SOFÎ, (Çağlayan-Temmuz 2021)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 07/03/2021
Clap

Sofîlik, çıkış gâyesi açısından, kalbi Hakk’a bağlamak ve sineyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti.

Sofî Kelimesinin Kökeni

Sofî kelimesi, tasavvuf ehli olanlar için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimeyi “sûfî” şeklinde kullananlar da vardır. Zannediyorum bu farklı kullanım, biraz da kelimenin menşeinden kaynaklanmakta. Onun ‘sof’tan, ‘sofus’tan, ‘safâ’dan, ‘safvet’ten geldiğine kail olanlar veya dindarlıktan kinâye olduğunu düşünenler “sofî”; ‘sûfân’, ‘sûfâne’ veya ‘suffe’den geldiğini iddia edenler, ve ayrıca ‘softa’ mânâsına gelen ‘sofu’dan ayırmak isteyenler de “sûfî” şeklinde kullanmışlardır.

Sofî Kimdir? (Tarifler)

Erbâbının, sofîyi tarif sadedinde şu ifadeleri meşhurdur:

Sofî; kalbî hayatı açısından saflaşmış ve iç âlemi itibarıyla berraklığa ermiş “hak yolcusu” demektir.

Sofî; Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için seçip intihap buyurduğu; intihap buyurup onu nefsinin tesirinden kurtararak duruluğa erdirdiği iddiasız “hak eri” demektir.

Sofî; mahviyet ve tevâzuuna nişâne, iç huzuru ve gönül rahatlığıyla “sûf” (yün) giyip sevgiyi seven ve ona, onun sahibine cefâ tattırmayan; dünyanın, dünyaya ve hevesâtımıza bakan yanlarıyla ona aldırış etmeyen Hakikat-i Ahmediye yolunun yolcusudur.[1] Evet, sûfîlerin sûf giymeleri, giyinişlerine izâfe edilen bir isimle anılarak kendilerine “mutasavvıf” denmesi, onların hallerini, özlerini ve tavırlarını nazara vermek içindir. Çünkü sûf giymek, öteden beri peygamberlerin, onlara uyanların ve her zaman kendilerini ibadete verenlerin şiârı olagelmiştir.[2] Eğer, gerçekten peygamberler ve onların havârilerinin giydikleri yün ise, “sûfî” kelimesinin, “sûf”a nisbetinin doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Sofî; nefsânî bulanıklıklardan sıyrılıp özüne ermiş ve beşerî bütün küdûrâttan[3] arınarak lâhûtîleşmiş, gerçek insanlığa yükselme yolunun şehsuvarı demektir.

Sofî; ehl-i suffeye benzeme gayretinden ötürü bu nâm-ı celîli alan ve ömrünü o ismin hakkını vermeye bağlamış ideal gönül erinin adıdır.

Sofî kelimesinin “sâf”tan müştak olduğunu da söyleyenler olmuştur; iştikak hatası mahfuz, sürekli Hak karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde bulunmaları açısından, sakat bir asıldan da gelse, düşündürücü bir fasıl gibi görünmektedir. Gerçi himmetlerinin yüksekliği ve kalblerinin sürekli Allah’a müteveccih olması, onların her zaman bu mevkiin erleri olduğunu gösterir ama, “sâf”tan sûfînin iştikakı yanlıştır. Sofînin; Rumca “hikmet” mânâsına gelen “sofîya” kelimesinden veya Yunanca “sofus”tan geldiğini iddia edenler de olmuştur. Fakir bunun, yabancıların bir yakıştırması olabileceği kanaatindeyim; o kanaatteyim, sofîlerin pek çoğu hikmet erbâbı olsa bile..

İslâm Tarihinde Sofîliğin Ortaya Çıkışı

İslâm tarihinde ilk sofî lâkabını alan büyük zâhid Ebû Hâşim el-Kûfî’dir.[4] Bu zat, hicrî 150 senesinde vefat ettiğine göre, sofî tabirinin hicrî ikinci asırda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu demektir ki, sofî kelimesinin böyle hususî bir mânâda kullanılması ashâb ve tâbiûn-u kirâm efendilerimizden sonra olmuştur.

Bir sistem olarak, zâhid Ebû Hâşim’le tanıdığımız sofîlik, ilk zuhûru itibarıyla, Peygamberimiz ve arkadaşlarının yaşayışlarındaki sadelik çizgisinde, dünya cihetiyle dünyaya karşı ciddi bir tavır içinde, sürekli rekâik ve ölüm ötesi hâdiselerle irtibatlı, tamamen kalb ve ruh insanlarının mesleğiydi. Bu itibarla da o, hep rûhânî hayatın emrinde oldu. Sofîlik, çıkış gâyesi açısından, kalbi Hakk’a bağlamak ve sineyi aşk u muhabbetle dağlamaktan ibaretti. Ayrıca, hakikî sofîler tarih boyu “hüsn-ü huluk”[5] ve “edep” dedi,[6] peygamberler yolunu takip ettiler. Her meslek gibi onda da bir kısım inhirafların ve çarpıklıkların yaşandığı devirler olmuştur. Ne var ki, sadece inhiraflara ve çarpıklıklara bakarak bu saf gönüller mesleğini karalamak da insafsızlık olsa gerek.

Sofîlerin Dini Hayata Katkıları ve Faziletleri

İmâm Kuşeyrî, kendini rûhânî hayata salan sofîlerden bahsederken özetle şöyle der:[7] Müslümanlıkta büyüklüğün unvanı olarak, Allah Resûlü’ne arkadaşlık unvanından daha büyük pâye yoktur. Bu mazhariyet başka dönem insanlarıyla paylaşılmayacak kadar büyük bir mazhariyettir.[8] Bundan sonra en büyük nam ve pâye ise, Allah Resûlü’nün ashâbını görüp tanıma bahtiyarlığına ermişlerin unvanı olan “tâbiûn” unvan-ı celîlidir. Bu kadri yücelerden sonra da tâbiûnla buluşup görüşme mutluluğuna ermişlerin nâm-ı celîlü’l-kadri olan “tebe-i tâbiîn” gelir.. bu üç aydınlık zümrenin gurûbuna ve bu arada bir kısım fitnelerin zuhûruna muhâzî olarak da fıkıh cephesinde fakîhler, hadis cephesinde muhaddisler, akâid cephesinde muhakkikîn-i mütekellimîn çok önemli misyonlar edâ ettikleri gibi, İslâm’ın rûhî cephesinde de en önemli gelişmeleri sofîler gerçekleştirmişlerdir.

Sofîlik ile Sahte Mistik Akımlar Arasındaki Farklar

Sofîler, hayat tarzları itibarıyla fevkalâde dürüst, olabildiğince sade, her türlü karışıklıktan âzâde, bedenî zevk u safâ ve cismânî tutkulardan uzak, zâhidlik, fakirlik ve nâsikliğin[9] yükseltici ikliminde ömür sürdürmeye kilitli, Peygamber Efendimiz ve güzîde İslâm büyüklerine benzemeye kararlı öyle dengeli insanlardır ki, onları bu evsâf-ı Âliyeleriyle;

  1. a) Ne eski hekim ve filozofların devamı kabul etmek,
  2. b) Ne Hıristiyan mistiklerle irtibatlandırmak,
  3. c) Ne Hint fakirizminin bir kolu saymak
  4. d) Ne de günümüzdeki bir kısım mehâbet ve mehâfet bilmez lâubâlîlerle aynı görmek mümkündür. Bir kere tasavvuf, ilk zuhûru ve temsilcileri itibarıyla, kalbin iç yüzü, eşyânın perde arkası ve varlığın sinesindeki gizli esrârın ilmi kabul ediliyordu; sofî de bu ilmin talebesi ve bu yolun nihayetine ulaşmaya kararlı süvari Bu süvari bütün bir ömür boyu her insan için ideal bir ufuk sayılan “insan-ı kâmil” olma[10] zirvesine koşacaktı.[11] Bu, Nâmütenâhî’ye ulaşma cehdiyle bitmeyen bir yolculuk, tükenmeyen bir azim ve herhangi bir beklentiye girmeden tevakkufsuz sürdürülen bir maratondu. İşte hakikî tasavvuf bu, sofî de bu muhtevânın mübarek temsilcisi büyük kahraman! Meseleye böyle yaklaşılınca, sofînin filozoflarla, mistiklerle, yogilerle hiçbir münasebeti olmadığı gibi, tasavvufun da mistisizm, yogizm ve felsefeyle uzaktan yakından alâkası olmadığı kendi kendine ortaya çıkar.[12]

Vâkıa, İslâm’ın zuhûrundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama;[13] bu iki yol öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofîye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü tâat, nefis muhâsebesi, tevâzu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü tâat, nefis murâkabesi, tevâzu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması söz konusu idi.

Sofîye, başlıca iki gruba ayrılır:

1- İlim yörüngeli hareket edip, mârifet kanatlarıyla vuslat arayanlar.

2- Mücerred zevk, vecd ve keşif yolunda gidenler.[14]

Evvelkiler, ilim ve mârifet kanatlarıyla “seyr ilallah”, “seyr fillâh” ve “seyr anillâh” ufuklarında bitmeyen bir yolculuk yaşar ve ömürlerini “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ın üveykleri olarak sürdürürler.. varlığın içinde müşâhede ettikleri her tebeddül, her tağayyür, her tekevvün onlara Hz. Kudret ve İrade’den yüzlerce mesaj sunar, her hâdise onlara ayrı ayrı dillerle çok farklı nağmeler fısıldar.[15]

İkincilere gelince, bunlar da, seyr u sülûk ve zühdlerinde ciddi olmakla beraber, keşif,[16] vecd, tevâcüd[17] peşinde olduklarından zaman zaman hedeften zuhûl ile “kurb” ikliminde “bu’d”[18] yaşayabilirler. Birinci yol, Kur’ân’ın rehberliği altında yürüyen vilâyet-i kübrâ temsilcilerinin yolu; ikinci yol ise, temelde Kur’ân ve sünnet yörüngeli olsa da, yer yer arzular, hisler, beklentiler öne çıktığından önceki yol kadar selâmetli değildir.[19]

Ayrıca sofîler, kendi aralarında insanları üçe ayırırlar:

Birinci sınıfa kâmil ve vâsıl insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusül-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mütâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir.[20] İşte, kendi istidatlarının arşı itibarıyla gerçek kâmil insanlar da bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem’[21] ve hayret[22] bahrinin dalgalarından kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar.[23] Dolayısıyla da bunların nâsût âlemiyle münasebetleri bütün bütün kesilir ve irşâd imkânını elde edemezler.

İkinci sınıfa sâlik derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır: Birinci kısım, sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de âhireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, âhiret ve cennetin tâlibi olmakla beraber meşrû dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir. Bunların aczleri, fakrları Allah’la (c.c.) münasebetleri açısındandır.

Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofîye onlara mukîmîn der ki, bunlar, eşrâr ve ashâb-ı şimâlden bir kısım bahtsızlarla hiçbir şeyi görmeyen, işitmeyen, anlamayan talihsizlerdir.

Ayrıca bu üç sınıftan ilklere mukarrabîn, ikincilere ashâb-ı yemîn, üçüncülere ashâb-ı şimâl diyenler de olmuştur.

 

[1] HAKİKAT-I AHMEDİYYE:

Hakikat, hak kökünden türetilmiş bir lafızdır ve zatında var olan, ayrıca gerçek, doğru ve sabit mânâlarına da gelen.. bütün bunların yanında insanların koruyup kollaması, saygı duyup ihtiramda bulunması ve güvenip itimat etmesi gerekli görülen hususlar için de kullanılan bir kelimedir.

Tasavvuf ıstılahında bu kelime, hak yolcusunu Allah’a ulaştıran dört makam veya dört mertebenin üçüncüsüdür ki, şeriat, tarikat ve mârifet gibi diğer basamaklarıyla o, “fenâ fillâh” ve “beka billâh”a uzanan güzergâhın en önemli kademelerinden biri sayılmıştır. Ahmediye kelime-i mübarekesi ise, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Efendimiz’e (aleyhi ekmelüttehâyâ) nisbeti ifade eden ve bir anlamda Ahmedîlik –biz, yanlış mânâlara kapı aralayan bu kelimeyi kullanmıyoruz– demek olan bir kiptir.

Sofîler Hakikat-i Ahmediye’yi –bazılarına göre Hakikat-i Muhammediye– akl-ı evvel, dürre-i beyzâ, akl-ı küll, nüve-i kâinât ve taayyün-ü evvel sözleriyle de dillendirmişlerdir ki, bunların hepsinden maksûd, sebeb-i hilkat-i kâinat olan Efendimiz’in mâhiyet-i mâneviye ve mâhiyet-i kaderiyesidir. “Kader O’nu seçti, rahmet yoluna su serpti / O Zât hem bir çekirdek hem de meyve idi...” (likailih) (“Hakikat-ı Ahmediyye”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4 /Tekmile)

[2] SUF HAKKINDAKİ RİVAYETLER:

  1. a) Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor:

“Resülullah aleyhissalâtu vesselâm siyah bir bürde (hırka) yaptım, bunu giydi. İçinde terlediği zaman ondan yün kokusu hissetti. Bunun üzerine o hırkayı çıkarıp attı. Aleyhissalâtu vesselâm güzel kokudan hoşlanırdı.” (Ebu Dâvud, Libâs 22);

  1. b) İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

   “Hz. Musa aleyhisselâm’ın Rabbi Teâlâ hazretleriyle konuştuğu gün, üzerinde yünden bir şalvar, yünden bir cübbe, yünden bir kisâ, yünden küçük bir serpuş (takke) vardı…” (Tirmizî, Libâs 10)

[3] Kudûret: Bulanıklık

[4] el-Kınnevcî, Ebcedü’l-ulûm 2/154.

Ebû Hâşim el-Kûfî kimdir?

Adı Osman bin Şüreyk, künyesi Ebû Hâşim, nisbesi el-Kûfî, şöhreti es-Sûfî’dir. Bağdatlı olduğunu söyleyen rivayetler varsa da, aslen Küfe’lidir. Bu yüzden el-Kûfî diye meşhurdur.

Ebû Hâşim, sünnî ve müteşerri bir süfîdir. Bu yüzden “Şîa” muhiti olan memleketi Küfe’den Şam cihetine hicret etmiş, Filistin’de Remle’ye yerleşmiştir. Hasan Basrî, Malik bin Dînar ve Süfyan Sevrî ile muasırdır.

Süfyan-ı Sevrî onun hakkında: “Ebû Hâşim olmasaydı, riyanın inceliklerini kavrayamaz ve o beladan kurtulamazdım. Ebû Hâşim’i görünceye kadar sûfîliğin ne olduğunu bilmiyordum.” der.

Ebû Hâşim der ki:

“Dağları iğneyle kazıp delmek, kalblerden kibri söküp atmaktan daha kolaydır.”

“Dünya saraylardan ve kâşanelerden, âhiret ise kulübelerden olsa, yine de ebedî oluşundan dolayı âhiret dünyaya tercih edilmeye lâyıktır.”

Ebû Hâşim Sûfî, hicri 150 yılında vefat etmiştir.

[5] HÜSN-Ü HULUK:

Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebr-i halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikati üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, iyi işler bütünüyle kolaylaşır.Evet, halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibarıyla birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen suret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı mânâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir mânâdır.Dış yüzü itibarıyla bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri bir gün onları mutlaka ele verir. (“Huluk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[6] EDEP:

Akıllılık, usluluk, hâl, tavır ve davranış güzelliği veya insanlara iyi muamelede bulunma mânâlarına gelen edep; sofîlerce “edeb-i şeriat”, “edeb-i hizmet”, “edeb-i Hak” unvanları altında yanlışlıklardan korunma ve yanlışlığa sürükleyen sebep ve sâikleri bilmekten ibaret sayılmıştır. Edeb-i şeriat: Dinin usûlünü bilip uygulamak; edeb-i hizmet: Cehd ü gayret ve hizmette her zaman birkaç kadem önde; ücret, takdir ve bilinmede birkaç kadem geride bulunmak; ayrıca, esbaba tevessülde kusur etmemenin yanında bütün iyilik ve güzellikleri Allah’tan bilmek; edeb-i Hak da: Hakk’a yakınlığı temkinle bezeyip, şatahat ve laubaliliğe girmemekten ibarettir. (“Edeb”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[7] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s. 54.

[8] SAHABE-İ KİRAM, TABİÎN VE TEBE-İ TABİÎNİN FAZİLETİ:

İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir." (Buharî, Şehâdât 9, Fezâilu'l-Ashâb 1)

ASHAB-I KİRAMIN SOHBET-İ NEBEVİYE İLE İNSİBAĞI:

“Hazreti “Nûru’l-Envâr”a bir mir’ât-ı mücellâ olan zâttan, zılliyet ve cüz’iyet plânında ona düz bir ayna olmaya çalışan en küçük bir sâlike kadar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz konusudur. Asliyet ve külliyet plânında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zâtın sohbet ve musâhabesi, umumî fazilette erişilmeyen öyle bir pâyedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir “seyr u sülûk” helezonuyla kat’iyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nûrumdur.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/265) diyen Hazreti Mazhar-ı “Nûru’l-Envâr”ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci talipleri, Hak yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızâsının da en kusursuz müridleri oldukları hâlde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzîde topluluğa, “musâhabe kahramanları” mânâsına, “Ashâb” denmiştir.

Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zâtın, Hazreti Ehad ü Samed’e imanını, irfanını, O’na muhabbetini ve O’nunla münasebetini –şuuru taalluk etsin, etmesin– onun her tavrında müşahede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet plânında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı görülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için de söz konusudur ki, Mevlânâ’nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zâtın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek “Şemsu’ş-Şümûs”a yürüyenler, hem onun irfan deryasından istifade eder, hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibarıyla, tebaiyyetin gerektirdiği edep içinde, onun uğradığı hemen her noktaya uğrayabilirler.

… Evet, seyahat ve musâhabeleri Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin ruhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer lâubalîliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hatta bazen, vilâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir; dolayısıyla da, pîrlerinin, pîr-i müganlarının söz, sistem ve vaz’ ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdâbına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Vilâyeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakikî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan Sahâbe’den üstün görme tavırlarından söz etmeyi zâid görüyorum... Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede –daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte– cereyan ediyorsa –ki, günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür– sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsânîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş; gelip, onun o nûr ufkuna nefsânî incizâblar oturmuş..

“Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş;

Şirin erler, zîr u türaba yatmış;

Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş;

Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!”

 (M. Lütfi)

demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakikata ve Hakikat-ı Ahmediye (s.a.s.)’ye ulaştırmasından da asla söz edilemez. (“Sohbet ve Musahabe”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[9] NASİK: Allah yolunda ibadet eden, dine bağlı, takva ehli, düzenleyen tertib edip nizama koyan.

[10] İNSAN-I KÂMİL:

Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen hakikat-i Muhammediye’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Sonra da diğer enbiyâ, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir…… İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, islâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da –kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla– bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir. (“İnsan-ı Kâmil”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

 

[11] Doğru yolu gösterme, gönülleri Hakk’a uyarma; söz, yazı ve daha değişik vesileleri değerlendirmek suretiyle kalben, fikren insanların Allah’a ulaşmasına engel sayılan mâniaları bertaraf ederek duygu ve düşünceleri Hak’la buluşturma; Hak’la tanışık ruhların da, O’nunla münasebetlerinde daha bir derinleşip yükselmelerine vesile olma mânâlarına gelen irşad; insanları ferden ferdâ veya cemaat hâlinde hususî bir terbiyeye tâbi tutarak bunların içindeki liyâkatlileri “bi’l-kuvve” ve “bi’l-istidat” insanlık seviyesinden “bi’l-fiil” insan olma mertebesine.. tabir-i diğerle, “insan-ı kâmil” olma ufkuna yönlendirmenin unvanı olagelmiştir. (“İrşad ve Mürşid”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)

[12] TABİATA BAKIŞ VE SIRAT-I MÜSTAKÎM:

Bir de kuvve-i tabiîyye vardır. Evet, insan bir yönüyle de tabiat dediğimiz, Allah’ın yarattığı yaratılış ağacının bir meyvesidir. O, Allah’ın sanatlarının sergilenme yeri olan tabiattan sıyrılıp çıkmıştır. İnsan tabiata dönük yönüyle tabiatperest olur. Her şeyi tabiatın içinde arar ve kendi menşeine bağlar. Çevresinde meydana gelen her şeyin menşeini de kendi menşei gibi görür. Kâinatı, gözündeki gözlüğün rengine göre müşahede eder ve değerlendirir. Tarihî maddecilik, tabiatperestlik bu yanıltıcı esasların bağrında gelişmiştir. Aslında bu bir sapmadır. Evet, insan, mana ve maddesiyle bu âlemden çıktığı için, hâliyle ona dönük olacaktır. Fakat bu mevzuda tabiata fazla yönelmenin doğuracağı zararların da bilinmesi lâzımdır. En eski komünal sistemlerden Yahudi tabiatperestliğine; ondan tarihî maddeciliğe ve ondan da eksistansiyalistlerin hatta modern natüralistlerden yeşillerin tabiatperestliğine kadar bütün akımlar tabiat adına ifrat etmiş ve ahengi bozmuşlardır. Evet, bunlar “Tabiata dönelim, gönlümüzce yaşayalım, fıtratı terk etmeyelim, basit yiyip, basit içelim, insanların ve ilâhların vaz‘ettikleri kanunları bırakalım, kayıt ve şart altında yaşamayalım.” gibi söz ve mülâhazalarla ifratkârâne bir tabiatperestliğe kayıp gittiler ve insan-tabiat arası muvazeneyi alt-üst ettiler. Bir de tabiatı tamamen terk etme vardır. Yani doğrudan doğruya ona karşı olma... Evet, böyle düşünenler ister septist ve sofîst düşünceli, ister mistik düşünceli olsun, kâinat ve tabiata kapalı kalır, fıtratlarını, mebde’lerini ve menşe’lerini unutur, varlık, eşya ve bütün şuuna sırtları dönük yaşarlar. İçinde yetiştikleri fıtrat kanunlarına karşı alâkasız kaldıklarından bir gün gelir o çarklarla çarpışıverir ve silinir giderler. Hâlbuki o tabiat kitabını bir fabrika ve bir saat gibi düzenleyip çalıştıran Sâni-i A’zam, insanlarla kâinat arasında bir münasebet kurmuştur. Binaenaleyh, içine kapalı, tabiattan ve kâinattan kaçan kimse de bu mevzuda tefrite sürüklenmiş kimsedir. Aslında, çok defa ifratlar tefritleri, tefritler de ifratları doğurmuştur. Bir taraftan tabiatı tamamen terk etme, diğer taraftan bütün gücüyle tabiata sarılmayı netice vermiştir. Bu itibarla insanın tabiata dönüklüğünde de bir tefrit ve bir de ifrat vardır. Bu mevzuda da sırat-ı müstakîm, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ashabının yoludur.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) kâinatı çok iyi anlamıştı. Devlet nasıl idare edilir, onu gayet iyi biliyordu. Bir asker, bir mücahit, aynı zamanda bir sofî, bir âbid ve bir zahitti. Dünyayı çok iyi anlamış, eşyanın tabiatına vâkıf ve onunla dengeli bir münasebeti vardı. Varlıkla içli-dışlı; ihtiyacı kadar yiyor, içiyor; dinlenip istirahat ediyor; evlenip yuva kuruyor ama kat’iyen cismanî hayatı birinci iş ve gaye hâline getirmiyordu. Şam eyaletini gezmeye gittiği zaman emanet olarak bir deveye binmiş, devenin üstündeki semer de aşındıra aşındıra şalvarını yırtmıştı. Büyük Ömer’in onu dikecek ipliği de yoktu. Orada bir pazardan iplik almış, bir tarafa oturup şalvarını dikmişti. Belki giyeceği yeni bir şalvarı da yoktu; ama o gün Hz. Ömer memleketimizden yirmi kat daha büyük bir devletin devlet reisi idi. Evet o, tabiat içinde fakat ne aşırılığa kaçarak haddinden fazla ona yöneliyor, ne de dengesiz zühd içinde onu terkedip Allah’a ve Allah’ın kanunlarına karşı geliyordu. İşte sırat-ı müstakîm erbabı!..Allah (celle celâluhu) insanoğlunu yarattı. Terbiye sıfatıyla terbiye edip kemale doğru sevk etti. Rahmet sıfatıyla tecellî buyurup Rahmân ve Rahîmiyeti ile insanî kemalâta yükseltti. Bizler, ta anne karnından delikanlılık çağına kadar, rahmetle nasıl donatıldığımızı, yeryüzü ziyafet sofralarında nasıl çeşit çeşit nimetlerle perverde edildiğimizi, ağaçların başında bize gülümseyen meyvelerle nasıl Cennet nimetlerine uyarıldığımızı duyuyor, hissediyor ve bu sonsuz nimetler karşısında Rabbilâlemîn’e hesap vereceğimizi düşünüyor, sonra da Din Günü’nün Sahibi’ne sığınıyor, O’ndan hidayet talep ediyoruz. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)

***

- تُرْجَعُونَ Yani: Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah'a rücu' edeceksiniz.

S- Allah'a rücu' etmek, Allah'tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofîler de şüpheye düşmüşlerdir?

C- Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka mes'elesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes'eleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzât dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar. (İşarat-ül İ'caz)

İşaret: Şunlar, ehl-i vahdetüş-şuhuddurlar. Fakat vahdetül-vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetül-vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

Tenbih: Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder.

İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdet-üş şuhud olan muhakkikîn-i sofîye o derece Vâcib'e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. "Bir vardır" derler... El'insaf... Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi' enva' ve eşkaliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelal'e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re'y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re'y yoktur. (Muhakemat)

[13] Soru: İmam-ı Rabbânî Hazretleri Mektubat’ında, “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binlerce ezvâk, mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.” diyor. Bu sözü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Bildiğiniz gibi “ezvâk”, zevk kelimesinin çoğuludur; lezzetler, tatlar ve mânevi hazlar manasına gelmektedir. “Mevâcid” ise, kalbe gelen zevkler, mânevî coşkunluklar ve insanın kendinden geçip nefsini unutacak kadar ilâhî aşkla dolması hâli demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak ele alırsak; mevâcid, bir kulun, evrâd ü ezkâra devam ederek Cenabı Hak’la münasebetini derinleştirmesi sayesinde, metafizik gerilime geçmesinin ve sürekli değişik vâridlere mazhar olmasının unvanıdır. Keramete gelince o, Allah’ın halk etmesiyle Hak dostlarında görülen fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen veli kullara bahşedilmiş ekstra bir ikram ve Cenabı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. Harikulâde halleri üç kategoride değerlendirmek mümkündür: Peygamberlik davasıyla alâkalı fevkalâde hâllere “mucize”; “tezkiye-i nefis” ve “tasfiye-i kalb”e muvaffak olmuş bir velinin olağanüstü hâllerine “keramet” denilegelmiştir. Bunlardan başka bir de “istidraç” vardır ki, o da, fasık ve facir kimselerin eliyle ortaya konan ve onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihan olan, iman ve salih amele iktiran etmeyen harika bir hâl, söz ve tavırdır.

İnsan bazen, Allah nezdinde kabul gören bir imana sahip olmadan da bazı zevk ve vecd hâlleri yaşayabilir. Mesela; bir insan kendisini mistisizme vererek çok ciddi bir ruhânî zevke erebilir, yoga ile her şeyi tül pembe göreceği bir havaya girebilir. Vakıa, bunlar da bir uyuşturucu gibidir; bunlar sayesinde insan problem ve sıkıntılarını muvakkaten unutur, geçici bir tatmine ulaşır. O hâlin tesiri geçip de tekrar gerçek hayata, problem ve sıkıntıların arasına dönünce yeniden o türlü şeylere sığınma ihtiyacı duyar ve bir kere daha yogaya, meditasyona, bir kısım mistik ritüellere yönelir. Yeniden translar yaşar, fevkalâde duygular tadar, harikulâdeden bazı şeyler hisseder. Bilmem ki, bütün bunlar, birer mazhariyet midir yoksa maruziyet mi; başa gelen bir musibet midir yoksa bir mevhibe mi? Her ne ise ve Allah’ın ne türlü bir imtihanıysa, bunlar, dine bağlı olmadan da gerçekleşebilir. Mesela, son günlerde adı sıkça duyulan Kabala bu türlü şeylerle doludur. Kabalistler, hep böyle tatmin arayışlarını değerlendirir ve bazen ervâh-ı habiseden, bazen cinden ve bazen de şeytandan istifade ederler. Kabalizm, zahiren, kötülüklerle mücadele metodu gibi gösterilse de, aslında semboller yoluyla güç kazanma isteğine bağlı ve büyüye dayalı bir akımdır. Kaynağının İsrailoğulları’na dayandığı ve Yahudilik’le ortaya çıktığı söylense de, aslında Kabala’nın Tevrat’la hiçbir alakası yoktur; onun menşeini Eski Mısır’ın putperest anlayışına ve Firavunların sihirbazlarına dayandırmak daha doğrudur. Putperest kavimlerin büyü ritüellerini de kullanan Kabala sayesinde habis ruhlar, cinler ve şeytanlar, aldatılmış insanların etrafında meltemler estirirler, değişik esintilerle onları biraz rahatlatırlar, sıcak bir havada bağrı yanan insanı serinletiyormuş gibi, onların yüreklerine de sahte bir serinlik serpebilirler. Fakat, bu da, nefs-i emmârenin, şerir cinlerin ve şeytanların ayrı bir oyunudur.

Tıpkı kâhinlerin bir tane doğru söyleyip yüz tane yalanı yutturdukları, bir doğrunun ardına yüz tane kizb sakladıkları gibi, Kabala, yoga ve meditasyon benzeri uyuşturucu mahiyetli sistemler de belki geçici bir rahatlık sağlayabilirler ama insan gönlünün ihtiyaçlarını karşılayamaz ve kat’iyen onun ebedi taleplerine karşılık veremezler. Aksine, bir süre sonra insanlarda kapanması zor ve daha büyük boşluklar açar, ruhî boşalmalara sebebiyet verir, iyileşmesi adeta imkansız yaralar hasıl ederler. Çünkü bunlar, hak bir dine bağlı değildir. Evet, Mistisizm, Hermetizm, Manihizm, Zerdüştizm, hatta Brahmanizm ve Yogizm gibi akımlar hak bir dine dayalı rûhî tecrübeler sonucunda değil, bir kısım tarihî tecrübeler neticesinde ortaya konmuş yollardır. Bu açıdan, ruhânî zevkler, keşifler, bir manada vecdler, maverâ-ı tabiatı okumalar.. dinin dışında da hasıl olabilir. Mesela, büyücüler, kâhinler ve Parapsikoloji’nin değişik dallarıyla meşgul olan kimseler de sizin önünüze çok fevkalâdeden şeyler koyabilirler. Onların ortaya koyduğu bu şeyler, Allah’a yakınlığa, salih amellere ve ihlasa da dayanmaz; dolayısıyla, Allah’ın maiyyetine, Cenabı Hakk’ın hıfz, riâyet ve inayetine dayanmayan bu harikulâdelikler kat’iyen bir kıymet ifade etmez. Çünkü, bir şeyin kıymet ifade etmesi, Allah’la münasebetine bağlıdır. (Ümit Burcu, Ayrıca Tarikat, Tarikatın Vartaları; Semarat ve faydaları için bkz. 29. Mektup, Telvihat-ı Tis’a)

[14] Marifet-i Sâni' denilen kemalât arşına uzanan mi'racların usûlü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofîyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.

Bu iki asıl, çendan Kur’an’dan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalmamışlar.

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur'aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi'rac-ı Kur'anîdir. (Mesnevi-i Nuriye)

[15] SEYR İLALLLAH:

Birinci mertebe; “seyr ilallah” mertebesidir ve Hakk’a yürümenin başlangıcı olması itibarıyla buna “sefer-i evvel” de denir

İkinci mertebe; “seyr fillâh” mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna, ikinci yolculuk mânâsına “sefer-i sânî” dendiği gibi “cem” de denmiştir

Üçüncü mertebe; “seyr maallah” ve diğer namıyla “sefer-i sâlis” veya “fark maa’l-cem” mertebesidir ki, bir “vâsıl” için bu mertebede “bî kem u keyf” sadece O görülür, O bilinir, O duyulur; her yanı O’nun mârifet nûrları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler-süpürür-götürür de her tarafta كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Artık yeryüzünde olan her nesne fenâ bulmuş ve sadece senin Rabbinin zâtı bekâsını devam ettirmektedir.” (Rahman suresi, 55/26-27) hakikatı nümâyan olmaya yüz tutar; yüz tutar da başka varlıklar, başka bilmeler, başka görmeler, başka duymalar sâlikin mârifet enginliği ve zevk çağlayanının debisi ölçüsünde itibarîleşmeye başlar, hatta mâsivâ hissedildiği nisbette kalbe sıklet verir ve zaman gelir, hak yolcusu zevk ve hâl enginliğine karşı bütün bütün kapılarını kapar, sürmeler ve zaten dava-yı nübüvvetin vârislerinden de değilse halvet ve inzivalarla hep kendi sübjektif enginliklerinde yaşar. (“Seyr u Sülûk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[16] (Bknz.: “İrşad ve Mürşid”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

ZEVK:

Bir şeyden hoşlanma, haz duyma, cümbüş ve eğlence mânâlarına gelen “zevk”, sofîye ıstılahında, ilâhî tecellîlerin ilk esintileri ve şuhûd ufkunun yer yer zuhur eden vâridlerindendir ki, “bevârik-i mütevâliye” de diyebileceğimiz ilâhî ışık tayflarının Hakk’ın kenzen bilindiği kalbi sarmasıdır.. ve doğruyu eğriden tefrik etmenin de birinci konağıdır. Meâlîye iştiyak ve davranış safveti bu konakta konaklamanın pasaportu ve vizesi sayılabilir.

ATAŞ:

Allah’la kalbî muamele, vefa çizgisinde cereyan ettiği sürece, “şürb” kelimesiyle de ifade edebileceğimiz zevk-i ruhanî, sâkîsiz, kâsesiz kalbin enginliklerinde duyulmaya başlar ve hak yolcusu, dünyevî kıstaslarımız açısından derecesine göre mest ü mahmur hâle gelir. Sürekli “zevk” sürekli “şürb”e, sürekli şürb de susama mânâsına gelen sürekli “ataş”a sâik olur; olur da sâlik ruhunda hep yanmaları kanmalarla beraber duyar. (“Zevk, Ataş”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[17] VECD:

İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, mantık ve muhakemenin önüne geçmesi diyebileceğimiz vecd, Cenâb-ı Hakk’ın, kulunun kalbine sürpriz bir teveccühü ve beklenmedik bir vâridâtıdır.

TEVACÜD:

Bu türlü vâridât ve tecellîlerin, açıktan herhangi bir sebebe iktiran etmeyip külfetsiz zuhur edenine “vecd” denir ki, Konyalı Zerkûbî’nin çekiçlerinin sesinden Hazreti Mevlâna’nın coşup:

جَانـهَاي بَسـتَه اَندَر آبُ و گِل       چُون رَهنَد اَز آبُ و گِلهَا شَاد دِل

دَر هَوَايِ عِشق چُون رَقصَان شَوَند   هَمَچُو قُرصِ بَدر بِي نُقصَان شَوَند

“Su ve balçığa bağlanmış cânlar, su ve balçıktan kurtulunca, aşkın hava ve esintileriyle raksetmeye başlar ve dolunay gibi noksansız olurlar.” demesi bu cümledendir.

Biraz külfet, biraz zorlama ve konsantrasyon arayışı neticesinde meydana gelene de “tevâcüd” denir. Zaten tevâcüd “tefâul” bâbından olması itibarıyla, mevcud olmayan bir şeyi izhar veya onu hâsıl etme yolunda gösterilen ekstra gayret esprisine dayanır ki, bunu da Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kur’ân okurken ağlayınız, eğer ağlayamazsanız kendinizi ağlamaya zorlayınız!” meâliyle vereceğimiz nurefşân beyanıyla irtibatlandırmak mümkündür.

Şimdi bu son durum itibarıyla “tevâcüd”ü de evvelki üç hususa ilave edecek olursak, konuyu şöyle özetlemek uygun olur zannediyorum:

  1. Tevâcüddür; zorlama, tekellüf ve iç âlemle konsantrasyon yolunda elde edilmeye çalışılan vecde benzer bir keyfiyettir ve yoldakilerin hâlidir.. tabiî, kalbî ameller adına da ayarı en düşük olanıdır. (“Vecd ve Tevâcüd”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[18] KURB VE BU’D:

Yakınlık mânâsına gelen kurb, sofîyece, insanın mâverâîleşip cismaniyet çeperini aşarak Allah’a yaklaşması demektir. Kurbu, Allah’ın (celle celâluhu), kullarına yaklaşması şeklinde anlayanlar olmuş ise de, bu O’na mekân ve mesafe izafe mânâlarını işmam etmesi itibarıyla uygun görülmemektedir. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı “keynûnet”ler ve “sayrûret”ler üstü bir yakınlıktır. Değilken sonradan meydana gelen bir kurb, sonradan var olanların ve varlıklarını değişik tekevvünlerle sürdürenlerin hususiyetidir. Bu iki kurbu, birkaç kelime içinde وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ  “Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.” nurefşân beyanı ne güzel ifade eder! Böyle bir yakınlık aynı zamanda, iman ve amel-i salihle elde edilen hususî yakınlık da değildir.. şakî-saîd, hayırlı-hayırsız, salih-talih, canlı-cansız zerreden sistemlere kadar herkesi kanatları altına alan umumî bir kurbiyettir.

BU’D:

Bu’d; uzaklık ve helâk mânâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde itibarıyla füyûzâtın kesilmesi ve Hak’tan uzaklaşma, netice itibarıyla da –tabiî bir inayet-i hâssa olmazsa– hizlân ve mahrumiyet şeklinde görmüş ve ürperilmesi gereken bir husus olduğunu vurgulamışlardır. (“Kurb – Bu’d”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[19] SOFİYE VE MÜTEŞABİHAT:

Sual: Vahdet-ül vücudu nasıl görüyorsun?

Elcevab: Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak vahdet-i kudret yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللّٰهُ sonra vahdet-i idare, sonra vahdet-üş şuhud, sonra vahdet-ül vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkikîn-i Sofîyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlal edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdet-ül vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcib-ül Vücud'a o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu belki bir mevcudu görmüşler. Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sâni'i müşahede etmek, tarîk-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükema ve zaîf-ül itikad ehl-i nazarın vahdet-ül vücudu ile evliyanın vahdet-ül vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi: Muhakkikîn-i Sofîye, Vâcib-ül Vücud'a o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onunhesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükema ve zaîf-ül itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i uluhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek hattâ uluhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabına uluhiyetten istiğna etmek derecede tarîk-ı müteassifeye girmişlerdir.

İkincisi: Muhakkikîn-i sofîyenin vahdet-i vücudu vahdet-üş şühudu tazammun eder. İkincilerin vahdet-ül mevcudu tazammun eder.

Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.

Dördüncüsü: Birinciler evvelen ve bizzât Hakk'a, nazar-ı tebaî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzât halka bakarlar.

Beşincisi: Birinciler, Hüdaperesttirler. İkinciler, hodperesttirler.

اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ  (Mesnevi-i Nuriye)

[20] KÜMMELÎN:

Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sıfat‑ı sübhaniyenin mazhar u meclâsı ise de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. “Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi.” fehvâsınca, sema‑i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sayılan bu insanlar, ne ölçüde büyük olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı kemalâtları itibarıyla müntehî, Hz. Ekmel-i Kümmelîn’e (Kâmiller Kâmili) nisbetle mütevassıt ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir’âtiyet ve meclâiyet açısından mübtedîdirler. Ârifler, iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîde derece derece birbirlerinden farklı oldukları gibi, esmâ-i ilâhiyenin mütefavit derecedeki tecellîlerine mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagelmiştir. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabînin, dinin yoruma açık yanlarıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koydukları teviller, tefsirler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklılığın tezahürüdür. (“İnsan-ı Kâmil”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)

[21] CEM:

Toplanmak, toplamak, biriktirmek, biriktirilmek mânâlarına gelen “cem” tasavvuf erbabınca; zevkî ve hâlî olarak bütün dünya ve içindekileri (mâsivâ) görmeyecek, duymayacak ölçüde Hakk’a tahsis-i nazar, tahsis-i şuur, tahsis-i histe bulunarak, kalben bütün eşyaya karşı kapanıp sadece ve sadece O’nu bilmek, O’nu duymak ve mârifetinin derecesine göre, O’nu görmek ve kasdî olarak O’ndan başka şeyleri görüp onunla meşgul olarak dağınıklığa düşmekten kurtulmak demektir. Böyle bir yaklaşım vahdet mülâhazası şeklinde anlaşılırsa karşılığı kesret olur; Hakk’a tahsis-i nazarla kalbin mâsivâdan kat-ı alâkası mânâsına hamledilirse, o zaman da karşılığı “fark” olur ki, –inşâallah– ileride müstakil bir bahiste tahlil edilecektir.

’Cem” müntehîlere ait bir hâl veya makamdır’cem”. mevhibeleriyle şereflendirilen bir hak yolcusu, artık bil-asale hep Onu duyar, O’nu bilir ve bulunduğu ufuk ve zevk-i ruhanî seviyesine göre de, halkı tam sezer veya sezemez; ama her zaman Hakk’ı, hem de halksız olarak bir vicdanî sezişle sezer ve her yanda Hakk’a ait mânâların temâşâsıyla hep büyülenmiş gibi yaşar. (“Cem”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[22] HAYRET:

Vecdi, zikr ü fikrin kalbe galebe çalması esnasında ruhun, aşkın feveranlarına tahammülden âciz olması şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın celâlî ve cemalî tecellîlerinden bol bol hissemend olan kalbin duyup yaşadığı hayret, heyecan ve ürperti de vecd adına ortaya atılan yorumlar arasında.

Vecd, vücuddan farklı bir hâlettir. İleride anlatılacağı üzere vücud; nefsin tesir dairesini aşıp bütün bütün cismaniyetten sıyrılarak “bî kem u keyf” hakikî matlûba zaferyâb olmaya mukabil, vecd; kalbin beklenmedik bir anda, sürpriz olarak muhabbet, şevk, iclâl ve tazim gibi ahvâlin feveranı keyfiyetidir ki, bunun bir kadem ötesinde de, sürekli evrâd ü ezkârın semeresi sayılan “mevâcîd” hakikati gelir.

Vecd, genelde iki şekilde tezahür eder:

  1. İlâhî bir kısım vâridât ve tecelliyât-ı sübhaniye’nin, insan kalbinde, onun kast ve iradesi taalluk etmeksizin tekellüfsüz hâsıl olmasıdır ki; biz buna, yerinde “mükâşefe” de deriz ve böyle bir doğuş veya mükâşefeyi bir kısım esbap ve emare ile irtibatlandırmak söz konusu değildir.
  2. İnsanın bütün benliğini saran ve onda ağlama, haykırma, ürperme hisleri hâsıl eden bir zevk ü şevk veya dehşet ü hayret tecellîsidir ki, halka-i zikir ve hatme yapılan mahallerde, hakikat ilminin müzakere edildiği meclislerde çok görülür. (“Vecd ve Tevâcüd”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[23] Vâsılûnun diğer kısmına gelince onlar, vahdet deryasında istiğraklarını yaşadıktan sonra, yani nefis ve enâniyet cihetiyle yokluğa erip, tasavvufî ifadesiyle “fenâ fillâh”a mazhariyeti duyup tattıktan sonra, ihraz ettikleri hâl ve makamların menfezleriyle rûhânî haz ve zevkleri adına bütün ihsaslarını başkalarına da duyurmak ve elde ettikleri pâyeleri müstaid ruhlarla paylaşmak için “mahv” deryasında eriyip gitmeyi “sahv” ufkunda dirilip diriltmekle taçlandırır ve peygamberlere tam vâris olmanın gereği olarak döner, bizim ufkumuza tenezzül ederler. (“Vâsıl”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 07/03/2021