TEFEKKÜR, (Çağlayan, Aralık 2021)
Tefekkür, kalbde öyle bir nurdur ki, hayır ile şer, fayda ile zarar, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla kendilerine has ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkürün kelime manası ve kalbi hayat için önemi
Herhangi bir mevzuda, geniş, derin ve sistemli düşünme mânâlarına gelen tefekkür;[1] erbâbınca, kalbin çırası, rûhun gıdası, bilginin rûhu ve İslâmî hayatın da kanı, canı ve ziyâsıdır. Tefekkür olmayınca kalb karanlıklaşır, ruh hafakanlara girer ve İslâmî hayat da kadavralaşır.[2]
Tefekkürle lutfedilen kazanımlar
Tefekkür, kalbde öyle bir nurdur ki, hayır ile şer, fayda ile zarar, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir. kâinat onun sayesinde okunan bir kitap hâline gelir ve Kur’ân’ın âyetleri onunla kendilerine has ayrı bir derinliğe ulaşır.
Tefekkürün inkişaf ettirdiği hususlar ve tefekkürün serhaddi
Tefekkür, hâdiselerden ibret alma ve çeşit çeşit netice çıkarmanın çerağı,[3] tecrübelerin altın anahtarı, hakikat ağaçlarının fideliği, kalb nurunun da gözbebeğidir. Onun içindir ki, her güzel şeyde olduğu gibi tefekkürde de zirveleri tutan Ufuk İnsan: "Tefekküre denk ibâdet yoktur; öyle ise gelin Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira O, insan düşüncesini aşan bir mevzudur." meâlindeki sözüyle, düşünebileceğimiz sahanın sınırlarını belirler ve bize, güç, imkân ve iktidarlarımızın hudutlarını ihtâr eder.
Bu hususu hatırlatma sadedinde Minhâc sahibi ne hoş söyler:
دَر آلاء فِكر كَردن شَرطِ راهست وَلى دَر ذاتِ حَق مَحضِ گُناهست
بُوَد دَر ذَاتِ حَـق اَندِيشه بَاطِل مُحالِ مَحِض دان تَحصيلِ حَاصل
"Nimetleri tefekkür etmek bu yolun şartıdır. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ında tefekkür apaçık bir günahtır. Evet, Allah hakkında düşünmek bir bâtıldır; O’nu hem bir muhâl hem de hâsılı tahsil bil..!"
Zâten Kur’ân-ı Kerîm de: وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلأَرْضِ "Onlar göklerin ve yerin yaratılış ve şekillendiriliş keyfiyetinde tefekkür ederler." meâlindeki âyetleriyle, kâinat kitabını, bu kitabın yazılış keyfiyetini, harf ve kelimelerinin hususiyetlerini, cümleleri arasındaki nizâm ve âhengi, hey’et-i umûmiyesindeki rasânet ve sağlamlığı nazara vererek bize en yararlı düşünme yolunu salıklamıyor mu?[4]
Tefekkürle ulaşılması gereken hedefler
Evet, her düşünce, her tasavvur ve her davranışta
- Hakk’ın Kitabı’na yönelmek, onu anlamaya çalışmak,
- hayatı ondan anladığımız şeylere göre tanzim etmek ve yaşamak;
- kâinat kitabındaki ilâhî sırları keşfedip ortaya koymak
- ve insana her an ayrı bir imanî derinlik ve renkliliği duyurup tattıran bu yeni keşif ve tesbitlerle, imandan mârifete, mârifetten muhabbete, muhabbetten, rûhânî hazlara uzayan bir ışıktan yolda bütün hayatı zevk hâline getirmek, sonra da âhiret ve rıdvân-ı ilâhîye yürümek; işte insan-ı kâmil olmanın nurlu yolu..[5]
Hakiki tefekkürde takip edilmesi gereken usül
Tefekkür, araştırma sahası itibarıyla bütün ilimlere açıktır; ama, aklî ilimler, pozitif tesbitler, bu büyük netice için sadece birer mukaddime, birer vâsıta ve birer yoldur. Bunların hemen hepsi de, gerçek muhtevâ ve yüzleriyle ilm-i vâhid-i ilâhîye müteveccihtirler. Tabiî insan dimağı yanlış muâlecelerle inhirâfa uğratılmamışsa...[6]
Evet, varlığı bir kitap gibi mütalâa ve tefekkür ancak, bütün eşyâ ve eşyâya ait hususiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridât kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle, Allahü Teâlâ’ya istinadını yakînen idrâk eden mârifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminâna ulaşmış kalbî ve rûhî hayat kahramanlarının şiârıdır.
Tefekkürün lâtenahîliğinin esasları
Mebde’de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a istinad ettirme esasına göre sistemleştirilmeyen bir tefekkür, neden sonra Allah’a yönelip ve neticede O’nda mütenâhî olmasına mukabil; tâ baştan halk ve emir, her şeyi O’na bağlama esasına göre plânlanmış bir tefekkür ise, sonsuza kadar hep yeni yeni buudlarıyla sürer gider ve kat’iyen inkıtâa uğramaz. Yani böyle bir tefekkür "Evvel" ve "Zâhir" isimleriyle Allah’tan başlayıp sonra yine "Âhir" ve "Bâtın" isimleriyle Allah’a müteveccih olacağından mütenâhî değil, lâtenâhîdir.[7] İşte böyle, tâ işin başlangıcında hedefi belirlenmiş bir tefekküre teşvik, aynı zamanda varlığın şekil ve tecellî yollarını tesbite çalışan tabiî ilimlerin usûl ve sistemlerini öğrenip kullanmaya da bir irşattır.[8]
Kâinat kitabının tefekkürle okunması semereleri
Evet, gökler ve yer bütün eczâ ve mürekkebâtıyla, Allah’ın mülkü olduğundan varlık kitabında mütalâa edilen her hâdise, her şe’n ve her nizâm, Yüce Yaratıcı’nın şeriat-ı fıtriyedeki ahkâm ve tasarruf keyfiyetlerini de okumak demektir. Bu kitabı hakkıyla okuyabilen ve okuduğu şeylere göre hayatını düzenleyen birinin yolu herhalde hidâyet ve takvâ yolu, varacağı yer cennet, içtiği de kevser olacaktır. Evet, dünyada çeşit çeşit nimet ve rengârenk güzelliklerin gerçek sahibi olan Allah’tan gaflet ve hep İblis’in rehberliğiyle nankörlük vâdilerinde dolaşan felâket ve hüsran ashâbına karşılık, o, her şeyin gerçek sahibi Mün’im-i Hakîki’yi tanıyıp, O’na iman ve imandaki şuur ile inkıyad ederek, melâike, enbiyâ ve sıddîkînin öncülüğünde, hep şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve dökülen dökülene yığınların mahvoldukları aynı vâdilerde Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına mazhariyetin hakkını verir ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. [9]
Fikir-Zikir Salih Dairesi
Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer, âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek gider hedefine ulaşır...[10]
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ يَذْكُرُونَكَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِ الْمُتَفَكِّرِينَ وَعَلٰى اٰلِهِ الْمُخْلَصِينَ.
NOT:
EK-1'de[11] Bediüzzaman Said Nursi (ra)'in, "Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşâhedâtı"nı resmettiği "Âyetü’l-Kübrâ" risalesi ve
EK-2'de[12] de Tefekkür yazısının müellifi M. Fethullah Gülen'in "BİR AYNADIR BÜTÜN VARLIK" makalesi "TEFEKKÜR"e bir misal olarak dipnotların sonuna dercedilmiştir.
TEFEKKÜR İLE İLGİLİ AYETLER
اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
"Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. "Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru" derler." (Âl-i İmrân sûresi, 191)
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعاً مُتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
"Eğer biz, bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz." (Haşr sûresi, 21)
وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً مِنْهُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
"Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır." (Câsiye sûresi, 13)
اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
"Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." (Zümer; 42)
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً لِتَسْكُـنُٓوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
"Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." (Rûm sûresi, 21)
ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاًۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
"Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir." Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır." (Nahl sûresi, 69)
يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخ۪يلَ وَالْاَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
"Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ibret vardır." (Nahl sûresi, 11)
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا
"Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?" (Muhammed sûresi, 24)
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً
"Hâlâ Kur'ân'ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı." (Nisâ sûresi, 82)
وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَۚ
"Andolsun, öğüt alsınlar diye biz bu Kur'ân'da insanlar için her türlü misali verdik." (Zümer sûresi, 27)
TEFEKKÜR İLE İLGİLİ HADİSLER
1- “Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Beyhakî, Şuab, 4/157)
2- “Sükûtu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olan kurtulmuştur.”(ed-Deylemî, el-Müsned 1/42)
3- “Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)
4- “Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti, size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz 60; Ebû Dâvûd, Cenâiz 77)
5- “Bütün zevkleri acılaştırıp kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!..” (Tirmizî, Kıyâmet 26)
6- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh:
“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibadetten üstündür.” buyururdu. (Deylemî, 2/70-71)
7- Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:
“Rasulüllah (s.a.s.) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilal (r.a.): “Ya Rasulallah (s.a.s.)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, o: “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır.” dedi ve ayeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri arkasına gelişinde aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmran sûresi, 190.) Bir sonraki ayet; “Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (tefekkür ederler) ve Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz (derler).” (Âl-i İmrân sûresi, 191)
Ondan sonra Rasulüllah (s.a.s.): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” buyurdu. (İbn Hibbân, Sahîh, 2/386)
[1] TEFEKKÜR:
a- …her gün yepyeni bir heyecanla âfâk ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür…” ("Seyr u Sülûkte Bir Başka", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
b- Tefekkür, insanın kendi iç dünyası hakkında kendini düşünmeye zorlaması, eşya ve hâdiseleri sürekli hallaç etmesi ve bütün bunları tekrar ber tekrar mütalâaya alarak engin ve derin düşüncelere açılması demektir. Aslı itibarıyla Arapça bir kelime olan tefekkür, “tefe’ul” babından gelir. Bu babın özelliği ise, tekellüftür. Yani insanın bir işi gerçekleştirmek için ciddi bir gayret ortaya koyup kendini zorlaması, bu istikamette iradesinin hakkını vermesidir. Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki tefekkür kelimesi, türediği kip itibarıyla, basit bir düşünce ameliyesinden ziyade, sistemli, derin ve süreklilik arz eden bir düşünme faaliyetini ifade etmektedir. (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
c- ÂFÂKÎ VE ENFÜSÎ TEFEKKÜR :
Âfâk, ufkun; enfüs de nefsin çoğuludur. Ufuk, bize göre dağların zirveleri, güneşin doğup battığı yerlerdir. Diğer bir tabirle; zeminin, semanın etekleriyle birleştiği yere ufuk ve onun çoğuluna da âfâk denir. Dolayısıyla da bu sahadaki tefekküre âfâkî tefekkür diyoruz ki, bununla kastedilen de insanın dışındaki bütün dünya ve kâinatlardır.Enfüs ise nefsin çoğulu olup, insanın mânâ ve maddesi demektir. Ayrıca, insanın özüne ve onun içinde şeytanın yaptıklarını yapana da nefis denir. Bir mânâda o, şehvet, gazap, hiddet, öfke, hırs, kapris ve inat gibi çeşitli duyguların bir araya gelmesiyle oluşan mekanizmanın başında bir santral memuru gibidir. İhtimal, şeytan onun vasıtasıyla bizimle münasebet kurup değişik tesvîlatta bulunur ve bize zarar vermek için bazen şehveti ve gazabı, bazen inat ve kini kullanır; hatta yerinde, vahyin ışığıyla aydınlanmamış ve terbiye görmemiş azgın aklı kullanır ve bunlarla da bizlere zarar verir.Soruda bahsedilen nefsin bir diğer yorumu da mahiyet-i insaniyedir. Bu, وَلَا تَقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ “Kendi kendinizi öldürmeyiniz.” (Nisâ sûresi, 4/29) ile anlatılan nefistir, yani insanın zatıdır. Nefsin korunması usûl-ü hamseden (hukuken korunması gereken beş temel prensip) biridir. Burada kastedilen şey de işte budur ve bu sahadaki tefekküre enfüsî (nefisle alâkalı) tefekkür denmektedir. (Kendi Ruhumuzu Ararken)
d- AKLIN FONKSİYONLARI, TEFEKKÜR-TEZEKKÜR-TEDEBBÜR
Aklın hayatî derecedeki bu ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde ilâhî kelamda pek çok yerde
أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ “Hâlâ düşünüp tefekkür etmeyecek misiniz?” [En’âm sûresi, 6/50]
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ “Onlar hâlâ tedebbürde bulunmuyorlar mı?” [Nisâ sûresi, 4/82]
أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ “Düşünüp anlamayacak mısınız?” [Yûnus sûresi, 10/3; Hûd sûresi, 11/24, 30; Nahl sûresi, 16/17;...],
أَفَلاَ يَعْقِلُونَ “Onlar hâlâ akıllarını kullanmayacak mı?” [Yâsîn sûresi, 36/68]
gibi ifadelerle âyetlerin fezlekesinin ona bağlandığını görüyoruz. Aslında bu ilâhî ifadeler aklın fonksiyon ve derecesiyle alâkalı beyanlardır. Meselâ, bir şeyin önü ve arkasını birden düşünme, bir arka bir de ön planına veya bir dününe bir de bugününe bakarak onları bir kıymet-i harbiyeye ulaştırma ameliyesine tedebbür denirken; sistemli ve disiplinli bir fikir cehdi neticesinde dünkü malzemeyi bugünkü müktesebatla bir araya getirerek bir terkibe varma veya sentezlerle yeni bir kısım hakikatlere ulaşma ameliyesine de tefekkür denir. Her iki kelime de geldikleri kip itibarıyla tekellüf ifade eder. Tekellüf ise biraz kendini zorlama, şakakları zonklatma, kasıklarda sancı hissetme demektir. Görüldüğü üzere ilâhî beyandaki bu ifadeler basit bir akıl faaliyetinden ziyade, hakikate ulaşma yolunda aklın kullanımında ciddi bir cehd ve gayretin ortaya konması mânâsına gelmektedir. (Kalb İbresi)
e- YOLUN ESASLARINDAN BİRİ; TEFEKKÜR
Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr; herkesi ve her nesneyi O’ndan ötürü kucaklama şeklinde yorumlayacağımız şefkat; her gün yepyeni bir heyecanla âfâk ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür; ayrıca bu çerçevede sürdürülen hizmette hiç sönmeyen bir aşk u iştiyak, sonra da bu mazhariyetlerin şuurunda olarak, bütün bunlara, söz, tavır ve davranışlarla mukabelede bulunma mânâsına gelen kesintisiz şükür böyle bir alternatif yöntemin temel esaslarıdırlar. ("Seyr u Sülûkte Bir Başka", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
f- MÜTEFEKKİR TİPLER
Kur’ân’ın övgüye lâyık gördüğü tipler arasında ‘mütefekkir’ tiplerin ayrı bir yeri vardır. Bunlar, hayatlarının her dakikasını, en engin duygu ve düşüncelerle âdeta bir kanaviçe gibi işlerler. Üzerlerinden geçen ve itibarî bir hattan ibaret olan zamanın hiçbir parçasının boş geçmesine müsaade etmez ve onu dolu dolu yaşarlar.
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!’”
Evet, hayatlarını tefekkürle süsleyen bu insanlar; yatarken, kalkarken, yerken, içerken mütemadiyen düşünür; sebep-netice, eser-müessir, Hâlık-mahluk arasındaki münasebetleri derinlemesine inceler ve mârifet-i Sâni adına her zaman sonsuza yelken açar; göklerin ve yerin yaratılışına, onlardaki o şiirimsi âhenge, mükemmel nizama hep ibretle bakar ve bu tefekkür sayesinde hiçbir şeyin sahipsiz ve gayesiz olamayacağı neticesine ulaşırlar.
Değişik semavî sistem ve galaksilerin baş döndürücü keyfiyetlerinden arzdaki her şeyin hikmet, maslahat ve faydalarına kadar harikulâdeliklerle dolu varlık karşısında hayretten hayrete girer ve: “Ey Rabbimiz! Bütün bunları Sen boşuna yaratmadın;” her şeyde Hakk’a götüren bir yol ve her şeyde Hak isminin bir tecellîsi var, derler. Sonra da, “Allahım, Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azabından muhafaza eyle!” niyazıyla hep O’na yönelirler.
Kur’ân bunları anlatırken, üzerimizden geçen zamanın her parçasına Mevlâ’nın adını yazan bir tip canlanır onların gözlerinde. Hiçbir anını boş geçirmeyen, yaşadığı her ana kendi şuurundan bir ruh katan ve böylece her zaman canlı ve hareketli geçen bir hayata sahip olan bu tip, tam bir mütefekkir tipidir. Einstein, zamanı ‘itibarî bir hat’ olarak tarif eder ve zamanın, zatında vücudu olmadığını ve mekânın sırlı bir buudu olduğunu söyler. Ne var ki, cansız ve vücutsuz zaman şeridi, her parçasına Allah’a ait mânâları işleyebilen mü’minler sayesinde, hayat kazanır ve onun imanı ve ameli sayesinde de, âlem-i bekâya ait ebedî-sermedî birer manzaraya dönüşür.
Kur’ân’ın bu tipi nazara verip o tatlı beyan ve üslûbuyla resmedişi fevkalâde büyüleyicidir. Bu öyle bir resmediş ki, mü’min bir gönül bu tasvir ve üslûp karşısında kendinden geçer. Bu seviyeyi yakalamış böyle birinin kalbinde, his ve heyecanında, tefekkür ve tezekküründe ciddî bir iştiyak hâsıl olur.. derken bu iştiyakla Kur’ân’ı âyet âyet tefekküre dalar ve kendi diliyle onun Allah Kelâmı oluşunu duymaya çalışır. Hatta onun ötelerden getirdiği cennetlerin kokusunu iliklerine kadar hissetmeye başlar.(Kur'ân'ın Altın İkliminde)
[2] TEFEKKÜRÜN YERİ VE ÖNEMİ:
a- Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim "acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür" tarikidir.
Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubudiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. (26.Söz, Zeyl)
b- Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır. (26.Söz, Hatime)
c- UBUDİYET VE TEFEKKÜR MÜNASEBETİ
İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubudiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhâtaba suretinde bir ubudiyeti, bir münâcâtı vardır.
Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir.
Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî san'atları birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.
Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.
Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sayfalarını, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.
Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san'atları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
…
Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla, bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında vahdâniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'ân ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.
İşte, bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir, imanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur. (23.Söz, 5. Nükte)
c- SEYR U SÜLÛK-İ RUHANÎDE DE TEFEKKÜR
Seyr u sülûk-i ruhanîde; letâif-i aşere (on lâtife) veya yedi nefis mertebesine bağlı olarak kalbî ve ruhî hayat derecesini elde etme, erbabınca müteâref bir yöntemdir ve çile disiplini dahil bugüne kadar insan-ı kâmil olmanın biricik yolu kabul edilegelmiştir. Ancak, hem seyr-i ruhânî hem de onun içinde önemli bir yer işgal eden çile vasıtasıyla kazanılmış mertebe, derece, mevhibe ve vâridata ulaşmanın başka alternatiflerinin bulunduğu da bir gerçek. Bilhassa bu alternatifler arasında, bir mânâda, peygamberlik hakikatinin tecellîsi ve sahabî mesleğinin inkişaf ettirilmesi yolu da diyebileceğimiz farklı yöntemler de vardır:
Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr; herkesi ve her nesneyi O’ndan ötürü kucaklama şeklinde yorumlayacağımız şefkat; her gün yepyeni bir heyecanla âfâk ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür; ayrıca bu çerçevede sürdürülen hizmette hiç sönmeyen bir aşk u iştiyak, sonra da bu mazhariyetlerin şuurunda olarak, bütün bunlara, söz, tavır ve davranışlarla mukabelede bulunma mânâsına gelen kesintisiz şükür böyle bir alternatif yöntemin temel esaslarıdırlar. ("Seyr u Sülûkte Bir Başka", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
d- HİKMET VE TEFEKKÜR:
Zaten, soruda îmâ ettiğiniz ayet-i kerimede, Hakîm-i Mutlak, mealen, “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri düşünür ve anlarlar.” (Bakara, 2/269) buyurmuştur. Sebepler planında, hikmete ermenin başlangıcı tefekkürdür. Kur'ân talebeleri için mühim bir esas olan tefekkür ise, selim akıl ve selim kalb ile olur. Aklını ve kalbini heva ve heveslerine kaptıranlar kendi vicdanlarının sesini duyamaz, dış dünyada olup biten ibretli hadiseleri düşünüp anlayamazlar. Zira, gerçekleri anlamak için “ulü’l-elbâb” denilen tam akıllılardan, akl-ı selime sahip bulunanlardan olmak lazımdır. Esasen, söz konusu ayette de basiret sahipleri ya da akıl sahipleri denilmemiş, “Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı) olanlardan başkası anlayamaz.” şeklinde “lüb” tabiri kullanılmıştır. Bu ifadeyle selim akla, aklın özüne, latife-i Rabbaniyeye, belki onun daha derin bir buudu olan sır ufkuna veya onun da ötesinde sayılan hafî ve ahfâ latifelerine işaret edilmiştir. (Diriliş Çağrısı)
[3] İBRET ALMA
a- Ortalama Ömür
Evvela; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu beyanıyla, vasatî ömre işarette bulunmaktadır. Evet, Allah Teâlâ, her mahluka yaratılışı itibarıyla bir hayat süresi tayin etmiştir ki, buna “ecel-i fıtrî” denilir. Vasatî ömür kabul edilen ecel-i fıtrî insanlar için altmış-yetmiş senedir. Nitekim, Tirmizî’de yer alan bir hadis-i şerifte, “Ümmetimin vasatî ömrü altmış-yetmiş yıldır; bunu aşabilenler azınlıkta kalacaklardır.” buyurularak, bu hususa dikkat çekilmektedir.
Sâniyen; İmam Buhârî Hazretleri Câmiu’s-Sahih adlı eserinde bu hadisi naklederken, Fâtır Suresi’nin 37. ayetini o bâbın unvanı (bölüm başlığı) olarak zikretmiştir. Demek ki, hem altmış yaşın hem de “mazeret” meselesinin bu ayet-i kerime ışığında şerh edilmesi gerekmektedir.
Söz konusu ilahî beyandan önce, inkarcı müşriklerin sürekli cehennemde kalacakları, oradaki azabın dehşetine dayanamadıkları için ebedî ölümü arzulayacakları; fakat artık haklarında ölüm hükmünün verilmeyeceği ve ateşin şiddetinin de hafifletilmeyeceği, Allah’ı ve nimetlerini inkar eden her nankörün bu cezayı hak ettikleri anlatılmaktadır. Sonra da -mealen- şöyle denmektedir:
“Onlar orada imdad istemek için ‘Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!’ diye feryad ederler. Fakat, onlara şöyle cevap verilir: ‘Biz, size, bir kimsenin ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse tadın azabı! Çünkü, zâlimleri kurtaracak yoktur!” (Fâtır sûresi, 35/37)
Bazı alimler, ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebilmek için on beş yaşın yeterli olduğunu söylerken, bazıları da on sekiz yaşını esas almışlardır. Bir kısım müfessirler ise, ayeti “Sizi kırk sene yaşatmadık mı?” şeklinde anlamışlardır. Ulemadan kimileri de, ayette işaret edilen sürenin “büluğ yaşı” olduğunu söylemişlerdir. Fakat, Abdullah İbni Abbas hazretlerine ve müfessirlerin pek çoğuna göre; bu beyan-ı ilahî, “Biz sizi altmış sene yaşatmadık mı?” demektir. Çünkü, burada mevzubahis olan vasatî ömürdür; hadis-i şerifler zaviyesinden ortalama yaşın alt sınırı ise altmış senedir.
İbn Abbas hazretleri başta olmak üzere, bazı alimler mezkur ayette geçen “Hem size uyarıcı da gelmişti” ifadesindeki “nezir”den maksadın Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselam) olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de “nezir” sözünün umum peygamberler ve kitaplara şâmil bulunduğunu belirtmişlerdir. Bazıları ise, bu uyarıcıyı akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölümü şeklinde te’vil etmişlerdir. Mesela; İkrime ve Süfyân İbni Uyeyne gibi büyükler, “nezir” kelimesini “ihtiyarlık” olarak yorumlamışlardır.
Aslında, bunların hepsini birer nezir olarak kabul etmek gerekir. Çünkü, bütün peygamberler ve ilahî kitaplar “ölüm var” deyip ahireti haber verdikleri ve insanları ötelere hazırlıklı olma hususunda ikaz ettikleri gibi; Allah Rasûlü de hem Kur'ân ayetleriyle hem de hadis-i şerifleriyle her mahlukun fâni ve her nefsin ölümü tadıcı olduğunu her fırsatta hatırlatmıştır.
Dahası, tekvinî ayetlerin bir parçası olan her hâdise de insana “Sen gidicisin” demektedir. Bükülen beller, tutmayan dizler, ağaran saçlar, titreyen eller, göremeyen gözler, duyamayan kulaklar, ağrılar, sızılar, çeşit çeşit hastalıklar ve türlü türlü rahatsızlıklar birer nezirdir; bunların hepsi bir yönüyle ölümü ve ahireti hatırlatır.
Ayrıca, her insanın önüne ömür boyu başka hatırlatıcılar da çıkar; camide imam-vaiz “ölüm var” der, ezan-namaz hesabı akla getirir; eş-dost ebedî beraberlik isteğini izhar eder ve insanın nazarlarını sermedî bir âleme çeker.
Dolayısıyla, düşünüp ibret almak ve gerçeği bulmak için bütün bu uyarıcılar birer fırsattır. Altmış sene yaşayan bir insan, bunların hepsi tarafından değişik şekillerde ve defalarca ikaz edilmiştir. Bu itibarla da, şayet bir kimse onca uyarıcıya karşı kulaklarını tıkamış ve gözlerini yummuşsa, artık onun mahşerde herhangi bir geçerli mazeret ileri sürmesi mümkün değildir. (Vuslat Muştusu)
b- KALB İNCELİĞİ VE TEFEKKÜR:
Kalbin rikkat kesbetmesinin en önemli vesilesi, tefekkür etmek ve kainatı ibret nazarıyla süzmektir. Tefekkür sayesinde, kalb nurlanır, vesvese ve şüphelerden sıyrılır, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklılık kazanır. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen kimseler, sararır solar ve savrulur giderler. Bu itibarla, ülfete düşmemek ya da düşme eşiğinde bulunanları oradan çekip almak için âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür şarttır. Mâzînin altın sayfalarında sık sık seyahat etmek, zaman zaman düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarının atmosferinde bulunmak ve bazı müesseseleri ziyaret edip oradaki zinde insanlardan aşk u şevk almak da ülfetten kurtulmanın mühim vesilelerindendir. Kalb ve düşüncenin istikamet ve canlılığını muhafaza etmek için, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini mütâlaa etmek, Sahabe-i kiramın, Tâbiîn-i izâmın ve sırasıyla asırlara ışık tutan sâlih kimselerin örnek hayatlarına ait tabloları okumak ve dinlemek de bir başka çaredir. (Ölümsüzlük İksiri)
[4] TEFEKKÜRDE SERHAD
a-TEFEKKÜRÜN SERHADDİ
Bazı ârifîn, sübuhât-ı vech veya envâr-ı Zât’ın tecelli ufkunu ve böyle bir tecelliye mazhariyet neticesinde kalbde hâsıl olan ıstılâm hâlini seyr u sülûk-i rûhânîde zirveler üstü zirve kabul etmişlerdir. Tavârık, bevâdî, tavâli’, levâmi’, levâih... gibi tecelliler ise –bunların hepsi aynı mânâya gelir– sâlikin durumu açısından mebde’den müntehâya doğru yükseldikçe değişen, aynı mânâdaki teşvik sürprizlerinin unvanlarıdır; daha çok da tefekkür, tezekkür, tedebbür yolcularına âfâkî ve enfüsî deliller yoluyla ifâza edilen lem’alardır ve yoldakilere de birer teşvik primi mahiyetindedirler. Bunlarla yol doğru görülür, yürüme iştiyakı artar, hedef sezilir; ama, Hazreti Matlûb, Hazreti Maksûd vicdanen tam bilinemez. Bu bilinme kemmiyet, keyfiyet ölçüsünde bir bilinme değildir; zira Zât-ı Bârî nâkâbil-i idraktir ve tariflere girmeme mânâsında da müteâldir. Bir hak dostu:
“Tarife gelir mi hiç Mevlâ
Tarife gitmemektir evlâ.” der ki, Sünnî düşüncede esas olan işte budur.
Sübuhât-ı vech veya envâr-ı Zât’ın zuhûru ise, yukarıdaki cemalî tecellilerden çok farklı öyle bir ziya tufanıdır ki, böyle bir mazhariyetle kuşatılan ârif-i billâh, nefsi dahil mâsivâ adına hiçbir şeyi göremez olur; hatta ehadiyet-i Zât’ın muhît ve mütemâdî şuaâtı karşısında esmâ ve sıfâtın envârını dahi hissedemez hâle gelir. Dahası bunlardan bazı müstağrak ruhlar ilim mertebesindeki temyiz ve taayyünü bile duymaz olurlar da ezelle alâkalı “ كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ – Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.” Peygamber beyanına, lâyezâli de katma mülâhazasıyla, “ اَلآنَ كَمَا كَانَ” ilavesinde bulunarak hâllerinin ifadesi bütün bütün hakâik-i eşyayı göremez hâle gelirler ve Câmî gibi her şeye “hayâl” deyiverirler.
Ne var ki, bu hâl bazılarında temâdî eder de bunlar mahv u sekr ve ıstılâm hâllerini hakikat; bizim idrak ufkumuza giren şeyleri de tasavvurlarımızın ve tahayyüllerimizin ürünü olarak görürler. Bunların bazılarında da “berkî tecelli” denen türden muvakkat envâr-ı Zât tufanı yaşandıktan sonra yeniden âlem-i fark’a dönmeler olur; olur da onlar, içinde bulundukları iç ihtisaslar atmosferinden sıyrılır ve zahirî ihsaslar dünyasına avdet ederler. Böyleleri sübuhât-ı vechin kuşatan şuaları karşısında tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ruh-u şeriatla her zaman temkin soluklar ve teyakkuz içinde bulunmaya çalışırlar. Bunun aksine, tabiatları mizan-ı şeriatla bütünleşememiş ve şuuraltları da diyanetin kontrolünde olmayanlar ise Zât-ı Bârî’yi de idrak alanları içinde mütalâa etme vartasına düşüverirler. Böyle bir durumda da had aşılmış, mutlak takyid edilmiş, muhît de muhît olduğu aynı anda muhât kabul edilmiş olur.
Oysaki, Sahib-i şeriat bizim düşünce alanımızı ef’âl, âsâr ve esmâ âlemiyle sınırlandırarak, bizleri “Zât-ı Baht” hakkında düşünmekten menetmiştir.
İster Zât-ı Hakk’ın envâr-ı muhîtası, ister berkî tecelli; bunlar, kalbî ve ruhî hayat kahramanlarına, Cenâb-ı Hakk’ın özel birer teveccühü ve rûhâniyet-i Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa’nın (Aleyhissalâtü vesselâmu mil’e’l-ardı ve mil’e’s-semâvât) vesâyeti altında varlık ve hâdiselerin perde arkasına muttali olanlara, muttali olup havâss-ı zâhire ve bâtıneleri ile bütün fâniyât ü zâilâttan sarf-ı nazar edenlere vücud, kıdem, bekâ, vahdâniyet ve muhâlefetün li’l-havâdis Sultanına, tabir-i diğerle “Kâbe-i Rubûbiyet”e bir yönelme çağrısıdır. ("Sübuhât-ı Vech", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
***
b- O, ANCAK İSİM VE SIFATLARIYLA TANINABİLİR:
Evet o, ne bir cisim ne cevherdir, ne tecezzi ve inkısamı söz konusu olan bir küll ve küllî, ne bunlara ait bir cüz ve cüz’î, ne de yarattıklarını hatırlatan bir şekil, suret ve mahiyettedir; O, bütün bunların hepsinden berî öyle bir Evvel ü Âhir ve bir Zâhir u Bâtındır ki, zuhûrunda bâtınlardan daha bâtın, istitârında da zâhirlerden daha zâhirdir. İş ve icraatında bizzat temas ve mübâşeret söz konusu olmadığı gibi makasıd-ı sübhâniyesini ifade buyururken de âza ve cevârihten münezzehtir.
Biz O’nu, Rahmân, Rahîm, Ehad, Samed, Ferd, Hayy, Kayyûm, Kadîm, Kâdir, Âlim, Semî’, Basîr, Azîz, Cebbar, Cemil, Celil, Kebîr, Cevâd, Raûf, Mütekebbir, İlâh, Seyyid, Mâlik, Rab, Hakîm, Mütekellim, Hâlık, Rezzak... gibi yüzlerce isimleriyle; hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, izz, hikmet, kibriyâ, ceberût, kıdem, beka, kelâm, meşîet ve emsali onlarca sıfatlarıyla tanımaya çalışırız. Bütün bunlarla beraber yine de, O’nu tam bildiğimizi, bileceğimizi iddia edemeyiz; edemeyiz de مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ – Ey Mâruf, Seni hakkıyla bilemedik.” sözleriyle nefes alır verir ve اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ – O’nu idrak edememe idraktir.” mülâhazasına sığınırız. Allah, idrak edilemez, zira O, ihata edilemeyecek ölçüde her şeyi muhîttir. Bu itibarla da, O’nun tam ihata edileceğini iddia etmek, muhîtin muhît olduğu aynı anda muhât olabileceğini düşünme demektir ki, bu da açıkça bir tenâkuzdur. Kaldı ki, O’nu bilmede bizim ışık kaynaklarımız sayılan bütün müştakk isimler de ne teker teker ne de hepsi birden hakikat-i Hakk’ın künh-ü ehadiyetine ulaştırmada yeterli değil, aksine kâsırdırlar. Mantıklar, muhâkemeler, esmâ-yı hüsnânın gölgesinde ancak yine O’nun dileyip murad ettiği kadar Zât-ı Sübhânî hakkında bilgi ve mârifet sahibi olabilirler.. evet O’nun hakkında bizim bildiğimiz ve bileceğimiz her şey işte bundan ibarettir. ("Allah ve Ulûhiyet Hakikati", Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
***
c- O’NU İHATA ANCAK TÜM SIFATLARINI BİLMEKLE MÜMKÜNDÜR FAKAT…:
Hakiki hakaik-ı vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vacibü’l Vücudu ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira, bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, “tam kavradım, ihata ettim” diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfatların da bilinmesi zaruridir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir. ("Allah ve Ulûhiyet Hakikati", Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
***
d- O’NU BİLMEKTEN MAKSAD HAKK'A KULLUK:
Bütün bunlar o Mevcûd-u Müteâl’le alâkalı bir kısım kırıntılardır ve hangi mânâda olursa olsun, O’nu ifade etmek ve hakikat-i Hakk’a tercüman olmak için kat’iyen yeterli değillerdir. Bugüne kadar binler-milyonlar Zât-ı Hakk’ı beyan ve ilhamlarına dayanarak O’nu tavsif ve tarif etmeye çalışmışlardır –sa’yleri meşkûr olsun–. Defaatle gönül heyecanı, gözyaşı, kalem mürekkebi O’nu anlatmada el ele vermiştir; ama, yine de her şey ötelere ve ötelerin de ötesine emanet edilerek temkin yoluna gidilmiştir. Kim bilir belki de bu hususta:
“Tarife gelir mi hiç Mevlâ
Tarife gitmemektir evlâ.” deyip O’nun hususi takrirleriyle yetinmek daha uygun olacaktır.
Aslında bütün bu bilmelerin, tariflerin, tavsiflerin neticesi Hakk’a kulluk ve O’na karşı duyulacak aşk u alâka ise –ki bunun böyle olduğunda şüphe yok– biz zâhir ve bâtın duygularımızla bu hususa yönelmeli ve onu gerçekleştirmeliyiz. O, ubûdiyet ve aşk u alâka ile kendisine yönelenleri hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamış ve kapısına teveccüh edenleri de armağansız bırakmamıştır. ("Allah ve Ulûhiyet Hakikati", Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
***
e- ZÂT-I BÂRÎ NÂKABİL-İ İDRAKTİR:
Bizim “Zât-ı Ulûhiyet” hakkında dediğimiz, diyeceğimiz her şey, ef’âli, esmâsı ve bir mânâda sıfatları itibarıyladır. “Zât-ı Barî”ye gelince, O bizim için nâkabil-i idraktir; dolayısıyla da O’nun hakkında fikir yürütmemiz memnû ve mahzurlu sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, bizim düşünce ufkumuzu aşan böyle bir konuda bize idrak serhaddimizi gösterir ve “Gözler O’nu ihata edemez, O ise basar ve basîret her şeyi kuşatır/kuşatandır.” fermanıyla, muhîtin, muhît olduğu aynı anda muhât olamayacağını hatırlatır.
Zât-ı Barî, bizim idrak ufkumuz itibarıyla, isimleriyle malum ve sıfatlarıyla da her şeyi muhîttir.. ve bu ufuk beşerî düşüncenin son serhaddidir. Bunun ötesinde ve ötelerin de ötesinde olan diğer bilgilere gelince onlar, bir seviyenin insanları için sezmelere, duymalara bağlı bilgilerden, zevkî, hâlî marifetlerden ve bir mânâda şuhûdî ihsaslardan ibarettir. Bu bilgi ve marifetleri Hakk’ın (celle celâluhu) sadâkate, azm ü cezm ü kasde bir iltifat ve bir teveccühü sayabilirsiniz.. dahası, kaza ve kader meselelerinin hakikati de –Miraç’ta Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelüttehâya) inkişaf ettiği gibi– bu seviyedeki göz ve kulak erbabına inkişaf eder ki, o da farklı bir görme demektir. ("Sıfât-ı Sübhaniye", Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)
[5] TEFEKKÜRLE KAİNAT KİTABINI HALLAC ETMEK:
Bediüzzaman'ın, sık sık üzerinde durup, mutlaka okunmasını ve temaşa edilmesini istediği kainat kitabı ve varlık meşheri, makulü temsil eden enbiya, asfiya, evliya ve İslam ulemasından tevarüs edilegelen bir anlayışın ifadesidir. Zamana bağlı çizgi farklılığı mahfuz, verilen mesaj ve takip edilen yol hep aynıdır; arz u sema tetkike tabi tutulacak.. eşya ve hadiseler hallaç edilecek.. her şey götürülüp gerçek sahibine bağlanacak.. sonra da vicdanlarda bu makuliyetin itminanı duyulacak ve marifete dönüşen ilimler birer zevk-i ruhani kaynağı haline gelecek.. derken, yerküredekiler ve semadakiler aynı ruh haletini paylaşacak.
Kur’ân pek çok ayat-u beyyinatıyla bize bu yolu salıklar ve makuliyeti, düşüncenin sonsuza bağlanması şeklinde yorumlar: Yerinde "Onlar başlarının üstündeki ğöğe bakmazlar mı? Bakıp da bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi ve onda bir açık ve bir dengesizlik bulunmadığını düşünmezler mi?. Biz, yeri de yayıp döşedik ve orada da, dengeyi sağlamak için ağır baskılı ulu dağlar yerleştirdik.. ve zeminde, gözleri-gönülleri açacak her çeşit bitkiden çiftler yarattık. Bütün bunları, Allah'a yönelen her kula, Yaradan'ın kudretini hatırlatması ve dersler veren birer basiret nişanesi, ibret numunesi olsun diye yaptık. Ardından, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilmeye müsait ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik." (Kâf sûresi, 50/6-10) diyerek, dikkatleri semalara, semalardan yerküreye, ondan da rızka çevirerek bizi, aklımızı kullanmaya, düşünmeye; imanda derinleşmeye ve marifette zenginleşmeye çağırır. Yer yer mahsusatın önemini vurgulayarak, hemen her zaman gözümüz önünde bulunan küre-i arzı temaşa etmeye davet eder ve "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere, hakikatin sesini işitecek kulaklara sahip olsunlar. Ne var ki kör olan onların gözleri değil, sinelerindeki basiretleridir." (Hac sûresi, 22/46) der ve basireti kapalı gönüllerin mahrumiyetini vurgular. Zaman zaman da aklını, basiretini kullanmayanları tevbih sadedinde "Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, inanmayanlar gelip geçerken (kasdi tetkike almadıklarından) yüz çevirmiş olurlar da farkına varamazlar." (Yusuf sûresi, 12/105) ayetiyle ferman ederek niyet ve nazarın önemine dikkatleri çeker ve mücerret bakmanın bir mana ifade etmeyeceğini hatırlatır.
Kur'ân, kâinat kitabıyla alakalı referanslarının yanında, ele aldığı konuları takdimdeki sağlamlığı, muhtevasının düşündürücülüğü, mesajlarının kuşatıcılığı, ifadelerinin sihri, üslubunun müessiriyet ve inandırıcılığı ile de çok yönlü ayrı bir makuliyet örneği ortaya kor. Evet O, sırtını vahye dayadığı gibi hep akıl yörüngeli bir yol takip eder. Bütün mesajlarını akla, mantığa, muhakemeye tespit ve tescil ettirerek muhataplarının kapılarını çalar.. alaka uyaran bir üslubla gönüllere yürür.. aklın, hissin, şuurun itirazlarına meydan vermeyecek bir çerçevede konuşur.. ve talebelerini makuliyet adına sürekli rehabilite eder. O, iç içe yüzlerce konuyu, tek bir mevzuun tahlilinde bile zor ulaşılır bir ahenkle sunmasından, her mesajındaki içtenlik ve tesirine, inanca açık gönülleri itminana ulaştırmasından mütereddit ruhları ikna etmeye kadar her mevzuda arkasını vahye dayar ve insanlarla alış verişini makulün yamaçlarında gerçekleştirir.
Bu açıdan diyebiliriz ki; eşyayı temaşa edip hadiseleri okuyabilenler, okuyup tevhide bağlayanlar makulü takip ettikleri gibi, Kur’ân'ı duyup, dinleyip içine sindirenler de hep akli bir yol takip etmiş sayılırlar. Aksine, varlık ve hadiselerin iç yüzüne nüfuz edemeyip dışında kalanlar, aklî bir yolda olmadıkları gibi, Kur’ân'ı duymayan, dinlemeyen ve içine sindiremeyenler de aklın nurundan tam istifade edememişler demektir. Evet, varlık ve eşyanın okunup, düşünülüp değerlendirilmesi; değerlendirilip imana, marifete, Yaratıcıyla münasebete bağlanması makul; her nesne ve her hadisenin değişik sebeplere, tabiata ve daha başka şeylere verilmesi de akıl dışıdır. Yaratıcının varlığı, birliği, şerike, nazire, yardımcıya muhtaç olmayışı makul; her şekliyle şirk ve ilhad düşüncesi ise gayr-i makuldür. Eşya ve hadiselerin şerh ve izah edilmesi, varlığın yorumlanarak bir gerçeğe bağlanması için, Allah'la insanlar arasında bir kısım elçilerin gerekliliği makul; nübüvvet ve İlahi mesajları kabul etmeme ise gayr-i makuldür. Risaleler'deki mülahazalarla, bu çerçeveyi bütün iman esaslarını içine alacak şekilde genişletmek mümkündür. Ben şimdilik bu kadarının yeterli olabileceği düşüncesiyle, böyle bir genişlik içinde konunun mütalaasını, İslam müteferriklerinin kitaplarına havale edip geçiyorum. ("Aklın İki Yüzü ve Makuliyet", Kendi Dünyamıza Doğru)
***
KUR'ÂN KİTABINI TEFEKKÜR:
İnsan, varlık ve Allah hakikatına tercüman olan bu kitap, insan gerçeğini öylesine incelerden ince tahlil eder, eşya ve hâdiseleri o kadar hassas ve ölçülü değerlendirir ki, az bir dikkatle hemen herkes, bu tahlil ve değerlendirmenin öbür ucunda âdetâ nâmütenâhîyi görür gibi olur. Dolayısıyla da, Kur’ân’ın sihirli dünyasına girebilen kalp ve ruh insanları, bir fihrist çerçevesinde kendi nefislerinde duyup hissettikleri her şeyi, kâinatta mufassal bir kitap muhtevasıyla görür, duyar ve ömürlerini işaret ve emarelerin dünyasında hep ona doğru yürüyen seyyahlar gibi sürdürürler.
Evet bu kitap, irfan ufkumuzu öyle aydınlatır ki, insan, onun öncülüğünde gönlünün “arş-ı kemali”ne doğru yürürken, ne yol garâbetine, ne düşünce tıkanıklığına, ne de ruh ınkıbazına maruz kalır.. bilgi ile heyecanın, imanla müşahedenin, külfet ile güvenin, nizamîlikle emniyetin iç içe duyulduğu bu yolda o, yürür hep zirvelere doğru.. yükselir en ulaşılmaz şâhikalara.. ve erer tâlihinin gülen yüzünü görebileceği ufuklara.
Bu kitap; insan ve kâinatın iç derinliklerine, insanoğlunun ruh enginliklerine, onun his, şuur, irade ve gönül gibi en hayâtî buudlarına ve bu mükemmel varlığın, kâinatların yeniden vilâdetleri sayılan hilkatindeki gayeye ve mânâya, donanımındaki fâikiyete, faaliyet alanının genişliğine, potansiyel büyüklüğüne, arzu, emel ve heyecanlarına öyle yerinde belli şeyleri hatırlatmaya mâtuf göndermelerde bulunur ki, şimdiye kadar ne bir felsefe, ne bir sosyoloji, ne bir biyoloji, ne bir psikoloji, ne de bir pedagoji o ufku hayal bile edememiştir.
Bu kitabı tanıyan birinin, insan, kâinat ve Allah’la alâkalı temel konularda, onun icmallerini tafsil edip detaylandırmanın dışında başka bir kaynağa ihtiyaç duyacağını zannetmiyorum. Aslında tafsil ve detaylandırma da, netice itibarıyla, yine onun referans çerçevesi içinde ya bir Peygamber beyanına, ya sağlam bir müşahede ve muhakemeye ya da aklî istidlâle dayanma zorundadır ki, bu da, her şeyin onun yörüngesinde cereyan ettiği mânâsına gelir.
Bu kitap, nüzûlü ile, tarihin mecrâ değiştirmesi sayılan önemli bir başlangıçta, en mübarek bir bahtiyarın aracılığıyla, talihli bir toplumun ferdî, içtimaî, siyasî, îdarî, iktisadî, rûhî, fikrî hayatlarını tanzim etmeyi hedeflemiş ve hedeflediği şeyleri de bir hamlede, bir nefhada gerçekleştirerek, bedevî bir toplum içinde, medenî milletlere örnek teşkil edecek iç içe inkılâpların biricik ilham kaynağı olmuştur. Aslında o, bugün bile, kendine sığınanlar için aynı şeyleri yapabilecek güçte ve zenginliktedir. Evet o, insan, kâinat ve Allah münasebetlerini ifadede benzeri olmayan bir zenginliğe, bir vüs’ate, hem de tahlil ettiği konuların gerektirdiği temkin ve tenasübü koruma ölçüsünde bir zenginliğe ve vüs’ate sahiptir. Bediüzzamanca bir üslupla anlatılacak olursa o, bu kâinat kompleks, saray ve meşherinin sesi-soluğu ve yorumu.. tekvînî emirlerin en özlü tefsiri ve te’vili.. her zaman müşahede edip durduğumuz şu koca mekân ve onun izafî bir buudu olan zamanın sırlı bir altın anahtarı.. Cenâb-ı Hakk’ın Zât, sıfât ve isimlerinin en beliğ bir dili ve tercümanı.. eşyâ ve hâdiselerin perde arkası esrarına ıttılaın biricik rasathanesi.. kevn ü mekânlar ötesinden gelip, gönül ve dillerimizde yankılanan Allah’ın (c.c) bir iltifatnâmesi.. şu muhteşem İslâm dünyasının ışık kaynağı, havası, ziyası.. ve ebetlere kadar var olabilmenin - olmazsa olmaz - temel esası.. hemen herkesin, ya ciddî bir merak ve iştiyakla ya da bir tereddüt ve ürperti ile beklediği öbür âlemlerin haritası, tarifnâmesi, rehberi.. bütün insanlık âleminin, insanî kemalât yolunda hiç kimseyi yanıltmayan bir terbiye kitabı, bir mârifet mecmuası ve bir ilimler ansiklopedisi.. husûsiyle de, İslâm dünyasının en saflardan daha saf bir ilim, irfan ve hikmet kaynağı.. nihayet, bütün Müslümanların şahsî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî hayatlarını asırlar boyu tanzim eden, yönlendiren bir kanunlar külliyatı.. ihtiva ettiği dua, zikir, fikir ve münâcâtlarla bir seyr u sülûk rehberi.. eşyâ ve hâdiseleri en ince teferruatına kadar işaretleyen, olabildiğine veciz ama müphemi olmayan, fevkalâde zengin, ancak, daha çok inananlara cömertçe davranan, bütün zaman ve mekânlara yeterli ve tabiî, zaman ve mekân-üstü olan hârika bir kitaptır.
Ne meleklerin, ne rûhânîlerin, ne de cinlerin müstağnî kalamayacağı işte bu kitap, bizim kültür mirasımızın en geniş, en duru, en derin ve her zaman deryalar gibi dalgalanıp durduğu halde hiçbir zaman bulanmayan en birinci ve en önemli kaynağıdır. Bizim burada o mübarek kaynakla alâkalı ifade etmeye çalıştığımız hususlar ise, sadece ona küçük birer işaretten ibarettir. ("Kültür Mirasımızın Temel Kaynakları", Kendi Dünyamıza Doğru)
[6] TEFEKKÜR: İLMİN TEBESSÜM EDEN YÜZÜNDE ALLAH'I GÖREBİLMEKTİR
Materyalistlerin, Allah'ı inkar için kullandıkları ilim, bilakis O'nu tanımak ve bilmek için şarttır. İlim, Allah'ın varlığını ve birliğini isbat edip basiretsizlerin gözlerindeki perdeyi yırtmak için bir dayanaktır.
İlmin hangi yönüne bakarsanız bakın, onun mütebessim çehresinde Allah'ı göreceksiniz. O bakış ve görüşle arzu, iştiyak ve hahişkârlık içinde araştırmalara yöneleceksiniz. Labaratuarların içine girip ilmin dekaikine vakıf oldukça da, Cenâb-ı Hakk'a ait ma'nâları yakalayacaksınız. Her hücrede hayat çekirdeğini bulduğunuz gibi, Allah'a ait ma'na çekirdeklerini de bulacaksınız. Îmanınız ve yakîniniz ile araştırma şevkiniz artacak, ilmî ve teknolojik seviyeniz yükselecek, yeni yeni merhaleler kat'edeceksiniz.
Allah hakkındaki kanatları sağlam ve tefekkür dairesi geniş olanlar, ahiret nimetlerinden de en fazla istifade edip, Cennet'teki layezel cilvelere ve ra'şelere en çok mazhar olanlar olacaktır. Allah'ın mütemadî tecellilerine ve değişik nimetlerinin akıp-gelişine; hayatının her lahzasında değişik mütalaalar ile tefekkür edip, Kâinat Kitabı'nın değişik sayfalarını mütalaa eden insanlar mazhar olacaktır.
Kur'ân'ın tefekkür hususundaki ikazlarına ve teşviklerine uymuş, îman şuurunu gerçekten kavramış olan mü'minin, ilim ve fen açısından geri kalmasına imkan yoktur. Mü'minler, eğer geri kalmış, yeni ufuklara ulaşamamışlarsa, Kur'ân'ın ikazlarına uymamış, îman şuuruna erememitler demektir.
Ma'rifetin artması, millî harsın artması, ilim ve teknikte ileriye gidilmesi, müslümanların meskenet ve mezelletten kurtulması, ahiretin kazanılması; Allah hakkında gerçek ma'rifetin elde edilmesi, tetkik, tefekkür, teemmül ve araştırmalar neticesinde hasıl olacaktır.
Cenâb-ı Hakk-dinsizlerin ve bir kısım muhakemesizlerin İslâm tefekkürüne karşı çıkıp, perde germeleri neticesinde- tefekkürü unutmuş olan müslümanlara, tefekküre giden yolu göstersin, düşünmeye sevketsin. Kendi yapımızı, en küçük parçalarımızı, kâinatta cereyan eden hadiseleri, mikro alemden makro aleme kadar herşeyi düşünmek ve tefekkür etmek suretiyle; asırlardan beri kaybettiklerimizi yeniden elde ederek, izzetimizle arz-ı endam etmeye muvaffak etsin. Allah tevfik ve inayetiyle o tatlı ve mutlu günleri göstersin... Amin. (Hitap Çiçekleri)
MUTLAK HAKİKATI BULMADA TEFEKKÜR YETERLİ Mİ?
Gerçi bütün ilimler, Allah’ın (celle celâluhu) insanlığa ilhamının bir neticesidir. Münkir dahi olsa, herhangi bir mevzuda onun araştırma yapması, bazı tespitlerde bulunması, Cenâb-ı Hakk’ın ona bir çeşit ilhamı sayılır. Düşünce, tefekkür ve ilmî araştırmaların bir hikmet-i vücudu vardır. Mücerret olarak sadece tefekkür ve araştırma mutlak hakikati bulma mevzuunda kâfi değilse de, ona ulaşmaya birer vesiledirler. Allah (celle celâluhu), ilmi de onunla alâkalı araştırmaları da bir hakikat ve bir kıymete bağlamıştır. İster münkir ister mü’min kim olursa olsun, gayret ve cehd sarf ederek onu elde etmeye çalıştığı ve sebeplere riayet ettiği nispette bu husustaki istek ve arzularını elde edebilmesi âdetullahın gereğidir.
İlim ve Kur’ân, aynı noktaya ayrı ayrı bakan iki göz veya bir gören iki ayrı dürbün gibidirler. Bunlar başta iki ayrı şey olsalar bile bir hakikatin iki yüzü gibidirler. Kâinatı bir kitap, bir meşher, bir saray ve bir bahçe gibi mütalaa ve temâşâmıza sunan Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı da bir tarifname mahiyetinde inzal etmiştir. İnsan, ancak bu iki yüzü ve iki yanı olan fenomen sayesinde hakikate ulaşabilir. (Kur'ân'ın Altın İkliminde)
[7] EVVEL AHİR ZAHİR BATIN VE TEFEKKÜR:
Soru: Cenâb-ı Hakk’ın Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin kulluk hayatımızla münasebetlerini açar mısınız?
Esmâ-i Hüsnâ, Allah’ın güzel isimleri demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, “En güzel isimler Allah’ındır.” buyrulmaktadır. Her bir ismin ifade ettiği kendine has mânâlar vardır. Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce isimlerinden dört tanesi ayrı bir hususiyet arz eder ki, Üstad Hazretleri de değişik risalelerde farklı zaviyelerden o isimlere temas etmektedir. Bunlar هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَ الْبَاطِنُ beyanıyla ifade edilen Allah’ın dört ismidir. Hatta Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’de Arş-ı Rahmân, bu dört ismin halitasından ibarettir, der.
Bu dört isimden Zâhir ve Bâtın bizim inanç ve ibadet dünyamız adına daha fazla önem arz ederler. Biz de burada kısaca bu iki ismin üzerinde duracağız.
“ez-Zâhir”, varlığı mahlukatın varlığından daha açık; her nesne kendini kendi cirmi kadar göstermesine mukabil, varlığın, bütün hususiyetleriyle O’nu ruhlara ve gönüllere duyurup gösterdiği isim demektir. “el-Bâtın” ise izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemeyen ve “mâsivâ” gibi O’nun kavranamayışını ifade eden Zâhir’in zıddı demektir. el-Bâtın aynı zamanda bir hadis-i şerifte “dûne” tabiri ile de ifade edildiği üzere “her şeyin ötesinde” mânâsına gelmektedir. Âlimlerden mühim bir kısmı Cenâb-ı Hakk’ın bu ismine “her şeyin ötesinde” mânâsı ile değil de, “görünmeyen ve ulaşılmayan” mülâhazasıyla yaklaşmışlardır. Fakat ben bu isme “Her şeyin ötesinde, ötelerin de ötesinde...” demenin daha uygun olacağı kanaatindeyim.
Meseleye bir de tasavvufî açıdan ve değişik vusûl meslekleri, yani Allah’a ulaşma yolları zaviyesinden bakmanın faydalı olacağına inanıyorum. İsm-i Zâhir yoluyla sürdürülen seyr u sülûk olduğu gibi, ism-i Bâtın yoluyla sürdürülen seyr u sülûk de vardır. Gerçi mutlak mânâda zikredildiğinde, ism-i Zâhir yoluyla sürdürülen seyr u sülûk, tam bir seyr u sülûk mânâsına gelmez. Ona, belki tetkik, tefekkür, okuma veya temâşâ demek daha uygun olur. İsm-i Zâhir’le alâkalı bu şeylerin, ister enfüsün bir mânâsında, isterse âfâkın bütün mânâlarında cereyan etmesi arasında fark yoktur. (Yol Mülahazaları)
[8] TEFEKKÜRDE TEDELLÎ VE TERAKKİ USULÜ
Peygamber vesayeti varlığa “tedellî usulü” ile bakmayı gerektirir. Kainatta müşahede edilen delillerden yola çıkarak Cenab-ı Hakk'a ulaşmaya bedel tedelli, baştan Yaradan'ın kabul edilmesi demektir. Bunun aksi olan yaklaşım tarzında ise, mün'amün ileyhten (kendisine nimet verilenden) Mün'im'e (nimeti veren Cenab-ı Hakk'a) ya da nimetten Mün'im'e gidilir ki bu tavır insanın yollarda takılmasına sebep olabilir. Natüralist ve materyalist mülâhazalar söz konusu yollarda kalmanın örnekleridir.
Evet, baştan Hazreti Zât-ı Vacibu'l-vücud'u kabullenen insan baktığı her şeyde O'nu görür: ağaçta, dalda, meyvede, yaprakta, çekirdekte… Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe her şeyde ama her şeyde sadece O’nu temaşâ eder. Bu, tıpkı harfleri veya kelimeleri bütün karakterleri ve özellikleri ile tanıma gibidir. Özellikle Osmanlıca'da geçerli olan bir husustur bu. Mesela "mektup" kelimesini Osmanlıca'ya hakkıyla vakıf birisi gördüğünde, onu miktûb veya müktûb gibi değişik şekillerde okumaz. Çünkü Osmanlıca'da kelimeler, hecelere bölme usulüyle değil, kalıplar şeklinde görülür ve okunur. Steno'da olduğu gibi kalıplar vardır, o kalıpları beller ve gördüğünüzde doğru okursunuz.
Aynen bunun gibi varlığı bütünüyle O'na bağlayan, bağlandığına baştan inanan bir insan hep O’nu görür, O’nu bilir ve O’nu duyar. Peygamberane bir bakış, görüş, duyuş ve seziştir bu, varlığı doğru okumaktır. Varlığı bu şekilde okuyanın ise marifeti artar. Marifet arttıkça düşünce ufku gelişir, terkipçi nazar derinleşir ve gün gelir O’nun kudretinin, iradesinin, meşietinin, hayatının, sem'inin, basarının kendisini kuşattığını görür; görür ve bu nimetleri ihsan eden Rabbine şevk ve şükürle yaklaşır.
Varlığa bu gözle bakamayanlara gelince; onlar üzerlerine sağanak sağanak dökülen nimetler karşısında küstahlaşır, lâubalileşir ve şımarır. Üstad'ın misalleri içinde memer (nimetlerin üzerinde tecelli ettiği, gelip geçtiği bir varlık) olduğu halde mazhar olduğunu (o nimetlerin mazharı olduğunu, onları hakettiğini) zanneder. Halbuki Allah’a karşı saygılı olmak, temkin içinde O'na şükür hisleriyle dolmak, bizleri şımartacak ölçüde başımızdan sağanak sağanak yağsa da nimet karşısında şımarmamak, o nimetleri ihsan eden Rabbimize ciddiyet içinde mukabelede bulunmak gerekir. Allah insanı bir ayna yaptıysa, insan ayna olmasını bilmelidir. Her tavrında, her davranışında, her sözünde, her düşüncesinde, her mülahazasında O'nu göstermelidir. Bu peygamberane bir tavırdır. Evet, peygamberlerin hepsi böyle hareket etmiş ve bununla bütün insanlara ışık tutmuş, rehber olmuşlardır. Vesayet çağrısıdır bu aynı zamanda ve bu çağrıya icabet edilmelidir. Tarih şahittir ki buna icabet edenler aldanmamıştır.
[9] ÂYÂT-I TEKVÎNİYEYİ TEFEKKÜR:
Şu kâinat kitabını her gün didik didik incelemeli, varlık ve hâdiseler yevmiye birkaç defa hallaç edilmeli ve yakın takibe alınmalıdır. Evet, tefekkür öyle bir rampadır ki, insanı alır bir hamlede varlığın dört bir yanında gezdirir.. ve insan tefekkürle, eşya ve hâdiseleri hallaç etme imkânına ulaşır. Tefekkür öyle bir limandır ki, insan onunla eşyayı aşar, esmâya ulaşır ve esmâ yoluyla da Müsemmâ-i Akdes’e vâsıl olur. Ardından sıfatlar dairesine girer ve hayrete erer. Bu duruma gelince de, insanın bütün duygu ve düşünceleri âdeta Cenâb-ı Hakk’ın emir ve rızasına düğümlenir. İsterseniz buna “fenâ fillah” mertebesine erme de diyebilirsiniz. Ve bu seviyeye ulaşan insan, Allah için işler, Allah için başlar, Allah için oturur, Allah için kalkar, Allah için yer, Allah için içer, lieclillah, livechillah rızası dairesinde hareket eder.
Tefekkür rampası insanı amûdî (dikey) olarak yükseltir. Bunun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir saat tefekkürü bir sene ibadete mukabil tutar. Çünkü ibadet insanı ufkî olarak Allah’a yaklaştırır. Hâlbuki yukarıda da söylediğimiz gibi tefekkürde Allah’a yaklaşmak dikey olarak gerçekleşmektedir. Bu sebepledir ki tefekkürü bir limana, bir rampaya benzettim. Zira insan, tefekkürle, rampaya binen roketler gibi bir lahzada kurb semasının derinliklerine ulaşır.. huzur soluklar ve itminana erer... (Prizma-1)
[10] TEFEKKÜR-ZİKİR MÜNASEBETİ
a- Soru: Efendim, bir yazınızda, tefekkürdeki tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz?
Orada da bir mevhibe-i ilâhi söz konusudur. Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer, problemler hâlâ çözülmüyor ve karşımıza bir sürü çözüm bekleyen problem çıkıyorsa, Cenâbı Hakk'a daha bir ciddi yönelir, O'ndan bir çıkış yolu bekleriz. Allah Teâlâ, akla hayale hiç gelmedik tarzda bir kısım çözümler ihsan edebilir. O ihsan kapısı ve o kapının anahtarı zikirdir; her çeşidiyle Cenâbı Hakk'ı anmaktır. Yani, kalbimizle O'nu anmak, düşünce dünyamızla O'na yönelmek, dilimizle O'nun isim ve sıfatlarını tekrar etmek ve Rahmân u Rahîm'e tam teveccüh etmek.. evet, teveccüh teveccühü netice verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçekler güneşe bakmakla açıldıkları gibi siz de O'na yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Latife-i Rabbâniyeniz inkişaf eder; ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kaba kurallarının elinden alacağınız sadakacıklara bağlı kalmazsınız; aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de beslenirsiniz. Akla hayale gelmedik şekilde bir kısım sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyuşlar ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir neticeye götüren bir müracaat yolu, bir açılma isteğini ortaya koyma tarzı ve üslubudur.. insanın, gücünün yetmediği, kendi tâkatıyla başa çıkamadığı hadiseler karşısında Kudreti Sonsuz'un rahmet ve inâyetine sığınma koridorudur. "Allah'tan başka hakiki güç ve kuvvet sahibi yoktur; sadece O vardır." hazinesini kullanma, o hazineden alacağı ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin kilidini açma yoludur.
Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir tefekkür, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kainat kitabının birkaç sayfasını çevirip, mütalaa edince gönül coşar da O'nu anmak, O'nun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubudiyete götürür.
Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha evvel dar aklınızla, kevnî veya tekvinî mantığınızla düşünüyorken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devreye girer ve artık onlar da düşüncenize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte tefekkür etmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar O'nu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirini sürekli besler, destekler. Birinin kolunun kanadının kırıldığı yerde diğeri arkadaşına kol kanat olur; elinden tutup uçurur onu.
Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz.. Onun için dedim ki, akıl, vahyin vesayeti altına girdiği zaman gerçek değerine yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akıl karanlık görmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat, o idrak edemediği ve kavrayamadığı meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâbı Hak'dan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır, karşısında bambaşka ufuklar açılır. Dolayısıyla, o da hiç hız kesmeden yürür.
Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan naturalist bir mülahazayla veya kozmos düşüncesine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; fakat, bu sadece Allah'a (celle celâluhû) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onlar, ötesini zaten görememektedirler. Ne var ki, Allah'a (celle celâluhû) inanan insanların sadece aklın ürünleriyle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lazımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.
b- Soru: Hocam, Âl-i İmran Sûresi'nin son ayetlerinde de tefekkür ve zikir beraber anılıyor?
Evet, ayeti kerimelerde meâlen şöyle buyuruluyor: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için elbette ayetler vardır. Onlar ki Allah'ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki:"Ey büyük Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!" (Âli İmran sûresi, 3/190-191)
"Ulü'l-Elbâb" ifadesi kullanılıyor; sadece "akıl sahipleri"nin o ayetleri görüp, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu ifadeyi, öncesi ve sonrasıyla değerlendirecek olursak, "akıl sahipleri" sözünün "latîfei Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar" demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar.. onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler, hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler.. ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışlarken Allah'ı (celle celâluhû) zikrederler. Uzanmış haldeyken bile O'nu zikretmeleri bir iç anıştır. Ayette bu üç pozisyon da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onlar hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.
Ayeti kerimede "...zikrederler" sözünden sonra yine "tefekkür ederler" denmektedir. Görüldüğü gibi tefekkürle başlanmış, zikre geçilmiştir. Daha sonra zikir, tefekkür adına yeni ufuklar açmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre düşünceler hasıl olmuştur. Ayetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak değil, muzari fiil kipinde kullanılmıştır. Muzari, geniş zaman kipidir. Öyleyse onlar, dün düşündüler, bugün hâlâ düşünüp tefekkür ediyorlar ve yarın da ayrı bir tefekkür deryasına yelken açacaklar.. onlar, hayatlarını sürekli zikir-fikir arası seyahatlerle mânâlandırırlar.. devamlı okur, peşipeşine yeni yorumlar ortaya korlar; yeni yorum ve okumalar onlara yeni ufuklar açar; o yeni ufuklara göre de daha farklı şeyler düşünürler. Ve hayatlarını hep böyle düşünce ve zikir arası bir dantela gibi örerler.
Ayette daha sonra, "Ey Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın." denmekte ve düşünceye son nokta konmaktadır. Evet, o kadar düşünüp öyle zikreden bir insan kâinattaki hiçbir şeyi batıl, abes ve değersiz görmez; her şeyde bir hikmet tecellisi müşahade eder...
c- Soru: Efendim, biraz önce tefekkürün zikirle buud kazanması ve derinleşmesini anlatırken zannediyorum o ayet aklınızda değildi. Fakat, aynen Kur'ân'daki sisteme göre değerlendirme yaptınız. Bu melekeyi kazanmak için Kur'ân'la çok meşgul olmak mı gerekiyor?
Kur'ân-ı Kerim'le çok meşgul olmak, Kur'ân'ı çok iyi bilmek, onun bütününü bir harita gibi göz önünde tutabilmek oldukça önemlidir. Fakat daha da önemlisi, Kur'ân'a itimat etmek, güvenmek ve gönlü O'na vermektir. Zannediyorum, bir insan samimâne, sâfiyâne gönlünü Cenâbı Hakk'a verir ve Kur’ân'a bir çırak olarak teslim olursa, bütün tenkit mülahazalarından uzak kalır ve O'na teveccüh ederse, aklına hayaline hiç gelmedik şekilde ufuklar açılır önünde.
Zikirle fikir yolu açılır, zikir size yeni düşünme ufukları açarsa, oradaki çok küçük esintilerle bile, sizin onca beyin cehdi ortaya koymanıza rağmen elde edemediğiniz şeylere mazhar olabilirsiniz. Bu, Kur'ân'a tam teslimiyetinizin, onu tam kabullenmenizin, nefsinize rağmen aklınızın ermediği noktalarda bile baştan tam teslim olmanızın bir semeresidir. Zaten, bizler için kapalı gibi görünen hususlar da ancak böyle bir teveccüh ve teslimiyet sayesinde açılabilir. (Kırık Testi)
c- ÂFÂKÎ VE ENFÜSÎ TEFEKKÜR
Soru: Bir yerde “Âfâkî tefekkürde derinleşme kesrette boğulmayı intaç eder.” deniyor. Bu derinleşmenin anlamı ve sırrı ne olabilir. Âfâkî tefekkürün enfüsî tefekkürle mukayesesi nasıl olur?
Âfâk, ufkun; enfüs de nefsin çoğuludur. Ufuk, bize göre dağların zirveleri, güneşin doğup battığı yerlerdir. Diğer bir tabirle; zeminin, semanın etekleriyle birleştiği yere ufuk ve onun çoğuluna da âfâk denir. Dolayısıyla da bu sahadaki tefekküre âfâkî tefekkür diyoruz ki, bununla kastedilen de insanın dışındaki bütün dünya ve kâinatlardır.
Enfüs ise nefsin çoğulu olup, insanın mânâ ve maddesi demektir. Ayrıca, insanın özüne ve onun içinde şeytanın yaptıklarını yapana da nefis denir. Bir mânâda o, şehvet, gazap, hiddet, öfke, hırs, kapris ve inat gibi çeşitli duyguların bir araya gelmesiyle oluşan mekanizmanın başında bir santral memuru gibidir. İhtimal, şeytan onun vasıtasıyla bizimle münasebet kurup değişik tesvîlatta bulunur ve bize zarar vermek için bazen şehveti ve gazabı, bazen inat ve kini kullanır; hatta yerinde, vahyin ışığıyla aydınlanmamış ve terbiye görmemiş azgın aklı kullanır ve bunlarla da bizlere zarar verir.
Soruda bahsedilen nefsin bir diğer yorumu da mahiyet-i insaniyedir. Bu, وَلَا تَقْتُلُۤوا أَنْفُسَكُمْ “Kendi kendinizi öldürmeyiniz.” ile anlatılan nefistir, yani insanın zatıdır. Nefsin korunması usûl-ü hamseden (hukuken korunması gereken beş temel prensip) biridir. Burada kastedilen şey de işte budur ve bu sahadaki tefekküre enfüsî (nefisle alâkalı) tefekkür denmektedir.
Evet, insan böyle iki çeşit tefekkürle mükelleftir. Kur’ân’da bu iki tefekkür çok defa yan yana anlatılır. Mesela, bir âyette o, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” der. Keza, “O kâfirler bakıp da düşünmezler mi: Deve nasıl yaratılmış? Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş? Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler hâlinde dikilmiş. Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?” diyerek, insanları böyle kapsamlı bir tefekküre yöneltir. Benzeri âyetler çoğu zaman, “Hâlâ düşünmüyorlar mı? Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?” şeklinde de ifade edilir.
Kur’ân’da çok defa âfâkî tefekküre davetten sonra insan hemen enfüsî tefekküre yönlendirilir ve eliniz, ayağınız, renkleriniz, diliniz, lehçeleriniz, uzuvlarınızdan söz edilir. Böylece o, âfâkî tefekkürün hemen arkasından enfüsî tefekküre geçer. Geniş dairede kâinat kitabındaki tefekkürü müteakip zihnimiz dağılmasın diye daha küçük mikyasta karşımıza koyduğu küçük bir kitap sayılan; kâinat kitabının fihristi insanın iç dünyasında bizi mütalâaya sevk eder. Mesela, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok ibretler ve dersler vardır.” dedikten sonra hemen رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın…” ifadesiyle devam eder ki, bu bütünüyle bir âfâkî tefekkürdür. Bazen de وَفِۤي أَنْفُسِكُمْ “Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır.” deyiverir. Görüldüğü gibi burada Cenâb-ı Hak, semaları nazara verip, Allah’ın vaat ve vaîdlerinin oradan geleceğini, her şeyin oradan başladığını, insanların başına kıyametlerin oradan kopacağını söyledikten hemen sonra; “Nefislerinizde de basîretinizi açıp derinleşmek, im’ân-ı nazar etmek istemiyor musunuz hâlâ?” denilmektedir ki bu da âfâkî ve enfüsî tefekkürün ne kadar iç içe olduğunu gösterir.
Tekrar edelim, biz, kâinatın geniş kitabı hakkında düşünmeye âfâkî tefekkür diyoruz. Fiziğin, kimyanın, astronominin ışığı altında, onların açtığı yolda, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, O’nun Zât, sıfât ve esmâsının delillerine, hatta daha da derinleşerek, sıfatlar ufkuna, dahası O’nun Zât’ını görme ve bilme arzusuna, düşünce mülâhazalarına girer, sonra yine döner kendi nefsimizde düşüncelere dalarız.
Mesela, gözlerimizi ele alalım; onları daha yakından gördüğümüz için tümsekliğini, adesesini, merceğini, kısacası onun her yanını tefekkür ederiz. Güneş’le gözümüz arasındaki münasebeti görmek için, görülebilen ışık dalga boylarının gözümüzün retinasındaki ışık alıcı hücreler tarafından emilecek ve hissedilecek mahiyette olmasını, insanın ancak milyonda dört-beş görme gibi dar dairede görme ile taltif edilmesini veya görebilecek mahiyette yaratılmasını düşünür ve bu müktesebatla daha uzakları doğru okumaya hazır hâle geliriz. Öyle ki artık bu temaşa, elimize verilen bir kitapta hakâiki takip gibi bir şey olur..
Sonra ellerimize bakarız. Gökteki yıldızlara âfâkî tefekkür adına baktığımız gibi, enfüsî tefekkür için de parmaklarımız, parmaklarımızın mafsalları, parmak arasındaki kuvvet dengesi, ellerimizin belli parçalardan meydana gelmesi ve âzamî tasarruf prensibiyle beş parmak tek bir el ayasıyla pek çok şeyler yapar durumda bulunması, bununla zevk alınacak şeylerden zevk ve lezzet alması, gerektiğinde hasımlarımıza karşı bir müdafaa âleti hâlini alması… vs. Evet, işte bütün bunları görüp düşündüğümüzde, “Allah bir alet yapmış ama onunla bin işi birden gördürüyor.” deriz. Böyle bin çeşit işi yaptırtmak için, bütün insanlar, şu andaki teknik imkânlarıyla seferber olsalar, yine de aynı şekilde başarılı olamazlar; olsalar bile çok komik ve estetik derinlikten mahrum, sevimsiz bir şey yapabilirler. Öyle olduğu da ayan-beyan meydanda. Ya o yüz şeyi birden yapan ellerimiz öyle mi..? İşte enfüste/içimizde bu şekilde düşündüğümüz zaman, سُبْحَانَ مَنْ خَلَقَ “Seni halkeden Allah mukaddes ve müberradır.” demekten kendimizi alamayız. Bunun gibi, ayağınızı, midenizi, kalbinizi ve tek tek bütün azalarınızı düşünün… Bunların her biri muhtevalı bir kitap gibi size neler ve neler anlatır.
Evet, kendi içimizde ve dış dünyada yaptığımız bu tefekküre, enfüsî ve âfâkî tefekkür diyoruz. Ne var ki insanlar tefekkür ederken, evvelâ enfüsî tefekkürle işe başlamalıdırlar. Bu bir bakıma, kitabın fihristinde, kitabın muhtevasını tanımadır ki, nerede hangi konu var bilinsin ve şaşkınlığa düşülmesin, yanlış sonuçlara varılmasın.
Evet, insan evvelâ kendi enfüsünde tefekkür etmeli ve meselâ, “Bu simada, bir sûret-i Rahmâniyet var.. Bunu yaratan O… Bu letâifi onda aksettiren yine O… Şu kulak, ancak O Rahmân’ın eliyle oraya takılmış olmalı… Bu gözün O’nun eliyle oraya yerleştirildiği açık…” demelidir. Sonra bütün bu mânâlar birden nazara alınarak “vicdan musaddıkı”na emanet edilmeli; yani enfüsî tefekkürle oraya bir petek konarak, fikir arılarının getirdikleri çiçeklerin, peteğin gözlerinde bala dönüştürülmeleri sağlanmalıdır, aksine enfüsî tefekkürle bir petek oluşmamışsa, zihin arısı, âfâkî tefekkürle getirdiği balı koyacak petek bulamayacak, boşuna gel-git yaşayacaktır ki bu da dibi delik bir kovayla, dipsiz bir kuyudan su çekme gibi bir şey olacaktır. Öyle olunca da kat’iyen matlûba varılamayacak, netice elde edilemeyecek ve düşüncede gaye olan; bilginin, içimizde mârifet hüzmelerine dönüşmesi gerçekleşmeyecektir; enfüsî tefekkürledir ki her türlü bilgi sağlama bağlanmakta ve âfâkî tefekkür de bizim için mahz-ı mârifet olmaktadır.
Biz şimdi –inşâallah– içimizde mayaladığımız bu duygu ve düşünceyle, gözlerimizi semaya çevirip, onun berrak çehresinde, yıldızlarla yaldızlanmış simasını görecek ve şâirâne ilhamlarla coşup; “Gökyüzünü yıldızlarla yaldızlayan Allah’ım! Sen ne muteâlsin! Bunların verâsında Cehennem’i tutuşturan Sen ne âdilsin! Cennet’i nurunla aydınlatan Sen ne rahîmsin! Oraları meleklerin sekenesi yapan Sen ne kadîrsin!” deriz Bediüzzaman Hazretleri’nin yıldızları konuşturan Yıldızname’sinde dediği gibi:
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz..
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne..
Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.
der ve bu mülâhazalarla Rabbimiz’in karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde eğiliriz…
Bu bakımdandır ki ehl-i irfan, daha önce turuk-u âliye ile, daha sonra da bu yolla, evvelâ enfüsî tefekkürde derinleşmiş daha sonra da dıştan gelen âfâkî tefekkürle fikren şekillenmişlerdir.
Felsefeciler ise kâinatın ihata edilmez engin köşelerinden işe başlamış ve “karadelik” demiş, yıldızların mahiyetini hecelemiş ve hiçbir şeyi alıp sonuna kadar götürememişlerdir. Yer yer karadelikler gibi karanlık düşüncelerden bahsetmiş, insanın içinde bedbinlik ve karamsarlık hâsıl etmekten başka hiçbir şey yapamamışlardır. İşte felsefenin karanlık meseleleriyle bizim elimizdeki pürenvâr kitapların nurefşân meseleleri arasındaki fark da bundan neş’et etmektedir.
[11] ÂYETÜ’L-KÜBRÂ
Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşâhedâtıdır
بسم الله الرحمن الرحيم
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ وَاْلأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye; bu kâinat Hâlık’ını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.
Evet, bu dünya memleketine ve misafirhânesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh.. ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh.. ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh.. ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temaşâgâh.. ve gayet mânidârâne ve hikmet-perverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhânenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin, nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür. "Bana bak! Aradığını sana bildireceğim." der. O da bakar, görür ki:…
Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahşer-i acaip olan feza, gürültü ile konuşarak bağırıyor; "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:…
Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar. Görür ki:… Sonra yağmura bakıyor. Görür ki: O latîf ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki; güya “rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i rabbâniyeden akıyor” manasında olduğundan, yağmura "rahmet" nâmı verilmiştir.
Sonra şimşeğe bakar ve ra'dı (gök gürültüsünü) dinler. Görür ki:…
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:…
Hem o meraklı yolcu kendi aklına der:… "
Sonra yağmura bakar. Görür ki:… …Sonra ra'dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar. Görür ki:…
Evet hiçten, birden, harika bir gürültü ile cevvi konuşturmak.. ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak.. ve dağvâri pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garâbetli vaziyetlerle baş aşağı, gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: "Başını kaldır! Kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir Zât’ın harika işlerine bak! Sen, başıboş olmadığın gibi bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir u Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar." diye ihtar ediyorlar.
İşte bu meraklı yolcu, bu cevde; bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatin yüksek ve âşikâr şehâdetini işitir, آمَنْتُ بِاللهِ der.
Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki:… "Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku!" O da bakar, görür ki:…
Sonra sahifelerine bakar, görür ki:…
Elhasıl: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, haşr-i âzamın yüz bin numûnelerini ve misallerini göstermekle فَانْظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin manalarını mu'cizâne ifade eder. Ve arzın bütün sahifeleriyle büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetindeلاَ إِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediğini anladı.
Sonra o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyâtın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat'î derslerini dinlediği hâlde هَلْ مِنْ مَزِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile: "Bize de bak, bizi de oku!" derler. O da bakar, görür ki:…
Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki:…
Sonra o misafir; nehirlere bakar, görür ki:…
Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-i fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, "Sahifelerimizi de oku!" diyorlar. O da bakar, görür ki:
Sonra o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcâr ve nebâtât âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar: "Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku!" dediler. O da girdi, gördü ki:
Sonra seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve iman alıp gelirken; hayvanât ve tuyur âleminin kapısı hakikat-bîn olan aklına ve mârifet-âşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, "Buyurun!" dediler. O da girdi ve gördü ki:
Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i ilâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihâyetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler, o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:
Sonra imanın kuvvetinden ulvi bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı tâlip, enbiyanın (aleyhimüsselâm) meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını isbat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir müçtehit muhakkikler, onu dershânelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
Sonra imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hankâh, bir zikirhâne, bir irşadgâhta ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) ve Mirac-ı Ahmedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
Sonra kemâlât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve mârifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle imanın kuvvetinde ve mârifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:…
“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır ve kâinatın mevcudâtı hayata musahhardır.. ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur ve zîruhun en kıymettarı zîşuurdur.. ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemâdiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar, boşalır; elbette ve her hâlde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedî’de (aleyhissalâtü vesselâm) sahabelere görünen Hazreti Cebrail (aleyhisselâm)’ın temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri tevâtür suretinde eskidenberi nakil ve rivâyet ediliyor. Öyle ise keşke ben, semâvât ehli ile dahi görüşseydim; onlar ne fikirde olduklarını bilseydim! Çünkü Hâlık-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır." diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:
Sonra pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehâdet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus tâifelerin dillerinden ve lisan-ı hâllerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her tâife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurânî kalblerin kapısı açıldı, baktı ki:
Sonra âlem-i gaybe yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani, madem bu cismanî âlem-i şehâdette bu kadar zînetli ve sanatlı, hadsiz masnûlarıyla kendini tanıttırmak.. ve bu kadar tatlı ve süslü, nihâyetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek.. ve bu kadar mu'cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hâl diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her hâlde, fiilen ve hâlen olduğu gibi kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir, Öyle ise âlem-i gayb cihetinde O'nu, O'nun tezahüratından bilmeliyiz dedi, kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Sonra o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: “Madem bu kâinatın mevcudâtıyla Mâlik’imi ve Hâlık’ımı arıyorum; elbette her şeyden evvel bu mevcudâtın en meşhuru.. ve a'dâsının tasdikiyle dahi en mükemmeli.. ve en büyük kumandanı.. ve en namdâr hâkimi.. ve sözce en yükseği.. ve akılca en parlağı.. ve on dört asrı fazileti ile ve Kur’ân'ı ile ışıklandıran Muhammed Arabî (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ziyaret etmek ve aradığımı O’ndan sormak için Asr-ı Saadet'e beraber gitmeliyiz.” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:
Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız Zât'ın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mu'cizü'l-Beyan nâmındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim.” Fakat en evvel bu kitabın, bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı.
Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-ı Kur’âniye’nin lem'aları olan Risale-i Nur'a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkâniye’nin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakâik-ı Kur’âniye’yi mücahidâne neşrettiği hâlde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir; beşer kelâmı değildir. Hatta Resâili’n-Nur'un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektub’un âhiri, Kur’ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkit ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş. Kur’ân'ın vech-i i’câzını ve hak kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risaleti'n-Nur'a havale ederek yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:
Sonra bir fakir insana değil fânî ve muvakkat bir tarlayı, bir hâneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkîyi kazandıran.. ve bir fânî adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran.. ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi, idam-ı ebedîden kurtaran.. ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz!” diye, Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:
Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mirac-ı imanî ile gâibâne mârifetten hâzırâne ve muhatabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: “Fâtiha-yı Şerife’de başından tâإِيَّاكَ kelimesine kadar gâibâne medh ü senâ ile bir huzur gelipإِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya –gâibâne aramayı bırakıp– aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir.” Evet, her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise Şems’in şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esmâ-yı hüsnâsıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle O'nu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.
…Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü ilâhîdir. قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا âyetinin sırrıyla kelâm-ı ilâhî, nihâyetsizdir. Bir zâtın vücûdunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihâyetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet eder. Bu hakikatin iki kuvvetli şehâdeti, bu risalenin On Dördüncü ve On Beşinci Mertebeleri’nde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle.. ve geniş bir şehâdeti dahi, Onuncu Mertebesi’nde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semâviye cihetiyle.. ve çok parlak ve câmî bir diğer şehâdeti dahi, On Yedinci Mertebesi’nde Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden; bu hakikatin beyan ve şehâdetini o mertebelere havale edip o hakikati, mu’cizâne ilân eden ve şehâdetini sâir hakikatlarin şehâdetleriyle beraber ifade eden
شَهِدَ اللهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلَئِكَةُ وَأُولُو اْلعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyet-i muazzamanın envarı ve esrârı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki daha ileri gidememiş.
Bu "Âyetü’l-Kübrâ"nın otuz üç mertebeden müteşekkil tamamı, hârikulâde mukaddimesi ile birlikte müstakil olarak neşredilmiştir. Buraya kısmen konulmuş.
[12] BİR AYNADIR BÜTÜN VARLIK
Bu kâinatta her şey Hakk'ı gösteren bir ayna, O'nu söyleyen talâkatlı bir dil ve O'nu mırıldanan bir nağmedir. İnsan, eşya ve bütün varlık sesleriyle-sükûtlarıyla, hareketleriyle-duruşlarıyla, mevcudiyetleriyle-semereleriyle hep O'nu dillendirir, O'na şehadet ederler. O'nu söylerler eda ve endamlarıyla, O'na imada bulunurlar mânâ ve muhtevalarıyla ve O'nun varlığının ziyasından birer gölge gibidirler örgü, desen ve şiveleriyle... Görmeyenler varsın görmesin; gözlerini basiretleriyle buluşturup görmenin hakkını verebilenler, her nesnede O’na ait neler ve neler müşahede eder, O'nun değişik tecellîlerinden ne sesler ve sözler dinlerler.. eğer gönüller O'na açık, gözler de perdesizse -bu herkeste aynı seviyede olmayabilir- ne zaman varlık kitabına bakıp onu dikkatlice okumaya koyulsak, ne zaman küre-i arz meşherini gezip onu temâşâya dalsak, ondaki her şeyi olduğundan daha fazla hülyalı bulur ve âdeta büyüleniriz. Varlık ve hadiselere Yaratan hesabına bakmayanlar/bakamayanlar duyamazlar ondaki bu sihri, bu mânâyı ve bu muhtevayı.. göremezler ondaki güzelliği, ahengi, edayı, endamı ve bütün bunların arkasındaki kastı, iradeyi, hikmeti.. duyamazlar bunlardan ruhlara akıp gelen ziyayı, mârifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakı...
Oysaki, her zaman garip bir füsunla tüllenmektedir bütün eşya; bir çiçek tarlası gibi salınıp durmaktadır tabiat.. şefkatle başımıza boşalıyormuşçasına yumuşakça inmektedir ışık hüzmeleri.. her an ayrı bir letâfetle her yanımızı okşamaktadır meltemler.. ve bin râyiha ile esmektedir rüzgârlar.
Evet, bakış zaviyesini ayarlayabilmiş birinin nazarında, canlı-cansız her şey edası, endamıyla O'nu gösterir; bize gülerken O'na işarette bulunur; çizgi çizgi O'na ait mânâlardan resimler sergiler; bize, temâşâsına doyulmayan ufuklar açar ve ruhlarımıza en enfes seslerden ne korolar ne korolar dinletir. Bütün varlık bir aşk u vuslat yaşıyor gibi canlanır gözlerimizde, dem tutarız aynı ahenge yer yer, bir sermestî yaşarız ufkumuzun enginliğince ve O'nu anarız her nefes alış-verişimizde. Müşahedelerimiz netleştikçe, ufkumuzda tüllenen renkleri, çevremizde yankılanan sesleri daha bir farklı duyar, daha bir farklı hisseder; her şeyin dilini anlıyormuşçasına, her hareketi çok daha farklı mânâlandırır ve her sesi daha değişik yorumlarız: Sağımızda-solumuzda salınan otlardan, ağaçlardan üstümüzde uçuşan kuşlara, ayaklarımızın dibinde koşturmaca bir hayat yaşayan mini mini canlılardan çevreye mehâbet salarak gerinen dev cüsseli ve mehâfet edalı varlıklara; bütün bir eşya arenasından hilkat şeceresinin eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı mesabesindeki insanoğluna kadar herkesten, her şeyden ve her nesneden şifreli-şifresiz değişik mesajlar alır, kendimizce bunları okumaya, çözmeye çalışır, çözebildikçe daha derin konsantrasyonlara girer, daha bir öze doğru açılır, daha bir şahlanır -bunları başarabilenlere ne mutlu!- ve gider tâ her şeyin arka yüzüne (mâverâ-i tabiat) odaklanırız/odaklanabiliriz.
Artık böyle birine, muhtevalı bir kitap gibi görünür şu kainat ve içindekiler; bir meşher halini alır şu sihirli dünya sarayı; zevkli bir ukba yolculuğuna dönüşür sergüzeşt-i hayat ve o, yaşadığının farkına varır okuyup duyduklarıyla; derken kalb ve ruh ufkunda yüzer gibi olur bütün bir ömür boyu. Varlık ve varlığın perde arkası vicdana açıldıkça, onun içindeki mârifet ve muhabbet de daha derin bir aşk u alâkaya inkılap eder. Artık her şeyde hep O'nu duyar, O'nu hisseder ve her şeyi, her nesneyi O'nunla irtibatlandırır. Hayat onun nazarında olduğundan daha güzel bir hâl alır; her şey eda ve lisan değiştirerek daha sihirli bir kimliğe bürünür ve bütün zahirî mülâhazaların üstüne yükselen ruh, o âna kadar mahfazası açılmamış ne mahrem bilinmezlere ne mahrem bilinmezlere uyanır.
Evet, beden ve cismâniyet serhaddini aşabildiğimiz takdirde bütün varlığı buud değiştirmiş gibi görür de kendimizi âdeta bir sürprizler âlemi içinde hissederiz; hisseder ve farklı yorumlarız her hâdiseyi; her saniye teneffüs ettiğimiz havayı; her zaman "Hû" deyip çağıldayan ırmakları; rüzgarlarla tatlı tatlı salınan, salınırken de bize en ince nağmelerden demet demet mûsıkîler sunan otları, ağaçları; her gece bize ayrı bir şarkı söyleyen yıldızları; tulûları, gurupları ile ince hesaplara bağlanmış ve bize her gün, her gece ayrı bir şölen yaşatan ayları, güneşleri.. dahası, imanın gönüllere verdiği genişlik ölçüsünde, bizden biri veya varlığımızın bir parçası gibi duyarız duyduğumuz her şeyi. Duyar da, bin bir güzellikle tüllenen şu muhteşem varlığı her temâşâ edişimizde kendimizi aşk u şevk çağlayanlarına salar ve sihirli bir zaman içinde yüzüyormuşçasına hep o Sevgililer Sevgilisi'nin vuslatına yürüyor gibi oluruz. Yürürken de O'nun yollara dizdiği emarelerden ışıklar alır, canlı-cansız karşılaştığımız her şeyle Mecnunca hasbıhal eder, işaret ve işaretçileri gönülden selâmlar, yolculuk zahmetlerini yol rahmetine çevirmeye çalışır, seyahatimize emanet saat, dakika ve saniyeleri, niyet ve rabbânî mülâhazalarla ebedleri peylemeye yetebilecek derinliğe ulaştırır ve bu fani hayatı ötelerin koridoru hâline getirebiliriz.
Aslında bu dünyanın gönüllerde hayret ve hayranlık hasıl eden bütün güzellikleri, ancak bizim niyet ve nazarlarımızla, Sevgili'nin de bakışlarıyla açılır, inkişaf eder, sonsuzlaşır ve gün gelir hiç sönmeden ruh ufkumuzda rengârenk tüllenmeye ve par par yanmaya başlar.. evet biz, hemen her zaman tadıp duyduğumuz hayatın meyvelerindeki hakiki tadı, lezzeti, Sevdiğimizin teveccühlerinden alırız. Çevremizdeki varlıkların bizimle münasebetlerini, bize karşı o sıcaklardan sıcak beraberliklerini ve o upuzun yol arkadaşlıklarını biricik Sevgili'yle münasebetlerini duyup hissetme sayesinde anlarız. Daha sonra da, O'na karşı sevgi, alâka ve yakınlığımızın sıcaklığını koruyabildiğimiz ölçüde, her şeyle ve herkesle bu içten irtibat sürer gider. Çünkü bütün aşklar, alâkalar, irtibatlar O'nadır; O ise muhabbet tahtının tek hükümdarıdır. Her şey değişik eda ve üslûpla O'nu söyler, uğrayanlara O'ndan bir şeyler mırıldanır ve kulaklarımıza O'nun sevgisini fısıldar. Biz de yol boyu karşılaştığımız her şeyi ve herkesi O'ndan ötürü severiz. Eğer bu yollarda gözlerimizi hep açık tutmaya çalışıyorsak bu O'ndan bir şeyler görmemiz, eğer kulaklarımız sürekli ses avı peşindeyse bu da O'ndan bir şeyler duymamız içindir. Aslında bu, O'nun hakkı, bizim de boynumuzun borcudur; evet, eğer bir söz gidip O'na dayanıyorsa, o değerini bulmuş sayılır; değişik düşünceler O'na kapı aralayabiliyorsa, o zaman bir kıymet ifade ederler; her hamle ve aksiyon da O'na ulaşma planına bağlı sürdürülebiliyorsa, artık hedef istikametinde yol alınıyor demektir.
Zaten bizler bu dünyaya, başka bir âleme hazırlanmak için gönderilmiş bulunuyoruz; dine davete gelince o da, böyle bir âleme çağrının ifadesi mesabesindedir. Bunun böyle olduğuna inananlar, duyguları, düşünceleri, niyetleri ve bütün faaliyetleriyle hep o çağrıya icabet ettiklerinin, icabet etmeleri gerektiğinin ve ötelerdeki iltifatlara, teveccühlere ehil hale gelmek için bu imtihan yurdunda ve bu gamhâne-i mihnette bulunduklarının farkındadırlar; farkındadırlar ve gözlerinde her zaman Hak varlığının ziyası, gönüllerinde O'na inanmanın sihri ve hülyalarında hiç dinmeyen bir vuslat arzusuyla yürürler dur-durak bilmeden sürekli O'na doğru.. iman, İslâm ve ihsanla beslene beslene, mârifetle yoğrula yoğrula, aşk u şevkle incele incele.. her zaman pürsaadet, daima hayret ve hayranlık içinde, yol boyu O'na ait neşideler dinleye dinleye, rastladıkları herkese ve her şeye O'nu sorar ve yürürler o Mevcud u Meçhul'e, o Gayb u Şehadet Sultanı'na, hem de hedefe kilitlenmiş gibi... Yol ne kadar devam eder, menzile ne zaman varılır, vuslat ne zaman gerçekleşir demeden daha fazla bir teveccüh beklentisi, bir şefkat ihtiyacı, bir sadakat mülâhazası, her zaman hâlisâne davranma azmi ve daha engin bir temâşâ iştiyakıyla istemezler bitmesini bu mârifet yolculuğunun. Yürüdükçe daha iyi görürler talihlerinin gülen çehresini, hayatlarının öteki yüzünü, imanın esrarlı dünyasını; görür ve her şeyden daha farklı mesajlar alır; her adımda yeni bir ses, yeni bir muştuyla üveykler gibi şahlanır; miraç yapıyormuşçasına hep yükselir; bilemedikleri eb'âda ulaşır, tanımadıkları âlemlerde dolaşır; herkese ve her şeye selâm verir; onlara demet demet memnuniyet tebessümleri yağdırır ve ilerlerler tabiatlarının son serhaddine doğru.. gülü-çiçeği koklayarak; karşılaştıkları her şeyle, herkesle söyleşerek; ışıkla-gölgeyle hasbıhal ederek; her sesten, her sözden, her şiveden, her görüntüden O'na ait bir şeyler dinleyerek...
Zaman gelir, artık hep O'nunla olur ve kurtulurlar kendilerinden. Değişir bakışları-görüşleri; dikeni gül görür, zehiri de bal.. ve yırtık pırtık mihnet urbaları içinde ne dilrubâ kametlerle tanışırlar.. ve kim bilir değişik güzelliklerle her gün kaç defa başları döner, kaç defa ilâhî sürprizlerle yürekleri hoplar; ne sır haremgâhlarına uğrar ve nâmahremlere kapalı ne iltifat ve teveccühler görürler.. değişik aynalarda O'nun cemalinin farklı cilvelerini her görüp temâşâ ettiklerinde âdeta kalblerinin kanı çekilir, nabızlarının ritmi değişir de onların tiktaklarında sadece O'nu duyar gibi olurlar. Aslında duyulmak O'nun hakkı, duymak veya duymaya çalışmak da bizim hem vazifemiz hem de mazhariyetimizdir. İşte böyle bir vazifenin ciddiyeti ve bu tür bir mazhariyetin zevk u şevki hatırınadır ki, yürünen yollar ne kadar sarp ve meşakkatli de olsa bu, yolcular için Firdevs bahçelerinde tenezzüh gibi bir şey olur ve sağa-sola serpiştirilen O'na ait işaret ve emareler sayesinde, amansız gibi görünen mesafeleri katetme de bir zevk u şevk seyahatine inkılap eder; aşılmaz gibi görünen uçurumlar veya engebeler vuslatın şahlandıran heyecanıyla bir hamlede geçilir ve duyulmaz yol yorgunluğundan, yürüme meşakkatinden hiçbir eser. Duyulmaz da uzayıp gitsin isterler yürünen bu yollar sonsuza kadar.
Sevgili'ye ulaşıp O'nu görmeye kilitlenmiş bu ruhlar, cismâniyete ait küçüklüklerden ve dünyevî darlıklardan sıyrılarak hayatlarını hep iman ve mârifetin engin ve rengin atlasında, O'nun teveccühleriyle beslene beslene sürdürdüklerinin farkındadırlar. Her temâşâ ettikleri nesneyi O'nun bir namesi ve bir mührü gibi öper öper başlarına korlar ve hep ruhanî haz ve lezzetlerin serhadlerinde dolaşırlar. Her ulaştıkları mârifet ve muhabbet zirvesini ulaşılacak son şâhika sanır; "Allahu Ekber"lerle tazimlerini seslendirir, "Elhamdülillâh" senâlarıyla minnetlerini dile getirirler; ama, iki adım daha atınca, yeni bir sürpriz sağanağıyla karşılaşır ve kendilerini farklı bir mârifet ve ruhanî zevkler zemzemesi içinde bulurlar. Her ulaştıkları menzilde o Güzeller Güzeli'ni daha değişik tecellîleriyle duyar, bir kere daha aşk u şevkle gürler ve yürürler daha ötelerdeki ayrı bir menzile. Yürüdükleri yolda güzellikleri güzellikler takip eder; ama, ne O'nun cemalinin cilveleri biter ne de ruhlarda onları temâşâ zevki.
Görüp duyanlar için aşk u iştiyak da bu yolda, deryayı işaretleyen damla damla vuslat da bu yoldadır. Katrede deryayı görenler, zerrede kehkeşanları müşahede edenler kim bilir ötelerden daha nelere şahit olur ve ne duyulmadık sesler dinlerler. Zira, "Bir aynadır bu âlem her şey Hak ile kaim." (Anonim) ve bakıp bunları okumaktır yaratılıştan gaye, insan olmadaki hikmet... (Beyan)