Zikir, (Çağlayan Dergisi, Temmuz 2020)
Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur.
Zikrin kelime manası ve tarifi
Anmak, hatırlamak, yâd etmek mânâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın (c.c.) ad ve unvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada tekrar edilmesinden ibarettir.[1] Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının -bu yolun adı ne olursa olsun- bazılarında “اَللهُ”, bazılarında “لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” -mürşid ve rehberin tayinine göre- bazılarında da daha değişik isim ve unvanlarla edâ edilir.
Zikir Çeşitleri
a- Lisana ait zikir
Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen[2] bir vazife ve bir kulluk borcudur.[3] Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.[4]
b- Kalbî zikir
Başta “latîfe-i rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâd etmek[5], yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı meseleleri, emr ü nehiyleri, va’d ü vaîdleri, mükafât ü mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar-ber-tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar her şeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhût’a nur-efşan birer tercüman ve “hakikatü’l-hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir.[6] Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatip gibi konuşan âlem-i lâhûtu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki, bazen bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir; gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve mânevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. “Sübühât-ı vech”in nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar; aşar da her gönül erbâbı ve her istidat, “zâtü’l-emr”e muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle kendini bir zikir velvelesi içinde bulur. Derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.
Bazen zikir, öylesine köpürüp insan benliğini sarar ki, zikirden de zâkirden de nâm u nişân kalmadığı böyle bir istiğrak hâlinde, kimileri “لاَ مَوْجُودَ إِلاَّ اللهُ”, kimileri “لاَ مَشْهُودَ إِلاَّ اللهُ” kimileri “ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ” ve kimileri de, tabiî şuurlarının külliyeti ölçüsünde, “ لاَ ”dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek “ إِلاَّ اللهُ”a geçer ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhid”e devam ederler.
Herhalde, işte böyle bir kurbet ve böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar.
Bu mübârekiyete işâret için hadis olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde:
لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌ لاَ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ
“Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz.”[7] buyurulur.[8]
c- Bedenî zikir
İlâhî emir ve yasakları, ciddi bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu nevi zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir.[9] Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunmak sûretiyle, o dergâha kabul yollarını araştırarak beşerî acz ü fakrımızı ilân üslubuyla ilâhî kudret, ilâhî kuvvet ve ilâhî gınâya ihtiyacımızı bir arz hamlesidir.
d- Vicdanın bütün erkanıyla eda edilen zikir
1-Zikirde ısrar (“Anın Beni ki anayım sizi” âyetinin açılımı)
Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir[10], Cenâb-ı Hak’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ “Anın Beni ki anayım sizi”[11] ilâhî fermânı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.
Yani siz, Allah’ı zikr u fikr[12] u ibadetle yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla hep O’nu mırıldanınca, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz onca dünyevî işlerinize rağmen O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak.. siz rahat zamanlarınızda O’nu dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda yollara dökülüp O’nu cihana duyurunca, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz bütün davranışlarınızda ihlâslı olunca, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek...[13] Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfik ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir derinleştirecektir ki, وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!”[14] emr-i rabbânîsi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu “salih dâire”yi ihtar etmektedir.[15]
Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir.[16] Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir. Cehrî, hafî her şekliyle zikir[17], duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i “sübühât-ı vech”in bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.
Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu, ins-cin herkese ilân etmenin unvanıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Zaten, Peygamber beyânıyla –aleyhi ekmelü’t-tehâyâ– yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı, kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..[18]
2-Hakka ulaşmanın, kurbetin en kısa yolu
Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu, Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi[19] ve en emînidir.[20] O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin her an O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması, sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd ü zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır![21]
Zikrullah, kurbet helezonunda öyle bir seyahattir ki; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durunca insan, bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lâhzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır; ulaşır da gök kapılarının aralığından ötelere ait neler ve neler seyreder..!
Zikrin vakti
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur.[22] Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde[23] belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi câiz olmayan vakitler de vardır.[24] Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile mukayyet değildir.[25]
اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ
“Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar.”[26] fehvâsınca, ne zaman itibarıyla ne de hâl itibarıyla zikrullah’a tahdit konmamıştır.[27]
Zikre terğib
Kitap, Sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullah konusunda yapıldığı ölçüde bir başka şeye terğib ve teşvik yapıldığını hatırlamıyorum. Aslında o, namazdan[28], cihada kadar her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.[29]
Zikrin tesir ölçüsü
Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde tesiri ölçüsündedir ki; sofîler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler.[30] Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derunlarındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir.
اَللهُ يَعْلَمُ أَنِّي لَسْتُ أَذْكُرُهُ وَكَيْفَ أَذْكُرُهُ إِذْ لَسْتُ أَنْسَاهُ
“Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!”[31] sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek olsa gerek.[32]
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي لَكَ ذَكَّارًا لَكَ شَكَّارًا لَكَ رَهَّابًا لَكَ مِطْوَاعًا لَكَ مُخْبِتًا إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا
وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الذَّكَّارِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الْمُخْبِتِينَ الْمُنيبِينَ
TAMAMLAYICI NOTLAR
*Aksiyonun, zikrin ve şahsi ubudiyetin önüne geçmesi durumunda aradaki dengeyi nasıl kurmak gerektiği ile ilgili bkz.: (Sohbet-i Canan s. 69, Zikir ve Aksiyon)
* Bu devirde i'lâ-yı kelimetullah vazifesinin bütün vazifelerden önde olduğu; ama bu vazifenin, Allah'ı (cc) sürekli anmadan, O'na sığınmadan ve her gün bir kere daha evrâd u ezkârla dolmadan yapılamayacağı için bkz.: (Kırık testi, s. 75-78)
* Salat u selam ve sünneti uygulama da Allah’ı zikretme demektir. “Efendimizi anma ve bazı şeyleri o yapıyor diye ve onun yaptığı gibi yapma da neticede Allah'ı anmaya dayanır. Efendimizi niye anarız Çünkü, O Allah'ın elçisidir. Hem O büyük bir elçi de değil, en büyük elçidir. Gelen bütün elçiler büyük elçilerdir; O ise, en büyük elçidir. Bir elçi kim tarafından gönderilmiş ise, onu temsil eder. Büyük elçiler kendi ülkelerinin cumhurbaşkanını temsil ederler. Reis-i Âlem, Mâlik-i Âlem, Hâlık-ı Âlem Allahu Teâlâ, Peygamberimizi bu dünya memleketine bir elçi olarak göndermiş mi, göndermemiş mi? Kimin halifesi ve kimin elçisi o zaman? Kimi temsil ediyor? Tabii ki, Allah'ın elçisi ve O'nu temsil ediyor. Öyleyse, Ona karşı bir hakaret de, bir ta'zim de Allah'a râcî olur. Bu açıdan Efendimiz'i anma da Allah'ı anma demektir. Ona salât u selam getirme ve Onun bir sünnetini uygulama da Allah'ı zikretme manasına gelir.” Bkz.: (Ümit burcu, s. 293-294)
* Her ne zaman bu zikir, emirleri yerine getirmeye ve yasaklardan da kaçmaya göre olur ise, hepsi zikre dahil olur. Hatta, şartlarına riayet edildiği takdirde, alışveriş dahi zikre dahildir. Şartlarına riayet edildiği takdirde, evlenmek ve boşanmak dahi zikirdir. Zira, emri veren ve yasak eden yüce Sultan, şartlarına riayet edilerek bu işler yapıldığı zaman; onları yapanın gözü önündedir; bu durumda gaflet mecali olmaz. (Mektubat-ı Rabbani, 359. mektup)
* Herkesin kendine göre virdi, zikri… “İmam Gazâli Hazretleri, İhya’sında herkesin kendine göre virdinin olduğunu ve hâllere göre evrâdın değiştiğini ifade etmektedir. Meselâ ilim adamının kitap mütalaa etmesinin, onu anlatmasının ve yazmasının, bir tüccarın da devamlı ticaret ile meşgul olup kazancının fazlasını tasadduk etmesinin daha makbul olduğunu belirtir. (Gazâli, İhyâ, 1/1008-1010) Aslında İmam Gazâli Hazretleri’nin söylediği bu hususu Üstad Hazretleri de fiilî dua sadedinde ele alarak değerlendirmektedir. Nitekim fiilî duayı yapmak, kavlî duayı terk etmeyi gerektirmez. Bu değerlendirmeler, me’sûr olarak bize intikal eden, Efendimize (sav) ait duaların ihmal edilmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır.” (Zaman, Akademi sayfası, 02.01.2004)
* Zikrin kalb üzerindeki etkisi. Bkz.,: Zaman, Akademi sayfası, 02.01.2004
* Enfal sûresindeki "Ey iman edenler! Herhangi bir muharip topluluk ile karşılaştığınız zaman sebât edin ve Allah'ı çok çok anın ki başarıya erişesiniz." (Enfâl sûresi, 45) âyetindeki Allah’ı zikrin nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili olarak 3 husus için bkz.: (Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar / Enfâl sûresi, 45. âyet)
* Şuursuz yapılan zikirler ile ilgili: “İ'lem eyyühe'l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş'ur husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye)
* “İkinci Mes'ele: Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkâr da eder.” (Lemalar)
* Bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber Lâ ilâhe illâ Hû der… gibi bütün kainatın zikrettiği Risale-i Nur külliyatında çok değişik yerlerde çokça işlenmektedir. Mesela bkz.: (On Yedinci Söz)
* Sızıntı, Eylül 1992, Cilt 14, Sayı 164.
[1] ZİKRE DAİR BAŞKA TARİFLER:
→ “Zikir, mümini Allah’a en seri şekilde yaklaştıran bir ibadet ve gaflet bulutlarını dağıtan en tesirli bir rüzgârdır. Zikir; anma-hatırlama ve insanın hayatı duyarak yaşaması ya da varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alması demektir.” (Prizma)
İmam Rabbani de “Zikir, gafletin tardından ibarettir.” der. (359. Mektup)
→ “Sofîlerce, Allah’ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada anılması ve tekrar edilmesi şeklinde anlaşılan zikir; anmak, hatırlamak, varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj almak ve O’nu ins-cin herkese ilan etmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ı mübarek isimleriyle yâd etmek, sıfât-ı Sübhâniyesiyle anmak, ef’âl-i ilâhiyesiyle hatırlamak ve “Allah şu işleri nasıl da bin bir hikmetle yapıyor” diyerek takdir ve minnet hislerini ifade etmektir zikir.” (Ümit Burcu)
→ “Zikir; anma-hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esma-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i Rabbaniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.” (Gurbet Ufukları)
→ “… İşte zikri, Esmâu’l-Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O’nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.” (Gurbet Ufukları)
[2] BEDEN, DİL VE KALBLE YAPILAN ŞÜKÜR:
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık mânâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalble, lisânla îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir. (“Şükür”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[3] KALB VE LİSANIN ZİKRİ:
Kuşeyri risalesinde lisan ve kalb zikri olarak geçmekte. (s. 221) Burada bu iki çeşide iki tane daha ilave edilmektedir.
[4] BEDENİ, KALBİ, VİCDANİ ZİKİR:
→ “Zikir, hem dil, hem kalb, hem beden, hem de vicdanla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı o güzel isimleriyle, kudsî sıfatlarıyla yâd etmek, O’na hamd ü senâda bulunmak ve tesbîh u temcîdlerle gürlemek, yerinde Kitab’ı okumak, yerinde de aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... dil ile yapılan birer zikirdir.” (Ümit Burcu)
→ “Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler’den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet’te kat’i bir şey yoktur. Fakat selef-i salihinden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lafz-ı celâl’i bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esma-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hâkim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.
Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde illallah” bazıları “Lâ meşhûde illallah” ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “lâ”dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek “illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla “Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “O’ndan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok, sadece O var.” manasını ifade etmesi açısından kâmil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilahe illallah”ta birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Rasulullah”la zikri bağlarlar.” (Gurbet Ufukları)
[5] LATİFE-İ RABBANİYE VE VİCDANIN RÜKÜNLERİ İLE ZİKİR:
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye” her birinin bir gayetü’l-gâyâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü’l-gâyâta sevk eder. (Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye)
[6] KÂİNATI TEMAŞA VE TEFEKKÜR VE KALBÎ ZİKİR:
“Allah’ın varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek ve basiret yoluyla uhrevî güzellikleri temâşâ etmek de bir kalbî zikirdir.” (Ümit Burcu)
[7] Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-Merfûa s.197; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/226.
BİR HATIRA:
Üstad, çıkıp dağa giderken hemen peşine polis ve bekçiler düşerdi, dağda ne yapacak diye... Dağda oturur, ibadet eder, eserlerini yazar, tashih eder ve dönerdi.
Sabahları erkenden evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Çok soğuk bir gündü, farkına varmadan sabah ezanından iki saat önce gitmiştim. Seccadenin üzerinde ibadet ediyordu. Mum ışığında, seherin soğuğunda, hazin bir sesle dua ediyor, için için yalvarıyordu. Ben heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali titreyerek, ürpererek seyrettim.
“Nihayet ezan sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan sesleri... Dönüp bana dedi: “Emin, sen çok büyük bir hata ettin! Kasem ederim, yemin ederim ki, benim bir vaktim vardır, o vakitte melâike de gelse, kati bir surette kabul etmem. Sen çok yanlış ettin. Bir daha böyle hareket etme, bu kadar erken gelme, ezan okunmayınca gelme!’ dedi.
‘Efendim affet, kusura bakma! Ay ışığı dolayısıyla vakti bilemedim. Erken gelmişim. Bir daha ezandan önce gelmem’ dedim. (Son Şahitler/Çaycı Emin Çayırlı)
[8] ZİKİRDE ZİRVE NOKTA:
“Zikirde zirve nokta başta “Latîfe-i Rabbaniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup-kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.” (Gurbet Ufukları)
→ “Ben mümin kulumun kalbindeyim.” Yani zikrin sükunu kalptedir. (Kuşeyri Risalesi)
→ “Kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d sûresi, 28)
[9] BEDENİ ZİKİR VE AKSİYON:
“Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.” (Sohbet-i Canan)
→ “İlâhî emir ve yasakları, kulluk adına yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir.” (Ümit Burcu)
[10] HAKİKİ VUCUD, BEKA VE ZİKİR:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hatta vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuasıyla temessük et ki, adem deryâsına düşmeyesin.” (Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye)
ZİKİRDE ISRAR:
… Otuz sene kırk sene demeden ısrarlı olmalıyız. Kendi darlığımızla değil, o tecellî-i ilahîyi kendi enginliği içinde anlamalıyız. (Kırık Testi)
[11] Bakara sûresi, 2/152.
[12] ZİKİR-FİKİR MÜNASEBETİ:
Zikrin fikirden daha etemm olduğu ile ilgili (bkz.: Ümit Burcu, s.285-286; Kuşeyri risalesi, s. 223)
- Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, (bu nevi) tefekküre yetişmek içindir. (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası)
[13]Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32), tevhid 35; Müslim, iman 39, cennet 5-6
[14] Bakara sûresi, 2/152.
[15]ANMAYA ANMA İLE MUKABELE:
“… Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, “Anın Beni ki anayım sizi!” (Bakara/152) buyurmaktadır. Yani biz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edeceğiz, O da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. biz duâ ve münacâtlarla O’nu mırıldanıp duracağız, O da icâbetle bize lütuflar yağdıracak.. biz dünyevî işlerimizin arasında O’nu unutmayacağız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek bizi ihsanla şereflendirecek.. biz yalnız kaldığımız dönemlerde de O’nunla dolup taşacağız, O da yalnızlıklara itildiğimiz yerlerde bize “Enîs u Celîs” olacak.. biz rahat olduğumuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceğiz, O da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. biz O’nun yolunda ihlâslı olacağız, O da bizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek.
Allah (cc) ayetin devamında “veşkürû lî ve lâ tekfürûn” buyurmaktadır. Yani, “Beni anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın, onlara karşı lâkayd kalmayın, görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede bulunun, nankörlük etmeyin” demektedir. Acaba, ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak ki, O’nu anmış sayılsak ve aynı zamanda O’nun tarafından da anılanlar sırasına girsek?” (Kırık Testi)
[16] EN BÜYÜK ZİKİR KUR’AN:
Tirmizî, Darimî ve bir kısmı itibariyle Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilen ve Kur’an-ı Kerim’i tarif eden hadiste geçen “ وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ - O hikmetli olan zikirdir.” ifadesinin açıklaması için (bkz.: Prizma, Efendimiz’in Tarifleri İçinde Kur’ân)
[17] Zikr-i celi ve hafi ile ilgili bkz.: (İzhar sevabı noksan eder mi? Ümit Burcu, s. 291-292)
[18] Müslim, iman 234.
[19] “الذكر ركن قوي في طريق الحق - Zikir hak yolunda en güçlü rükündür.” (Kuşeyri risalesi, s. 221)
[20] ZİKRULLAH YOLU EN EMİN YOL:
Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir. (Bediüzzaman, 29. Mektup 9. Kısım)
→ “Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile mârifet-i İlâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, mârifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası)
[21] Seriyy es-Sekatî: “Allah Teala Davud aleyhisselam’a şunu vahyetmiştir: “بي فافرحوا، وبذكري تنعَّموا - Benimle ferahlayın benim zikrimle nimetlenin’’ (Kuşeyri Risalesi, s. 225)
[22] Zikrin hasâisinden birinin gayr-i muvakkat olduğu hk (bkz.: Kuşeyri Risalesi, s. 223)
[23] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/136; ed-Deylemî, el-Müsned 2/404.
[24] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 30, 31; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 285-296.
[25] ZİKRULLAHIN VAKTİ:
“Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar.” (Âl-i İmrân sûresi, 191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah’a tahdid konmamıştır.” (Gurbet Ufukları)
[26] Âl-i İmran sûresi, 3/191.
[27] ZİKRİN TAHDİDİ:
“Zikir alanının genişliği ve yanık nağmeler” makalesinde şu ifadeler geçmektedir:
“Evet, demek ki, zikir için herhangi bir hususi mahal yoktur. Kuran’ı Kerim “kıyâmen, kuûden ve alâ cunûbihim” dediğine göre, demek ki insan ayakta, rüku’da, otururken ya da yatarken de Allah’ı zikredebilir. Nitekim, yatağa girdiğimiz veya uyumaya hazırlandığımız zaman, hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, elimizi başımızın altına koyup, sağ tarafımız üzerine uzandıktan sonra, “Allahümme inni eslemtü nefsî ileyk...” sözleriyle başlayan ve “Allah’ım, rahmetini umarak, azabından korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınılacak, Senden başka güvenilip dayanılacak yoktur. Allah’ım, indirdiğin Kitab’ına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allah’ım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru. Senin isminle ölür ve yine onunla dirilirim.” şeklinde kabaca mealini verebileceğimiz duayı okuyor ve yatarken de O’nu zikretmiş oluyoruz. O an başka şeyler söylememize de hiçbir mani yoktur. Mesela, Peygamber Efendimizin, Hazreti Fatıma ve Hazreti Ali’ye tavsiye buyurduğu gibi 33 kere “Sübhanallah”, 33 kere “Elhamdulillah”, 34 kere “Allahu Ekber” dememiz de mümkündür ve bu da bir zikirdir. Bundan dolayı, Allah’ın azameti, ululuğu ve üzerimizdeki hakları açısından zikrin zeminini Kitab’ın ve Sünnet’in genişlettiği ölçüde geniş tutmak lazımdır. Çünkü, Cenâbı Hakk’ın lütufları çok geniş dairede bize geliyor, çok geniş dairede O’nun ululuğunu görüyor ve nimetlerine mazhariyetimizi duyuyoruz.. duyuyor ve aynı genişlikte “Sübhânallah! Elhamdulillah, Allahu Ekber” demek geliyor içimizden.
Bu açıdan, zikir alanını da elden geldiğince geniş tutmamız gerekir. Yaptığımız her şeye O’nun adıyla başlayıp her işi O’nun adıyla bitirmemiz ve konuştuğumuz şeylerde de sözü evirip–çevirip O’na getirmemiz icab eder ki bu da bir mânâda zikirdir. Bu açıdan, zikir atmosferini korumanın zor olduğu, insanın cismâniyet tarafından tehlike vadilerine çekildiği yerlerde dimdik durup sürekli “Allah” demek, dil, beden ve kalble hep O’nu anmak çok daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır….” (Ümit Burcu)
→ “Bazen insan, tavır, davranış, hâl ve duruşuyla da bir yönüyle bir zâkir halini alıyor; adeta bir zâkir-ü sâkin ve sâmit oluyor...”
→ “Ayrıca, zikir alanını geniş tutma mevzuuna yolda yürüme, koşu bandına binme ve araba kullanma gibi günlük işlerinizi de dahil ederek mütemâdiyen Allah’ı zikretmeniz de mümkündür.
→ “Ashâb-ı kiram ve selefi salîhin efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı (cc) anıyor, O’nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, -teşbih caizse- adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’an ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı (cc) anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Resûlü (sav), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin.” deme lüzumunu hissetmişti.” (Sohbet-i Canan)
→ “Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde hak dostları zikrullahı, damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı (cc) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hazreti Ali Efendimiz der ki, “Ben Rasûlullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim.” Hazreti Ali için, belki de hayatının en önemli, en ciddi gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca Hazreti Ali’nin cevabı, “O gece bile terk etmedim.” şeklinde olmuştur.
“Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (cc) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekat verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu.. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban Bayramı’nda yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la (cc) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah’la (cc) münasebetlerimizde bir gevşeme hasıl eder, hafizanallah.” (Sohbet-i Canan)
→ Zikir alanı olmayan yerlerde “anmamanın anma olduğu” için bkz.: (Ümit Burcu)
→ Herkesin evrâd ü ezkâra ayıracağı bir zamanı olması gerektiği ve bu konuda hiçbir mazeret ileri sürmemek gerektiği, temsildeki yerlere göre evrad u ezkarı çoğaltmanın gerektiğine dair bkz.: (Fasıldan Fasıla, 3)
[28] NAMAZ İLE ZİKİR ARASINDAKİ BAĞLANTI:
→ “… Zikir ile namaz arasında sıkı bir irtibat söz konusudur. Hatta diğer ibadetlerdeki zikir, namazdaki zikrin yanında ancak, tâli bir mübarekiyeti hâizdir. Zaten o ölçüde Allah’ı hatırlatacak ve insanın görme, düşünme, anlama ve değerlendirme ufkundan gafleti izale edecek başka bir ibadet olsaydı, Allah, namazın yerine o ibadeti emir ve tavsiye buyururdu.” (Prizma)
→ Ayrıca “ve ekımi’s-salate lizikrî; Beni hatırlamak için namaz kıl” âyetiyle ilgili olarak ve oruçla kıyaslanarak “namazın bu çok güçlü hatırlatma tesiri, kat’iyen başka bir ibadette mevcut değildir.” denmektedir.
→ “Namaz, insanları günahlardan arındıran ve ondaki isi-pası temizleyen bir kurna gibidir. Her gün onda beş defa yıkananlar günahlarından arınır ve tertemiz hale gelirler. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.” âyeti, bu gerçeği delillendirmektedir. Bu âyetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekûn bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca âyet-i kerimenin sonunda, “Zâlike zikrâ li’z-zâkirîn; İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.” (Prizma)
[29] → “Belki cuma namazı veya hac gibi küllî ibadetlerde böyle güçlü bir tesirden söz edilebilir ve bunların hatırlatıcılığı önemli seviyede bir zikir sayılabilir. Ancak, bunlar dahi namaz gibi her gün ve aynı zamanda günde beş defa olmadığı için namazın yerini tutmaları mümkün değildir.” (Prizma)
→ “Öyleyse, bizim bütün ibadetlerimiz, zekâtımız, orucumuz, haccımız ve namazımız da birer zikirdir. Mesela, namaz, potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Namaz kılmak, Cenâbı Hakk’ın emrine bir riâyettir ama aynı zamanda Allah’ı anmaya da bir vesiledir. Kur’ân-ı Kerim, “Ve ekımi’s-salâte lizikrî-Beni hatırlamak için namaz kıl.” mealindeki âyetle bu hakikati hatırlatır.” (Ümit Burcu)
→ Ayrıca bkz.: Gurbet Ufukları, s. 174
[30] Muhammed el-Vasitî zikri şöyle tarif eder: “Zikir, gaflet meydanından müşahede fezasına huruçtur…”
[31] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/23
Beyhakî, bu sözün bir hikmet erbabından nakledildiğini belirtir:
أخبرنا أبو عبدالرحمن السلمي قال: سمعت أبا علي البيهقي يقول: سمعت أبا بكر الصولي يقول:
سألت بعض الحكماء من الأخ على الحقيقة. قال:
من تلقاه في الغيبة وتأنس بذكره في الخلوة وتعذره معذرة وتبسط إليه خفية ولا تخفي منه ما يعلمه الله منك وتأمن بغيبته كما تأمن بمشاهدته. وأنشدني في هذا المعنى:
إبلغ أخاك أخا الإحسان لي حسنا إني وإن كنت لا ألقاه ألقاه وإن طرفي موصول برؤيته وإن تباعد عن مثواي مثواه الله يعلم أني لست أذكره وكيف أذكره من لست أنساه.
Abdurrahman es-Sulemi, Ebu Ali el-Beyhakî’den şu bilgiyi nakleder: Ebu Bekr es-Sûli der ki:
Bir hikmet sahibine: “Gerçek kardeş kimdir?” diye sordum. Bana şöyle cevap verdi: “Kimsenin olmadığı zamanda yanında bulduğun, yalnız iken onu anarak ünsiyet kurduğun, özür dilemesini istemeden mazur gördüğün, korkmadan ona açılabildiğin, Allah’ın bildiği hallerini ondan gizlemediğin, olmadığı zamanlarda, olduğu zamanlar gibi ona güvendiğin kişidir.” Sonra şu manada bir şiir söyledi:
Güzellik kardeşi olan kardeşine benden güzellikler ilet
Onunla buluşmasam bile buluşmuş gibiyim
Gözüm her zaman onu görüyor gibidir
Benden çok uzaklarda olsa bile
Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum
Unutmadığım kişiyi nasıl hatırlayayım. (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/331)
[32] Ahmed en-Nûri: “Her şeyin bir ukubeti vardır. Arif’in ukubeti ise Zikirden inkıtâıdır.” (Kuşeyri Risalesi)
Sehl b. Abdullah: “Rabbi nisyandan daha kabih bir masiyet bilmiyorum.” (Kuşeyri Risalesi)