İslâm Bütün Kâinatın Dinidir
İslâm akla hitap edip vicdanın şehadetine başvurur, körü körüne taklidi yırtıp atar. Bildirdiği hükümlerin sebeplerini veya hikmetlerini ekseriya zikreder. Muhatapların durumuna göre terğip ve terhipte bulunur, teşvik eder veya sakındırır. Hüccet isteyenlere delil serdeder.
Gözlerimizle gördüğümüz kâinatı yaratan, insan nev’i değildir. Bu varlık nizamını devam ettiren de insanlar değildir. İnsanlık, sadece orada yer alan on binlerce türden biridir. Şu kadar var ki emanet olarak ona bir takım yararlanma ve kullanma imkânları verilmiştir. İnsanlığın, varlık gayesini îfa etmesi, kâinat sistemiyle bütünleşip onunla uyum içinde yaşamasına bağlanmıştır. Aksi halde neticesiz kalacak, semere veremeyecek, o büyük emanete sahip çıkmadığından sorumlu olacaktır.
İnsanlığın başta gelen vazifesi, bu nizamı kuran Yüce Yaratıcı’yı tanıyıp topyekûn kâinatın boyun eğdiği gibi O’na teslim olmasıdır. Tutulacak yolun, ancak O’nun gösterdiği yol olduğunu kabul etmesidir. Şu âyet-i kerime tüm evrenin, Allah’a bu teslimiyet içinde olduğunu bildirmektedir: “Onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde bulunan kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur ve ancak O’na döneceklerdir.” (Âl-i İmrân 3/83) Bu âyet-i kerimede insanlar, cinler, melekler gibi şuur sahibi varlıklar söz konusu ise de, daha başka âyetler, canlı-cansız bütün varlıkların Yüce Yaradan’a inkıyat ettiklerini bildirir. ”Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa, hepsini yaratan O’dur ve hepsi O’nun emrine boyun eğmiştir.” (Bakara 2/116) “Gök yarıldığı zaman… Ve hep yapageldiği gibi Rabbinin buyruğunu dinlediği zaman… Yer dümdüz edildiği, İçindekileri dışarı attığı ve hep yapageldiği gibi Rabbinin buyruğunu dinlediği zaman… Seyredin siz neler olacak o zaman!” (İnşikak 84/1-5)
Evet, yer, gök, toprak, su, hava, ışık, ısı, elektrik velhasıl atomdan Güneş sistemine kadar bütün kâinat aynı Yaratıcının hükmüne boyun eğerek hayata hizmet ediyor. Hayatın merkezinde ise insan hayatı bulunuyor. (B. Said Nursi, Sözler, İstanbul, 1958, s. 10.) Kâinattaki on binlerce türün rakamlara sığmayacak çoklukta bütün fertlerini, hikmet çerçevesinde insanın etrafına toplayıp tam bir intizam ve ihtimam ile onun ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda hizmete koşturmak, aşikârdır ki şu iki şekilden biri ile olabilir:
1- Kâinatın her bir türü kendi kendine insanı tanımakta, ona itaat edip yardımına koşmaktadır. Aklı olan hiç kimse bunu iddia edemez. Fazla bir incelemeye gerek kalmadan bu iddianın tutarsızlığı anlaşılabilir ve sonuçta yüzlerce yönden imkânsız olduğu görülür. Bu faraziye, insan gibi aciz bir varlıkta, sonsuz kudret sahibi Yaratıcının iktidarının bulunmasını gerektirir.
2- Kâinatta sebepler perdesi altında, her şeyi yaratan ve her şeye kadir olan Allah Teâlâ’nın ilmi ve kudreti ile bu yardım cereyan etmektedir. Demek kâinattaki şuursuz ve insan tarafından boyun eğdirilmesi imkânsız unsurlar insanı tanıyor değil; aksine, bu sistem, insanı bilen ve tanıyan, onu şefkatle yetiştirip hayatını devam ettiren Rabbimizin onu tanıyıp bilmesinin, görüp gözetmesinin delillerindendir.
Atomdan Güneş’e kadar, mutlak itaat sergileyen bütün bu türler içinde yalnız insana cüz’i irade emanet edilip itaat ve isyan imkânı verilmiştir: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular. Ama onu insan yüklendi. Gerçekten insan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb sûresi, 33/72) Allah insanlığa bu emaneti yüklerken onu buna ehil kılacak muazzam ilim kabiliyeti, irade ve diğer imkânlarla donatmıştır. Onu meleklere üstün kılan vekillik ve tüm isimlerin öğretilmesi, dünyadaki tüm varlıkları tanıma ve yönetme makamı verilmiştir. (Bakara sûresi, 2/30 ve 34) Bu yönetme imkânı, iyiyi veya kötüyü, imanı veya inkârı tercih hürriyeti, insanın kapsamlı yapısını teşkil eden unsurlardan sadece biri olan irade özelliğine mahsustur. Yoksa kâfir bir insanın bile vücudundaki bütün zerrelerden beslenme, sindirim, solunum, kan dolaşımı, sinir vb. sistemlerine kadar bütün maddi varlığı, yüce Yaratıcının koyduğu nizama tam manasıyla boyun eğmektedir. Yani bu taraflarıyla, ister istemez Allah’ın buyruklarına itaat etmektedir. Nitekim o nizamın bir askeri olan ve insan gözüyle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop, emir alınca, insanın vücut sarayını imha edebilmektedir. O saraya ufak bir müdahale olması halinde Allah dilemedikçe insan, çare bulmaktan aciz kalmaktadır. Kör olan gözünü gördürememekte, felce uğrayan sinir sistemini, duran kalbini bir süre sonra çalıştıramamaktadır. Bütün bu hallerde Allah Teâlâ, kâinatta yalnız kendisinin hükmünün yürüdüğünü göstermektedir.
Fakat hakîm ve rahîm olan Allah, insana mezkûr serbestiyi vermekle beraber onu başıboş bırakmamış, uyması halinde, büyük kâinat sistemi ile uyumunu sağlayacak esasları, bir katalog, bir kullanma kılavuzu halinde önüne koymuş, ona muallim (peygamber) ve rehber (kitap) göndermiştir. Demin zikrettiğimiz âyetler, bütün varlıkların Allah’a teslim olup boyun eğdiklerini bildirmişti. Aynı teslimiyeti, yani insan dışındaki bütün şuursuz kâinatın uyguladığı teslimiyeti, Cenab-ı Allah, insanın iradî olarak da göstermesini murat etmekte, yani fiilen, ister istemez zaten bulunan teslimiyetini ikrar etmesini istemektedir. Böylece “Allah katında din, ancak İslam’dır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/19) âyetinde “teslimiyet, inkıyat, boyun eğme” manalarını ifade eden İslâm kelimesinin anlamı daha da genişleyerek “Allah Teâlâ’nın vazettiği (koyduğu) en şümullü olan ilâhî nizamın âlemi, özel adı olmuştur. Bir diğer tarifiyle din: “Zevi’l-ukûlü (akıllı varlıkları) hüsn-i ihtiyarlariyle (iradî seçimleriyle) bizzat hayr ü nimete saik olan (götüren) bir vaz-ı ilahî, beşerin ihtiyarî fiillerinin hayr ve saadet gayesine doğru cereyanını tanzim eden bir yol, bir kanundur.” “Allah’tan başka ilâh tanıyan veya hakkı bildiği halde dini, tabiiyeti haktan başka bir şey telâkki eden din ile ilim, Hak Teâlâ ile hayr-ı a’lâ (yüce Hak ile yüce hayr) arasında niza’ (ihtilâf) tasavvur eyleyen veyahut hayr ü şerr nizamının hall-ü faslına Allah Teâlâ’nın hâkim olmadığını, hükm-i ilahînin haricinde herhangi bir şey kalabileceğini farz eden, velhasıl mebde-i Hak’tan gelmeyen ve âyat-ı Hak’tan istinbat edilmeyen dinlerin, tabiiyetlerin hiçbiri insanlara saadet ve selâmet bahşedecek din-i hak değildir. Allah Teâlâ’ya şerik tasavvuru muhal ve bâtıl olduğu gibi İslâm’dan başka bir din-i hak tasavvur etmek de bâtıldır.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1935, 1/1063) Âyetteki ifade, hasr siğasıdır. Din olan müsnedün ileyhin, müsnede yani burada İslâm’a hasredilmesini gerektirir. Bu, şu demektir: “İslâm’dan başka din yoktur.” Nitekim te’kîd edatı olan “inne” de bunu pekiştirmektedir. Âyetteki “indellahi” kısmı, “din”in vasfıdır. Buradaki indiyyet, i’tibar ve i’tina indiyyeti olup, ilim indiyyeti değildir. Yani “İslâm dışında din diye bilinen başka inançlar mevcut ise de sahih, (muteber) din sadece İslâm’dır.” manasını ifade eder.
Allah Teâlâ tarafından vaktiyle gönderilmiş İslâm’dan başka dinler (şeriatlar) da bulunduğunu göz önüne alınca buradaki hasrı şöyle anlarız:
1- Bu durum bildirildiği sırada sahih din yalnız İslâm idi. Zira ihbarda, haberin verildiği vakte itibar edilir. Filhakika İslâm’ın zuhurundan önce hak dinler tahrif edilip büyük nispette bozulmuş idi. İktibas ettiğimiz Âl-i İmrân sûresi, 3/83 âyetinde İslâm hakkında “dinillâh” buyurulmakta, “Allah’ın dini” denilerek teşrif gayesiyle Allah’a izafe edilmektedir. Bu izafet, Allah’ın dininin zuhur etmesiyle diğerlerini neshetmiş olduğunu da ifade eder. (Tahir İbn Âşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 1984, 3/193 vd.)
2- Yahut hasrdan “kemal” manası kastedilmiştir. Bu takdirde, Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) bi’set zamanı söz konusu olmaksızın, bu hüküm bütün zamanlar hakkında da geçerli olur. Yani “ekmel manada din, İslâm’dır” demek olur. Zira ekmel manasıyla din, bu İslâm dinidir, bundan mükemmeli yoktur. Daha önceki şeriatlar, bütün beşeriyet için geçerli ahkâmı ihtiva etmemekteydi. Aksine muayyen bir zaman ve mekânda yaşayan ümmetlerin ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Nübüvvet silsilesinin başından beri var olsa da kemal haliyle henüz zuhur etmemiş İslâm dinini, diğer dinlere nazaran, daha şümullü anlatması ve lafzın umumiyetini koruması bakımından, bu ikinci tefsir daha münasip sayılabilir.
Allah Teâlâ; şeriatları, muhatapların ihtiyaç ve kabiliyetlerine, anlayış kapasitelerine göre göndermiştir ki matlup olan tatbik işini ona göre yapabilsinler. Sosyal gruplaşmalar küçük, ihtiyaçlar az, hayat sade iken, onları idare edecek hükümler de sade olmuştu. Fütuhat, istilâ ve hicretler sebebiyle genişleme oldukça şeriatlar da genişlemiştir. Yerinde bir adlandırma ile “ilâhi pedagoji” bu tomurcuk tarzındaki açılımı ifade etmektedir. Bu itibarla onlardan hiçbiri mutlak olmamış, Hazreti Musa ve Hazreti İsa (aleyhimesselâm) şeriatları bile İsrail oğullarına mahsus bırakılmıştır. Sonra daha teşkilâtlı medeniyetler ortaya çıkınca, toplumların ilişkileri gelişip insanlık bir tek Rehber’in eğitimine girecek hale gelince; son, mükemmel ve evrensel “minhac”ın (Mâide sûresi, 5/48) gelmesi için şartlar hazır olmuştur.
Cenab-ı Allah bu dini, emperyalist (istilâcı), yabancı bir hâkimiyet altında olmayan, medenî toplumları çürüten bazı olumsuz durumlardan masun kalmış bir millet içinde izhar etmiştir. Keza onu, insanlardan ilim tahsil etmemiş bir Nebiyy-i Ümmî (aleyhissalâtü vesselâm) vasıtasıyla tebliğ buyurmuştur. Böylece, hakkaniyetinin daha kolaylıkla anlaşılıp kabule mazhar olma imkânını artırmıştır. İslâm’ın başta gelen hususiyeti fıtrat (tabiat) ile bütünleşmesidir. Bundan normal bir şey de olamaz. Zira tabiat kanunlarını koyan da İslâm ahkâmını gönderen de Yüce Yaradan’ın ta kendisidir. Şu mealdeki âyet, mezkûr hakikati ifade eder: “O halde sen, Allah’ı tek mabud tanıyarak hak dine yönel! Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rûm sûresi, 30/30) Fıtrat, insanın, doğuştan getirdiği, aslî, tabiî hal üzere bulunmasıdır.
İnsanın yaratılışına uygun olması esası İslâm’ı, bütün zamanlarda dünyanın her yeri için geçerli ve yeterli bir din kılmıştır. Bu aslın dokuz yönü olup bunlar birbirine kuvvet vererek insanlığı, onu kabule sevk etmektedir. (Krş. a.g.e. 3/194-195)
Birinci özellik:
İslâm, insanın fikrini şüphe ve tereddüt, vehim ve hurafe bulaşmayan bir inanç ve itikada sevk ederek akideyi ıslah eder. İnsanı tek olan ve kemal sıfatlarıyla muttasıf bulunan Yüce Yaratıcı’yı ikrar etmeye götürür. Fikirdeki istikamet, düşünceyi düzeltmek bütün ıslahların başında gelir. Sapık akidelerle zihni paslanmış olan bir toplum felâh bulamaz. Bunlar, bir türlü ölçüyü tutturamazlar: Fıtrata yanlış müdahale, tabiî dengeyi bozma, ifrat-tefrit arasında gidip gelme (ruhbanlık veya ibahiyye zihniyeti, ruhban siyaseti veya laisizm, liberalizm veya kolektivizm, rasyonalizm veya spiritüalizm) değer ölçülerini tersine çevirip mühim meselelere önem vermeme veya zıddı durumlar, hep bu zihniyetin tezahürlerindendir. Fikre tevhid hâkim olunca, geri kalan hususları düzeltmek kolaylaşır. Bu itikattan şahsiyet, basiret, istikamet ve bütün insanları (fazilet sebebiyle olan derecelenme dışında) müsavi görme gibi esaslar gelişir.
İkinci özellik:
Zıt gibi görünen iki durumu İslâm, tevhidin gereği olarak bir arada gerçekleştirir, öteki düzenlerin düştüğü ifrat ve tefritlerden insanları kurtarır: Hem nefisleri arındırır, hem de hayat nizamını ıslah eder, ferdi eğiterek toplumu düzeltir. Ferdiyetçilik veya sosyalizmin aşırılıklarından cemiyeti korur. Hâlbuki dinlerin çoğu, hayat nizamını düzeltme işine girmez, girse de lâyıkı veçhile ele almaz, öğüt ve mev’izalarla yetinir, İslâm ise birçok âyette iman ile amel-i salihi (yararlı işleri), ferdî kemal ile içtimaî kemali birleştirir.
Üçüncü özellik:
İslâm akla hitap edip vicdanın şehadetine başvurur, körü körüne taklidi yırtıp atar. Bildirdiği hükümlerin sebeplerini veya hikmetlerini ekseriya zikreder. Muhatapların durumuna göre terğip ve terhipte bulunur, teşvik eder veya sakındırır. Hüccet isteyenlere delil serdeder. İnatçı mağrurlara karşı etkili şekilde hitap etme yolunu tutar. Bu özelliği ifade eden çok âyetten sadece şu örneklerle yetinelim: “De ki: ‘İşte benim yolum: Ben, insanları Allah’ın yoluna (taklit yoluyla değil) delile dayanarak, idraklerine hitap ederek davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da böyleyiz.’” (Yusuf sûresi,12/108) “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşinden gitme! Çünkü insanlar kulak, göz, kalp gibi azaları nasıl kullandıklarına dair sorguya çekileceklerdir.” (İsrâ sûresi, 17/36) İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350), Kur’ân’ın her hükmünün gerekçesini, farklı üslûplarla bildirmeye ihtimam gösterdiğini ve bunun bin kadar örneğini tespit ettiğini bildirir. Ahiret saadetini gözeten kimselere, nizama uyanları bekleyen mükâfatları bildirir.
Dördüncü özellik:
İslâm’dan önceki şeriatların hepsi mahdut iken İslâm risaleti mutlak olmuştur. “Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi ve cezamızın habercisi olarak gönderdik. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.” (Sebe’ sûresi, 34/28) âyeti ile şu hadis-i şerif bunu tasrih eden naslardandır: “Benden başka hiçbir peygambere verilmemiş olan beş şey bana verildi. (Dört şeyi saydıktan sonra Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) beşinci olarak şöyle buyurur): Eskiden peygamber, yalnız kendi halkına gönderilirdi, ben ise bütün insanlara gönderildim.” (Sahihu’l-Buhari, Teyemmüm, 1)
Beşinci özellik:
İslâm, ahkâmında aslî hükümleri bildirip teferruatı müçtehitlerin istinbatlarına, hüküm çıkarımlarına bırakır. Böylece ahkâmın, bütün asırlar için geçerli olmasını sağlar. Çok örnekten “şûra”yı zikr edelim. (Şura sûresi, 42/38) Bu farzın aslı konulmuş, uygulanması zamana ve şartlara bırakılmıştır.
Altıncı özellik:
İslâm bozuk düzeni (fesadı), hem doğrudan doğruya hem de dolaylı yollardan önler, yani yanlışa götüren sebepleri de önlemek suretiyle ferdi ve toplumu kötü hallerden kurtarır. Şer’î hükümlerin çoğu “sedd-i zerai” denilen bu kabildendir. “Helâller bellidir, haramlar da bellidir. Bunların arasında ise, insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden her kim sakınırsa ırzını da (haysiyetini), dinini de kurtarmış olur. Her kim şüpheli şeylere dalarsa (içine girmek yasak olan beylik) koru etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez, içeriye dalabilir. Gözünüzü açın, her hükümdarın kendine mahsus bir korusu olur. Haberiniz olsun, Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram ettiği şeylerdir.” (Sahihu’l-Buhari, İman, 48) Bu hadis-i şerif, şüpheli şeylerden uzak durulması gerektiğini açıkça bildirmektedir.
Yedinci özellik:
İslâm’da şefkat ve kolaylık, insanların faydasını sağlamak esastır. “Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez.” (Bakara sûresi, 2/185) ve benzeri âyetler bunu gösterdiği gibi birçok hadis de aynı gerçeği bildirir. Bazıları şunlardır:
“Müsamahakâr (kolay), tevhit dini ile gönderildim.” (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 6/116) “Bu din kolaydır, kim dini zorlaştırmaya giderse, bilsin ki din mutlaka ona galip gelir.” (Sahihu’l-Buhari, İman, 29) (Yani, dinin ihtiva ettiği her şeyi tam manasıyla yerine getiremez).
Sekizinci özellik:
İslâm ahkâmının hususiyetlerinden biri de dinî emirleri dünyevî yaptırımla birlikte ele almasıdır. Zira teşrîden maksat, nizam tesis etmektir, kuvvetin desteklemediği kanunun ise değeri ve yaptırım gücü olmaz. Ama ikisi bir arada ahenk içinde yürürse, toplum nizamında birlik sağlanır.
Dokuzuncu özellik:
İslâm’da din esasları sarihtir. Kur’ân-ı Kerim din esaslarını açıkça ve tekrarla bildirir. Böylece şeriat bâtıl tevillerden korunur. Mevcut dinler içinde, din esasları bizzat mukaddes kitabından ve peygamberinden gelen tek din İslâm’dır. Meselâ Bakara sûresi, 2/177 ve 285. âyetleri iman, ibadet ve başlıca güzel ahlâk esaslarını özetlemektedir. Diğer dinler, din esaslarını, kurucudan değil, sonraki heyet ve konsillerden alırlar.
Kişinin nefsini Allah’a teslim etmesinin (İslâm olmasının) manası ise şu on esasta hulâsa edilebilir:
1- Yalnız Allah’a kul olma.
2- Yalnız Allah rızası için amel edip işleme.
3- Yalnız O’nun razı olacağı şeyleri söyleme.
4- Allah’ın murat ettiği hükümleri arayıp tatbik etme.
5- O’nun emirlerini yapıp yasakladıklarından sakınma.
6- Allah Teâlâ’nın hükmünün yanında kendi nefsine veya başka bir mahlûka mutlak hüküm yetkisi tanımama.
7- Allah’ın razı olacağı hükmü bulmak için, gerektiğinde içtihat ve gayret sarf etme.
8- Heva ve hevesten yüz çevirme.
9- Fertler ve topluluklar arası bütün münasebetlerde muamelelerini Allah’ın ahkâmına göre yapma.
10- Allah Teâlâ’nın bizim için gayp olan sıfatlarını, keza kaderini tasdik etme.
İşte bu mezkûr özellikleriyle İslâm fikre tevhit, hayata istikamet verir. (B. Said Nursi, Sözler, s.793) İnsanları kullara kulluktan Allah’a kulluğa, bâtıl veya bozulmuş ideolojilerin ve dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine çıkarır. (M.Y. Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, trc. Ahmed Meylani, İstanbul, Divan Yay., 1980, 1/273. Ashab’dan Rib’î İbn Âmir (radiyallahü anh), Kadisiye Savaşı öncesinde, Müslümanların delegesi olarak Sasani başkumandanı Rüstem’le görüşürken İslâmiyet’i böyle özetlemişti.)
Dünyanın en ünlü hukuk abidesi kabul edilen Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi, hak ve adaleti en güzel özetleyen hukuk vecizelerinden biri olarak Kur’ân-ı Hakim’in şu âyetini duvarının cephesine 26 Ocak 2013 tarihinde yerleştirme kadirşinaslığını göstermiştir: “Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin! Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun.” (Nisa sûresi, 4/135) Müslümanların dünyada İslâm’ı iyi temsil edemedikleri bir zaman diliminde, ilgililerin bu davranışı, bir taraftan onların objektif tutumlarını, öbür yandan Kur’ân’ın mucize olduğunu bizatihi, tek başına göstermesi olarak değerlendirilmelidir.