğünü tespit ediyor.6 Devrin âlimleri tarafından devlete karşı gösterilen bu tavrın, -Kur’ân ve Sünnet’in özünü kavramışlığın ve hukukun sivilliğine inanmışlığın bir ifadesi olarak- çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
İslâm hukukunun bir diğer özelliği insana aklını son sınırına kadar kullanmayı salıklamasıyla birlikte ona aczini, sınırlılığını hatırlatmasıydı. İslâm hukukuna göre rasyonellik, Kur’ân ve Sünnet’in yol göstericiliğinde ilerlemelidir. Hukukun temel kaynağı, bu akıl ile vahyin evliliğinden doğuyordu. İşte Fıkıh Usulü de bu evliliğin amaç ve kaygılarını ortaya koyan bir disiplin olarak karşımızda duruyor.7
Karşılaştığı her yeni olay için bir hukuk normu belirlemek amacıyla içtihat eden müçtehit fakih, şeriatın insan fiillerinin tamamını tanzim edip düzene koyması hedefine uygun hareket eder. Devlet, İslâm hukukunun insanın bütün fiilleriyle ilgilenmesine mukabil bireyin devletin etki ve ilgi dışında yaptıklarına karışmaz. Ayrıca İslâm hukukunda hukuk ile ahlâk iç içedir.8 Ki bu onu diğer hukuk sistemlerinden ayıran en önemli yanlarından biridir.
Hallaq, İslâm Hukukunun kanunlaştırılmasına sıcak bakmaz. Çünkü bunun, hukuku fakihlerin oldukça bağımsız ve gayr-i resmi alanından devletin oldukça resmi ve merkezileştirilmiş alanına çekmek anlamına geldiğini düşünür. Bu çerçevede Arapça hukuki şerh geleneğinden kopuk hukuk eliti için hazırlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye de zaten kendisinden beklenenleri yerine getirememiştir. Çünkü İslâm Hukukunun en ayırt edici özelliği, hukukun uygulanmasındaki esnekliğin de sağlayıcısı olan farklı görüş zenginliğidir. Kadılar bu görüş zenginliğinden istifade ediyorlardı. İslâm Hukukunu kanunlaştırmak, modern devletin en temel özelliği olan hukuku tek tip ve homojen kılar. Bu ise ondaki hukuki ve yorumsal imkânları yok edip hem yargıcı hem de davanın taraflarını sadece bir formülasyana mahkûm etmek anlamına gelir. Oysaki şeriatın ruhundaki hukuki çoğulculuk, kazaî rölativizme işaretle birlikte hukuku ve toplumu homojenleştirmenin önündeki en önemli engeldir.9
Hallaq’a göre 1979 İran devrimi ve sonrasında olduğu gibi şeriatın metinleştirilmiş anlayış ile devletle kaynaşması, onu siyasileştirecek ve siyasi çekişmelerin bir figürü hâline getirecektir. Böylece şeriat sivilliğini kaybedecek, devletin kullandığı bir araç hâlini alacaktır. Ona göre ise bundan sadece anomali doğum gerçekleşecektir.10
Şimdi de Seyyid Bey’in içtihat tarihine dair değerlendirmelerine bir göz atalım. O, müçtehit imamlar dönemindeki zengin içtihat hayatından bir donukluğa yani taklit devrine geçişi izah ederken bize İslâm Hukukunun özellikleri hakkında önemli bilgiler verir. Tahriç bahsini işlerken müçtehidin özgürce içtihat etmek varken niye mezhebe bağlı kalıp içtihat alanını mezhep içine hasrederek daralttığını merak saiki ve tenkit üslubuyla soran Seyyid Bey buna cevap olarak beş madde tespit ettiğini aktarır. Bu tespitler, içtihat tarihimizin anlaşılmasına ışık tutarken aynı zamanda asrımızın dayattığı kaçınılmaz gerçek olan heyet içtihadı adına ortaya konan/konacak çalışmalar için de katkı olacaktır. Şimdi o maddeleri özetle aktaralım:
Seyyid Bey’e göre öncelikle taklit devrine geçişin birinci sebebi fukahanın aczidir. Müteahhirin fakihler önceki müçtehit imamlar gibi bütün şer’i meselelerde içtihat kudretine sahip olmadıklarından doğrudan naslara gitmek yerine mezheplerinin kitaplarına yönelmişlerdir.
İkincisi, içtihadın bölünemeyeceği yani müçtehidin içtihat edebilmek için bütün meselelerde içtihat kabiliyetine sahip olması gerektiği fikri, sonra gelen fakihleri yeni meselelerde doğrudan nassa müracaattan alıkoymuştur.
Üçüncüsü, kadı ve müftülük makamlarını elde etme uğruna ulema arasında yaşanan rekabettir. Hulefa-i Raşidin’le başlayan İslâm’ın ilk yıllarında âlimler ahiret adamları olmaları hasebiyle devletten vazifeyi ancak ya ibadet niyetiyle veya dini bir vecibe hissederlerse kabul ederlerdi. Sonraları fetihlerle gelen zenginleşme beraberinde fukaha arasında makam, riyaset ve ihtişam arzularını harekete geçirdi ve bu giderek ihtiras halini aldı. Eskiden idareciler ulemanın peşinde iken artık ulema ümeranın peşinde idi. Bu da fukaha arasındaki hiss-i rekabet ve hasedi harekete geçirdi. Bu haset ve rekabet birbirlerinin fetvalarını cerh ve nakze sebep oldu. İşte bu noktada ulema bu lüzumsuz tartışmaları kesip atmak için içtihadı terk ile taklit ve tahrice başvurmayı daha uygun buldular.
Dördüncüsü, hâkimlerin zulmüdür. Önceleri kadılar müçtehit idi. Dinî salâbetleri ve ahlâkî yönleri yanında hakkın yerini bulması konusunda hiç kimsenin kınamasından çekinmez, haksız kişi, babaları bile olsa adaletin yanında olurlardı. Onların tek hedefleri Allah’ın rızası idi. Allah’tan başkasından korkmadıklarından adaletin icrasında başka kimseden korkmazlardı. Tabi bu da halkın onların verdikleri hükümlere karşı bir hürmet ve itimat duymasını sağlardı. En büyük hükümdarlar bile aleyhlerine verilen hükme itiraz etmezlerdi. Fakat sonraları önce devlet memurlarında başlayan İslâm ahlâkındaki bozulma, ardından kadılara da bulaştı. Ahlâksız kadılar içtihadı kendi hasis emelleri için kullanmaya başlayınca hâkimlerin verdikleri hükümlere güven kalmadı ve dört mezhepten birine dayanmayan görüşlere itimat edilmez oldu. Hükümetler de hâkimleri mensup oldukları mezheple hükmetmeye zorlayınca onlar da şahsi içtihatlarını terke mecbur oldular.
Beşincisi, zenginlerin, fukahanın emrine tahsis ettiği vakıflarda dört mezhepten birini iltizam şartını koşmaları onları şahsi içtihattan alıkoyan bir diğer sebeptir. İşte bu sebepler sonunda müçtehit imamlar devri kapanmış ve muharric ve mukallitler devri başlamıştır.11
Bu değerlendirmeler de göstermektedir ki İslâm hukukunun en önemli aktörleri olan hukukçuların dindarlıkları, naslara bütüncül bakışları, entelektüel seviyeleri ve en önemlisi de ahlâki yönleri ve yöneticilerle olan ilişkileri hayati önem arz etmektedir. Bu durum, İslâm Hukukunun donuklaşmasından kendi özünü kaybetmesine kadar başına gelen vahim sonuçlar hakkında bilgi verdiği gibi onun yeniden dirilmesinin dinamikleri konusunda da bize perspektif sunmaktadır. Hallaq ve Seyyid Bey’in ilham verici değerlendirmeleri üzerinden yaptığımız okumada gördük ki hukuk biliminin babası Ebû Hanife ve talebeleri başta olmak üzere diğer mezhep imamlarının kurucu müçtehitler olarak insanlara hediye ettikleri insanlık tarihinde benzeri görülmeyen eşsiz hukuk nosyonu ve hukuk siyaset ve hukuk ahlâk ilişkisi mirasının bugün yeniden keşfedilmeye, anlaşılmaya ve aynı inceliklere riayet ederek diriltilmeye ihtiyacı vardır. Yoksa sağlam iman, ahlâk ve hukuk nosyonu temelleri üzerine kurulmuş bu miras tam anlaşılmadan, özümsenmeden değişik saiklerle fıkhi tartışmaların sosyal medyaya taşınması, müçtehit imamlar hakkında olumsuz beyanlarda bulunulması, iman bunalımının yaşandığı şu asırda insanları ayrı bir bunalım ve boşluğa itecektir.
Dipnotlar
1 Wael B. Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, (Trc: Necmettin Kızılkaya), Ufuk Yayınları, 2014 İstanbul, s. 21-23, 61, 65.
2 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 62.
3 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 243-244.
4 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 66, 78.
5 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 67.
6 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 69-70. Burada Serahsî’nin fakih tarifinde gerçek fakihin ilmiyle amel eden olduğunu ifade ettiğini de zikretmeliyiz. (Bkz.: Serahsî, Usûl, I, 10.)
7 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 33.
8 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 39.
9 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 154, 177, 41.
10 Hallaq, İslâm Hukukuna Giriş, s. 247-249.
11 Seyyid Bey, Medhal, s. 229-232.