MURÂKABE, (Çağlayan Dergisi, Kasım 2020)
Murâkabeyi; her zaman Hakk’ın murâdını takip etme ve Cenâb-ı Hak tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddi bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz
Murâkabe kelimesi ve ıstılahı manası
Gözetme, mülâhazaya alma, intizarda bulunma, kontrol etme ve kontrol edildiği şuuruyla yaşama mânâlarına gelen murâkabe; hâl ehlince Allah’tan gayri her şeyden alâkayı keserek kalben Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ilm-i ilâhî’nin her şeyi kuşatmış olduğu inanç ve mülâhazasıyla nefsini menhiyâta karşı gemleyip ve hayatını Allah’ın emirleri ışığı altında dizayn edip yaşamaktan ibaret görülmüştür.[1]
Murâkabenin daha has bir tarifi
Murâkabeyi; her zaman Hakk’ın murâdını takip etme ve Cenâb-ı Hak tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayat ve davranışlarımızı ciddi bir çizgide sürdürme şeklinde de yorumlayabiliriz.[2]
Murâkabe’ye ulaşma yolu
Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. Kur’ân-ı Kerîm:
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُوا مِنْهُ مِنْ قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ
“Sen ne halde bulunsan ve Kur’ân’dan ne tilâvet etsen, sizler de amelden ne işlerseniz, ona dalıp gittiğiniz esnada mutlaka Biz üzerinizde nigehbân bulunuruz.” (Yûnus sûresi, 10/61) nur-efşân beyânıyla bu gerçeği ihtar etmektedir.
Murâkabe’nin muhtevasına göre kula düşen vazife
Eğer murâkabe, Hakk’ın hoşnut olmadığı uygunsuz hâtıralara, huzurdan uzaklaştıran yaramaz düşüncelere, davranışları baskı altına alan sevimsiz mülâhazalara karşı kalbin kapanması ve rûhun sonsuza açık bütün kanallarının ilâhî vâridâta göre ayarlanması ise, bize de, menfî-müsbet bu açıp-kapama işini çok iyi değerlendirmek düşer.[3]
Murâkabe için atılması gereken adımlar
Allah’ın değer verip öne aldığı şeyleri, en içli, en derin arzularımız dâhil, her kıymetin üstünde tutma; O’nun büyük gördüklerini büyük görüp başlarda gezdirme, değer vermediği şeyleri de hatırdan, gönülden çıkarıp atma, bu mevzuda ilk adım sayılır.
Hak rahmetinin enginliğinin düşünülmesi, insanda Allah sevgisini ve ibâdet aşkını coşturur; O’nun mehâfet ve mehâbetinin mülâhazası ise, mâsiyet iştihasını kaçırır ve insanı dikkatli yaşamaya zorlar. Murâkabeye gelince, ibâdet ü tâatı, bir kısım cisimlerin tülbentten geçirilmesi gibi öyle bir eler ki, adeta onların içinde Hak mülâhazasından başka hiçbir şey kalmaz; zîrâ murâkabe aynı zamanda ferdin yapayalnız anlarında dahî, her an görülüp gözetildiği şuuruyla duygu ve düşüncelerini bulandırmama gayretidir.[4]
Murâkabe yolunun hususiyetleri
Murâkabe yolu, mürşid ve rehbere ihtiyaç hissetmeden, gidip Hakk’a ulaşan kestirme yolların en önemlilerindendir ve velâyet-i kübrâ çeşnilidir.[5]
Murâkabe bahadırlarının özellikleri
Bu yolun bahadırları, her zaman ve her yerde, acz ü fakr nâmeleriyle Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir ve ihtiyaç tezkeresiyle halvethâneye alınabilirler. Bunlar, hayatlarının her ânında tabiatı süzerken, Allah’ın kendilerini kontrol ettiğini hisseder ve her türlü ağyâr mülâhazasından uzaklaşırlar; eşyâyı dinlerken de, O’nu söylemeyen bütün seslere karşı kapanır, O’na âit nağmeleri duymaya çalışırlar; varlığı konuşurken, O’nun güzelliklerini şakıyan bir bülbül olur ve O’nunla irtibatlandıramadığı her şeyi mâlâyanî sayar, onlara karşı da ebkem (dilsiz) kesilirler.[6]
Fena duygu düşüncele karşı sütre; Murâkabe
Zaten, göz, O’nun görmesini, kulak O’nun işitmesini, dil de O’nun beyânını hatırlatmıyorsa, bu uzuvların birer et parçasından farkı yoktur. “Cenâb-ı Hak, kendine ‘Basîr’ dedi ki, seni fenâlıklara karşı her zaman korkutucu.. O kendine ‘Semî’’ dedi ki, dudaklarını fenâ şeylere karşı kapatıcı.. ve O kendine ‘Alîm’ dedi ki, sana bildiğini bildirip, fesat düşüncesine karşı kararlı olasın.” diyen Hz. Mevlânâ, murâkabeyi, fenâ duygu, fenâ tutku ve fenâ davranışlara karşı koruyucu bir sütre ve Cenâb-ı Hakk’ın hukukunu görüp gözetmede de biricik teminat saymaktadır.[7]
Murâkabe’nin merhaleleri
Murâkabenin başlangıcı ve birinci merhalesi, Allah’ın hâzır ve nâzır olduğuna ve her hâlimize şâhid bulunduğuna yakîn hâsıl edip, O’nun irâde ve meşîetine kalben teslîmiyetle, dileklerimizden daha çok, dileklerini kollayarak
وَكَانَ اللهُ عَلَى كُل شَيءٍ رَقِيبًا “Allah her şey üzerinde rakîb ve gözetleyicidir.” (Ahzâb sûresi, 33/52) ufkunda seyahat etmektir.
İkinci merhalesi, sâlikin huzur-u kalble Cenâb-ı Hakk’a yönelip, ilâhî feyizlerin kalbine akmasını sabır, temkin ve teyakkuz içinde beklemesidir. Böyle bir yönelişte, mürşid, zikir ve râbıtaya da ihtiyaç yoktur. Ancak şer’î âdâba muvâfakat kaydıyla bunların bulunması “nûrun alâ nûr” olur. İster birinci merhale olsun ister ikinci merhale, hak yolcusu, bütün benliğiyle
أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ ile[8] ifade edilen ‘ihsan’ rûhunu tam temsil edebildiği, bu mülâhazada herhangi bir kopukluk olmaması için, her zaman kendini kolsuz, kanatsız, âciz, fakîr ve muhtaç gördüğü ve: “Tut beni Allah’ım, tut ki, edemem Sensiz.” iz’ânıyla sâdece O’nu nokta-i istinâd ve nokta-i istimdât bildiği ölçüde sağlam bir murâkabe yolunda ve dolayısıyla da emniyette sayılabilir.
Murâkabe neticesinde kulda hâsıl olan meleke
Hayatını sürekli bu çizgide sürdürenlerin rûhunda zamanla bir meleke hâsıl olur ki -buna huzur-u kalb de diyebiliriz- bu meleke sâyesinde vicdan sürekli ilâhî vâridâta açık kalır ve Hazreti Ehadiyet’ten ona devamlı feyizler akmaya başlar.
Murâkabenin en önemli vasıtası: Muhasebe
Murâkabenin en önemli vâsıtalarından biri “muhâsebe”dir -Hususî olarak üzerinde durulmuştu.[9]- İnsanın kendi kendini kontrol edip hesâba çekmesi, günah, hatâ ve benliği baskı altına alan daha başka duyguların şuurunda olunması mânâsına gelen muhâsebe yoluyla fert, kalbinde doğruyu bulabilir, onu davranışlarıyla temsil edebilir.. ve rûhunda
سُبْحَانَ مَنْ يَرَانِي وَيَعْرِفُ مَكَانِي وَيَسْمَعُ كَلاَمِي “Tesbîh ve takdîs ederim beni göreni, görüp mekânımı bileni ve konuşmalarımı işiteni” sırrı bütün vuzûhu ile belirir. Böyle biri, bütün benliğiyle ilim ve meşîetçe yakın takibe alınmış olduğunu hisseder ve ürperir.. ve derken, gözlerini açar-kapar her yerde O’nun murâdını arar...
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى أَشْرَفِ خَلْقِكَ مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْأَنَامِ وَعَلٰى أَصْحَابِه ذَوِي الْاِحْتِرَامِ.
MURÂKABE İLE İLGİLİ AYETLER
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِنَّ اللهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” (Mücâdele sûresi, 7)
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (Hadîd sûresi, 4)
الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ ٭ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِد۪ينَ
“O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor).” (Şuarâ sûresi, 218-219)
اِنَّ اللهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
“Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân sûresi, 5)
يَعْلَمُ خَٓائِنَةَ الْاَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ
“Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min sûresi, 19)
اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِۜ
“Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.” (Fecr sûresi, 14)
MURÂKABE İLE İLGİLİ HADİSLER
عَن ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ كُنْتُ خَلْفَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا فَقَالَ:
يَا غُلَامُ إِنِّي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ احْفَظْ اللهَ يَحْفَظْكَ احْفَظْ اللهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلْ اللهَ وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللهِ وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوْ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَنْفَعُوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللهُ لَكَ وَلَوْ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ عَلَيْكَ رُفِعَتْ الْأَقْلَامُ وَجَفَّتْ الصُّحُفُ
Abdullah b. Abbas (r.h) şöyle rivayet eder:
“Resûlullah’ın (aleyhissalatu vesselam) terkisinde idim, buyurdular ki: “Ey oğul! Sana bazı kelimeler öğreteceğim:
Allah’ı (emir ve yasaklarını) koru ki O da seni korusun. Allah’ı (emir ve yasaklarını) koru ki O’nu yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Bir yardım dileyeceğin zaman Allah’tan dile. Şunu iyi bil ki, eğer bütün insanlar bir konuda sana fayda vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin lehine yazmış olduğu dışında bir fayda veremezler. Yine eğer insanlar sana bir konuda zarar vermek için toplanacak olsalar, Allah’ın senin aleyhine yazmış olduğu dışında bir zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış ve sayfalar kurumuştur.” (Tirmizî, Kıyamet 59)
اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ
“İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” (Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 1, 5, 7)
اتَّقِ اللهَ حَيْثُمَا كُنْتَ وأَتْبِعِ السَّيِّئَةَ الْحسنةَ تَمْحُهَا، وخَالقِ النَّاسَ بخُلُقٍ حَسَنٍ.
“Nerede olursan ol, Allah’tan ittikâ et (kork, O’na karşı gelmekten sakın, günâh işleme). Yaptığın kötülüğün arkasından (hemen) bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlâklı ol (güzel ahlâkın gereğine göre davran).” (Tirmizî, Birr 55)
عنْ أَنَس قالَ :إِنَّكُمْ لَتَعْملُونَ أَعْمَالًا هِيَ أَدقُّ في أَعْيُنِكُمْ مِنَ الشَّعَرِ، كُنَّا نَعْدُّهَا عَلَى عَهْدِ رسولِ اللهِ ﷺ مِنَ الْمُوِبقاتِ
Enes Bin Malik (radıyallâhu anh) der ki:
‘‘Siz bazı şeyler yapıyorsunuz ve o yaptıklarınızı gözünüzde kıldan daha ince görüyorsunuz. Halbuki biz, Peygamber aleyhissalatü vesselam zamanında onları büyük sayardık.’’ (Buhari, Rekaik 32)
عنْ أبي يَعْلَى شَدَّادِ بْن أَوْسٍ عن النَّبيّ ﷺ قَالَ : الكَيِّس مَنْ دَانَ نَفْسَهُ، وَعَمِلَ لِما بَعْدَ الْموْتِ، وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَه هَواهَا، وتمَنَّى عَلَى اللهِ.
“Akıllı kişi, nefsine hakim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi de nefsini duygularına tabi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyamet 25; İbn-i Mâce, Zühd 31)
[1] MURÂKABE VE LAUBALİLİK:
Bir başka ifadeyle, laubalilik ve şathiyatın sınırları çok geniştir. Meselâ Allah’a karşı saygısızlık ifade eden öyle münasebetsiz laubalilikler vardır ki, bunlar, küfür işmam ederler. Bu tür münasebetsizce laflar neticesinde insan, hiç farkına varmaksızın küfre sürüklenir. Bu açıdan mübtedî seviyede de olsa inanan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hazır ve nazır olduğu hakikatini vicdanında duymaya çalışmalı ve bu duyuş onun davranışlarına aksetmelidir. Diğer taraftan, tanıdığım öyle isimler vardır ki, ben onların dudaklarının geriye gittiğini hiç görmemişimdir. Bu insanlar, hayatları boyunca, başları hep önlerinde sürekli murâkabe hâlindeydiler. Onların, bu derince bakış ve mehip hâlleriydi ki gönüllerde çok ciddî tesir meydana getirirdi. (Yaşatma İdeali)
İÇ DÜNYASINI MURAKEBE İLE ONARMA:
Şah-ı Kirmânî: “İnsan, haramlara karşı gözünü kapar, şehevânî duygulardan elini-eteğini çeker; iç dünyasını murâkabe ile, dış âlemini de Sünnet-i Seniyye’nin ihyasıyla onarır ve her zaman helâl dairesinde kalabilirse, böyle biri firasetinde asla yanılmaz.” hatırlatmasını yapar. (“Firaset”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[2] Biri Var!
Zât-ı Uluhiyet’e karşı ciddiyet, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın murâdını takip etme ve O’nun tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayatı ve davranışları ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde olur. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. İnsanlar bazı durumlarda böyle bir görülüp gözetilmeyi muvakkaten unutabilirler; meselâ, yemek yerken, çay içerken kendi âlemlerine dalabilirler… Yatakta o murâkabe havasından uzaklaşabilirler. O anlarda, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun ve kulların küçüklüğüne münasip şekilde Allah’ı hatırlama, ihsan şuuruyla dolma söz konusu olmayabilir. Gerçi, “akrabu’l-mukarrabîn” dediğimiz daha halis kullar, o türlü hallerde bile temkinli davranırlar. Fakat, Allah, bazı beşerî hallerdeki öyle bir nisyanı ve geçici bir unutmayı bağışlayacağını vâad etmiştir. Belki onlardan dolayı da istiğfar edip Allah’a yeniden teveccühte bulunmak gerekir ama herkesin her yerde aynı ölçüde ciddiyet ortaya koyamayacağı da bir realitedir. (İkindi Yağmurları)
[3] Şimdi bir de Kur’ân’ın, ipliklerini birer birer pazara çıkardığı şu durumlarına bakın: “O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye bayılan kimselerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/188) Âyetten de anlaşıldığı üzere insanlar içinde, yaptıkları şeylerle medhedilmeyi isteyenler onlar olduğu gibi, yapmadıkları şeylerin kendilerine mâl edilmesini isteyenler de yine onlardır. Bunların hayır adına yaptıkları işlerden tek maksatları, dertleri, davaları halk arasında medh u senaya mazhar olmaktır. Bu yüzden de söyledikleri tesir etmez ve mâşerî vicdanca da hüsnükabul görmezler. Ayrıca, Kur’ân’ın medhe lâyık gördüğü, bunun zıddı olan bir tip de vardır ki, bunlar, yapmadıklarıyla övünme şöyle dursun, yaptıklarıyla dahi övünmemeye azmetmiş muhasebe ve murâkabe insanlarıdırlar. Kur’ân başka bir yerde de onların resmini nazara verir: “Nice peygamber var ki, onlarla beraber birçok yiğit çarpışıp gitti. Ama onlar Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü yılmadılar, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah böyle sabredenleri hep sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (kaydırma) sağlam tut, kâfir topluma karşı da bize yardım eyle!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/146-147) (Kur’ân’ın Altın İkliminde)
Sözün özü; âlim âbidden daha faziletlidir; zira, âlim, şahsî ibadetlerini aksatmadığı gibi her amelini şuurluca eda eden ve engin ilmiyle başkalarına da yol gösteren insandır. İlmi olmayan âbidin her an kayması ve düşüp yolda kalması ihtimal dahilindedir. Halbuki, nebiye vâris olan âlimde dâimî bir murâkabe ve bir muhasebe duygusu hakimdir; o, her zaman tetiktedir ve tehlikelere karşı da sürekli metafizik gerilim içindedir. Bu itibarla, yaptığı ibadeti bilerek yapan ve her meseleyi şuurlu bir şekilde ele alan böyle bir âlim, dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü nisbetinde âbidlerden üstündür.
[4] Evet, işte bunun gibi, hayatını kudsî bir dairede geçirse de insan, bazen nefsin ya da şeytanın zehirli oklarından biriyle karşı karşıya kalabiliyor. Bundan kurtulma yollarından biri, insanın daima kendi duygu ve düşüncelerini kontrol altında tutmasıdır. Mütecessis ve müvesvis bir insan gibi o, sürekli duygu ve düşüncelerinde, Allah’ın rızasına muhalif “bit yeniği” aramalıdır. Zaten tecessüs ve tefahhus yoluna girip kendi içinde bir kısım sorgulama hisleriyle yaşamayanların müstakim kalması da mümkün değildir. Tarih boyunca terakki eden insanlar, murâkabe tarassuthanelerinde kavga veren insanlar olmuştur hep. (Prizma-3)
[5] VELÂYET-İ KÜBRA:
Soru: “Sahabe mesleği” ifadesiyle ne kastedilmektedir; bu yolun özellikleri nelerdir?
Cevap: Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in sohbetine katılıp onun boyasıyla boyanma şerefine eren, ölümü göze almadan imanlarını izhar edemeyecekleri zorlardan zor bir dönemde İslam’a sahip çıkan, bir ömür boyu şakacıktan da olsa yalana asla tenezzül etmeyerek sıdk ve sadâkatle dine hizmet eden ve böylece Peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri ve faziletlileri olma pâyesini kazanan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Allah’a kurbet yolunda takip ettikleri sisteme “sahabe mesleği” denilegelmiştir. “Velâyet-i kübrâ”, “verâset-i nübüvvet” ve “cadde-i kübrâ” ifadeleriyle de anılan “sahabe mesleği”, insanı bir bütün olarak ele alan ve onun sadece kalbini değil akıl, ruh, sır, nefis gibi latîfelerinin hepsini doyurmayı hedefleyen Kur’an yoludur.
En Büyük Velilik
Sahabe mesleğinin çok önemli bir esası da keşif, keramet, ilahî sır ve tecellî gibi harikulâdeliklere talip olmamaktır. Risalelerde de değinildiği üzere; sahabîlerin velâyeti “velâyet-i kübra” olarak adlandırılan ve verâset-i nübüvvetten gelen bir velâyettir. Onlar için, seyr ü sülûk esnasında tarikat berzahından geçme gibi bir mecburiyet söz konusu değildir. Ashâb-ı Kirâm, çoğu velilerin uğramak zorunda oldukları seyr ü sülûk duraklarına uğramadan lütf-u ilahî ile doğrudan doğruya hakikate ulaşmışlardır. Onların hepsi velîdir ama hemen hiçbiri sonraki velîlerin geçtiği merhalelerden geçmemiştir. Dolayısıyla, onların yolu gayet kısadır; orada keşif ve keramet türünden harikalar da çok az görülür. (Ölümsüzlük İksiri)
[6] Murâkabe İnsanı
Hz. Ömer’e isnad edilen bir söz vardır: “Hesaba çekilmezden evvel nefsinizi hesaba çekin.” Bu, murâkabenin bir buudu. “İyi bir mü’min, daima kendi nefsine karşı savcı, başkalarına karşı avukat gibi davranır.” Bu da diğer buudu.
Hutbesini dinlemek için İbn Abbas’ın Mekke’den Medine’ye ‘şedd-i rihal’ ettiği (yollara düştüğü) Hz. Ömer (ra), bir gün hutbede ortaya koyduğu fevkalâde talâkat ve fesâhat karşısında birden durur ve “Haydi be ordan, deve çobanı sen de!” gibi ifadelerle nefsini tokatlar. Yine Ömer, evet İslâm’da devlet sistematiğinin güçlü temsilcisi o büyük zat, gerçekleştirdiği onca büyük muvaffakiyetin en küçüğüne bile sahip çıkmamış ve bir defa olsun, “Ben yaptım” dememiştir.
Hasan Basrî (ra), Ebû Nuaym’ın Hılyetü’l-Evliyâ’sındaki kayda göre, Nebî zevcesinden süt emmiş büyük bir insandır. O, kendisini her gün hesaba çeker ve “Sen, geçen gün namazda şunları şunları düşünen kişi değil misin? Rabbin huzûrunda hiç böyle şey yapılır mı? Önceki gün de şunu yapmıştın. İşte sen, busun” derdi.
Bunlar, bir devri, aydınlatan büyük muhâsebe ve murâkabe insanlarıdır. Zaten Kur’ân da, “Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah’tır.” (Saffat, 37/96) demiyor mu? (Fasıldan Fasıla-1)
[7] Binaenaleyh, Hak dostlarından biri şöyle demiştir: “Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski halini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüd namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helal lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müsbet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevkeder. Kalblerini murâkabe halinde bulunduranlar, haram lokmanın ya da helal rızkın tesirlerini -İslam’ın şehadetinden başka- kendi tecrübeleriyle de bilirler.” (Ölümsüzlük İksiri)
BİR MURÂKABE BAHADIRININ NAĞMELERİ:
“Allah’ım, ayakta dururken, otururken, yatağa girip uyurken, İslam’a muvafakatim adına koru beni!.. Allah’ım, nezd-i ulûhiyetindeki hayırlarla serfirâz kıl ve şerlerden de muhafaza buyur fakiri!.. Allah’ım, Kitâb-ı Mübîn’i yürekten en ciddi tedebbür ve tefekkürle mütalaaya muvaffak eyle bendeni!.. Yarlığa Allah’ım ve kabul buyur tevbemi!.. Allah’ım kalbim katıdır ve kimse de muttali değildir o katılığa. -A Sultanım, sen ihkak-ı hak etmeye katılık diyorsan, bu senin yüksek ufkuna mahsus bir keyfiyet; eğiliyoruz bu ince anlayış karşısında.- Sen engin hoşnutluğunla öteler istikametindeki hareketlerimle bana mülayemet lütfeyle!.. Allah’ım! Ben cimri kullarından biriyim. -Sen de cimri isen a dünyada tek dikili taşı olmayan gözümün nuru, söyle bendesi olduğun Zât aşkına, sana göre cömert kimdir?- Ne olur, israf ve tebzîre düşmeden, riya ve süm’aya sapmadan beni hep sahice davranmaya muvaffak eyle! Her hal ve hareketimde sadece Senin rızanı ve öteler ötesini düşleyen bendegândan say beni!.. Allah’ım! Gaflet ve nisyanım çoktur. -Şem’-i tâbânım, bunlar senin kemalinin solukları.. hakkında böyle düşünenlerin de ağızları kurusun!- Rabbim! Her halükârda Zâtını, ölümü ve daha ötesini hülyalarında yaşatan kullarından eyle Ömer’im!.. Allah’ım, ubudiyet yönünde oldukça zayıfım. -A pir-i mugânım, secdede iken içten ağlayıp mâbed-i mübareki hıçkırık tufanına boğan sen değil miydin?!.- Kulluğumda bana halis niyet ve zindelik bahşeyle!..”
Bu sızlanışlar, yüz yerde bu iç döküşler, bu iniltiler ve kendiyle yüzleşmeler, topyekûn geniş bir coğrafyada gönüllere Allah sevgisini, Peygamber muhabbetini işleyen ve aşılayan o şems-i nur-i hidayete ait. -Sunumdaki kusur Kıtmîr’in- Mezâyâ adına edip eylediklerini nisyana gömerek, sıradan bir insan edasıyla yüzü hep yerde, meleklere parmak ısırtacak bu içten sızlanışlar, âbide-i adaletin arkadakilere diriliş vaad eden “akrabü’l-mukarrabîn” soluklarıydı. (Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka-2, Çağlayan, Ağustos-2018)
[8] “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet (veya ubudiyet) etmek... Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görüyor ya!” (Buhârî, iman 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, iman 1)
[9] Muhasebe, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1