Said Nursî Düşüncesi; Çağdaş Bir Yaklaşım
Bediüzzaman, kâh kendi nefsine yönelir ve onu iman ile arındırmaya çalışır; kâh bir Nur talebesiyle sohbet ederek onu irşad eder; kâh sapık düşüncelerden etkilenen bir Müslüman'a seslenir; kâh toplumu ve bütün ümmeti ilgilendiren problemlere değinir.. O, Risale-i Nur'da ikame ettiği düşünce yapısını belli esaslar, temeller üzerine kurmuştur.
Yazar: Dr. Muhammed Rüşdi Ubeyd
Risale-i Nur üzerinde kapsamlı ve metotlu bir çalışma yapan herhangi bir araştırmacı, çok açık bir gerçekle yüz yüze gelir: Bediüzzaman Said Nursî, iman hakikatlerinin zihinlerde ve kalplerde tespiti ve insanların ıslahına yönelik yazdığı Risaleler’de, İslâmî düşüncenin meselelerini, etraflı ve bütün derinliğiyle ele almıştır. Bu eserlerde aynı zamanda, İslâmî şahsiyetin tekrar bina edilmesi, İslâm toplumunun yeniden yapılandırılıp, üzerine düşen mesuliyeti yerine getirebilmesi üzerinde durulmuş, Türkiye'de ve dünyada Müslümanların inancını ve birliğini tehdit eden tehlikeler gösterilmiş ve bu tehlikelerden nasıl kurtulabileceğine yönelik görüşler ortaya konmuştur. Bediüzzaman'ın yeni bir yaklaşımla ve çağın şartlarını nazara alarak teklif ettiği çözüm yolları, Kur'ân'a, Sünnet'e ve kendi içtihatlarına dayalı olarak tespit ettiği hükümler, tazeliğini ilk günkü gibi korumaktadır. Bu araştırma, Bediüzzaman'ın tespit ettiği problemleri ve orijinal düşünce yapısıyla bu problemler için teklif ettiği çözüm yollarını öğrenmek isteyenlere ışık tutacaktır.
Risale-i Nurlar, müellifin içtihadî görüşlerini de ihtiva etmesine, onun yaşadığı zaman ve mekânın özelliklerini taşımasına, telif süresince yazarının yaşadığı psikolojik, sosyal ve ilmî şartları aksettiriyor olmasına rağmen, hayatiyetini ve tesirini hiç kaybetmeden korumaktadır. Bunun sebebi, bu eserlerin, öncelikle Allah'ın Kitabı Kur'ân'a dayanması ve insanların ihtiyaçlarına çözümler üretiyor olmasıdır.
Bediüzzaman, kâh kendi nefsine yönelir ve onu iman ile arındırmaya çalışır; kâh bir Nur talebesiyle sohbet ederek onu irşad eder; kâh sapık düşüncelerden etkilenen bir Müslüman'a seslenir; kâh toplumu ve bütün ümmeti ilgilendiren problemlere değinir.. O, Risale-i Nur'da ikame ettiği düşünce yapısını belli esaslar, temeller üzerine kurmuştur. Bu esaslar, İslâm toplumu ve insanlık için yeni mesajlar ihtiva etmesi açısından son derece önemlidir. Diğer yandan, Bediüzzaman, bütün dikkat ve gayretini bu esasların tesisine harcama noktasında yalnız da değildir. İslâm dünyasında pek çok düşünür, kısmen farklı şartlar altında bulunmalarına, kısmen de farklı kavramlar üzerinde yoğunlaşmış olmalarına rağmen, onunla yer yer yakın, yer yer aynı paralelde fikir yürütmüşlerdir.
Bu araştırmada ayrıntılı olarak ele alacağımız söz konusu esaslardan en önemlilerini başlıklar hâlinde şöylece sıralayabiliriz:
1-İmanın temellendirilmesi.
2-İslâm şeriatının ana hususiyetlerinin açıklanması, aleyhinde öne sürülen şüphelerin izalesi.
3-Batı medeniyetiyle İslâm medeniyetinin karşılaştırılması.
4-Kevnî kanunları anlama ve bunlardan istifade etmeye davet.
5-Tecrübî (müspet) ilimlerde araştırma yapmaya teşvik.
6-Maddî alanda çalışmalar yapmaya teşvik.
7-İslâmî kardeşlik ve birliğe çağrı.
8-Aslî değerlerle muâsır değerlerin birbirleriyle tevfiki (bağdaştırılması).
9-Müslüman ferdin ahlâkî yapısının yenilenmesi.
10-Müslüman’da güzel duyguların ortaya çıkarılması.
1-İmanın Temellendirilmesi
Bediüzzaman'ın, bu zamanda Ehl-i İslâm için en mühim tehlike, fen ve felsefeden gelen dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir[1] şeklindeki tespiti çok isabetli ve yerindedir. Onun bu tespitindeki isabet, teşhisindeki incelik, son asırlarda fen ve felsefenin Müslüman ferdin imanı üzerinde yaptığı tahribat ve kalbinde, zihninde açtığı yaralar dikkate alındığında daha iyi anlaşılabilir. Özellikle lâikliğin, siyasî saha ile sınırlı kalmayıp, bütün fikrî ve içtimaî meselelere şamil sosyal bir düzenmiş gibi kabul edilip uygulandığı ülkelerde bu tahribat, hayatî değerler üzerinde darbe tesirleri yapmıştır.[2] Modern inkârcı felsefenin insan aklı ve vicdanına koyduğu düşünce ambargosuyla tüm insanlık karşı karşıyadır. Garaudy, İslâmiyet'in öngördüğü iman anlayışına insanlığın duyduğu ihtiyacı şu şekilde açıklıyor; "İlmi hikmetten ve imandan ayırmayan bu anlayışın yeniden ihyası ve neşrine veya aklın onu kâmilen kavrayabilmesine, tarihte hiçbir zaman bugün olduğu ölçüde ihtiyaç duyulmamıştır. Bu, beşeriyet hayatında gelinen yeni bir dönemin göstergesidir."[3]
Garaudy'nin sözünü ettiği ihtiyaç, günümüz Batı dünyasında birçok yazar, düşünür ve filozof tarafından telif edilen ve İslâm âlemine tercümeler yoluyla ulaşan kitaplarda açıkça teyit edilmektedir.[4] İmanın, Kitap ve Sünnet'te İslâm'ın özü olduğunun vurgulanması, tanınmış bazı Batılı şahsiyetlerin Müslüman olma sebeplerindendir. İslâm'ı kabul eden ve "Rehber İslâm" kitabının müellifi olan Alman Dr. Murat Hofman şöyle diyor: "Bilim, akla nihayetsiz sorular yüklüyor ve her geçen gün sel gibi artan bu sorulara belirgin bir cevap getiremiyor. Dinden uzak bir tecrübe ve deneye dayalı tabiî ilimler, dinin boşluğunu doldurmaktan, özellikle dinin fıtrî ölçüler çerçevesinde ortaya koyduğu gayeleri gerçekleştirmekten âcizdir. Dini devre dışı bırakma düşüncesi, sonradan ortaya atılan, dar ufuklu bir yaklaşımdır. Nitekim bu durum, düşünceler üzerinde bir müddet hâkimiyet kuran Darwinizm'in yerle bir olması ve Freud, Karl Marx düşüncesiyle birlikte, kadîm materyalizmin son bulmasında açıkça kendini göstermektedir."[5]
İlmin, sınırlarını itirafından,[6] gayba imana duyulan ihtiyacın ilânından ve ilmin gurur zincirlerini kırarak hürriyetine kavuşmasından çok önceleri Said Nursî, Müslüman ferdin dünyasını ve semasını kaplayan şüphe bulutlarını dağıtan Kur'ânî imanı takdim etmiştir. Allah Teâlâ'ya, Esmâ-i Hüsnâ'sına, rubûbiyetine, ulûhiyetine, gönderdiği Mukaddes Kitaplarına, enbiya ve resûllerine, haşre, kıyamet gününe, âhirete ve meleklere inanmanın zarureti üzerinde ısrarla durarak, bunlarla ilgili Kur'ân âyetlerini asrımızın anlayacağı şekilde açıklamış ve bu iman esaslarını akıl ve kalbe nakşederek, imanın fikrî temellerini kurmuştur.
Bediüzzaman, "taklidî iman" sahiplerinin, materyalist ve lâik felsefenin attığı şüphelere karşı koyacak güçlerinin olmadığı görüşündedir. Kur'ânî burhanlardan, ilmî delillerden ve aklî hüccetlerden uzak olunması hâlinde, bu cepheden gelecek çok etkili ve kuvvetli şüphe taarruzları karşısında zaafa uğranılacağı açıktır. Bu sebeple Bediüzzaman, taklidî imanın yerine "tahkikî iman"ı esas alarak, imanın arttırılması (kuvvetlenmesi), yenilenmesi ve takviyesi için çağrıda bulunmaktadır. Şüphesiz iman, taklidi ortadan kaldırır.[7] Çünkü imanın, Kur'ân olarak tecelli eden vahiy ve akıl üzerine kurulması gerekir. Bediüzzaman'ın üzerinde ısrarla durduğu bu türden düşünceleri, nispeten İmam-ı Rabbânî'nin kitaplarında ve tasavvuf anlayışında da bulmak mümkündür.
Said Nursî, nefse, düşünceye, hayata, toplum hayatına, tarihe ve kadere tesiri bakımından imanın zaruretini her fırsatta dile getirmektedir...
Mümin, sahip olduğu dünya görüşüyle imtiyaz kazanır ve onun hayatı, iman-ı yakinî/tahkikî/kâmile ile aydınlanır. Ehl-i dalâlet ise, dünyayı, bir vahşetzar, dehşetli bir ademistan (yok oluş yurdu) ve bütün geçmiş asırları, mahvolmuş, yok olup gitmiş bir mezaristan olarak görür.[8] Müminin dünyaya bakışı ve değerlendirmesi ise şöyledir: Dünya, baştan sona anlamlı, canlı ve bizimle münasebettar bir memleket-i rabbâniyedir.[9]
"Varlık kafileleri nereden geliyor, nereye gidiyor? Bu dünya hayatına gönderilişlerindeki maksat nedir? Bu yolculukta rehberleri kimdir: Ölümün onlardan istediği nedir?" Tarih boyunca insanın sorduğu ve felsefenin de, tecrübî ilmin de bir türlü cevap veremediği bu dehşetli soruların cevabı ancak Kur'ân'da bulunabilir. Bediüzzaman, bu cevapları vermiş, cevapların temeline ise, iman hakikatlerinin inkişafını ve sırr-ı tevhide ulaşmayı koymuştur.[10]
İmanın sağladığı Kur'ânî ışık altında kâinat bir mümine şöyle görünür: O, birer vazifedâr suretinde birbiriyle konuşan, birbirinin imdadına koşan; insanlara, cinlere ve meleklere hakikî, nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren, "Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamdederek tesbih etmesin. Ancak siz, onların tesbihlerini anlamazsınız."[11] âyetinde beyan edildiği üzere, Yaratıcısını şükür ve hamd ile tesbih eden bir varlıklar topluluğudur. Kâinatı bu şekilde gösteren iman, âlemi mânâsız, kasvetli, başıboş, tehlikelerle dolu ve düşman şeklindeki görünümünden kurtarır.
Ehl-i dalâlet ise, geçmiş zamanı elemli ve mahvolmuş bir mezaristan[12] olarak görür. Oysa Kur'ân, insanlık tarihini mümin için ibretlerle dolu, hayattar, hayır tablolarıyla bezenmiş olarak takdim eder. Kur'ân, kâh bizi mâziye götürerek, kâh mâziyi günümüze getirerek, her asra ve her tabakaya yüksek bir i'câz ile ders verir.[13] Bediüzzaman'ın tarihe bakış açısı da, tabiî ki Kur'ân'daki gibidir. Müslüman, tarihe yönelip onunla arasındaki bağları kuvvetlendirebilir, onda gerçekleşen olayları gözünün önüne getirebilir, olaylardan ibret alıp, dersler çıkarabilir; kötüleri değil, iyi ve doğru davranışta bulunanları örnek alabilir, değerli, kahraman şahısların takipçisi olabilir.
İnsanın psikolojik hayatında da imanın bereketini gün yüzüne çıkaran Bediüzzaman'a göre bu iman, insanın kadere bakış açısını değiştirir. Mümin olmayan bir insan, kaderden, geleceğinden korkup dehşet duyarken, geleceğin karanlık görünmesi onun ruhunda sıkıntı, ızdırap ve boğucu bir daralma meydana getirirken, kadere iman, mümine nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhân kazandırır; emn ü eman verir ve onda inşirah-ı sadra yol açar.[14]
İman, insanın elem verici hâdise ve vâkıalara bakışını da değiştirir; insanın bunlar karşısında duyduğu hisleri tâdil ederek, denge sağlar. Bunun yanısıra, elemdeki hikmetleri görmeye, elemin yol açtığı kevnî ve hayatî neticeleri düşünmeye yardım eder. "Zîhayatlara âlâm ve mesâip ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücut teceddüt edip, zülûmât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor."[15] Zâhiren musibetli ve elemli hâdiseler, kâinatta cereyan eden olaylar, iman gözüyle bakıldığında, hayat, canlılık ve yenilenme getiren birer gereklilik olarak görünür. Bu da, ruhta elemin, imana ve ahlâka menfî tesirde bulunabileceği bir alan bırakmaz; bıraksa da, çok dar bir alan bırakır: "Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hatta en büyük lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."[16]
Elemler ve musibetler, neticede zevke inkılâp eder; "hakâik-i nisbiyye"nin idrak edilmesini sağlar; "nukûş-u Esmâ-i Hüsnâ"nın fehmedilmesi ve zevk edilmesinde kendini gösteren imanî gayelere ulaştırır.[17] İlmî açıdan ise, kesret dairesinde, yani sayısız eşyanın cilvelendiği şu şehadet âleminde, değil küllî varlıkların, bütün cüz'î varlıkların bile en küçük hâllerinde tevhide, rabbânî tecellilerinin cemal ve kemâline işaret etmekle, bu tecellileri bilinir ve anlaşılır kılar.[18]
Bediüzzaman, fikrî dalâlete düşen ve bu şekilde kendini kaybeden, şirk ve küfre yuvarlanan aklın, geçmiş zamanın elemlerini ve gelecek zamanın korkularını insanın başına üşüştüren meş'um ve sebeb-i tâciz bir âlet-i belâ olacağı uyarısında bulunur.[19] Buna mukabil iman, tevhid, sabır, şükür, rıza, yakîn, tevekkül, Allah'ın emrine boyun eğme gibi kalbî ameller üzerinde hassasiyetle durarak, fikrî bunalımları tedavî eder. İmanın olmaması durumunda şefkat ve merhamet duyguları, insanı eleme sevk eden iki sebeptir. İnanmayan birisi için beşeriyetin ve hayata mazhar diğer canlıların başlarına gelenler birer ezâ, şer ve yokluk olarak görünüp, ona elem ve tasa verir. O, mâziye bakar, onu büyük bir mezar şeklinde görür; hâl, kefeni; istikbal, karanlık ve dehşetli bir hiçlik olarak görünür. Yukarıya bakar, cesedini; aşağıya bakar, toprağa karışmış kemiklerini görür.[20] Yerine sarf edilmeyen muhabbet de, insan için elemli bir musibet hâlini alır. Eşyanın zevali ve ölümü, insana azap verir. Ne zaman ki mümin tevhid sırrını keşfeder, o zaman, şerlerin, ölüm ve zevâlin esrarını ve hikmetini tam olarak anlayabilir. İmanî bakış açısıyla şer, hikmetten hâlî olmayan cüz'î ve ârızî bir durumdur. Ölüm, "hayat-ı bâkıyenin mukaddemesi"dir.[21] Zevâl-i eşya ise, "sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsâldir, bir tazelenmektir."[22]
Bediüzzaman, imanın içtimaî hayattaki rolüne de temas ederek, onunla içtimaî bağların sağlanacağı, kuvvetleneceği görüşünü savunur. Çünkü, "tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikat dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder."[23]
İman, müminin kalbini, şuurunu ışıklandıran, görüşünü ve basiretini artıran, içtimaî şuurunu parlatan, sıkıntılarını ve zulümâtı dağıtan bir nur-u Kur'ânî'dir. O, insanın önünde kevnî ve içtimaî çok geniş ufuklar açar. Özellikle içtimaî açıdan, beşeriyet arasında "sayısız vahdet alâkaları" olduğunu gösterir. İnsan, imanla, kardeş olarak baktığı insanlara sevgi, saygı ve şefkatle yaklaşma anlayış ve duygusunu kazanır. "Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır."[24]
Hayata, ondaki zorluklara ve çeşitli hâdiselere bakış, Risale-i Nur'da, münkir ve müşrik ile âbid bir müminin bakış açılarının mukayesesiyle ele alınır.
Birincisi, kâinatta ve hayatta var olan gizli gayeleri görmez ve inanmaz. Tam bir itaat altında ve belli maksatlar istikametinde imrar-ı hayat eden canlıları câmid, ruhsuz, fânî, vazifesiz, mânâsız, yokluğa mahkûm; hâdiselerin herc ü merci altında ve inkılâpların fırtınaları içinde yokluk karanlıklarında yuvarlanan perişan topluluklar olarak telâkki eder; onları öyle görür, öyle olduklarına itikat eder. Sürekli çalışan ve bir başka, ebedî hayat adına devamlı üretimde bulunan muhteşem, muntazam bir fabrika mahiyetindeki hayat, şu âlem ve ondaki canlılar, ona mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, ayrıca karmakarışık tesadüflerin, sağır tabiatın ve kör kuvvetin oyuncağı; dünya bir matemhane, hüzüngâh ve zîhayatın mezbahası şeklinde görünür.[25] Mümin ise her bir şeyi, "Sâni'nin sanatını nihayetsiz ehl-i takdire câzibedarâne teşhir eden, kıymettar bir mu'cize-i kudret ve bir ilânnâme-i hikmet" olarak idrak eder ve değerlendirir.[26] Onun nazarında her bir varlık; "mânidâr, ilâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütâlâa ederler."[27]
2-İslâm Aleyhinde İleri Sürülen Şüphelerin İzalesi
Bilhassa son asırlarda donukluk, kusur, noksanlık ve geri kalmışlık ithamlarına maruz kalmış İslâm'a yönelen hücumlar karşısında Bediüzzaman, onu müdafaa zaruretini duymuş ve dasitanî bir müdafaa ortaya koymuştur. Bir defa bu müdafaa, boş, yanlış ve ömrünü tüketmiş bir şeyin müdafaası değildir. İslâm'a yöneltilen suçlamalar, asla İslâm'dan değil, kendilerini ona nispet edenlerin cehaletinden, gafletinden, onun kadrini gerçek anlamda takdir edememelerinden veya onu beyan ve neşirdeki zafiyetlerinden kaynaklanan kusurlardır. İşte Bediüzzaman, bu konuda bir yanda gerçekleri ortaya koyarken, diğer yanda, bunları bahane ederek İslâm'a saldıranların samimiyetsizliğini teşhir etmiştir. Ona göre İslâm, sıbğa-i rabbâniye olarak, Müslüman'ın fikrî ve ruhî hayatını tanzim eden kâmil bir yoldur. Müslümanların bütün meselelerinde ve işlerinde müracaat ettikleri tek kaynaktır. İslâm, aynı zamanda "muallim-i ukûl” (akılların muallimi), "münevviru'l-kulûp” (kalplerin aydınlatıcısı), "mürebbi ve müzekki-i nüfûs” (nefislerin terbiyecisi ve temizleyicisi)dir.[28]
İslâm Şeriatı ise, "çok dakik kanunları" ve adaletiyle tanınır;[29] çünkü "hak ve adalet üzere kaim"dir.[30] Tarihî bir gerçektir, çünkü "on dört asırdan beri, muhtelif kavimlerden olmalarına rağmen insanlığın beşte birini bir araya getirmiş"[31] ve bunların ekseriyet-i mutlakasına saadet bahşetmiştir. Aynı zamanda, günümüzün medeniyetiyle temel dayanaklar, hedef ve kaynak açısından farklıdır. İslâm, Kur'ân'a, o da Allah'a dayanır. Söz konusu medeniyetin temelinde ise Roma dehası vardır. Bu ise, nefse ve cisme bakar, tabiata girer, nefsi tarla eder, şeytanın simasını beşerde gösterir.[32] İslâm Şeriatı ise, fâniliğe meydan okuyan bir şeriat-ı hâlide (sonsuz kanun)dir. Kur'ân, "her asırda taze, yeni nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor.. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat, Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor."[33]
Kur'ân'ın nasslarından, vücûhundan, işarât ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye’nin kemal-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resâneti; Kur'ân'ın hakkaniyeti için cerhedilmez bir şâhid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhân-ı kâtı'dır.[34] Bizzat beşer karihasından çıkan sistemlerin ve yine insanlarca tahrif edilmiş dinlerin, fert ve cemiyetin maslahatını dengeli bir şekilde sağlayabilmekten ne kadar uzak oldukları düşünüldüğünde, Kur'ân ahkâmının önemi daha bir anlaşılır.
Bediüzzaman, bu konuları açıklarken, aleyhte saldırılara da cevaplar vermiş; hicap, zekâtın emredilip, faizin haram kılınması, mirasta kız ve erkek evlâtlara verilecek miktarlar ve benzeri konulardaki ahkâm-ı şer'iyenin hikmetlerini açıklamış, bütün Kur'ân hükümlerinin "ayn-ı hak ve mahz-ı adalet" olduğunu göstermiştir.[35]
Aynı hassasiyetle itikadî konulara da yer veren Bediüzzaman, Hazreti Âdem'in (aleyhisselâm) Cennet'ten çıkarılışı,[36] şeytanların varlığı,[37] iyi insanların ve günahsız mahlûkatın tabiî âfetlerde ölmelerinin hikmeti[38] vb. hususlarla ilgili şüpheleri de izale etmiştir.
Bazı tasavvuf ehli tarafından tarikat ve şeriat kavramlarının karıştırıldığına dikkatleri çeken Said Nursî, bu konuda getirdiği açıklamalarla bu meseleyi de çözüme kavuşturur: "Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rubûbiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı ilâhînin neticesidir. Tarikatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, Şeriat’ın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, Şeriat'ın muhkemâtıdır." Bediüzzaman ehl-i tarike, tarikat ve kaidelerinin vesilelikten çıkmaması gerektiğini, bunlar, maksûd-u bizzat yapılacak olurlarsa, o vakit Şeriat'ın muhkemâtının ve Sünnet-i Seniyye'ye ittibaın resmî hükmünde kalıp, kalbin başka tarafa yöneleceği ikazını yapar.[39] Ayrıca, tasavvuf yolunda fahr, enaniyet, gösteriş, teveccüh-ü nasın talebi ve dünyevî beklentilerin terk edilmesi gerektiği üzerinde durur.. "Sünnet-i Nebeviyye-i Şerife'ye ittiba" zaruretini ısrarla vurgularken,[40] âmâl-i kalbiye ve tezkiye-i nefsiye üzerinde özenle duran cemaatleri, âdâb-ı Sünnet-i Nebeviye'yi kendi cemaatlerinin inhisarı altına alma tehlikesinden sakındırır.[41] Bütün bunların dikkate alınmaması hâlinde ortaya çıkacak neticeyi de şöyle açıklar: "Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade, evradına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhalefetinden kaçar. Hâlbuki muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz."[42]
Bediüzzaman, hakikate ulaşmanın "Sünnet-i Seniyye ve Ahkâm-ı Şeriat hâricinde yolu yoktur."[43] der. Bunun yanısıra, bazı evliya-yı kâmilîn, Şeriat kılıncıyla idam edilmişlerdir. Bunlar, ehl-i cezbe ve istiğrak olup, maksadı aşan sözleri, Şeriat'ın kaideleri mevzuunda halk nazarında yanlış anlama ve uygulamalara yol açabilecek ve bu mevzuda halkı yanlışa sürükleyebilecek, dolayısıyla iç fitnelere sebep olabilecek türde olduğu için, cezalandırılmaları haksız değildir. Bu sınıfa giren evliyanın sözleri, hakaik-ı Şeriat'a ve kavâid-i imaniyeye karşı bir inkâr; bir tezyif, bir istihfaf olmaması, ayrıca kendilerinin ahkâmı hak bilmeleri ve yerine getirmeleri gerekir. Aksi hâlde, hâle mağlûbiyet içinde, muhkem hakikatlere karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet alma durumu ortaya çıkar ki, bu, alâmet-i sukûttur.[44]
Bediüzzaman, tarihte Şeriat'la tarikat arasında yer yer ortaya çıkan surî muhalefet dairesini daraltmış, ikisini telif edici prensipler vaz' etmiş ve meselenin hakikatini bütün vuzuhuyla ortaya koymuştur. En başta, Şeriat'ın ve onun ilâhî kaynağının inkâr ve tezyifinin önünü bütünüyle kapamıştır. Hiçbir söz ve davranış, "hakâik-i şer'iyye ve kavâid-i imaniye"yi inkâr, tezyif ve istihfafı tazammun etmemelidir. Buna mukabil, vecd ve istiğrak hâlleri gibi, insan iradesinin zayıf düştüğü, fikrî dengenin sarsıldığı, Şeriat nasslarını bilmemek veya anlamamaktan dolayı yanlışlıklara düşüldüğü durumlarda irade, şuur, ilim ve kudretin saf dışı kalmasıyla ortaya çıkan Şeriat'a muhalif söz ve davranışlarda fazla bir beis aranmamalıdır. Fakat her halûkârda, şer'î hakikatlere ve hükümlere bilerek rıza gösterilmemesi, helâke sebeptir.[45] Tarikat ve hakikatin parlak zevklerine kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakâik-ı şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, onu zevksiz, resmî bir şey telâkkî edip, ona karşı lâkayt kalanlar, ahkâm-ı Şeriat'a muhalefet ederler. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukût ederler, belki kısmen şeytana maskara olurlar.[46]
[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, Envar Yay., İstanbul, s.104.
[2] Garaudy, Roger, Batı'da İslâmiyet, s.11.
[3] Garaudy, a.g.e., s.12.
[4] Daha geniş bilgi için bkz.: Robert M. Agros-George N. Stanisio, Yeni Yaklaşımla İlim, Kuveyt 1989; Jan Forestia, İlmî Düşünce Ölçekleri, Beyrut,1984; Rene Debor, İnsanın İnsanlığı (Nobel ödüllü), Beyrut 1979; Maurice Bucaille, Modern Bilimlerin Işığında Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddes, Beyrut 1977 vb.
[5] Hoşman, Dr. Murat, Rehber İslâm, s.75, 76.
[6] G. Solfian, İlmin Sınırları, Beyrut 1972.
[7] Nursî, Sözler, Envar Yay., İstanbul, s.422.
[8] Nursî, a.g.e., s.452.
[9] Nursî, Şuâlar, s.422.
[10] Nursî, Şuâlar, Envar Yay., İstanbul, s.11.
[11] İsrâ sûresi, 17/44.
[12] Nursî, Şuâlar, s.422.
[13] Nursî, a.g.e., s.440.
[14] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, Envar Yay., İstanbul, s.191; Sözler, s.472.
[15] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s.191; Sözler, s.472.
[16] Nursî, Sözler, s.472.
[17] Nursî, Şuâlar, s.9.
[18] Nursî, Şuâlar, s.18.
[19] Nursî, Sözler, s.320, 462; Şuâlar, s.254.
[20] Nursî, Sözler, s.51, 69.
[21] Nursî, Sözler, s.32; Şuâlar s.17.
[22] Nursî, Mektûbât, Envar Yay., İstanbul, s.263.
[23] Nursî, a.g.e., s.263.
[24] Nursî, Şuâlar, s.13, 151, 618.
[25] Nursî, a.g.e., s.13, 151, 618.
[26] Nursî, a.g.e., s.13, 151, 618.
[27] Nursî, Mektûbât, s.217.
[28] Nursî, a.g.e., s.141, 217.
[29] Nursî, a.g.e., s.141, 217.
[30] Nursî, Mektûbât, s.313.
[31] Nursî, Sözler, s.713.
[32] Nursî, a.g.e., s.154, 402, 551; Mektûbât, s.217.
[33] Nursî, Sözler, s.154, 402, 551; Mektûbât, s.217.
[34] Nursî, Sözler, s.447, 448; Mektûbât s.40-41, 488.
[35] Nursî, Sözler, s.262, 401.
[36] Nursî, a.g.e., s.183-185,246.
[37] Nursî, a.g.e., s.172-173; Mektûbât, s.44.
[38] Nursî, Mektûbât, s.451-453.
[39] Nursî, a.g.e., s.451-453.
[40] Nursî, a.g.e., s.451.
[41] Nursî, a.g.e., s.452.
[42] Nursî, a.g.e, s.452.
[43] Nursî, a.g.e., s.451-452.
[44] Nursî, a.g.e., s.452-453.
[45] Nursî, a.g.e., s.451-453.
[46] Nursî, a.g.e., s.451-453.