TAKVÂ, (Çağlayan Dergisi-Ocak 2021)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/12/2021
Clap

Takvâ, paha biçilmez bir hazine; en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher; bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır.

Takvânın kelime ve ıstılahî manaları

Takvâ, vikâye kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, “Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir.[1]

 

Takvânın Daha Başka Manaları

Lügat ve şer’î mânâlarının yanında bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında, her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür.

Bir de takvânın oldukça şümûllü ve umumi mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemâl-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riâyete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmâm eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.[2]

 

Bir Değer Olarak Takvâ

İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki:

إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) âyet-i pürenvârı buna işaret etmektedir.[3]

 

Kur’ân-ı Kerîm’i Anlamada Takvânın Yeri ve Önemi

Kur’ân-ı Kerîm’den başka hiçbir kitabın takvâya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümûlde ve Kur’ân’dakine denk bir mânâ yüklediğine şâhid olmadığım gibi, İslâm’ın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminin de bu seviyede, madde ve mânâyı kucaklayan; kökü dünyada, dalları, çiçekleri, meyveleri ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, mânâ ve muhtevâ itibarıyla takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Her şeyden evvel Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve onlara هُدًى لِلْمُتَّقِينَ (Bu Kur’ân,) müttakîler için bir hidayet kaynağıdır.” (Bakara sûresi, 2/2) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Umulur ki takvâ dairesine girersiniz.” (Bakara sûresi, 2/21, 63, 179, 183; En’âm sûresi, 6/153; A’râf sûresi, 7/171) ufkuna çevirir.

 

Takvâ-Kur’ân, Kur’ân-Takvâ Münasebeti

Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, O’nun en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir. Takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesaj da Hz. Furkan-ı Bedîü’l-beyân’dır. Hakk’ın kulları, her zaman Kur’ân’la beslenir, ötede de rü’yet ü rıdvanla. Buradaki vicdânî zevk, oradaki rûhânî haz, takvâdaki derinliğe bir ikinci mevhibe olması itibarıyla Cenâb-ı Hak:

اِتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِهِ Allah’a karşı olabildiğince takvâ dairesinde olun!” (Âl-i İmran sûresi, 3/102) buyurarak bu mânâdaki takvânın önemini hatırlatır.[4]

 

Takvânın İnsanı Ulaştırdığı Zirveler

Evet, bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma mânâlarına gelen takvâ sayesinde insan, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve “a’lâ-yı illiyyîn” yolcusu olur. Bu itibarla da denebilir ki, takvâyı bulan, bütün hayırların, yümünlerin, bereketlerin kaynağını bulmuş olur.[5] İşte bir şâhid daha:

دِين وُ تَقْوَى رَا خُدَايَا هَر كِه دَادْ هَسْـت اُو اَنْدَر دُو عَالَم بَر مُـراد

هَر كِه مَرد پَارْسَـا وُمُتّقِيسـت اُو سَعِيد وُرَسْتگَارَست نِي شَقِيست

هَر كِه اوُ رَا نِيسْت اَز تَقْوَى شِعَار هَسـتئِ او نِيست غَير اَز شَيْن وعَار

نِيست زِندَه دَر حَقِيقَت مُرده است غَيْرَ اَز آن كِه رَهْ بَحَضرَتْ بُرده اسـت

“Allah din ü takvâyı kime verdiyse o, dünya-ahiret muradına ermiştir. Kim ki, hak eri ve takvâ sahibidir, o bir şakî değil saiddir ve dosdoğru yoldadır. Kim ki takvâdan nasipsiz ve takvâ emâresinden yoksundur, onun varlığı ayıp ve ardan başka değildir. Aslında, Hazreti Hakk’a yol bulandan başkası da diri değil, ölüdür.” (Gülşen-i Tevhid).[6]

 

Kur’ân’ın Takvâya Verdiği Önem

Takvâ, paha biçilmez bir hazine; en zengin hazinelerin en mûtenâ yerinde eşsiz, bîhemta bir cevher; bütün hayır kapılarını açan sırlı bir anahtar ve cennet yolunda bir buraktır. Onun bu müstesnâ yerine binâendir ki o, Kur’ân-ı Kerîm’in zülâl beyânıyla, tam yüz elli defa ışık tayfları halinde gelir ve ruhlarımızın dimağına akar.

 

Takvânın Mana ve Muhtevası

Takvânın bu umumî isti’mâline mukabil bir de herkes tarafından bilinen has bir mânâsı vardır ki, çok defa “takvâ” denince o hatırlanır. O da; şeriatın emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışmaktan ibaret görülmüştür ki:

اَلَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ اْلاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ “Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar.” (Şûrâ sûresi, 42/37; Necm sûresi, 53/32) fermanı bu önemli esasın bir yanını;

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Onlar ki iman edip sonra da salih amel işlemeye koyuldular.” (Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok yerde geçen bu ifade için örnek olarak bkz. Bakara sûresi, 2/277; Yûnus sûresi, 10/9; Hûd sûresi, 11/23; Kehf sûresi, 18/30, 107) câmi’ beyânı da diğer yanını ifade etmektedir. Farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma, takvânın zarûrî ve câmi’ iki esasıdır. Sağâir dediğimiz küçük günahlara gelince:

لاَ يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لاَ بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ الْبَأْسُ

“Kul gerçek takvâya ulaşamaz, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe!” (Tirmizî, sıfâtü’l-kıyâme 19; İbn Mâce, zühd 24) gibi pek çok beyân-ı nebevî var ki, Kur’ân’ın “lemem” (Necm sûresi, 53/32) dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir.[7]

 

Takvâyı Elde Etme Yolları

Evet, tam ihlâs, ancak her çeşit şirk şâibesinden sakınmakla, kâmil takvâ da şüphelerden bütün bütün kaçınmakla elde edilebilir. Zirâ; اَلْحَلاَلُ بَينٌ وَالْحَرَامُ بَينٌ وَبَيْنَهُمَا أُمُورٌ مُشْتَبِهَاتٌ لاَ يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ câmi’ hadisi[8]; kalb ve ruh seviyesinde bir hayatı, şüpheli şeyler karşısında hassas olmaya bağlamıştır. Hadis; helâlin belli, haramın da belli olduğunu, Sahib-i Şeriatın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyân ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu ve insanların çoğunun bunları bilemeyeceğini, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lâzım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimaliyle karşı karşıya bulunduğunu, tıpkı, koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının, koruya girmesi melhuz bulunduğu.. gibi hususları anlattıktan sonra Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm buyurur ki: “Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!”

 

Takvâ-yı Tâmma Ulaşmanın Yolu

Bu esaslara binâen, takvâ-yı tâmmın, ancak şüpheli şeyler ve küçük günahlardan sakınmakla elde edilebileceğini söyleyebiliriz. Böyle bir içtinâb ise her şeyden evvel iyi bir haram ve helâl bilgisine, bundan da öte sağlam bir mârifet ve vicdan kültürüne vâbestedir. İş gelip bu noktaya dayanınca:

إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ Sizin Allah nezdinde en asil ve en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) âyetiyle;

إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ  “Kulları içinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.” (Fâtır sûresi, 35/28) beyânı âdetâ kutuplaşır; takvâ, asâlet ve şerefe inkılap eder, ilim de saygıya bürünür ve bir bayrak gibi tüllenir. Kalbini ve sırrını bu renklerle bezeyen ruhlar,

أُولَئِكَ الَّذِينَ امْتَحَنَ اللهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوَى  “İşte o kâmet-i bâlâlar, kalblerinde, Allah’ın takvâ imtihanına tâbi tuttuğu kimselerdir.” (Hucurât sûresi, 49/3) ilâhî iltifatıyla da birer imtihan kahramanı olarak anlatılırlar.

 

Takvânın Buudları

İbadet ve itâat kutbunda takvâ denince, daha çok iç safveti, gönül derinliği ve ihlâs enginliği anlaşılır; mâsiyet dairesinde de günah ve şüpheli şeylere karşı kesin tavır ve kararlılık. Bu itibarla da, kulluğun çeşitliliğine göre, aşağıdaki hususların hepsini takvânın ayrı bir buudu sayabiliriz:

  1. Kulun, mâsivâullahtan (Allah’tan gayri her şey) onların zâtları itibarıyla kaçınması,
  2. Dinin ahkâmına bihakkın riâyet etmesi,
  3. Esbap dairesinde cebre düşecek davranışlardan, kudret dairesinde i’tizâle sapacak inhiraflardan sakınması,
  4. Hak’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunması,
  5. Yasaklara muhalefet etmeye çekecek nefsî hazlara karşı devamlı uyanık olması,
  6. Maddî-mânevî her şeyi Allah’tan bilip, nefsine hiçbir şeyi temlik etmemesi,
  7. Kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı görmemesi,
  8. Allah’tan başka hiçbir şeyi gâye-i hayâl edinmemesi,
  9. Hazreti Rehber-i Küll’e bilâ kayd ü şart inkıyâdda bulunması,
  10. Âyât-ı tekvîniyenin sürekli tetkik ve tefekkürüyle kalbî ve ruhî hayatını yenilemesi,
  11. Ve değişik buudlarıyla râbıta-i mevti hayatının bir düsturu hâline getirmesi.[9]

Hâsılı, takvâ bir kevser, müttakî de ona ulaşmış bahtiyardır. Ne acıdır ki, Hak katında bu mazhariyeti elde etmiş insan[10] sayısı da pek azdır. Bir şâirimizin sözüyle bitirelim:

“Hak Teâlâ eder takvâ ehlidir ulunuz

Müttakînin makamı cennet, içtiği kevser olur.”

اللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ آمِينَ

وَصَل وَسَلمْ عَلَى سَيدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّقِينَ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْيَقِين

 

TAKVÂ İLE İLGİLİ BAZI AYETLER

فَاِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّق۪ينَ وَتُنْذِرَ بِه۪ قَوْمًا لُدًّا

Biz bu Kur’ân’ı senin dilinde indirip anlaşılmasını kolaylaştırdık ki, kalpleri Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olup günahlardan sakınanları onunla müjdeleyesin; boş bir inatla küfürde direnenleri de yine onunla uyarasın. (Meryem sûresi, 97)

وَلَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ اٰيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِنَ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ۟

Doğrusu biz, size dinin hükümlerini açıklayan âyetler, sizden önce gelip geçen toplumların hayatlarından ibretli örnekler ve kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar için öğütler indirdik. (Nûr sûresi, 34)

وَالَّذ۪ينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَاٰتٰيهُمْ تَقْوٰيهُمْ

Doğru yola uyanlara gelince, Allah onların iman ve hidâyet­lerini artırmış, onlara dünyada günahlardan, âhirette de cehennemden korunmayı nasip etmiştir. (Muhammed sûresi, 17)

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَغُضُّونَ اَصْوَاتَهُمْ عِنْدَ رَسُولِ اللهِ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ امْتَحَنَ اللهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوٰىۜ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ عَظ۪يمٌ

Rasûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince: Allah onların kalplerindeki ilâhî emirlere saygı ve bağlılık derecesini sınamış, onlar da bu sınamadan başarıyla çıkmışlardır. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır. (Hucurât sûresi, 3)

وَأْمُرْ اَهْلَكَ بِالصَّلٰوةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَاۜ لَا نَسْـَٔلُكَ رِزْقًاۜ نَحْنُ نَرْزُقُكَۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى

Ailene ve ümmetine namazı emret. Kendin de onu kılmaya sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; üstelik seni de biz rızıklandırıyoruz. İyi bilin ki, hayırlı son, kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup günahlardan sakınan ve ilâhî buyruklara uyanların olacaktır. (Tâhâ sûresi, 132)

ذٰلِكَۗ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَٓائِرَ اللّٰهِ فَاِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ

İşte durum böyledir. Artık kim Allah’ın belirlediği nişânelere saygı gösterirse, Allah’a saygı göstermiş olur. Çünkü bu davranış, kalplerin Allah’a saygıyla dopdolu oluşundandır. (Hac sûresi, 32)

لَنْ يَنَالَ اللهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَٓاؤُ۬هَا وَلٰكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوٰى مِنْكُمْۜ كَذٰلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْۜ وَبَشِّرِ الْمُحْسِن۪ينَ

Unutmayın ki, o kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Sizden Allah’a ulaşacak olan tek şey takvânızdır. Allah böylece o hayvanları hizmetinize verdi ki, sizi doğru yola ilettiği için tekbir getirerek Allah’ın büyüklüğünü ilan edesiniz! Rasûlüm! Artık o iyilik eden ve işini güzel yapanları müjdele! (Hac sûresi, 37)

لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen; antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takvâ sahipleri de yine bunlardır. (Bakara sûresi, 177)

تِلْكَ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذ۪ينَ لَا يُر۪يدُونَ عُلُوًّا فِي الْاَرْضِ وَلَا فَسَادًاۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ

İşte şu âhiret yurdunu biz, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk peşinde olmayanlara nasip edeceğiz. Dünya ve âhirette hayırlı âkıbet, kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar içindir. (Kasas sûresi, 83)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adâletsiz davranmaya sevketmesin! Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır. (Mâide sûresi, 8)

وَلَاَجْرُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ۟

Bununla birlikte, iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için âhiret mükâfatı elbette daha hayırlıdır. (Yusuf sûresi, 57)

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ اُكُلُهَا دَٓائِمٌ وَظِلُّهَاۜ تِلْكَ عُقْبَى الَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۗ وَعُقْبَى الْكَافِر۪ينَ النَّارُ

Allah’a karşı gelmekten sakınan ve saygı dolu bir gönülle O’nun istediği gibi kulluk yapanlara va‘dedilen cennetin misâli şöyledir: Ağaçlarının arasından ve köşklerinin altından ırmaklar akar, yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır. İşte Rabbinden korkup günahlardan sakınanların mutlu sonu budur. Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir. (Ra’d sûresi, 35)

اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۜ

Kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. (Hicr sûresi, 45)

قَالَتْ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِالرَّحْمٰنِ مِنْكَ اِنْ كُنْتَ تَقِيًّا

Meryem onu görünce irkildi ve: “Şüphesiz ben senden Rahmân’a sığınırım! Eğer sende Allah korkusu varsa çekil yanımdan!” dedi. (Meryem sûresi, 18)

 

TAKVÂ İLE İLGİLİ BAZI HADİSLER

  1. Ebû Zer (r.a.) der ki:

Resûlullah bana şöyle buyurdu:

“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork! Kötülük işlersen, hemen ardından bir iyilik yap ki, o kötülüğü silip yok etsin. İnsanlara karşı da güzel ahlakla muâmele et!” (Tirmizî, Birr 55)

  1. Atıyye es-Sa’dî’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Bir kul günaha girerim korkusuyla, yapılması mahzurlu olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler/takvâ sahipleri derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19)

  1. Ebû Zer (r.a.) anlatıyor:

“Resûlullah bir gün:

Ben öyle bir âyet biliyorum ki, şayet insanların tamamı onunla amel etseydi, hepsine de kâfi gelirdi, buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm:

– Ey Allah’ın Resûlü, bu hangi âyettir? diye sordular. Allah Resûlü:

Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan ederâyetini tilâvet buyurdu.” (İbni Mâce, Zühd 24)

  1. Sa’d bin Ebû Vakkâs (r.a.), “Resûlullah Efendimiz’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:

Allah Teâlâ müttakî, gönlü zengin, kendi hâlinde işiyle ve ibadetiyle meşgul olan kulunu sever.” (Müslim, Zühd 11)

  1. Ebû Hüreyre (r.a.) der ki:

Peygamber Efendimiz’e:

–Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en keremlisi (hayırlısı, şereflisi ve değerlisi) kimdir?” diye soruldu. Resûlullah:

En çok takvâ sahibi olanlarıdır buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ 8; Menâkıb 1; Müslim, Fedâil 168)

  1. Adiy bin Hâtim (r.a.), “Resûlullah Efendimiz’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:

“Bir şey hakkında yemin eden kişi, sonra takvâya ondan daha uygun bir şey görürse, (yemininden vazgeçip) takvâya uygun olanı yapsın!” (Müslim, Eymân 15)

  1. Zeyd bin Erkam (r.a.) der ki: Nebiyy-i Ekrem şöyle dua ederdi:

“… Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın…” (Müslim, Zikir 73)

 

 

[1] TAKVANIN BAŞKA TARİFLERİ

a-Hayır Kapılarının Sırlı Anahtarı: Takvâ

Bilindiği üzere; takvâ kelimesi, gayet iyi korunma ve sakınma demek olan vikâye kökünden gelmektedir. Takvâ, kısaca “Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir. (Ölümsüzlük İksiri)

***

Takva; ıstılahî mânâda Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma ve rahmetine kavuşma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Her kavramın olduğu gibi elbette ki takvanın da mertebeleri var.. farzları harfiyen yerine getirip, haramlardan kaçınma onun ilk basamağı; şüpheli şeylerden tevakki edip, haramın semtine bile sokulmama gayreti içinde yaşama ise ikinci basamağıdır. Bunlardan birincisine takva kapısını tıklatma, ikincisine de takva kapısından içeriye girme diyebiliriz. Ardından bir kısım mübahları “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek gelir ki, buna da “azami takva” adını verebiliriz.

Şeriat-ı fıtriyeye taalluk eden yönü itibarıyla takva; Müslümanların, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunlarını Kur’ân gibi okuyup anlamak ve onları hayata taşımaktan ibarettir. Bu çerçevede Müslümana düşen görev fiziğin, kimyanın, tıbbın, astro-fiziğin, matematiğin kanunlarını hayata geçirmektir. Bunu gerçekleştiremeyen insanlar –isterse Müslüman olsun– cezalarını dünyada çekeceklerdir. Bu yönüyle Hz. Sahip Kıran’ın ifadesiyle, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal edenler de ceza çekeceklerdir. Biz bu cezayı bir ölçüde sekiz asırdan beri, bir ölçüde beş asırdan beri hem de korkunç bir şekilde çekiyoruz. Çünkü Müslümanlar kâinattan habersiz yaşadıklarından dolayı, dünya muvazenesindeki yerlerini kaybetmiş ve haklarında herkese şunu söyletmişlerdir: “Eğer Müslümanlık onu temsil edenlerin şu hâliyle bize kendisini anlatıyorsa, ne o Kur’ân’da, ne Sünnet’te ne de Müslümanlıkta hayır yok demektir.” (Fasıldan Fasıla, 4)

***

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu; biri muti-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. (Üçüncü Söz)

[2] Gerçek Takva; Teşrîî ve Tekvinî Emirleri Beraber Mütalaa Etme

Ayrıca biz, “takvâ” mülâhazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur’ân-ı Kerim’den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakikî muttakî olur.

Çok defa üzerinde durduğumuz gibi, “takvâ” kelimesi, “vikaye” kökünden gelir; vikaye de “gayet iyi korunma ve sakınma” demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle onun azabından korunma cehdidir. Ayrıca, bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir.

Bir de az önce ifade ettiğimiz üzere, takvânın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki; o, dinî prensipleri tam bir hassasiyetle görüp gözetmeden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki çağrıştıran şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır” (Hucurât sûresi, 49/13) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir.

İşte, klasik tarifiyle takvâ, haramlardan kaçınma, farzları yerine getirme ve şüpheli şeylerden tevakkîde bulunma, hatta daha ilerisinde bazı mübahları “şüphelidir” diye terk etme şeklinde yorumlanır; ahlâk ve tasavvuf kitaplarında bu şekilde anlatılır. Fakat eğer tekvinî emirlerin okunması, yorumlanması, değerlendirilmesi o kadar önemli ise, takvânın mutlaka onunla da irtibatlı olması lâzımdır. Tekvinî emirlerin de takvâ adına riayet edilmesi gereken kurallar olarak kabul edilmesi gereklidir.

Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah’a (celle celâluhû) karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi; fakat harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah’a (celle celâluhû) sığınma, onun vikayesine girme de takvâ demektir.

Kâmil mü’min, bu iki kitabı beraberce mütalâa edip emirlerine uyan mü’mindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, mü’minliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibarıyla sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicrî üçüncü dördüncü asır, bir yönüyle belki bizim Rönesans’ımız sayılır; o tedvin dönemi çok göz alıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (celle celâluhû) mü’minlere, “Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?” diye sorabilir. “Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?” diye sorabilir. Çünkü bu mevzudaki eksiğimizin gediğimizin hepsi İslâm’a fatura edilmiştir/edilmektedir. (Kırık Testi)

 

YOLDA DOSDOĞRU GİTME VE BUNUN NETİCESİ

Malûmunuz, bir âyet-i kerimede, “Eğer o yol üzerinde dosdoğru gitmiş olsalardı, onları tükenmez bir suyla beslerdik” (Cinn sûresi, 16) buyuruluyor. Yolda dosdoğru gitme, teşriî emirlerden çok, tekvinî emirlere bakıyor diyebilir miyiz?

Bu konuda başka âyetler de var. Meselâ, “Eğer o beldelerin halkı inanmış ve takva sahibi olmuş olsalardı, üzerlerine göklerin ve yerin bereketini açardık” (A’raf sûresi, 96) âyeti bunlardan biridir. Yine, “Eğer Kitap Ehli, iman edip, takva sahibi olmuş olsalardı, günahlarını örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık. Eğer onlar, (vaktinde Tevrat’ı, İncil’i) hakkıyla tatbik etmiş olsalardı, şimdi de (Rabbilerinden kendilerine indirilmekte olan) Kur’an’ı aynı şekilde tatbik etseler, hiç şüphesiz, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından (akan nimetleri bol bol) yerler.” (sûresi, 65-66) âyetleri de aynı hakikate parmak basmaktadır.

İman ve takvanın şümulü içinde ve Allah’ın Kitabı’nı tatbikin getireceği nimetler olarak, insanlar için hem dünyada hem Âhiret’te hasene vardır. Tevrat olsun, İncil olsun, Kur’an olsun, Allah’ın Kitabı, her iki âlemin saadet prensiplerini getirmiştir. Teşriî emirlere uymanın mükâfatı ekseriya Âhiret’te verilecek olmakla birlikte, şüphesiz dünyada da onun bir kısım faydaları bahis mevzuudur. Tekvînî emirlere uyup uymamanın karşılığı ise, gâliben dünyada görülmekle beraber, onun da Âhiret’e müteallik yönleri vardır. (ABD’de Bir Ay)

Kur'an mutlak zikreder, sâlihat ve takvayı. İbhamında remz eder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür. (Sözler)

Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, اِنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder. (Yirmiüçüncü Mektub)

[3]

يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِه وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/102)

Allah’tan hakkıyla korkma, mârifetullah ile doğru orantılıdır. Bu itibarla da denilebilir ki, mârifetimize yardım etmeyen bütün bilgiler, zâhirî mârifetle kîl ü kâlden ibarettir. Yine bu mârifete yardım etmeyecek olan sohbetler, müzakereler, sorular, cevaplar bir ölçüde israf-ı zaman ve israf-ı beyan sayılır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah şu üç şeye gazap eder.” deyip, bunların içinde, çok sual sormayı da zikrederek bu hakikate işaret etmiştir. Yine bu abes suallere misal olarak “Şunu Allah yarattı, bunu Allah yarattı. Pekâlâ Allah’ı kim yarattı?” sözlerini zikreder. Bu son hususla alâkalı şu mütalâaları serdetmekte yarar var: Zaman gelmiş bize esbap plânında öyle şeyler anlatmışlar ki, herkes üzerinde sanki –hâşâ– Allah âciz, her şeyi sebepler yapıyor ve yaratıyor gibi bir his uyarmışlardır. Kanser denince, “tedavi olmaz” demişler. AIDS adı geçince, “çaresi yok” diye mırıldanmışlar. Derken mü’mince bütün düşünce, tevekkül ve teslimiyeti yıkmışlardır. Bugün, hemen herkeste, cüz’î-küllî vardır bu. Bence, tedellî yoluyla müessirden esere giderek, kendimizi itminana kavuşturmalıyız. Müsebbibü’l-Esbâb’ın Allah olduğunu, dolayısıyla da bütün sebeplere o hâsiyeti veren Cenâb-ı Hakk’ın, sebepler dairesi dışında da halk ve icadda bulunabileceğini sık sık hatırlayarak mü’mince düşüncelerimizi yenilemeliyiz. Allah’a karşı, O’na yaraşır şekilde takva mülâhazası içinde bulunmak; değişik bir ifadeyle, O’nun mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmak, böyle bir duyguda sadık olmanın gereği sayılan her sebep ve her vesileye fevkalâde dikkat ederek hayatla hedef arasında boşluklara meydan vermemek; her hâdise, her söz, her düşünceden bir girizgâh bularak düşünceyi O’na çekmek, sözü O’na kaydırmak; saymakla bitmeyen nimetleriyle, o nimetlerin keyfiyet ve gelişleri üzerinde durup şükürde şuur temadisini yakalamak hakikî takva yoluna girmek demektir. Aynı zamanda Müslümanca ölmenin de yoluna girmek demek olan böyle bir takva, enbiyâya ve has mânâda dava-yı nübüvvetin vârislerine has bir hâlet-i marziyyedir. Böyle bir hâleti ihraz için ashab-ı kiram efendilerimiz elleri ayakları nasır bağlayacak ve bîtap düşecek şekilde ibadete koyulup bu hedefte günlerce koşmuş ve hayat-ı tabiînin hâsıl ettiği boşluklarını niyetlerin safvet ve enginliğine emanet ederek seyr-i ruhanîlerini “Gücünüz yettiği ölçüde Allah’tan ittika edin!” ufkunda devam ettirmişlerdi. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)

[4] Hüdâ, doğruyu, dinin tarif ettiği istikamet yolunu, Allah’a açık olmayı temsil etme gibi mânâlara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki, “Elif lâm mîm. İşte Kitap! Onda şüphe yoktur. O, müttakiler için bir hidayettir.” âyet-i kerimesindeki “hüden” kelimesi de bu mânâya gelmektedir. Ayrıca bu âyette “hüdâ” ile “takva” kelimeleri arasında da ciddî bir irtibatın olduğu görülmektedir. Nitekim âyet-i kerimede, Kur’ân’ın kendisinde herhangi bir şüphenin bulunmadığı ve bu durumu da ancak müttakilerin sezebileceği vurgulanmaktadır. Bu açıdan da ikinci kelimeyle birinci kelime arasında bir irtibat vardır. Fatiha sûresinde geçen اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ “Bizi doğru yola hidayet eyle.” âyetiyle de işte bu hidayet istenilmektedir. Doğruyu bulmaya müsait olarak yaratılan insan, doğruyu bulma yollarına intisap edecek ve neticede de hep doğruluğun yamaçlarında dolaşacaktır. Daha sonra gelen âyetlerle de, “mağdûbîn ve dâllîn” kelimeleriyle, hidayete erdikten sonra “gazaba uğrayanların” ve “sapkınlar”ın gittiği yoldan kaçınılması vurgulanmaktadır… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir taraftan bu duasıyla değişik ufuklarda tayaran ederken, diğer taraftan âdeta “Sizin de kanatlanmanız için bu çok önemli bir esastır.. buna sahip çıkın..” diyerek mü’minleri hidayet mevzuunda irşatta bulunmaktadır. Mü’min her an Allah’tan hidayet isteme konumundadır; ancak o hidayetin kapısı, sırlı takva anahtarıyla açılmadığı takdirde, içine girilmesi gerekli olan yere girilmemiş olacaktır. Onun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “hüdâ”nın arkasından hemen “takva”nın da istenmesini salıklamaktadır.

Takva, farzları yapmak, haramları ve kebairi (büyük günahları) terk etmektir. Bunları yapan bir mü’min, takva daire­sine girmiş sayılır. Gerçi, farzları yapıp, haram ve kebairden kaçınmak ile girilen yer, takvanın sofasıdır. Daha sonra şüpheli şeylerden uzak durup haramların semtine sokulmamakla biraz daha ilerlenmiş olur ve takva kapısından içeriye adım atılmış sayılır. Ardından bir kısım mübahları, “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek suretiyle de asıl takvaya ulaşılmış olunur.

Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân’dan tam istifadesi de işte bu ölçüde bir takvaya vâbestedir. Hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Nitekim yukarıda izah edildiği gibi Kur’ân’ı anlama, duyma, onun ulviyet ve azametine ulaşabilme takvaya bağlıdır ve takvanın derecesine göre de istifade nispeti artmaktadır.. evet takvada derinleşen mü’minin, Kur’ân’ı anlayışı, sezişi ve duyuşu da derinleşir. (Yol Mülahazaları)

[5]

وَمَنْ يَتَّقِ اللهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا

“Kim Allah’tan korkar (takvaya sığınır)sa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder.” (Talâk sûresi, 65/2)

Takva; bizim anlayışımıza göre şeriat-ı garrânın prensipleri yanında şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına uymak demektir. Bunlardan birincisi enfüsî takva ise, diğerine âfâkî takva diyebiliriz ki, bu ikisini birbirinden ayırmak katiyen doğru değildir. Yalnız böyle bir takvayı yakalayabilmek o kadar da kolay olmasa gerek...

İsterseniz bahse konu âyet-i kerimeyi tekrar ele alalım: Kur’ân وَمَنْ يَتَّقِ اللهَ cümlesinde konuyu “ittika” fiili ile anlatıyor. Bu fiil “iftial” babındandır. Bu babın en önemli hususiyeti ise, mutâvaattır. Yani fiilin kabullenilmesi ve münfailin tabiatı, bir yanı bir derinliği hâline gelmesi mânâlarını ifade ediyor. Evet burada anlatılmak istenen, takvanın fıtratın bir buudu, insan tabiatının bir derinliği hâline getirilmesidir. Yani takva ile oturmak, takva ile kalkmak, takva derinlikli yaşamak; hâsılı kâinatı takva derinliği içerisinde hallaç edip takvalaşmak demektir. Evet, işte elde edilmesi çok zor görünen bu ufuk noktayı hedefleyerek Kur’ân diyor ki: وَمَنْ يَتَّقِ اللهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا “Kim böyle bir takva zirvesine çıkarsa, Allah ona mutlaka bir çıkış yolu ihsan eder.”

“Çıkış yolu” tabiri, bize bir yerde sıkışıp kalmış, oradan çıkmak ve kurtulmak isteyen, bunun için çırpınıp duran bir insan imajı veriyor. Evet bu insan düştüğü sıkışık o mekândan kurtulmak için, sebepler adına her şeyi yapıyor, müracaat etmedik hiçbir şey bırakmıyor; ama bir türlü de kurtulamıyor. Ve işte tam bu kertede, Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’a sığınıyor; O da hemen imdada yetişiyor. Zaten Allah’ın (celle celâluhu) âyet-i kerimede “hurûc”u bizâtihi kendine isnadı da bu sürpriz inayeti ihsas ediyor. Zira مَخْرَجًا bir yönüyle “masdar-ı mîmî”dir ki çıkarmak demektir; diğer yönüyle de ism-i mekândır; çıkarılacak yer demek. Öyleyse bu çıkış, bu çıkarma, âdiyattan değildir; değildir ve harikulâdelikler kuşağında cereyan eden ve sırf Allah’a isnat edilebilecek bir olaydır. Aslında kâinatta cereyan eden her hâdise bir mânâda harikulâdedir ama ülfet ve ünsiyet gözlerimizi kör ettiğinden sebep-netice münasebetlerini göz önünde bulundurarak etrafımızdaki olaylara bakamıyor ve doğru değerlendirmeler yapamıyoruz. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)

[6] Böyle bir insanın yürüdüğü yol, “kolay yol”dur; zira, o, Hâlık-ı kâinatın rızasına ve insanın fıtratına çok uygundur. Ayrıca, bu yoldaki her iyilik, insandaki hayır yapma duygularını daha da şahlandırır ve yolun zorluklarını kolayca aşmaya vesile olur. Başlangıçta bazı emir ve yasaklar nefse ağır gelse de ve meşakkat televvünlü bir kısım mesuliyetler insanı zorlasa da, şayet insan dinin özündeki yüsr hakikatine muvafık şekilde sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye gayret eder ve bu konuda heva ve hevesinin dizginlerini aklının, kalbinin ve iradesinin ellerine verirse, zamanla ihsan ve takvâ şuuru o yolun yolcusunun tabiatı haline gelir. Öyle ki, o göz ucuyla harama bakacak olsa, daha iradesi devreye girmeden ve kendi kendine “Burada ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım?” demeden, hemen tabiatının tepkisiyle karşılaşır; tabiatı ona “Nazarına hâkim ol, bu memnudur!..” der. Dudaklarından dökülebilecek nâhoş bir kelime aklının ucuna gelir gelmez iradesinden önce tabiatı “Hayır, söyleme onu; telaffuz ettiğin her şey kaydediliyor!..” diyerek ona mani olur. Hayaline küçük bir kir bulaşacak olsa, daha tasavvur ve taakkul safhalarına varmadan yine selim tabiatının dürtüleriyle o kirin önünü keser, “Allah Allah, ben ne kadar vicdanı bozuk bir insanım ki böyle çirkin bir sahne benim içime akabiliyor, tahayyül dünyama girebiliyor!..” diye içinden geçirir ve -tabiatının tepkisi sayesinde- o kötü hayali daha o safhada boğar, büyüyüp başka kirli tabloları zihnine davet etmesine ve hafızasını kirletmesine meydan vermez.

Evet, takvâ duygusunu tabiatının bir derinliği haline getiren bir insan, artık dinin emirlerine karşı gayr-ı iradî olarak titizlik gösterir, yasaklara karşı da vicdanî tepki verir. Küfür, şirk, isyan, dalâlet ve günah şâibesi taşıyan her türlü, söz, tavır, davranış ve fiillerden tiksinti duyar. Haram mala el uzatmayı ateşi avuçlamak gibi görür; zinaya yaklaştıran her türlü fenalıktan cehennemin alevlerinden ürkmüşçesine kaçar. Namaz kılmak onun için angarya olmaktan çıkar; daha bir vaktin farzını eda eder etmez diğerinin programını yapar. Bir sabah uyanamasa ve namazını kaçırsa yemeden içmeden iştihası kesilir. Gönül hoşnutluğuyla zekatını verir ama onunla da iktifa etmez; infakı hayatının vazgeçilmez bir esası kılar. Yaptığı her iyilik onu daha başka iyiliklere sevkeder; kaçındığı her kötülük ve günah sonrasında, o kötülük ve günahlara karşı iyice bilenir ve onlardan olabildiğine uzaklaşma azmini güçlendirir.

Böylece o insan tam bir sâlih dairenin içine girmiş olur. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle mücahede eder ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “Bu delidir!..” derler. Zira, Allah Teâlâ iyiye giden ve sonu Cennet’e açılan yolu ona kolaylaştırmıştır ve onu çağlayan bir ırmak gibi akar hale getirerek hedefine rahatlıkla varacağı bir kıvama ulaştırmıştır. Mevlâ-yı Müteâl ötede de onu “Hesabı kolayca görülür ve ailesine sevinç içinde döner.” (İnşikak, 84/8-9) ilahî beyanıyla resmedilen bir mazhariyete erdirecek ve çok kolay bir hesap ile Cennet’e girmeye muvaffak kılacaktır. (Vuslat Muştusu)

[7] Takva ve Vera’

Bu umumî değerlendirmeden sonra şimdi isterseniz sorunuzda bilhassa dikkat çektiğiniz âlimin vera’ sahibi olması mevzuuna geçelim. Haram ve yasaklara karşı titiz ve tetikte olma, memnû şeylere girme endişesiyle bütün şüpheli şeylerden kaçınıp uzak durma şeklinde izah edilen vera’, takvanın ötesinde bir zirve olarak görülmüş yüce ve yüksek bir sıfat-ı âliyedir. Bu mânâda ona âzamî takva da denilebilir. Bugüne kadar hakkında yapılan farklı tarifler çerçevesinde ele alacağımız takva ise; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. Hatta Şârânî’nin Mizan’ı esas alınacak olursa insanın kendisini azimetlerle amel etme mevzuunda mükellef görmesi de takvanın bir yönünü teşkil eder. Ancak bilinmesi gerekir ki, bir insan âzamî takvayı yaşama adına azimetlerle amel etmeyi kendine bir yol olarak tercih etmiş bulunsa da, bu yolu herkese teklif etmesi doğru değildir. Hazreti Pîr’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, telyin edici bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Meselâ bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pîr’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakikî mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. Fakat bu noktada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir: Hazreti Pîr bir taraftan bazı yerlerde, meseleyi özellikle mübtediler için yaşanır kılma adına bu şekilde arz etmiş olsa da, diğer taraftan başka yerlerde âzamî takvaya işarette bulunmuş ve ona talip olunması gerektiğini söylemiştir. Yani iman ve Kur’ân dairesi içine henüz adımını atmış mübtedileri kaçırmamak ve meseleleri takdimde üslûp hatasına düşmemek için daha objektif bir çerçeve sunulmuş; fakat diğer yandan insanların önüne kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip âzamî takvaya ulaşması adına bir ufuk ve hedef konulmuştur. Takvanın diğer bir yönünü ise tekvinî emirlere riayet teşkil eder. Günümüzde bizim ilim ve teknoloji gibi bazı sahalarda geri kalmamız, değişik zulüm ve baskılar altında ezilmemiz ve bunun neticesinde de kendi din ve diyanetimizden şüphe eder hâle düşmemizin altında yatan en önemli sebeplerden biri de âyât-ı tekviniyeyi doğru okuyup doğru yorumlayamayışımızdır. Demek ki kâinat kitabını doğru okuyup doğru yorumlama da takvanın önemli diğer bir budunu oluşturmaktadır. (Cemre Beklentisi)

[8] “Helal(ler) de haram(lar) da açıktır, bellidir. Bu ikisinin arasında da, şüpheli, insanların bir çoğunun hükmünü bilemeyeceği meseleler vardır.” (Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107)

[9] Kur’ân-ı Kerim’de ittikâ ve takva, üç mertebede zikredilegelmiştir:

  1. Allah’a şirk koşmaktan ve küfürden içtinap etmek. وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى “Allah (celle celâluhu) onlara takva kelimesini yoldaş edip gerekli kıldı.” âyeti, takvanın bu mertebesine işaret etmektedir. Buradaki mânâsıyla takva; şirki, küfrü ve dalâleti bırakıp hidayet üzere bulunmak demektir.
  2. İman ettikten sonra büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kaçınmak ve yapmakla mükellef olunan farzları îfâ etmektir ki, وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرٰى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا “Eğer o ülkelerin ahalisi iman etse ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı...” âyeti, takvanın bu ikinci mertebesine bakmaktadır.
  3. يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının.” âyet-i kerimesinin işaret ettiği takvadır ki, kişilerin seviyelerine göre değişik şekilde olan ve bir mânâda “ihsan” mertebesini ifade eden daha derin bir takva telakkisini işaretlemektedir. Bu âyet, daha çok ihsan mertebesindeki mü’minlere bakmaktadır. Her ne kadar bazı müfessirler bu âyet-i kerimenin mensuh olduğunu söyleseler de, âyetin hükmü bir anlamda ehl-i ihsan için geçerliliğini korumaktadır. لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِۤي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَۤاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَۤاءُ وَاللهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar, sizler içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra da dilediğini affeder ve dilediğini de azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” âyetinde ise bu âyetin tefsiri ve lazımı anlatılmaktadır ki işte bu, ihsanın en âlî mertebesidir. Bu âyet-i celîle de, düz mü’minler için, objektif olarak لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” âyetiyle mensuh olsa da, yukarıdaki tevcih çerçevesinde, ehl-i ihsan için belli bir ufuk mükellefiyeti açısından onun da hükmü devam etmektedir. Zira takvada zirveyi tutmuş kutlular, içlerinden geçirdikleri şeylerden dahi hesaba çekilirler ve/veya hesaba çekileceklerine inanırlar ki, bu aynı zamanda takvanın da en âlî mertebesidir. (Bir İ’caz Hecelemesi)

Üçüncü Netice: Hırs ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünki bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı müraat eden, ihlas-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir. (Ondokuzuncu Lem'a)

 

[10] Bunun için de onların dudaklarında hep;

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْعُلَمَاءِ وَالْعُرَفَاءِ وَالْحُلَمَاءِ وَالتَوَّابِينَ وَالْمُنِيبِينَ وَالْأَوَّابِينَ وَالْأَوَّاهِينَ وَالْمُتَوَاضِعِينَ وَالْخَاشِعِينَ، وَالْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلَاقِ الْقُرْأٰنِ، وَالْوَقُورِينَ وَالْجِدِّيِّينَ وَالْمَهِيبِينَ وَالْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ وَالرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ وَالْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ، وَالدَّاعِينَ إِلٰى جَنَابِكَ.

-“Allahım! Bizleri âlim, ârif, halîm, çok çok tevbede bulunup dergâhına teveccüh eden, âh u enînlerle kapının tokmağına sürekli dokunan, mütevazi, huzurunda hep el pençe haşyet içinde duran, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanan, vakur, ciddi, mehabetli, muhlis (ihlâsı kazanmış), muhlas (ihlâsa erdirilmiş), hep takva hatta onun da ötesinde vera’ duygusuyla hareket eden, zühdü bir hayat tarzı olarak benimsemiş, yüce nezdinde kurbete mazhar olmuş, Senin bütün icraat-ı sübhaniyenden razı ve Senin rızana ermiş, Seni her şeyden daha çok seven ve nezdinde müstesna sevgine mazhar olmuş ve daima kalbi niyazla atan, dudakları münacatlarla kıpırdayan salih kullarından eyle!” .(Cemre Beklentisi)

Madem söz dönüp dolaşıp i’lâ-i kelimetullah mevzuuna geldi. İsterseniz biz de sözlerimizi o istikametteki bir duayla tamamlayalım:

اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلَى الْإِيمَانِ وَالْإِسْلَامِ وَالْإِحْسَانِ وَالْقُرْأٰنِ وَإِلٰى خِدْمَةِ الْإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هٰذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْأٰنِ. أٰمِينَ، أَلْفُ أَلْفِ أٰمِينَ. وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أٰلِه وَصَحْبِه أَجْمَعِينَ.

Allahım! Kelimetullahı ve kelimetülhakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslâm’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn! Sonsuz defa âmîn!

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/12/2021