Kalp, (Çağlayan Dergisi, Nisan 2020)
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen hususiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; ruhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb ruhun gözü gibidir.
Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki mânâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibarıyla da bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibarıyla çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.i
Kalbin melekûtî buudu
İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi ruhanî bir latîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-i insaniye”ii filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir.iii İnsanın asıl hakikati de işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibarıyla “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu latîfenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir.iv Allah’a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve ilâhî mârifetin “mir’ât-ı mücellâ”sı olan hep bu latîfedirv.
Kalbin konumu
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen hususiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; ruhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb ruhun gözü gibidir. Basîret,vi kendi dünyasına göre onun nazarı; akıl ruhu; irade de iç dinamizmidir.vii
Maddi kalb ile Melekûtî kalbin alakası
Umumiyet itibarıyla biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu ruhanî latîfe cismanî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat, ister sâniyen ve bi’l-araz, ister kalbin faaliyeti açısından, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun, sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyü’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye”nin, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur.viii Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, ruh, akıl ve idrakin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.ix
Melekuti Kalbin en önemli hedefi
Kur’ân’da, dinî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci mânâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî de, bu mânâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Melekûtî kalbin fonksiyonu; âhize-nâkile
Kalb, iki yönü olan öyle nuranî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde ruhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nan esintileri meydana getirir.x
Melekûtî kalbin kalb ve ruh hayatındaki önemi
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. وَلٰكِنْ يَنْظُرُ إِلٰى قُلُوبِكُمْ -Allah sizin cisim ve suretlerinize değil, kalblerinize nazar eder.” (Müslim, birr33) fehvâsınca da, insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden, devam ve temadisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk:
أَلَا إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ؛ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ.
“Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.” (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkat 107) buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkatleri çekmiştir.xi
Kalbdeki nokta-i istimdad ve nokta-i istinad
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı, mahiyetindeki istinat ve istimdat noktaları itibarıyla her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhutî buudu nazara verilmektedir.xii İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle tercüme eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya, Kenzen bilindi dil madeninden.xiii Kalbin kıymeti
Böyle, mârifet-i ilâhiyenin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sâdık bir lisanı olması itibarıyladır ki, insanî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hak adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalbin korunması
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî-mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar.xiv Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir latîfedir. Kur’ân bize: رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) duasını öğütlemekte, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle:
اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ
“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!” (Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, duâ 2) tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.xv
Kalbin hayırlara köprü, vesvese ve dürtülere açık olması
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytanî ve nefsanî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzuunda da tehlikeli işlere alet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlarda da şeytanın zehirli oklarının hedefi hâline gelir...xvi
Kalbi hayatın düşmanları
Kalb, iman, ibadet ve ihsan ruhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı.. Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbahâ latîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için, onun, sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucubdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.xvii
﴿رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ﴾ وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ
i KALBİN BİR BAŞKA TARİFİ: Kalb dendiğinde ilk akla gelen, göğsün sol yanında, sol memenin altında, hem sinir hem kas esaslarını câmi; karıncıkları, kulakçıkları bulunan ve insan uzuvları arasında kendi kendine hareket etme özelliği taşıyan; atar ve toplardamarların kökü, merkez noktası; solunum ve akciğer hareketleriyle de ilgi ve paralelliği olan ve yürek de dediğimiz çam kozalağı şeklindeki malum organdır ama, biz burada, cismanî bu kalbden daha ziyade gönül de diyeceğimiz, vicdanın dört temel unsurundan biri sayılan, bütün duygu, düşünce, şuur, sezgi, idrak ve mânevî âlemimizin merkezi, “ruhanî ve ilâhî latîfe” olarak bilinen kalb üzerinde durmak istiyoruz ki, bizce insan hakikatinin özü, esası da işte bu kalbdir. (“Kalb ve Ruh Hayatı”, Beyan)
KALBİN BİR BAŞKA TARİFİ: Kalb, insan anatomisi açısından, göğsün sol tarafında sanevberî (çam kozalağı şeklinde), önemli, hayatî bir uzuvdur. Sürekli hareket halindedir ve adeta emme-basma pompası vazifesi gören bir dinamo mahiyetindedir. Maddî yapısı yanında, cesedin ruha kılıf olması misillü, o da batınî yanı ve bir latîfe-i rabbâniye olma keyfiyetiyle, hayvaniyet ve cismaniyet hususiyetlerinin üstünde, ruh ve sır ufkuna yükselmede bedene nispeten ikinci, sonraki mertebeler itibarıyla da birinci basamak konumundadır; sofîlerce de hakikat-i insaniye olarak yâd edilmektedir. O, maddî yanı itibarıyla insan bedeni için ne ölçüde ehemmiyet arz ediyorsa, latîfe-i rabbâniye unvanıyla onun manevî hayatı, terakkî ve tedennîsi, milk üstü melekûtla münasebeti açısından da bunun kat kat üstünde ehemmiyeti hâiz, muazzez bir mekanizmadır. Evet, maddî kalbin sıhhat ve salâhı insan hayatı için ne ölçüde önemliyse, batınî ve latîfe-i rabbaniye yanıyla da o, yaratılış gayesi adına bunun çok çok üstünde bir misyonu edaya namzettir. (“Kalb ve Latife-i Rabbaniye” Kalbin Zümrüt Tepeleri)
ii HAKİKAT-I İNSANİYE: İmam(İmam-ı Gazali) ruh konusunda Sünnî ulemânın önemli bir müdafii durumundadır. O, sık sık mahiyet-i insaniyede bedenden ayrı bir ruh bulunduğunu hatırlatır ve bu konuda sürekli tahşidatta bulunur. Bazen nefs-i nâtıka, bazen ruh, bazen nefis, bazen de kalb der ve yerinde bunlar arasındaki nüanslara da işaret eder; ama, hemen her zaman bu kelimelerle hep aynı konu etrafında döner durur ki, o da hakikat-i insaniyedir.
iii NEFS-İ NATIKA: Bazıları da nefsi, nefs-i nâtıka olarak ele almış ve farklı ad ve unvanlarla yâd edegelmişlerdir. Kimilerine göre o, ruhtan ibaret bir latîfe, kimilerince kalbin ta kendisi, diğer başkalarına göre de hakikat-i insaniyedir. Bir kısım sofiler ise “O, ruh-i mücerretten başka bir şey değildir.” şeklinde kesip atmışlardır. Bunlara göre ruhun bâtınî ve melekûtî yönü sır, sırrın üstü sırru’s-sır, onun ötelere açık mafevki ve maverası hafî, daha ötelere ait en derin ve idrak-i nâkâbil olanı da ahfâdır. (“Nefis-4”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
iv BİYOLOJİK RUH: Üçüncüsü; eskilerin ruh-u hayvanî dedikleri biyolojik ruhtur ki, ruh-u menfûh veya nefs-i nâtıkanın matiyyesi, ceset ile insanî ruh arasında bir iltisak unsurudur; buna ruhun izzet, letâfet ve nezahetinin ism-i Zâhir’e bakan bir perdesi de diyebiliriz. Nefha-i ilâhî olan ruha gelince o bir cevher-i mücerred olduğu gibi aynı zamanda mahlûkiyet çerçevesinde de bir mânâda münezzehtir. İnsanların, saadet ve şekavet arası gel-gitleri tamamen ruh-u hayvanî perdesine bağlı cereyan etmektedir. Öyle ki, eğer ruh-u menfûh müstakillen dinlenilebilse, ondan hep saadet nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Ruh-u insanînin hâkim olduğu kimselerde, ruh-u hayvanînin âlâm ve ızdırapları, ruh-u menfûh için birer terakki ve tekâmül vesilesidir. Aksine, ruh-u menfûh itibarıyla güçlü bulunmayanlar, tabir-i diğerle vicdanlarıyla diri olamayanlar Allah’la münasebetleri açısından ölü sayılır ve çektikleriyle kalırlar. Ruhun en önemli mekanizması vicdandır; vicdan ise Hak temâşâsına açık bir rasathanedir. (“Ruh ve Ötesi”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
v İDRAK EDEN, İDRAK EDİLEN 1: Gönül sözcüğüyle de ifade ettiğimiz bu latîfe, insanî kemalâta uzanan bir merdiven, cismaniyet âleminde ötelerin bir izdüşümü, insan bünyesinde ruhanî âlemlere açık en geniş kapı, benliğimizin şekillenmesinde biricik laboratuvar ve hayrın da, şerrin de en önemli bir test merkezidir. Bizim ruhla münasebetlerimiz, aklımızı olumlu istikamette harekete geçirmemiz, beşerî temayüllerimizi kritik etmemiz hep bu merkeze bağlı cereyan eder. İşte bu kalbdir ki, zamanla ruhumuzun gözü-kulağı hâline gelir; gelir de, nokta-i istinat ve nokta-i istimdat buudlarıyla sezgimiz onun bakışı, aklımız kritikçisi, iradelerimiz de sevk ve idarecisi olur.
vi BASİRET KALB MÜNASEBETİ 1: Sözlüklerin; idrak, fetanet, delil ve şahit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kamus ve târifât kitaplarında: “Kalb gözünün açıklığı, idrak genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme melekesi.” olarak tarif edilmiştir. (“Basiret ve Firaset”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
BASİRET KALB MÜNASEBETİ 2:Basiret; ilim ve tecrübe yanında meseleleri kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ele alma, analiz ve senteze tâbi tutma ve böylece onları başı ve sonuyla, önü ve arkasıyla değerlendirebilecek idrak genişliğine ulaşma demektir. Basar, maddî gözle eşya ve hâdiseleri okumak ise, basiret kalb gözüyle eşya ve hâdiseleri kavrayıştır. Bu açıdan basiret, insanın hem hak ve hakikati bulmasında hem de başkalarını hak ve hakikatle buluşturmasında ışıktan bir rehber konumundadır.(“Basiret Ha hu”, Yolun Kaderi)
vii İDRAK EDEN, İDRAK EDİLEN 2:Ceset bütün muhtevasıyla âlem-i halk’a ait insana bir emânet-i rabbâniye; kalb-i cismânînin ruhu mahiyetindeki latîfe-i sübhâniye ise, tıpkı ruh-u insan gibi zîşuur bir kanun-u emrîdir. Bu itibarla da Zât-ı Akdes’in münezzehiyetine münasip espri içinde, akıl, mantık ve muhakemeden daha ziyade bu latîfe-i sübhâniyenin ihsas ve ihtisasları sayesinde “Bildim!” mülahazası soluklana gelmiştir. Bu konuda, hassas bir marifet sarrafının, “Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak; kalb ve ruhun derece-i hayatiyesine yüksel!..” beyanı, lâl ü güherden bir anahtar mahiyetindedir. Öyle anlaşılıyor ki meseleye bu zaviyeden bakmayınca لَا يَسَعُنِي سَمَائِي وَلا أَرْضِي، وَلٰكِنْ يَسَعُنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ “Yer-gök ihâta edemez Beni, ama mü’min kulumun kalbi (bir meclâ, bir mazhar olarak) öyle değil.” ifadesi de anlaşılamayacaktır.(“Kendi Derinliğiyle Latîfe-i Rabbâniye -2”, Çağlayan Dergisi, Aralık 2017)
viiiKALB VE LATÎFE-İ RABBANİYE MÜNASEBETİ: Aslında bu rükünlerden her birinin bir zâhir bir de bâtın yanı, bir mülk bir de melekût çehresi, bir fizik bir de metafizik derinliği vardır. Latîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz “sadır” onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb;gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir “beyt-i lâhut”, “fuâd” da diyeceğimiz latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun “şağaf” dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli aşk u vuslat çatırtıları duyulur. “Sır” ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman latîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için şuur, idrak ve ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
ix GÖNÜL KALB MÜNASEBETİ 1: İnsan mahiyetindeki bu ruhanî kalbin, bedenî kalble, tıpkı cisim ve ruhun birbiriyle münasebetine benzer sırlı bir münasebeti vardır; ama, şimdiye kadar bu iki münasebetin keyfiyeti ile alâkalı net herhangi bir şey söylemek mümkün olmamıştır. Biz, prensip açısından bugüne kadar söylenebilmiş sözlerin hemen hepsinin bir mahmili olabileceğine açık durmakla beraber, şu anda bu kabîl bir teferruata girmeyi de gereksiz buluyor ve geçiyoruz. (“Kalb ve Ruh Ufku”, Beyan)
KALB GÖNÜL MÜNASEBETİ 2: Bu iki kalbin birbiriyle çok sıkı alâkası vardır ama, insanların çoğu bu alâkayı tam olarak anlayamamaktadır. Şu kadar var ki, insanın bedenine nispeten cismanî kalbi ne ise, ruhuna nispeten latîfe-i Rabbâniyesi de odur. Binaenaleyh nasıl ki, cismanî kalbin çalışması, vücuttaki bütün mekanizmaların fonksiyonlarını eda etmesine vesile olmakta, öyle de latîfe-i Rabbâniye de çalıştığı nispette insanın ruhanî hayatının yükselmesine, ruh plânında seyr-i ruhanisine, kemalâtın zirvesine tırmanmasına vesile olmaktadır. (Bir İ’caz Hecelemesi)
KALBE LATİFE-İ RABBANİYE DE DENİR: Emma ba'dü: Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmündeolan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca' etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za'fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir. (Bediüzzaman, Muhakemat)
xKALBİN ALICI VE VERİCİ OLMASI: Kalb ,”KULUB”’in çoğuludur. Esasen kalb, “yürek” ve “gönül” olmak üzere iki mânâda kullanılagelmiştir. Bunlardan biri, göğsün sol tarafında bulunan, atar ve toplar damarların merkezi olup kendi kendine hareket eden, ayrıca karıncık ve kulakçıkları bulunan, vücuda kan pompalayan, çam kozalağı şeklinde –eskilerin tabiri ile “sanavberiyyüşşekl”– cismanî kalbdir ki daha ziyade tıp ilminin meşguliyet alanı sayılan kalb işte bu kalbdir. Diğeri ise, başta Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve tasavvufta kastedilen, aynı zamanda latîfe-i Rabbâniye denilen kalbdir ki, “kalbsiz, yüreksiz, temiz kalbli veya kalbi çürük...” vb. sözlerle ifade edilen ve mahall-i mârifet olan esas kalb de budur. Keza, insan mahiyetinden hedeflenen, vicdanın duyuş ve sezişleri, kuvve-i akliye ve idrâkiyenin madeni, merkezi de işte bu latîfe-i Rabbâniyedir. Bu yönüyle kalb, insanın engin bir derinliğinin unvanıdır ve ruhun da santralidir. Cismanî kalb, insan vücudu için hayatî bir uzuvdur; bunun yanında o, insanın maddî yapısını mânevî yapısıyla irtibatlandıran, onu uyaran ve yerinde düğmesine dokunuyor gibi beden-ruh münasebeti çerçevesinde onunla münasebettar olan çok fonksiyonel bir mübarek organdır. Evet, yapısı itibarıyla bir çam kozalağı şeklinde olan bu cismanî kalb, latîfe-i Rabbâniye denilen mânevî kalbimiz için âdeta bir anahtar ve bir düğme mahiyetindedir. (Bir İ’caz Hecelemesi)
xiKALBİN HİZMETÇİLERİ: İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır. Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacer-ül Esved'in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacer-ül Esved'e muhafaza için tevdi ettirir. (Mesneviye-i Nûriye)
xiii NOKTA-İSTİMDAD: Sual- Bu âyette kalbin sem' ve basara takdimindeki hikmet nedir?
C- Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
İhtar: Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet nasılki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır. (İşârâtü’l-İ’caz)
NOKTA-İ İSTİMDAD VE NOKTA-İ İSTİNADIN TATMİNİ:
Hatalı yaklaşımlar ve yapılması gereken:
İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakîkî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat, gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hadisesi olarak görüp, fayların kırılmasına bağladık. Oysaki Allah, hikmetinin gereği, dünyevî icraatine bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hadisenin müsebbibi, yaratanı haline getirilirse, artık bu hadiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey kalmaz. Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hadise olarak izaha kalkıştığımızda, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan böyle biri, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır. Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azminden hiçbir şey eksiltmeyen, onun rûhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiç bir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği işte bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir. Evet, hakîkî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz; aksine onu, bir icraat-ı İlâhiye olarak hayranlıkla seyreder. İnsan, böyle bir felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu onda bir korku meydana getirmeyecektir; getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve onu kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. O, ister bir hastalık, ister bir felâket, musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelmeden kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve asla değişmez. Asıl hayat, Âhiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, “günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır” diyerek, sabrın ötesinde hattâ şükürle karşılar ve: “Ecelim seninle ise, Âhiret’e gidiş biletim sen isen, hoş geldin; benim şehid olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın” diyerek, kalb huzurunu seslendirir. (Amerika’da Bir Ay)
NOKTAİ İSTİNAD VE İSTİMDAD VE AHİRETE İMANIN FAİDESİ: O Hâlık'ıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler, düşmanlıklarını terkettiler; ağlattıran hazîn haller, beni neş'elendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat'î bürhanlarla da isbat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil'âhiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; değil küçücük ve muvakkat, kısa, dünyevî ahbablara karşı arzu ve rabıtalarıma, belki ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünki bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında hadd ü hesaba gelmez san'atlı, şirin nimetlerini, her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cennet'i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm'in rahmetine iman ile istinad edip, intisabını bilen elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki; en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip idame eder. (Lem’alar)
القلب ملك، وله جنوده؛ فإذا صلح الملك صلح جنوده، وإذا فسد الملك فسدت جنوده
“Kalp hükümdardır, onun birtakım askerleri vardır. Hükümdar düzgün olunca askerler de düzgün olur, bozuk olunca askerler de bozuk olur.” (Câmiu’s-Sağîr)
KALB LETAİFİN KUMANDANI: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır. (Sözler)
KALB HARİTASI: Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbibinler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. (Mektubat)
KALBİN VÜS’ATİ: Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir. (Lem’alar)
KALBİN GENİŞLİĞİ: İkincisi: Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan; kalb, cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. (Lem’alar)
xv KALBİN KORUNMASI: Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılaraçeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür,sıkışır, ağırlaşır… Bunun neticesinde de kalb, duygu ve latîfelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O hâlde “Siz” diyor,“Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.” Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın.Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayetnormaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çokmühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez.Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken birdüşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (celle celâluhu) yaklaşmaistikametinde atılmış ilk adımlardandır. (“Ledünnî Meseleler”, İnancın Gölgesinde)
KALBİ HAYATIN KORUNMA YOLLARI: Latîfe-i Rabbâniyenin temizliği ve pâk kalması, ahlak-ı rezîleye karşı kararlı durmaya, ubûdiyet ve ubûdet hassasiyetine, her zaman O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmeye, hayatı temkîn yörüngeli sürdürmeye, kendini küçük görmeye, kulluğunda ihlaslı olmaya, oturup-kalkıp hep rıza soluklamaya ve dahası bunları tabiatının bir derinliği haline getirmeye bağlıdır. Evet, bütün bunlar ve emsâli hususlar, gönül dünyasını ilahî tecelli ve teveccühlere açık tutma adına olmazsa olmaz esaslardandır. Zira o latîfe-i rabbâniye, Hakk’ın tecellisi adına bir meclâ-i hâss-ı ilâhî, bir beyt-i nazargâh-ı celâl ve vasıta-i inşirah-ı cemâldir. İşte bu yüce maksatlar için fevkalâde donanımlarla insan irade ve düşüncesine emanet edilen bu latîfe, şayet şeytânî ve nefsânî kirlerle kirlenir ve hikmet-i vücudundan cüdâ düşerse, dünya ve ukbâ hızlânı kaçınılmaz olur. İradesinin hakkını verip bu meclâ ve beyti pâk ve teveccühlere açık tutanları ise, o beytin gerçek sahibi “mak’ad-ı sıdk” âlî makamı lütfuyla lütuflandırır ve bunlar ettikleriyle “Kudret Sahibi, mülk ü melekûtu yücelerden yüce Allah maiyyetine ermiş olurlar.” (Kamer, 54/55)
Kalbî hayatın diriliği ve onun sürekli ruh ufkuna müteveccih olabilmesi -sebepler açısından-öncelikle Hakk’a tahsis-i teveccühte bulunarak ona bir mir’ât-ı mücellâ nazarıyla bakıp bu latîfe-i rabbâniyeyi asla ikilem içinde bırakmamaya vâbestedir. “Allah, insanın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) ayeti de zannediyorum delaletlerin bir türüyle bunu hatırlatmaktadır. Evet, kalb işte böyle bir tecelligâh-ı ilahîdir ve “bî kem u keyf” Hakk’ın kâinatlara denk bir meclâ-i etemmidir. (“Kalb veya Latîfe-i Rabbâniye”, Çağlayan Dergisi, Ekim-2017)
xvi KALBİN DÜRTÜLERE MARUZ KALMASI: Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mes'uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: "Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir." O bîçare adam, ye'se düşüp, helâkete gider. (Lem’alar)
Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.(Lem’alar)
xvii KALBİN TECELLİLERE KAPANMASI:“Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler.” (Mutaffifîn, 83/14) âyetini açıklama sadedinde Resûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte, Kur’ân’da Yüce Allah’ın ‘Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ (Mutaffifîn, 83/14) âyetinde bildirdiği pas budur.” Evet, manevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke veya pas, Allah’tan gelen tecellilerin mahiyetimize tam aksetmesine mâni olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddî olarak düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekânda kayıldığını ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmanız iktiza eder. Fakat yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme; sürekli tedbirli, temkinli yaşama; tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli ona ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep onun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa, kat’iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma, iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah’ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez. (“Nefis ve Vicdan Mekanizması”, Kırık Testi)
MÜZAKERE SORULARI- Kalb hangi kelimelerle anılır?
- Maddi kalbin özellikleri nelerdir? Kalb tarif edilirken bunlar niçin detaylı olarak izah edilmiştir?
- Farklı kalb tarifleri arasındaki nüanslara bakıldığında kalb, gönül, yürek, şağaf, fuad kelimeleri hangi manalara hamledilebilir?
- Kalb, kalb hayatı, kalbi hayat, kalbin dercat-ı hayatı ifadeleri kalbin hangi buuduna bakmaktadır?
- İnsanın ruh yapısında kalb nasıl bir konumda vazife görmektedir?
- Maddi kalble mekekutî kalb arasında ne gibi irtibat ve alakalar vardır?
- Kalb makalesinde kalbin gayetü’l-gayesi, yani nihai hedefi ifade edilirken neler zikredilmektedir?
- Kalbin kalb ve ruh hayatındaki önemi ve fonksiyonu nedir?
- Kalbde bulunan nokta-i istimdad ve nokta-i istinad hisleri nedir? Kalbi hayatla nasıl bir münasebeti vardır?
-
Makalede Kalbin Allah ve kul nezdindeki konumu ve değeri için neler ifade edilmiştir?
-
Kalb ve kalbî hayatın korunması için nelere dikkat edilmelidir?
-
Kalb mülk ve melekut arasında nasıl bir vazife görmektedir?
-
Kalbin maruz kaldığı saldırılar nelerdir? Bunlara karşı nasıl bir önlem alınmalıdır?