YAKÎN (Çağlayan, Haziran-2021)
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a’zamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna[4] ulaşmak demektir.
Genel Bir Tarif
Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir.[1] Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhânî seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır.
Yakîne Kimler Mazhar Olabilir
Böyle bir makam, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için sözkonusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, kendisi için inkişâf ve terakkînin de bahis mevzuu olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir.[2] Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından –tabiî kendisine verilen vâridât ölçüsünde– nelerden ibaret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakikat Ehline Göre Yakînin Tarifi
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a’zamını,[3] aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna[4] ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye”[5] yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir.
Müellife Göre Yakîn
Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta –ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır– demek, zannederim daha uygun olur.[6] O noktaya ulaşan hakikat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben miraca, rûhen مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Ne göz kaydı ne de haddi aştı.”[7] ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecellîler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı[8] heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir.[9] Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını sistemli mütalâası, eşyâyı tekrar-ber-tekrar hallaç etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklit kabul etmez sikke ve tuğraların ifade ettikleri mânâlara.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını ilhamların tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalbde tecellîsine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer lâtîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî mânâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir mazhariyettir.[10]
Yakînin faydaları ve ulaştırdığı neticeler
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyasında, sevinç, itminân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları, hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hak’la beraberdirler.[11]
Derecesine Göre Yakînin Adları
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzahı, iki adım ötesi mükâşefe[12] –kalbin ilâhî tecellîlerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez.” demişlerdir– eşyânın hakikatinin renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonrası da müşâhede[13] –gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan– mevhibeler âleminde seyahat ufkudur.
Yakînin kesbî, vehbî; hatarlı veya güvenli olup olmaması
Yakîn, mebde itibarıyla kesbî[14], müntehâ ve netice itibarıyla da bedîhî, lutfî –kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının, eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz’î irâde ve onun taallukunu kastediyorum– ve mutlaka mârifet[15] vizelidir. Mârifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delillerle buluşup tanışmasına, Allah ihsanının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. maşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhât bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde.. kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve her şeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılap ettiğini duyar ve yaşar...
Evet, yakîn, başlangıcı itibarıyla, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibarıyla ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysaki mesele, tamamen bir mebde ve müntehâ meselesi.. hatarât ise إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ fehvâsınca herkes için bahis mevzuu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.
Yakîn bölümleri
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi[16], yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütalâa edilmiştir:
- İlme’l-yakîn ki; apaçık delil ve bürhanların aydınlık dünyasında, o delil ve bürhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma hâli,[17]
- Ayne’l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,[18]
- Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.[19]
Bu üç hususu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.[20]
Yakînin Mücerred Hakikatlere Tatbiki
Yakînin, hususiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerredeye tatbikine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir meseledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.[21]
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى صَاحِبِ الْيَقِينِ الْأَتَمِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْأَكْرَمِ وَعَلٰى اٰلِه وَصَحْبِه أَجْمَعِينَ.
[1] YAKÎNİN TARİFLERİ:
- Yakîn, aksine ihtimal verilmeyen sağlam ve kesin bilgi demektir. (Fasıldan Fasıla, 3/26)
- İnsan, sürekli imânda derinleşme yolunda olmalıdır. Yani eğer “ilme’l-yakîn” ölçüsünde bir imanımız varsa, bunu “ayne’l-yakîn”e çıkarmaya çalışmalıyız. Onunla da yetinmeyerek, “hakka’l-yakîn”e ulaşma yollarını araştırmalıyız. (Fasıldan Fasıla, 2/130)
- “Yakîn” bir bakıma, marifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve aşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakîn bir arayıştır. Mütenahi insanın nâmütenahiyi arayışı...
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte Yakîn, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle imandır.
Yakîn, mebdei itibariyle hayra uyanma, müntehası itibariyle ise itminana ulaşma ve doyma manasına gelir. İnsan O’ndan gayri herşeye doyunca, O’na iştahı kalmaz. O’nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takib edenler O’ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah’a karşı itminan ile gerilmiş bir insan herşeye kaşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenûmâ gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “Yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar.” nefehâtını duyar; “Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan Cennetle sevinin!” müjdesini hisseder; “Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer..” kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar. (İnancın Gölgesinde, s.7-8)
- Yakîni elde etmek ise, îmandaki kemal noktasını yakalamak demektir. Zira Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde: "Yakîn bütünüyle imandır" (Buhari, İman 1) buyurmaktadır.
Yakîn; insan aklının bürhanlarla donatılması, zihnin tefekkürle imar edilmesi, düşünce ve fikirlerin ilhamla ışıldaması, nefsin ibadet ve taatle erimesi, kalbin de murâkabe ve müşahede ile Hakk'a nâzır bir mirat-ı mücellâ olmasıdır.
Yakîn, tevhide ermektir. Yakîne eren bir insanın ne başkasından korkusu, ne de başkalarından ümit ve recası olur. O'nun her şeyi Allah'tandır. Çünkü o, hayır ve şerrin bütünüyle Allah'tan geldiğine artık her hâliyle nigehbandır. (İrşad Ekseni, s.197-198)
[2] ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARININ ÖZELLİĞİ:
Diğer sıfât-ı sübhâniye gibi Allah’ın ilim sıfatı da, melek, ins, cin ve ruhanîlerin ilmine benzemez. O’nun ilmi her şeyi muhîttir ve hiçbir şey bu daire-i muhîta haricinde değildir.. ve aynı zamanda bu sıfat-ı kudsiye için azalma-çoğalma, gelişme-kemale erme ve öğrenerek elde edilme söz konusu değildir. (Sıfat-ı Sübhaniye, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
[3] İMANIN KUTB-U AZAMI:
Erkan-ı İmaniyenin kutb-u âzamı olan iman-ı billâha dair Katre Risalesinde, şu mevcudatın her birisi, elli beş lisanla Cenâb-ı Hakk’ın vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve şehadetlerini icmâlen beyan etmişiz. (22. Söz)
[4] İRFAN UFKU:
Hak rehberleri ve onlara uyan talihlilerdir ki, her zaman varlık ve hâdiseleri doğru okumuş, şekil ve sureti aşarak her şeyin ruhuna yürümüş; maddede mânâyı görüp, müşâhede ettikleri her şeyin özüne nüfuzla her nesnenin zâhirî ve dış yüzü yanında içini ve özünü de mütâlâa edebilmişlerdir. Değişik bir ifadeyle onlar varlığı yorumlamalarında, sürekli muhtevayı öne çıkarmış ve her eserde, müessiri gösteren değişik tecelli dalga boyundaki şualardan mesajlar almışlardır. Ayrıca, bu ruhî seyahat ve tefekkür yolculuğunu Yüce Yaratıcı'ya bağlı götürdüklerinden, elde ettikleri bütün bilgi parçacıklarını mârifete çevirip, erdikleri irfan ufku seviyesine göre Hazreti Mâruf'la sımsıkı bir kalbî alâka ve münasebete geçmiş ve bu cennetâsâ atmosferde her şeye yetebilecek bir ünsiyete ulaşarak kendilerini her lâhza derin bir muhabbet ve zevk-i ruhânî çağlayanında hissetme heyecanıyla O'na yürümüşlerdir. (Kendi Dünyamıza Doğru, s.147)
- Sadede dönecek olursak, sır –daha önce de işaret edildiği gibi– hakikat ve ötesini temâşâ ve mütalâa adına bir ilk rasat noktası ki, derecesine göre her mü’min, kalbinin bu derinliğinden halka ve Hakk’a ait esrarı, yine O’nun tevfikiyle ve O’nun vaz’ettiği emare, işaret ve delâilin çehresinde okur, değerlendirir ve irfan ufku ölçüsünde ancak yorumlayabilir. (Sır Ufku ve Ötesi, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
[5] YAKÎN VE LATİFE-İ RABBANİ:
İnsan, bu lâtîfe gözleri ile (basiret) her şeyi olduğu gibi dupduru görür; doğru yorumlar ve yorumlarından da yanıltmayan sonuçlar çıkarır. Onun vesayetinde insan mükâşefe ve müşahede ufuklarına açılır, onunla sır ufkunun tabanını deler, hafâ ve ahfâ şahikalarını tahayyül etmeye başlar. (Vicdan, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)
- Hakk’ın mükerrem ibâdı haslara gelince, onlar daha dünyadayken kendi uzaklıklarını aşar, kalb ve ruhun temâşâ ufkundan –bu da herkesin Hak katındaki seviyesine göre gerçekleşir– “وَ نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ – Biz ona şah damarından daha yakınız.” hakikatini, iman, iz’ân ve mârifetlerinin vüs’ati ölçüsünde duyuyor ve görüyor gibi olur ve iç ihtisaslarıyla “maiyyet” soluklamaya başlarlar.
Bunların bir kadem daha önünde bulunan özel mevhibe ve teveccüh kahramanları ise çok defa “latîfe-i rabbâniye” ufkundan ve sırrın sırlı menfezlerinden “bî kem u keyf” ve “bilâzaman”, “bilâmekân” zevken öyle şeyler müşâhede ederler ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir başkası tarafından tasavvur edilebilmiştir. Bunlara “ يَقِيناً لَوْ كُشِفَ الْغِطَاءُ مَا ازْدَدْتُ –Aradaki perdeler kalksa yakînim ziyadeleşmez.” kahramanları diyebiliriz. (Vâsıl, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
[6] YAKÎNE ULAŞMADA AŞILAN MERHALELERE MİSALLER:
- Bunlar, seyr u sülûkla o mertebe-i kusvâya ulaşmışlarsa, seyirleri “seyr fillâh” şâhikasında, peykler gibi döner dururlar envâr u esrâr-ı Hak etrafında.. ve daha bir derinleşirler her hamlede, her sıçrayışta.. evet, vuslat gerçekleşse de sonu gelmez Sonsuz’a seyahatin. Onlar her zaman “ilme’l-yakîn”ler üstü temâşâ peşindedirler; “ayne’l-yakîn”ler ötesi mükâşefeden mükâşefeye koşarlar ve “hakka’l-yakîn”e aralanan kapılardan ruh dünyalarına akseden tecellîlerle her an ayrı bir sermestî yaşarlar. (Vâsıl, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
- Seyr ü sülûkun üç mertebesi vardır: Seyr ilâllah, Seyr fillah, Seyr minallah ve billah. “Seyr ilâllah”, Allah’a doğru seyretme manâsındadır ve Seyr ü sülûkun ilk mertebesidir. Fakat onun da kendi içinde mertebeleri vardır: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn’in mertebeleri gibi... (Fasıldan Fasıla 1, s.28)
- Nefs-i mülhemenin nihayeti, aynı zamanda “ilme’l-yakîn”in zirvesi “ayne’l-yakîn”in de matlaı sayılır. Sâlik, bu noktaya ulaşacağı âna kadar, nazarî olarak öyle düşünmesi ve öyle demesi gerektiği için her şeyin Hak’tan olduğunu ifade eder; bu mertebenin zirvesine erdiği andan itibaren ise, bütün benliği ile: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “De ki: Hepsi Allah’tan.” mazmununu telaffuz etmeye başlar.. o, her telaffuzunda yepyeni itminan esintileri duyar.. ve dinin emredip Allah’ın da sevdiği her şeyi tabiatının bir buudu gibi zevketmeye başlar ki, böyle bir mazhariyeti de ancak, nefsinde itminana erenler hissedebilirler. Bunu duyan nefis bir “nefs-i mutmainne” ve bu makam da nefs-i mutmainne makamıdır.
- Bazı ehl-i hakikate göre, seyr u sülûkta en son mertebe “mutmainne” zirvesidir. Bu mertebeden sonra sözü edilen “râziye”, “marziyye”, “kâmile” veya “sâfiye” makamları, itminan mertebesinin değişik buutlarda zuhûr ve inkişâfından ibarettir ki, bunlara birer mertebe ve derece demekten daha ziyâde “cezebât-ı Hak” tezahürleri demek daha uygun olsa gerek.
İster bir makam sayılsın, ister mutmainne mertebesinin inkişâfı, bu noktadan sonra, “Yâ Hayy” ism-i şerifinin bir mazhar-ı tâmmı ve şeffaf bir aynası sayılan sâlik-i müntehî, Hak’tan hoşnut olmayı kendi tabiî derinliği gibi duyar ki, bu zirve “râziye” zirvesidir. Kahr u lutfun bir bilindiği bu ledünnî derinliğe eren hakikat kahramanında, beşeriyet sıfatları bütünüyle muzmahil olur gider ve her yanda yepyeni televvünlerle yepyeni bir var oluş başlar; “mahv”dan sonraki “sahv”, “fenâ”dan sonraki “bekâ”, “ilme’l-yakîn”den sonra ki “ayne’l-yakîn”le gelen bir farklı var oluş.
…
İşte böyle bir anlayış ve duygu dünyasına otağını kuran bir hakikat eri –buna Hakk’ın kulu demek daha uygun olur zannediyorum– tecellî-i ef’âl ötesinde, tecellî-i esmâ ve sıfâta açılarak “ilme’l-yakîn”in en üst mertebelerine yürür ki, bunun ötesi, Hak hoşnutluğunun kendine has emareleriyle duyulup hissedildiği ve selim vicdanların şehadetiyle bilindiği “marziyye” şâhikasıdır. Muhakkikînce, bu pâyeye, “hakka’l-yakîn” televvünlü “ilme’l-yakîn” dendiği gibi “ehadiyet” mertebesi, “cem’u’l-cem” makamı da denegelmiştir. (Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
- Sekîne; sükûn kökünden, vakar, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet; ya da dalgaların dinmesi ve onun sakinleşmesi mânâlarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridâtla kalbin oturaklaşmasıdır ki; böyle bir kalb, sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollar, lâhûtî esintilere açık bulunur ve hep itminân etrafında dolaşır. Bu makam aynı zamanda “ayne’l-yakîn” mertebesinin de başlangıcıdır. (Sekîne ve Tuma’nîne veya İtminân, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
– Hidayet ile iman aynı şey midir? Yoksa ikisi arasında bir öncelik, sonralık var mıdır?
Bir bakıma hidayet iman, iman da hidayet demektir. Fakat, hidayetin de, iman gibi dereceleri vardır. İnanmayan bir insan için hidayet, imana ilk adımı atma demekken; avam bir mü’min için imanda nisbî bir derinleşme; seyr ilallah çizgisindeki bir mü’min için seyr fillâh, seyr fillâhtaki için seyr maallah manâsına gelir. Yakîn noktasında ilme’l-yakîn’den ayne’l-yakîn’e, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîn’e geçme de hidayetin mertebelerindendir. İmam-ı Rabbânî, dünyada hakka’l-yakîn’e ulaşılamayacağı görüşündedir.
Ancak, bu yakîn mertebelerinin de kendi içinde dereceleri vardır. İlme’l-yakîn’in hakka’l-yakîn’i, ayne’l-yakîn’in de kendi içinde hakka’l-yakîn derecesi vardır. İşte bunlara ulaşılabilir. (Amerika’da Bir Ay)
[7] ولقد رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى "Hiç kuşkusuz o, rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmüştü." (Necm, 53/18)
[8] AYETÜ’L KÜBRA HAKKINDA:
Gökler velîmesine çağrılan Hakk’ın özel davetlisi O’ydu; herkesin gözünü diktiği “Kâb-ı Kavseyn”e uğrayıp geçen de yine O’ydu. “Sidretü’l-Müntehâ”nın misafiri olmak sadece O’na bahşedilmiş bir mazhariyet, “مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى” mazmununca gördüğü şeyler karşısında başının dönmemesi, bakışlarının bulanmaması da O’na lütfedilmiş özel bir temkindi. O, Âyetü’l-Kübrâ’nın kendi hususiyetleriyle zuhûrunu müşahede etti, ama asla gözleri kamaşmadı; kamaşmadı ve bütün gök ehlince “müşârun bi’l-benân” oldu. (Kendi Dünyamıza Doğru, s.171)
- مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى لَقَدْ رَأَى “Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18)
Bilindiği gibi bu ayet-i kerime Efendimiz (s.a.s)’in miraç yolculuğunun anlatıldığı yerde geçer. Ayetin O’na bakan yönü mahfuz, burada bu özel konunun dışında pek çok hakikate kapı aralandığı da bir gerçek.
Onun, Cenab-ı Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri gözüyle görmesi, gözüyle gördüklerini bir iç müşahedeyle hakiki buutları içinde sezip değerlendirmesi, böyle bir rü’yetin lutfî neticesi. Evet bu büyük insanın nazarı külli olduğundan, müşahedesi de muhittir. Bu itibarla da ilahi tecellileri mânisiz, hâilsiz, perdesiz, engelsiz görebilir. Görüş ufku böyle olan birinin söyleyeceği sözler hakkında ise sıradan insanlar hiçbir kritikte bulunamazlar. Arzda durup semayı seyredenlerin nazarı ile, evinde oturup burnunun ucunu bile göremeyenlerin nazarı elbette ki bir olamaz.
İster “ayet”le “kübrâ” sıfat-mevsuf şeklinde düşünülerek “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir şey gördü” diyelim; ister “min” kelimesini zaid farzederek “Rabbinin en büyük ayetlerini gördü” şeklinde anlayalım, O Zat-ı Celîlü’l-kadr ve min vechin O Şahs-ı Semî ü Basîr, zaman-mekan üstü gök yolculuğunda, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin mucizelerinden ve eşyanın perde arkası acaibinden öyle büyük alametlerle yüzyüze geldi, öyle aşkın temaşalara açıldı ve öyle erilmez müşahede ufuklarına erdi ki, O’nun dolaştığı o makam ve mertebelerdeki ilahi tecellileri hiçbir beyan ve ifadenin ihata etmesi ve seslendirmesi mümkün değildir. O zatın dolaşıp döndüğü ufuklardaki envar ve esrarı sadece O duymuş ve O hissetmiştir; bir başkasının o vüsat ve o büyüklükte müşahedeye muktedir olması da söz konusu değildir; zira o ölçüde büyük olmayan öyle bir mazhariyetin varidatı sayılan ayetü’l-kübra’yı göremez. Ayetü’l-kübra Hz. Zat-ı Ahad ü Samed değildir. Bu itibarla da görülen Allah’ın zatı değil, en büyük âyâtıdır. Mebdeden müntehaya, varlığın önünün arkasının perdesiz, hâilsiz O’na delaleti, işareti ve gürül gürül O’nu ifadesidir. Zat-ı Hakk’ın idrak ve ihata edilmesi, “La tüdrikuhul ebsar” fehvasınca söz konusu olmasa da rü’yeti her zaman mümkündür. Ancak ayetin tasrihiyle görülen O değil, O’nun Peygamberimiz’e müyesser olmuş en büyük âyâtıdır.
Bu rü’yet ve bu temaşaya, kainat kitabının mürekkebi ve hilkat ağacının çekirdeği, O Şeref-i Nev-i İnsan’ın nuru olması itibariyle, kendi hakikatinin kitabını okuma ve mahiyet-i münkeşifesinin ağaç, dal, yaprak ve meyvesini müşahede de diyebiliriz ki, böyle bir seyahat varlığın ilk plan ve projesiyle alakalı kader kalemlerinin cızırtılarının duyulabildiği zaman ve mekan üstü noktadan, Arşın gölgesinde ârâm etmeye ve rıdvan ufkunda iltifata ermeye kadar upuzun bir mütalaa ve müşahedenin ünvanı olmuştur. (Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, s.359)
[9] SEMÎ VE BASÎR KİME İŞARET ETMEKTEDİR?:
Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız اِنَّهُ zamîrinde bir düstur-u belâğata istinad eden iki remzin meselemize münasebeti olduğu için, i'câz bahsinde beyân edildiği üzere yazacağız.
İşte Kur'an-ı Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ekmelüsselâmın Mi'râcının mebde'i olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyranını zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. Ve şu kelâm ile sûre-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى ’da işaret olunan münteha-yı Mi'raca remzeden اِنَّهُ ’deki zamir, ya Cenâb-ı Hakk'a râcîdir veyahut Peygamberedir (A.S.M.). Peygambere göre olsa: Kanun-u belâğat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ı cüz'iyyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki: Tâ Sidret-ül-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyn'e kadar merâtib-i külliye-i Esmâiyyede; gözüne, kulağına tesadüf eden Âyât-ı Rabbâniyyeyi ve acâib-i san'at-ı İlâhiyyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüz'î seyahatı hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor. (Sözler)
[10] Tahkike Giden Yol ve Yakîn Mertebeleri
Taklitten tahkike giden bu yolda “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn” kavramları bir projektör vazifesi görebilir. Şöyle ki, ilme’l-yakîn; ilmin aydınlatıcı tayfları altında eşya ve hâdiseleri analize tâbi tutma; tefekkür yoluyla tekvînî emirlerin hikmet ve mânâlarını süzüp çıkarma ve böylece delil ve burhanlarıyla iman hakikatlerini ispat edebilecek ölçüde bir mârifete erme demektir. Bu şekilde bir okuma, inceleme, tahlil ve terkip; taklitle elde edilenleri teminat altına alma, ehl-i ilhadın atacağı şüphe, tereddüt, vesvese vb. şeylere karşı onları bir sera gibi koruma vazifesi görecektir. Ayne’l-yakîn ise, delil ve burhanlarıyla aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanılan nazarî bilgilerin doğrudan doğruya müşâhede edilmesi, insanın bütün latîfelerini o hakikatlere şahit kılması demektir.
Burada üzerinde durulması gereken husus, görmenin bakmadan farklı olduğudur. Eğer siz, doğru bakış açısını yakalayıp bakmanın ötesinde görme mazhariyetine ermişseniz, tabiat içinde dolaşırken çevrenize öyle bir nazar edersiniz ki ağaçtan ağaca koşup onları öpesiniz gelir. Zira onların her birinin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisini müşâhede edip kendinizden geçersiniz. Evet, ayne’l-yakîn ufkuna kapı aralayanlar, her bir varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın bin bir tecellisini müşâhede eder, yer yer kendilerinden geçer; geçer de duygu ve düşüncelerini Niyazî-i Mısrî’nin ifadeleriyle,
“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.” şeklinde seslendirmeye başlarlar.
Demek insan kendini terk edince her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini görmeye başlıyor; başlıyor ve ciddi bir istiğrak, bir heyman, bir kalak hâliyle kendinden geçiyor ve o derya içinde eriyip yok oluyor.
“Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken
“Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana...” (Gavsî)
beytinde ifade edildiği gibi, insan hakiki vücut karşısında kendi vücudunu erittiğinde, hakka’l-yakîn ufkuna kapı aralamaya başlıyor. Vâkıa, bu anlamda bir hakka’l-yakîn mertebesi dünyada kemal ile insana müyesser olur mu, bilemiyoruz. Bu hususta İmam Rabbânî Hazretleri, Mektubat’ının bir yerinde bunun mümkün olmadığını söylerken, bir başka yerde ise belli ölçüde müyesser olabileceğini ifade eder. Bu iki mütalâayı beraber değerlendirdiğimizde denilebilir ki, hakka’l-yakînin gölgesi belki dünyada müyesser olabilir ancak asıl hakikati ahirette zuhur edecektir. Zira kudret-i ilâhiyenin, hikmetinin önünde tecellî ettiği yerde, hakka’l-yakîn de hakikatiyle zuhur edecek ve insan kendi ufkuna göre o hakikati bütün buutlarıyla duyup yaşayacaktır. (Yolun Kaderi)
[11] YAKÎN, TEVHİD VE YAKÎNİN GETİRDİKLERİ:
Tebliğ adamı, aynı zamanda iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Zira mürşidin sözleri, ancak kendi iç derinliği nispetinde mâkes bulur. O, Allah’a yaklaştıkça, Cenâb-ı Hak da onu kendine Yakîn kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur.
Yani artık, o mürşidin her hareketi, Allah’ın teyidi altında cereyan etmeye başlar; o, bildiğiyle amel ettikçe, Allah (celle celâluhu) da ona bilmediğini öğretir.. ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri en girift ve en mudil meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Devamlı böyle olunca da cemiyet içinde temayüz eder ve sırat-ı müstakîmin bir temsilcisi hâline gelir. Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hak’tan, akdes ve mukaddes feyizler akıp gelmeye başlar. O, bu feyizlerle hâsıl olan manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşadlarını sürdürdükçe, onun çevresi binlerin, yüz binlerin koştuğu bir ilâhî gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır.
Bu hâle gelen bir mürşit, yakîn-i tâmmı elde etmiş ve yakînin büyüleyici gücüne sahip olmuş sayılır. Yakîni elde etmek ise, imandaki kemal noktasını yakalamak demektir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: “Yakîn, bütünüyle imandır.”159 buyurmaktadır. Yakîn; insan aklının bürhanlarla donatılması, zihnin tefekkürle imar edilmesi, düşünce ve fikirlerin ilhamla ışıldaması, nefsin ibadet ve taatle erimesi, kalbin de murâkabe ve müşâhede ile Hakk’a nâzır bir mir’ât-ı mücellâ olmasıdır.
Yakîn, tevhide ermektir. Yakîne eren bir insanın ne başkasından korkusu, ne de başkalarından ümit ve recası olur. Onun her şeyi Allah’tandır. Çünkü o, hayır ve şerrin bütünüyle Allah’tan geldiğine artık her hâliyle nigehbandır.
İşte, bu yönüyle yakîne eren bir insan, fütursuzdur, pervasızdır. O, ölümü gülerek karşılar. Öyle ki o daha dünyada iken ahireti yaşamaktadır. Özlediği bazı yerleri de ölüm burakına binince göreceği inancındadır. Onun için de hep sevinçlidir. Bir hadis mealinde yakîn ehli şöyle anlatılır:
“Benim ümmetimin içinde öyle mert insanlar vardır ki, onlar halk içinde mütebessim dururlar. (Bu, Allah’ın nimetlerine tercüman olmanın ifadesidir.) Gecelerini de âh u vâh içinde geçirirler. (Bu da Allah’ın azabından korkmalarının ifadesidir.) Onların kalıpları, maddî yapıları dünyada, mânâ yapıları ise semadadır.” (Hâkim, Müstedrek, 3/17; Beyhakî, Şüabü’l-iman, 1/478) (İrşad Ekseni)
[12] MÜKAŞEFE:
Keşf kelimesinden gelen mükâşefe; hakikat ehline, ilâhî sırların zuhûr etmesi demektir ki; sâlikin, mânevî mücâhede yoluyla yükselip esmâ ve sıfât hakikatlerini duyması, sezmesi ve bilmesi ruh hâlinden ibarettir. Öyle ki, bu mertebeye ulaşan hak yolcusu, bir yandan ilâhî isim ve sıfâtlarla alâkalı seyahatini –istidadı ölçüsünde– tamamlamış sayılır; diğer yandan da, “arş-ı rahmet”in izdüşümü olan lâtife-i rabbâniyeye ilâhî sırlar akmaya başlamış olur. Bu mazhariyete erenlere yer yer melekût âleminin perdeleri aralanır ve eşyanın perde-önü, perde-arkası ayân olur ki, sofîye buna; hicâbın mâverasındaki umûr-u gaybiyeye ıttıla mânâsına mükâşefe der. (Mükâşefe, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
[13] MÜŞAHEDE:
Bir şeyi temâşâ etme ve gözleme mânâlarına gelen müşâhede; ef’âlde esmâyı, esmâda “Müsemmâ-yı Akdes”i basiretle rü’yete denir. Diğer bir yaklaşımla, müşâhede, kurb erlerinin, “min verâi hicâb” ufkuna ulaşarak, eşyanın “ehadiyet-i Hakk”a (Hak birliği) şeffaf bir ayna hâline gelmesinden ibaret sayılmıştır.
Müşâhede, hak yolcusunun, temâşâsını basiret nûruyla gerçekleştirmesi açısından rü’yet diyebileceğimiz görmeden ayrılır ki, İsmail Hakkı Merhum, Muhammediye Şerhi’nde bu farklılığa şöyle işaret eder: Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey, Hak nûrunun zılli, eseri ve tecellîsidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nûrunun hakikati ve “bî kem u keyf” kalben Hakk’ı temâşânın da bir unvanıdır.
Müşâhede, daha evvel üzerinde durduğumuz mükâşefeden de farklıdır. Mükâşefe dairesinin rasat ufku, mânâlar ve mücerret hakikatler olmasına karşılık, müşâhedeninki –Zât-ı Ulûhiyet’in idrak edilemeyişi mahfuz– zevâttır. Diğer bir ifade ile müşâhede, Zât-ı Ulûhiyet hakkında, hususî mânâsıyla O’na ait teveccühe esas sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise, ilâhî isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme hâletidir. (Müşâhede, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
- İkinci merhale itibarıyla ise sâlik, “Hazreti Vücûd”u; cisim, cevher, araz, tahayyüz, zaman, mekan gibi hususlarla kayıtlamadan basiret nûrlarıyla ve “ayne’l-yakîn” müşahede ölçüsünde duyup hissetme zirvesine ulaşır. (Vücud, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
[14] YAKÎN KESBÎ MALUMAT:
Bir mübtedî gönlünde, mârifet inkişafının ilk belirmesi esnasında, “ilm-i yakîn” diyeceğimiz kesbî malumat renk renk solar, matlaşır, sönükleşir ve derken hak yolcusuna yer yer eşyanın perde arkası ses vermeye başlar; başlar da bütün cismanî ihtiyaçlar veya zaruretler, hatta bütün dünya ve içindekiler yavaş yavaş zâtî değerlerini yitirerek, hakikate mücellâ birer ayna veya onu aksettiren, ifadelendiren sırlı, buğulu birer aksesuar hâline gelirler. (Tecrîd, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
[15] YAKÎN VE MARİFET MÜNASEBETİ:
Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın mârifet ufkuna ulaştırılması, mârifetin “yakîn”in değişik mertebeleri sürecine bağlanması, Hakikat-ı Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesidir. (Sohbet ve Musâhabe, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
- Düz insan, ilme’l-yakîn merdiveninde yükseliyor demektir ama ilme’l-yakînin de belki yüz basamağı vardır. Bir kul, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîne geçerek marifetini derinleştirebilir ve marifetinin derinliği nisbetinde de Cenâb-ı Hak’la daha farklı bir münasebet içine girer, daha engin bir Allah sevgisine erişir. Öyleki, bu mertebelerden ‘ayne’l-yakîn’ basamağına çıkabilenler, bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye erer ve her varlığın bir dil olup O’nu anlattığını duyar gibi olur. Tevbe, inâbe ve evbe kapılarından yakîn koridoruna giren bir kul, teyakkuz içinde ve sabırla marifet mertebelerini kat’ ederse zamanla aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza ve temkin makamlarına da ulaşabilir. (Ümit Burcu, s.134)
كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ "Hayır! Keşke kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız!" (Tekâsür, 5)
وَاِنَّهُ لَحَقُّ الْيَق۪ينِ "O, gerçekten kesin bilginin kendisidir." (Hâkka, 51)
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ "Şüphesiz bu kesin gerçeğin ta kendisidir." (Vâkıa, 95)
حَتّٰٓى اَتٰينَا الْيَق۪ينُۜ "Sonunda bize ölüm geldi çattı." (Müddessir, 47)
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ "Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et." (Hicr, 99)
[17] YAKÎNİN MERTEBELERİ VE YAKÎN AZLIĞI:
Yakîn’in ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn gibi mertebeleri vardır. Buna göre bir insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa onun hiç yakîni yok demektir. Yani insan Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan imanını ilimle besleyememiş, onu kâinattan alınıp süzülen afâkî delillere dayayamamış veya enfüsî delillerle irtibatlandıramamış ise, bu insanın hiç ama hiç yakîni yoktur. Dikkatinizi çekerim, yakîn azlığı değil, yakîni yok! Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir. İnsan için ondan daha aşağı bir mertebe bahis mevzuu değildir. Zira bunun aşağısı behâimin içinde yaşadığı bir hayattır.
Yakîn mertebelerinin başlangıcı ilimdir dedik. Mesela; şu karşımızda âdetâ meşher gibi serilen kâinat kitabını bir seyyah, bediî zevki olan bir sanatkâr veya ekoloji ilmine vâkıf, onun derinliklerine dalmış bir ilim adamı gibi tetkik etme ve bundan sonra Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân’ı okuyarak Kur’ân ile kâinat arasında köprüler kurup Cenâb-ı Hakk’ı kabullenme, O’na aksine ihtimal vermeyecek ölçüde inanma yakînin ilk mertebesidir ki buna ilme’l-yakîn denilebilir. Şayet insanın ister Allah hakkında, isterse Hz. Muhammed (s.a.s) hakkındaki ilmi, örneğini verdiğimiz bu seviyenin altına düşerse buna hayvanlık denir. Yanlış anlaşılmasın; o kadarcık imanı olan bir insan hayvan değildir. Zira onun da aşağısında iman ile hiç ilgisi olmayan ve Kur’ân’ın “Onlar hayvan, hayır hayvandan da aşağı” dediği kâfirler vardır. Fakat bu durum hayvan sıfatlarından biridir. Onun için fıtratın sınırları içinde yürüyen insanoğlu iradesinin hakkını vermek zorundadır. Böylece kendisi için Allah’ın tayin buyurduğu yolda yürürken, Akif’in şairane konuştuğu bir yerde dediği gibi “hürr-ü mutlak” veya daha doğru bir tabirle “hürr-ü mukayyed” haliyle insanlığı iradesiyle yakalayıp, insan için mukadder olan insanî duygu ve düşünceleri elde etmeli ve o makama yükselmelidir.
Hemen belirtelim ki ilme’l-yakînin de kendi içinde mertebeleri vardır. Mesela; bir insan ağaçların yapraklarına bakar, onlardaki canlılığı, insana anlatmak istediği mânâyı özümsemeye çalışır, onların ifraz ettikleri karbondioksite bakar, gece-gündüz değişimlerine dikkat eder, bitkilerle insanlar arasındaki uyuma göz gezdirir, ihtimal hesaplarını nazara alarak bu hadiselerin rastlantı olabilme durumlarını araştırır, sonra güneşten gelen değişik dalga boyundaki ışınların ağaçlar üzerindeki tesirlerini inceler, o ışınların meyvelerin meydana gelmesindeki katkısını ele alır... İşte insan bu ve buna benzer incelemeler sonucu almış olduğu özlerle marifet peteğini örmeye çalışır. Üstad Hazretleri’nin yaklaşımıyla dışarıdan aldığı bu doneleri içeride bulunan “musaddık-tasdik edici” ile birlikte değerlendirmeye tâbi tutarak bir neticeye ulaşır.
Evet, bunca gayret sonucu ulaşılan seviye ilme’l-yakîn’in avamcasıdır. Bunun havassına gelince; buna ulaşmak yukarıda ağaç-yaprak diyerek âdetâ bir çoban anlayışıyla yaklaşıp misalini vermeye çalıştığımız şeyleri bir laborant, bir ilim adamı hassasiyeti içinde ele almakla mümkün olur. O zaman ulaşılan netice riyazî kat’iyet içinde ayrı bir hüviyet kazanır. Dolayısıyla bu insanın imanı “iki kere iki dört eder” kat’iyetini çok aşar ki bu aynı zamanda ayne’l-yakîn’in başlangıcı sayılır. (Prizma 2, s.95)
[18] AYNE’L-YAKÎN HAKKINDA:
Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresinde Allah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir. Yani insanın “Vallahi ben şu ağaçta Allah’ı görüyorum” dediği mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mütalâasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır ve bu yönüyle objektif değil, bütünüyle sübjektiftir. Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru ser çekmesinde, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında... hâsılı her şeyde kemmiyetten, keyfiyetten, araz olmaktan münezzeh Cenâb-ı Hakk’ın arkasında, tıpkı Mecnun’un Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve sürekli O’nu arar. Şu iz, şu hülya, şu siluet galiba evet galiba O der. Üstad Hazretleri’nin dediği gibi “şiddet-i zuhurundan gizli” yani zıddı, niddi bulunmadığından dolayı gözlerin idrak edemediği ama her şeyden daha âyân olan Allah’ı görme çabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan “buraya kadar mülk, bundan öte melekut” veya “buraya kadar illet, bundan öte ma’lul” gibi net değerlendirmelerde bulunamaz.. bulunamaz zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir.
Tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah”a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir hayret makamı olan, elinde kâsesi etraf-ı âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı “seyr fillah”da bulunuyordur. Veya İmam Rabbanî’nin vesilesiyle literatürümüze giren ve ancak velâyet-i kübraya mazhar olanlara nasib olan “seyr billah”da yürüyordur. Yani halk içinde Hak’la beraberdir. İrşad ve tebliğ vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar ilme’l-yakîni bütün mertebeleriyle yaşamaktan öte, bizim ancak sözünü ettiğimiz ayne’l-yakîni yaşarlar. (Prizma, 2, s.97)
- Bu makama eren bir hak yolcusunun sinesinde O’ndan gayrı her şey, yine O’nun ziyâ-yı vücûduyla silinir gider ve her yanda sadece ve sadece Hazreti Ef’âl, Hazreti Esmâ ve Hazreti Sıfât nümâyân olmaya başlar; başlar da, gözler ve gönüller sürekli onlarla dolar-taşar. Böyle bir sermesti içinde her an ayrı bir vuslat bişaretiyle yol alan hakikat eri, biraz da, “ayne’l-yakîn” derecesinde her şeyin O’na ait olduğunu duyması sonucu “Ballar balını buldum varlığım yağma olsun.” diyerek, sırtında âriye bir gömlek gibi gördüğü bütün varlığını infak etmeye koşar. (Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
[19] HAKKA’L-YAKÎN; o bütün bütün Allah’ta fani olma, O’nun bekâsıyla bekâ’ya erme demektir. Tasavvufî ifadesiyle Fenafillah-bekabillah makamıdır bu. Üstad’ın yaklaşımları içinde “heme ez ost.” Yani eşyanın ancak O’nun varlığıyla kâim olduğu hakikatinin bütün mertebeleriyle sezildiği makam. (Prizma 2, s.98)
- Sekîneye mazhar ruhlarda, yer yer ters akıntılar kendisini hissettirebilir, ama tuma’nînede her şey rayına oturmuşluk içinde cereyan eder; kalb tıpkı bir kıble-nümâ gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir, vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي “İsterim ki kalbim itminâna ulaşsın.” gerçeğine şâhid olur ve her menzilde ayrı bir vâridâtla taltif edilir. Dolaştığı her yerde وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar..” nefehâtını duyar. أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “(Onların üzerine melekler iner ve derler ki:) Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” bişâretini hisseder, أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle huzura erer.” kevserini zevk eder ve her zaman tabiatının, cismaniyetinin çok çok üzerinde yaşar. (Sekîne ve Tuma’nîne veya İtminân, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
İLGİLİ AYETLER
وَقَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللّٰهُ اَوْ تَأْت۪ينَٓا اٰيَةٌۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْۜ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْۜ قَدْ بَيَّنَّا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
"Bilgiden yoksun olanlar, "Allah bizimle konuşmalı veya bize bir mûcizeli işaret gelmeli değil miydi?" dediler. Bunun gibi onlardan öncekiler de onların dediklerinin benzerini demişlerdi. Kalpleri hep birbirine benziyor! Biz, kesin gerçeği bilmek isteyenlere âyetleri açıkladık." (Bakara, 2/118)
وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَۙ قَالُوا هٰذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُۘ وَمَا زَادَهُمْ اِلَّٓا ا۪يمَاناً وَتَسْل۪يماًۜ
"Müminler düşman kuvvetlerini karşılarında görünce, "Bu, Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği durumdur, Allah ve resulü hep doğru söyler" dediler; bu onların ancak imanlarını ve teslimiyet duygularını arttırdı." (Ahzâb, 22)
İLGİLİ HADİSLER
أَخْشَى ما خَشِيْتُ عَلى أُمَّتِى: كِبَرُ الْبَطْنِ، وَمُدَاوَمَةُ النَّوْمِ، والْكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ “Siz ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır.”
اليَقِينُ الإِيمَانُ كُلُّهُ “Yakîn, bütünüyle imandır.”( Buhârî, iman 1)
[20] YAKÎNİN BÖLÜMLERİ:
Tevhid, yani Allah’ın varlığı ve birliği hakikatine, ilimlerin aydınlatıcı tayfları altında görme, okuma, düşünme ve terkib u tahlilde bulunma yoluyla nazarî bilgilerden geçerek ulaşma yoludur ki buna “ilme’l-yakîn” bilme, inanma denilir. Bunun yanında bir de Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin kâinat kitabındaki tecellîlerini doğrudan doğruya görme veya Allah’ın yarattığı bir kısım harikulâde şeylere şahit olma ile kazanılan iman vardır ki, buna da “ayne’l-yakîn” bilme ve iman etme denilir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ve harikalar saçan hayat ve huzurunu paylaşmak, hatta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda vilâyete ermiş kimselerin simalarına bakmak insana harika mânâlar ifade ederdi. Evet, bir insan sadece onların simasını müşâhede etmekle ayne’l-yakîn diyeceğimiz mazhariyete erebilirdi.
Bütün bu yollarla hakikatleri elde edip, içinde hallaç ederek o hakikatlerin özüne ulaştıktan ve tam bir mârifete erdikten sonra insanın bizzat kendi vicdanında duyduğu ve hissettiği bazı şeyler vardır ki, bu noktaya ulaşan bir insan artık imanın her meselesine, hem de aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış demektir. Bin şeytan gelip içine bin vesvese soksa da –Allah’ın (celle celâluhu) izniyle– o öyle inanmıştır ki, inancı sayesinde o dürtülerin hepsine sadece güler geçer. Zira o, imanı bütün derinliği ile içinde hissetmektedir. Böyle birine Cenâb-ı Hak, esmâsının tecellîleriyle öyle ihsaslarda bulunur ve öyle şeyler eder ki, hiçbir kitap onu anlatamaz. İşte bu mertebe de hakka’l-yakîn ufkuna mazhar olmanın ifadesidir.
Burada, tevhidin mertebeleri derken, yukarıda kısaca tarif ettiğimiz ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebeleri kastedilmektedir. Evet, yakîn’in veya yakînî bilginin mertebeleri de diyebileceğimiz bu mertebelerin işte böyle kendi içlerinde ayrı ayrı dereceleri vardır.
İlme’l-yakîn noktasında herkesin kâinat kitabından alacağı dersler farklı farklıdır. Bir çobanın kâinat kitabından ilmen alacağı bir ders vardır ama, bu oldukça basittir. Kâinat kitabını okumada çok derinleşmiş, hem ehl-i kalb hem de ehl-i ilim bir insanın bu kitaptan alacağı mânâ ise çok buudlu ve çok derindir. Bu mevzuda, saffetiyle ilerlemiş asfiyadan bazı kimselerin kâinat kitabından aldıkları ilme’l-yakîn seviyesindeki mârifetin buudları ise çok daha engindir...
Ayne’l-yakîn hususunda da insanlar arasında seviye farklılıklar söz konusudur. Gözleri küsuf tutmuş kimseler ile, keskin bakışlı basiret ehlinin bakışları ve gördükleri şeylerden anladıkları mânâlar farklı farklıdır. Mesela, bazı ehl-i kitap, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüler, ancak peygamberliği hakkında bakış farklılığına yenik düştüler.. evet, gördüler ama anlayamadılar. Mesela, Huyey İbn Ahtab, Efendimiz’in huzuruna geldiği zaman, onun da anladığı bir mânâ oldu; onun için de bir şey ifade etti Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmek. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/82; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 2/208; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/33) Ama aynı durum Abdullah İbn Selâm için daha farklı olmuştu. O, Efendimiz’in huzuruna gelince, sadece baktı ve başka bir şey arama lüzumu hissetmeden: “Bu simada yalan yok.” dedi ve kelime-i şehâdet getirerek iman etti. (Tirmizî, kıyâmet 42; İbn Mâce, ikâme 174; Dârimî, salât 156) Zira o, Tevrat ve İncil’i çok iyi biliyordu. “Nebi nasıl olur? Tavır ve davranışları nasıldır?...” bu sorularının cevabına vâkıftı.(Prizma, 9)
- Konuyu tasavvufî bir yaklaşımla ele alacak olursak anlam biraz daha derinleşir. İnsan, deliller muvacehesinde mecbur olur ve iman etme mecburiyetinde kalır. Bu durumda âyet, “Ey delillerle iman eden kimseler! İşi ilme’l-yakîn mertebesinden ayne’l-yakîn mertebesine yükseltin ve o seviyede iman edin. Ey ayne’l-yakîn mertebesinde iman edenler! Siz mertebenizi hakka’l-yakîn seviyesine çıkarın, enfüsî olarak içinize doğru daha fazla derinleşin ve Allah’ın (celle celâluhu) istediği mânâda iman edin. Ey hakka’l-yakîn mertebesinde olanlar! Bu mertebenin en âli seviyesi olan bütün ilim ve fenlerin ifâza ettiği ufuktan sonra irfanı sadece O’ndan isteyin, O’na, O’nun tarifleri içinde inanma ve doğrudan doğruya O’nun talimlerine bağlı kalma konumuna gelip, öyle iman edin.” gibi mânâları ifade eder.
Böylece mü’minler, iman mertebelerinde terakki ettikçe, hep bu âyetin ifade ettiği fermanı vicdanlarında farklı tat ve renkte duyar ve derinleşme neşvesiyle şahlanırlar. Böylece mü’min, hangi seviyede olursa olsun imanını daha da kuvvetlendirerek, seviyesini arttırıp buutlaşarak bütün latîfe ve duygularına imanın damgasını vuracaktır. Bu sayede insanın ledünniyatında şeytanın el uzatıp şüphe atacağı bir yer kalmayacaktır. Kısaca bu âyet her seviyeden mü’mine “İçten ve dıştan imanınız etrafında öyle tahşidat yapın ki, ne içteki şeytanlar ne de dışarıdaki insan suretindeki fitneci müfsitler sizi çizgiden çıkaramasınlar.” demektedir. (Sohbet Atmosferi)
[21] İHLÂS VE YAKÎNİ İSTEME VE TALEB ETME:
İnsan günde yüz defa ihlâs ve yakîn istese, yine de fazla istemiş sayılmaz. Yalnız bunu kavlî duâ ile mi istemeli, yoksa fiilî duâ ile mi? Yani davranışları zapt u rapt altına alarak mı? Bence ikincisi; ama bu, kavlî duâya mani değil. O halde, hem dille, hem davranışlarla istemeli.
Evet, eğer sizlere tavsiyemin bir ma’nâsı varsa, evvel ve ahir tavsiyem: “Allah’ın hoşnutluk ve rızasını taleb etmenizdir. Duâlarınızda cennet talebini unutabilirsiniz, cehennem azabından azad edilmeyi unutabilirsiniz ama, ihlâs veya yakîn istemeyi asla unutmamalısınız. Zira bunun unutulmaya tahammülü yoktur. İhlâs ve yakîn olmayınca insanlar boşlukta yaşarlar. Söylediklerini gırtlak üstü söylerler, davranışları da hep hay-huy olur. (Fasıldan Fasıla, 1)