Cihad ve Anlam Kayması
Cihad hakkında hemen herkesin bildiği en eski ve en sade tasnif, büyük ve küçük tasnifidir. Küçük cihad, cana can, kana kan göğüs göğüse savaş meydanlarında düşmanla yapılan askeri mücadele; büyük cihad ise insanın en büyük düşmanı olarak nitelendirilen nefsi ile verdiği kavganın adıdır.
Cihad erken dönem İslâm tarihinden bu yana tarifi, mahiyeti ve kapsamı adına üzerinde ittifak sağlanamayan kavramların başında gelir. İşin aslına bakarsanız sadece cihad için geçerli değil bu anlaşamama. Başka kavramlar için de söz konusudur. Son tahlilde beşer düşüncesinin devreye girdiği bir yerde çok tabiidir bu sonuç. Fakat gel-gör ki söz konusu kavram cihad olunca tavan yapmıştır bu durum. Neden?
Sondan başlayacak olursak en önemli nedenlerinden birisinin Batı dünyası sömürgeciliğinden kurtulmak için verilen bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerini olduğunu düşünürüm. Yıllar-asırlar süren Batı hegemonyasından kendilerini, toplumlarını, milletlerini ve devletlerini kurtarmak için mücadelede başı çekenler, kitleleri motive etmek, harekete getirmek için dinin motive edici gücünü kullanmışlar ve verdikleri mücadeleyi “cihad” olarak nitelendirmişlerdir. Haksız da değillerdir. Gerek Kur’ân âyetleri gerek Hazreti Peygamber söylem ve eylemlerine baktığımızda bu kullanımı temellendirecek deliller vardır. Fakat yıllar süren askeri mücadelenin verildiği alandaki bu kullanım, cihad’ın anlam aralığını o parantez içine sıkıştırmış ve başka alanlardaki mana, muhteva ve kullanımları arka planda kalmıştır. Buna bir de 1979 Afganistan’ın Rusya tarafından işgali sonrası başlayıp 11 Eylül 2001 hadiseleri ile zirve yapan ve mantar gibi her yerde patlayan terörist grupların kullanımlarını da ilave edecek olursanız iş iyice içinden çıkılmaz hale gelmiş ve cihad anlam kaymasına maruz kalan kavramların başını çekmiştir.
Sondan başladığımızda böyle, pekâlâ ilkten başlasak ne olacak? O zaman da İslâm’ın kurucu metinlerine ve Hazreti Peygamber’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecessüm eden kurucu iradeye gitmemiz gerekecek. Okuduğunuz yazıda askeri alan içinde paranteze alınan cihad açısından bunu yapmaya çalışacağım. Fakat buna geçmeden önce zihinlerimizi tazeleme babında ilmi geleneğimizde bulunan üç ayrı cihad tasnifini hatırlatmak isterim. Zira bu tasniflerin yazının sonuna doğru ele alacağımız âyet ve hadislerin oturmuş olduğu zemini göstermesi açısından bilinmesi oldukça büyük önem arz etmektedir. Yalnız hemen ilave edeyim kurucu metinler üzerinden derinleşen çalışmalar, an itibariyle yaşadığımız siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik arpa plan şartlarının sürekli değişim ve gelişime mazhar olması nedeniyle farklı düşüncelere kapı açmakta ve söz konusu tasnifler ilavelerle tarih sahnesinde kendine yer bulmaktadır.
Cihad hakkında hemen herkesin bildiği en eski ve en sade tasnif, büyük ve küçük tasnifidir. Küçük cihad, cana can, kana kan göğüs göğüse savaş meydanlarında düşmanla yapılan askeri mücadele; büyük cihad ise insanın en büyük düşmanı olarak nitelendirilen nefsi ile verdiği kavganın adıdır. Hadisçilerin yaptığı tahliller neticesi sened itibariyle sıhhati söz götürür bir rivayete dayandırılan bu tasnif, hakikat ve gerçekle (truth and reality) örtüşmesine bağlı olarak tarih boyunca en çok kabul gören tasniflerin başına gelir.
İlmî, sosyal, nefis ve askerî alanında diyerek 4 ayrı alanda yapılan cihad tasnifi ikinci sırada kendine yer bulan bir başka tasniftir. Kafa çatlatıp, yoğun emekler ve gayretler sarf edip düşünce üretme ilmî; fakirlere yardımdan tutun, iyiliği emretme kötülükten sakındırma gibi topluma yararlı işler yapma sosyal; dinin koymuş olduğu kırmızı çizgileri aşan istek ve arzularına gem vurma eksenindeki mücadele nefis ve nihayet diplomatik münasebetlerle karşılıklı barış içinde yaşamanın sağlanamaması durumunda son çare olarak başvurulan düşmanla yaka paça olma da askerî alanda cihadı ifade etmektedir.
Büyük Hanefî alimi Kâsânî’ye ait olan kalp, dil, el ve kılıçla yapılan cihad tasnifi de kitaplarımızda çok karşılaştığımız bir başka tasniftir. İnsanın şeytan ve nefisle mücadelesi kalp; insanları iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma dil; mevcut kötülükleri önleme el, ve düşmanlarla savaşma kılıç ile yapılan cihad olarak ele alınır. Hemen ilave edelim kötülükleri önleme devletin yetki alanına girer, güvenlik güçleri ve hukuk aracılığı ile bunu yerine getirir. Aksi halde ihkak-ı hak devreye girer. İhkak-ı hak şahısların kendi haklarını kendilerinin sağlamaya çalışması demektir. Bu ise toplumda düzenin değil kaosun sebebi olur.
Bu iki kısa hatırlatmadan sonra gelelim askeri alandaki cihadın Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının tabii seyri içinde âyetlerde nasıl yer aldığına. Aslında şimdi okuduğunuz bu cümle çoklarımızın bildiği ama üzerinde durmadığı ve düşünmediği büyük bir hakikati ve gerçekliği ihtiva ediyor. Nedir o? Kur’ân’da 610-632 yılları arasında peygamberlik görevini ifa eden Hazreti Peygamber’in pratik hayatından kesitler var. Yaşanılan hadiseler üzerine Allah’ın ilâhi iradesini yansıtması, hadiselere tabir caizse “özne” olarak müdahale etmesidir bunun manası. Ne var ki bunda diyebilirsiniz? Hiçbir şey yok. Doğru ve yerinde bir tespit. Olması gereken de bu zaten. Başka ilâhi kitaplarda da bunu görebilirsiniz. İlâhi irade ile o iradenin tecelli etmiş olduğu tarih sahnesinde yaşayan insanlarla diyalektik bir ilişki vardır bütün ilâhi kitaplarda. Hadiseler bu diyalektik ilişkinin merkezini oluşturur. Bakın bu gözle Kur’ân âyetlerine, Bedir, Uhud, Hendek savaşı ile alakalı nice anlatımlar, savaş esirlerine yapılacak muameleler, Hudeybiye anlaşması, Mekke fethi, Tebûk ve Mute seferleri, köle ve cariye hukuku, savaşlarda namazın nasıl kılınacağı vb. onlarca-yüzlerce mesele yerini alıyor. Havle binti Sa’lebe kocası Evs b. Samit ile tartışıyor ve gelip tartışmasını Hazreti Peygamber’e şikâyet ediyor ve Allah indirdiği âyet ile aralarındaki sorunu çözüyor. İlâhi irade ile o toplumda yaşayan insanlar arasındaki diyalektik ilişkiyi açmak için verdim bu örneği. Başka örneklerde var. Kur’ân hem de isim vererek Zeyd b. Harise’nin karısı Zeynep’i boşaması ve Efendimiz ile nikâhının kıyılmasına yer veriyor sayfaları arasında. Ebû Lehep ismen, karısı Ümmü Cemil de “onun karısı” denilerek Hazreti Peygamber’e düşmanca tavırlarından dolayı âkibetlerini nazara veren âyetler de var. Sözün özü şu; insandan, yaşanan gerçekliklerden, en genel manada toplumsal hayattan bağımsız bir Kur’ân tasavvur etmeniz mümkün değil.
Pekâlâ problem ne?
Problem söz konusu âyetlerin Kur’ân’da yer alması değil bizim Müslümanlar olarak bu âyetlere bakış açımız, yaklaşım keyfiyetimiz. En genel manasıyla Kur’ân tasavvurumuz. Âyetlere verdiğimiz mana ve hayata taşıma şeklimiz. Kur’ân tasavvurumuz şu; Kur’ân tarih üstüdür, evrenseldir, âyetlerde yerini alan emir ve yasaklar kıyamete kadar bütün zaman mekân ve insanlar için geçerlidir. Herkes böyle mi düşünüyor? Hayır. Kur’ân, Hadis, Kelâm ve Fıkha ait usul kitaplarımız bunun en büyük delili. Nice tartışmalar var usulcüler arasında.
Ama “Kelamın i’mali ihmalinden evlâdır.” veya “Sebeb-i nüzulün hususiyeti hükmün umumiyetine mâni değildir.” deyip bütüncüllük ve makasıddan uzak her bir âyeti ve hatta âyetin her bir harfini fonksiyonel kılmaya çalışan zihniyetten söz ediyorum şu anda. Fransa’daki bildirinin çıkış noktası da bu zaten. O zihniyet ve ona bağlı hareket eden Müslümanlara yönelik orada söylenenler.
Gerçek şu ki bu yaklaşımın üretmiş olduğu bilgilere inanmak ve söylem bazında dile getirmek çok kolay. Hatta en son dinin müntesibi olması açısından insana müthiş bir ferahlık hissi de veriyor. Ama özele inip haydi şu âyeti, parçacı yaklaşım, her âyeti hayata taşıma inancımız gereği uygulayalım dediğimizde müthiş açmazlarla karşı karşıya kalıyoruz. Mesela; “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün.” Niye öldürmüyoruz Kur’ân’ın bu emrine rağmen müşrikleri? Tarih boyunca neden Müslümanlar müşriklere karşı topyekün bir savaş açmamışlar o zaman? Soruları uzatabilir ve Efendimiz’e kadar götürebiliriz. Diyebiliriz ki inanmayanları öldürmek Kur’ân’da yer alan bir emir olduğuna göre, onları öldürmeme Müslüman’ı günahkâr yapmaz mı? Efendimiz’in başkanlığı yaptığı Medine şehir site devletinde müşrikler yaşadığına göre Efendimiz de hâşâ ve kellâ günahkâr mıydı diyeceğiz şimdi? Mümtehine sûresinde yerini alan, “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” âyetine nasıl mana verecek ve uygulayacağız o zaman? Mensuhtur mu diyeceğiz? Nitekim bu ve benzeri sorular ilk dönemlerden itibaren o zihin yapısına sahip kişilerin zihinlerini çok meşgul etmiş ve bağlamlarından kopuk, zâhirî yaklaşımlarla verilen manaların Müslümanları bir açmaza sürüklediğini fark ederek birçok teoriler geliştirmişlerdir. Nesih teorisi bunlardan sadece biridir. Çıkış noktası da bağlamından kopuk olarak değerlendirdiğinizde Kur’ân’da yer alan âyetler arasındaki çelişkileri yok etmektir. Mesela, “seyf” yani “kılıç” âyeti olarak bilenen Tevbe sûresi 5. âyeti ile barışı emreden yüzlerce âyetin hükmünün ortadan kaldırıldığını ilan etmek gibi. İŞID böyle düşünüyor ve böyle inanıyor işte.
Bu elbette bir izah tarzı ve belli âyetler için insanı tatmin edici sonuca da ulaştırabilir; zihin konforu, gönül rahatlığı sağlayabilir. Ama önemine binaen tekrar ediyorum, bağlamlarından kopuk olarak ele alıp zâhirî mana verdiğiniz âyetlerdeki çelişkileri sadece nesih teorisi ile izah edemezsiniz. Nitekim bunun da farkına varan aynı ulema takyid, tahsis, ta’lik, tercih hatta makasıd vb. kavramlarla çıkış yolu aramıştır. Halbuki bunlar Allah’ın 610-632 yılları arasındaki tarihe ilk elden müdahalesi olarak ele alınsa, bağlamları katiyen nazardan dur edilmese, gâî yorum veya makasıd dediğimiz çizgiye daha fazla ağırlık verilse ve yorumlar bu eksen üzerinde yapılsa ilâhi mesaj nüzul gayesine daha çok hizmet eder diye düşünüyorum. Nitekim zâhirî zihniyetin karşısında yerini alan ulema da bunu yapmıştır tarih boyunca. Yukarıda ifade ettiğim gibi usul kitapları bu tartışmalarla doludur. Ama ne yazık ki özellikle “Halk İslâm’ı” dediğimiz kesimde ağırlık kazanan görüş birincisidir.
Sözün tam da burasında sunu ilave etmek isterim: yazmaya çalıştığım bu düşüncelerin tarihsellik ve tarihselcilik olarak nitelendirilen yaklaşım keyfiyeti ile alâkası yoktur. Kesiştiği yerler olabilir ki bu gayet doğaldır. Ama benim vurgulamaya çalıştığım husus Kur’ân’ın nüzul döneminde cereyan eden hadiselere müdahalesini gösteren âyetlerin hangi sebeple indiği, ne anlama geldiği ve nasıl uygulandığını anlamanın önemini göstermeye yönelik ilk zihnî çabaya yönelik değerlendirmelerdir. Kaldı ki bu, Kur’ân’ı anlamanın ilk adımıdır.
Burada hiç kimseye haksızlık etmemek için çok önemli bir şeyi hatırlamak icap eder; İslâm’ın fetih hareketleri ile yabancı kültürlerle karşılaştığı âna kadar, bir başka ifadeyle sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî vb. hayat şartlarının nüzul dönemi coğrafyası kültürü ile benzeştiği zaman ve mekanlarda gerek bizatihi Kur’ân âyetleri gerek Efendimiz’in kavlî fiilî ve takrirî beyanları, davranışları ve kabulleri yeni yorumlara ihtiyaç duyulmayacak ölçüde yeterli olmuştur. Değişim ve dönüşümün günümüzün aksine yıllar hatta asırlar aldığı o dönemlerde yaşanılan hayatta karşılaşılan sorunlara âyetler ve hadisler zâhirî manaları ile ele alınsa dahi büyük oranda birebir çözüm üretmiştir. Bunun yeterli olmadığı yerlerde de ulema devreye girmiş ve kabullendikleri metodolojiler eşliğinde çözüm arayışı içine girmişlerdir. Ehl-i Re’y ve ehl-i Hadis ayrımının altında yatan da yaşanan bu gerçekliktir. Ashab-ı Re’y de dediğimiz genelde Hanefiler, Malikiler, Maturidiler, Mütezililerden oluşan Ehl-i Re’y, makasıdu’s-şeria ve maslahatu’n-nas dediğimiz çizgide naslara yaklaşmış ve aklı daha işlevsel kılmış, Ehl-i Hadis grubunda yer alanlar ise zâhirî yaklaşımlara ağırlık vermişlerdir ki yukarıda ifade ettiğimiz gibi nasslar yaşanılan gündelik hayatta sorunlara hazır cevap teşkil etmektedir; ilave arayışlara içine girme beyhudedir.
Giriş sayılabilecek ama mevzunun net bir şekilde anlaşılması için zaruri gördüğümüz bu kısa izahlardan sonra hayatın tabii akışı içinde cihad ile alakalı nazil olan Kur’ân âyetlerine bakalım.
Devam edeceğim inşallah.
*Önemli not: Bu yazıyı Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, üç eski başbakan ve Fransa Yahudi ve Hristiyan kuruluşlarının liderlerinin de yer aldığı yaklaşık 300 imzalı “Yahudilerin, Hıristiyanların ve kâfirlerin öldürülmesi ve cezalandırılması” ayetlerinin kaldırılması için çağrıda bulundukları bildiri sebebiyle kaleme aldım.