Kur’ân’a Göre Yeni Bir Paradigma Oluşturma Cehdi ve Nursî -2
Nursî, eneyi tarif ederken, dilbilgisi terimlerini kullanır ve fonksiyonu açısından Arapçadaki harf-i cerler gibi tanımlar. Nasıl ki harf-i cerler kendi başına bir mânâ ifade etmiyor, ancak bir başka şeyin anlaşılmasına yardımcı oluyorsa, enenin durumu da işte böyledir.
İnsan Merkezli Anlama Açısından “Ene” ve Empati
Nursî’ye göre, “anlama” insanın yaratılış gayesinin ayrılmaz bir parçası gibidir. Çünkü, Allah, emir ve kanunlarını kâinatta cebren icrâ ederken, insanla ilgili olanları sözlü olarak iletmiştir. Bundan anlaşılmaktadır ki, Allah, hitab-ı sübhanîsi karşısında insanın mütefekkir bir abd olmasını istemektedir. Ayrıca ubûdiyetin hilâfetle irtibatlı olması da göstermektedir ki, insanın ortaya koyacağı kulluk otomatik bir durum arz etmek yerine, okuyup-anlama ve anlayıp-yapma ilişkisine dayanmaktadır. İnsan neyi okuyup anlayacak ve anladıktan sonra ne yapacaktır?
Nursî, hilkatle arasında fıtrî bir ilişki kurar ve yaratılış (oluş) tarafından insan aklına sürekli soru yöneltildiğini belirtir. Bunların herkes tarafından algılanabilir olanları doğum, ölüm ve yaşadığımız hayatla ilgili, “Kimsin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularıdır. Hilkatle akıl arasındaki bu ilişki, okumayı ve düşünmeyi gerektirmektedir. Okunacak şey, hilkatle ve hitapla ilgili olmak üzere iki kısımdır. Hitapla ilgili olan Kur’ân’dır. Hilkatle ilgili olan ise “Kâinat kitabı ve Âdemiyet kitabı” olmak üzere iki kısımdır. Aslında her insan, kâinat kitabını ve Kur’ân’ı okur, Âdemiyet, yani insanlık tarihini dikkate alarak, kendi kitabını hayatıyla yazar. Onun için Nursî, “Ey insan olan insan, kendini oku!” der. Çünkü insanın iki yönü vardır. Birincisi kâinatla irtibatlı yönüdür ki, bu yönüyle insana mikro kozmos denilebilir. İkinci yönü ise insaniyetine, dolayısıyla akıl, ruh, kalp gibi yönlerine bakan tarafıdır ki, bu yönüyle meleklerin secde ettiği bir yeryüzü halifesi, Allah’ın şuurlu bir muhatabı olmaya namzettir; hitaba salih kılınmış ve Kur’ân’ın muhatabı olmuştur. İşte insan, kâinat kitabını ve Kur’ân’ı okuyacak, anlayacak ve ona göre Âdemiyet kitabı içinde kendi sayfasını yazmaya çalışacaktır.
Kendi sayfasını yazmak, yani kâinatta câri olan Sünnetullah’ı iyi okuyup anlamak ve Kur’ân’da yer alan emir ve yasakları da aynı şekilde anlayarak yaşamak mânâsına gelmektedir. Anlamak ve yaşamak, aynı zamanda insanla melek arasındaki farkı da ortaya koymaktadır. Bu fark insanı meleklerden ulvî bir makama yükselttiği gibi, aşağıların da en aşağısına düşmesine sebebiyet verebilmektedir. Kısacası, anlamak ve yapmak, Kur’ân’ı dinî ilimlerle, kâinatı da bilimle başbaşa bırakmaya razı olmamayı belirlemeyi istemektedir. Yani, varlık üzerinde yapılan bilimsel incelemelerden elde edilen nesnel bilgileri önce anlamak, daha sonra o verileri Kur’ân’la buluşturup, anlamlandıracak bir tefekkürü gerçekleştirmek gerekmektedir. Bu tefekkürün ardından da -bir sanatçının sergisini gezerken hissettiğimiz duyguları ve müşahede ettiğimiz sanatı onunla paylaşma arzusuna benzetecek olursak- Allah’ın kâinattaki icraatlarının, olayların ardındaki hikmetleri anlamış olmanın verdiği heyecan ve hayretle O’nun huzuruna varmak, ibadetlerle duygularımızı arz etmektir.
İşte insanlar, kâinattan, Kur’ân’dan ya da kendi iç arzu ve duygulanmalarından gelen verileri değerlendirme noktasında ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrım, Nursî’ye göre insanda emaneten bulunan “ene”nin tavrından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple elde edilen en nesnel veriler bile, -anlaşılma değil- anlamlandırma safhasında insanın “ene”sinin takındığı tavra göre sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla, insan açısından anlamın doğru bir şekilde sonuca ulaşması için, “ene”nin anlaşılmasına ihtiyaç vardır.
a-Anlama ve Ene
Nursî’nin ene’ye yaklaşımı, “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” âyetinin tefsiri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre, ene açısından düşünüldüğü zaman, insanın kendi iç dünyası da tıpkı tabiat ve diğer insanlar gibi haricî bir durum arz etmektedir. İnsan, onunla kendi kendisinin farkında olmaktadır.
Aynı şekilde, iç ve dış dünyada olup biten şeyleri onunla değerlendirmektedir. Değerlendirme noktasında akıldan farkı, aklın bir şeyin anlaşılmasına yaraması, enenin ise onun âidiyeti ve sahiplenilmesi noktasında hüküm vermesidir. Dolayısıyla akıl, ene için bir âletten ibarettir. Sahiplenme ve hüküm verme özellikleri enenin aslî özellikleri değildir, ona emaneten verilmiştir. İşte düşünce dünyasının tarihî serüveni, enenin mahiyetine konulmuş özellikleri emaneten kullananlarla, onları temellük edenlerin mücadelesinden ibarettir. Bu sonuçlar, mübalâğalı bir şekilde zâlim ve cahil kelimeleri ile adlandırılabilecek boyutlara ulaşmaktadır.
Nursî, eneyi tarif ederken, dilbilgisi terimlerini kullanır ve fonksiyonu açısından Arapçadaki harf-i cerler gibi tanımlar. Nasıl ki harf-i cerler kendi başına bir mânâ ifade etmiyor, ancak bir başka şeyin anlaşılmasına yardımcı oluyorsa, enenin durumu da işte böyledir. Allah’ın isimlerinin gizli hazinelerine ulaşmak ve kâinatın esrarını çözmek, ancak o harfin bir anahtar gibi kullanılmasıyla mümkün olmaktadır. Ne var ki, böylesine harika bir âlet olan enenin bizzat kendisi çözülmesi zor bir problemdir. İnsan bu problemi çözdüğü takdirde âlemin bütün kapılarını açabilir, İlâhî esmanın hazinelerine ulaşabilir.
Ene, -emaneten kendisine yüklenen özelliklerin kapsamı itibarıyla- rubûbiyete ait sıfat ve şuûnâtın hakikatlerini gösterebilecek, onları tanıttırabilecek işaret ve nümuneleri ihtiva etmektedir. Böylesine bir câmiiyete sahip yaratılmış olmasının sebebi, bir ölçü birimi gibi kullanılabilmesi içindir. Ancak bu ölçü biriminin gerçek değil, meridyen ve paraleller gibi farazî olduğu bilinmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın mutlak ve her şeyi kuşatan isim ve sıfatlarının mârifeti ancak böyle bir farazî hatla mümkün olabilir. İşte “Bir harf-i cer gibi mânâyı tamamlayan, bir anahtar gibi sırları çözen ve bir ayna gibi Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatının cilvelerini gösteren ene nedir?” sorusuna Nursî, şöyle cevap vermektedir: “Ene, vücûd-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel, mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyet’in kitabından bir eliftir ki, o elifin “iki yüzü” vardır. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder, kendi icat edemez. O yüzde fail değildir. İcattan eli kısadır. Diğer yüzü ise şerre bakar ve hiçliğe gider.”
İşte her insanın bir enesi vardır. İçten ya da dıştan gelen bilgiler, enenin durumuna göre bir değer kazanır. Eğer ene, birinci şıkta olduğu gibi her şeyi Allah’tan bilen, kendisini harf-i cer gibi gören bir olgunluğa ulaşmışsa, “Nefsini maddî ve mânevî kirlerden arındıran, felâha erer.” âyetinde işaret edilen gruba dahil olur. Eğer kendini harf-i cer gibi görmez, delâlet ettiği mânâyı kendinden bilme cehaletine düşerse, o zaman da, “Onu günahlarla örten ise, ziyana uğrar.” âyetinin tehdit ettiği gruba dahil olur.
Nursî’ye göre birinci gruptakiler emaneti hakkıyla eda ederler. Enfûsî ve âfâkî malûmat kendilerine geldiği zaman, ene’lerinde bir tasdik edicilik bulurlar. O bilgiler, nur ve hikmet olarak kalır. Kendisine gelen malûmatı bir ölçü birimi gibi tartıp değerlendirmesinden kaynaklanan salih bir döngü ile ene, öyle bir mârifet noktasına gelir ki, artık her şeyi Allah’tan bilir. Kendi ölçütlerinin de O’na ait olduğunu anlar ve “Hâkimiyet O’nundur. Bütün hamdler ve övgüler O’na aittir. O her şeye kadirdir.” “Hüküm yetkisi O’nundur. Sonunda varacağımız yer de O’nun huzurudur.” der. Böylece gerçek bir kulluk sergiler. Ahsen-i takvim sırrına ermiş olur.
İkinci gruptaki ene, yaratılış hikmetini unutmuş kendini harf-i cer gibi değil de “isim” gibi görmeye başlamış olmaktadır. Emaneten verilen istidatları kendine mâl etmekle, bütün şirkleri, şerleri ve dalâletleri doğuracak bir potansiyel kuvvet hâlini almıştır. İşte göklerin ve yerlerin emaneti yüklenmekten çekinmesi, ene’nin bu yönünden dolayıdır. Bunun en belirgin örneği de şeytanın âsi olduğu zaman, “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.” demesi olmalıdır. Kendisine mânâ-yı ismiyle bakan ve ben kendimin malikiyim diyen kişi, aynı zamanda her şey kendinin malikidir, demeye mecbur olmaktadır. Böylece “…şirk pek büyük bir zulümdür.” âyetinin ifade ettiği zulmü irtikâp etmektedir.
Görüldüğü gibi Nursî, verinin ilme dönüşmesi için anlaşılmasını ya da herhangi bir kanunla bilimsel olarak açıklanmasını yeterli görmemektedir. Eğer eserden müessire, kanundan kanunu koyana, tecellîden asla ulaşılamıyorsa, elde edilen malûmat henüz ilim olmamıştır. Bunu başaramayan, binlerce fenni bilse de yine cehl-i mürekkep içinde yüzen bir cahilden ibarettir. Çünkü bu durumda, duygu ve fikir kâinatın mârifet nurlarını getirdiği zaman, içinde onu devam ettirecek mekanizma çalışmadığı için o nurlar söner. Gelen şeyler nefisteki renklere boyanır. Saf hikmet gelse, bu ortamda abesiyet şeklinde algılanır. İşte bütün bunlar ene’nin durumundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Nursî, “Ey insan olan insan, kendim oku!” demektedir. Tasavvufta meşhur olan “Nefsini bilmeyen Rabbini de bilemez.” sözü de bu mânâyı desteklemektedir.
Bu yaklaşımdan dolayı Nursî, yeni bir usûl ve yeni bir epistemoloji için uğraşmakta, insanları ilk anda Kur’ân’a ulaştırmayan dinî eserleri eleştirmektedir. Son dönem yazılan kitapları ilk asırlarda yazılanlarla karşılaştırmakta ve aradaki farka dikkat çekmektedir. Ona göre, bir eseri okuyan, onda eser sahibinin ne dediğini değil, Kur’an’ın ne dediğini bulmalıdır. Çünkü inanç alanında kaynağın kutsiyeti çok önemlidir. Yazar, eserini telif ettiği zaman hassasiyet göstermeli, Kur’ân’ın üzerine konulmuş şeffaf bir cam gibi olmasına dikkat etmelidir. Görüldüğü gibi Nursî’nin burada ortaya koyduğu bilgi anlayışı, tefsir ve üniversite projesini bütünleyici bir mahiyet arz etmektedir.
b-Anlama ve Hayal/Empati
Nursî, hakikatin idrak ve anlaşılmasında kalp ve akıl bütünlüğünün mutlak zaruret olduğuna inanmaktadır. Bu iki esasın bütünleşmesi de, ancak imanla mümkün olmaktadır. İmanla bütünleşmiş bir idrak mekanizması, ona göre şöyle bir benzetme ile açıklanabilir: Akıl dünyaya, kalp güneşe benzer. Nasıl ki, dünyanın aydınlanıp, tüm güzellik ve zenginliği ile ortaya çıkması güneşten gelecek ışığa bağlıysa, aklın, semerelerini ortaya çıkartarak, insanı, hakikatle buluşturması da, kalpten gelecek iman nurlarına bağlıdır. Güneş ve dünya, insanın haricinde olan şeylerden verilmiş bir örnek hüviyetindedir. Nursî, bununla yetinmeyerek, insanın kendi organları üzerinden de bir benzetme yapmakta, böylece, insanla kâinat arasındaki paralelliğe de dikkat çekmiş olmaktadır: Akıl, gözün ak tabakasıdır. Kalp ise ortasındaki siyah mercek gibidir. Mercek olmayınca gözün ak tabakası bir işe yaramayacağı gibi, kalp olmayınca da akıl kendisinden bekleneni veremez. Kalpsiz akıl, basiretsiz görüş gibidir. Kalp çalışmayınca aklın elde ettiği verilerle dokuduğu nakış, bilim olabilir ama ilim ve mârifet olamaz.
Nursî, iman, kalp ve akıl üçlüsünü yerli yerine koyduktan sonra, aklın araçlarını ele alır. Bunlardan birisi de hayaldir. Nursî, hayalin geniş dairesine dikkat çekmekte ve bütün bu genişliğe rağmen, hayalin, akıl ve aklın semerelerini ihata edemeyeceğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla Nursî’ye göre, akıl, hayali kullanır ve onun getirdiği şeyleri değerlendirerek makul ve ispatlanabilecek olanlarını alırsa, bunda bir problem yoktur. Eğer bunun aksi olursa, yani hayal serbestçe dolaşır ve akıl onun peşinde gezerse, o zaman insan, hayali hakikat zannederek büyük bir yanlışlığa düşer. Neticede hayal, aklın bir aracıdır ve akıl ona binip seyahat edebilir. Hayal, hakikati keşfetmeye değil, onu yaklaşık olarak resmetmeye yarar. Bazen de, bir hakikati renklendirerek zevk etmeye yarar.
Nursî, dinî maksatların hepsini sağlam bir aklî delille ortaya koymak gerekmediğini söyler ve bazılarının anlaşılır hâle gelmesi için, temsilin delil gibi vazife görebileceğini belirtir. Yani her meselenin bir ağırlığı ve dinî sistematikte bir yeri vardır. Her birini kendi yerine yerleştirmek ve o yere göre değerlendirmek gerekir. Dinî meselelerden bazılarının yeri akıl, bazılarınınki hayal, bazılarınınki vicdan ve bazılarınınki ise sırrın da sırrıdır. Bu durumu temyiz edemeyen kişiler, kendince münasip görmediklerinden, bu muhteşem sistematiği, sathî nazarlarına göre yanlış bulup, değiştirmeye kalkarlar ve hercümerc ederler.
Kur’ân, her şeyi yerli yerine koyan, hikmetle örülmüş bir kitap olduğundan, hayalin de hakkını vermiştir. Onun önüne, keyifle resmedeceği teşbih ve temsiller sermiştir. Bazen de konunun esaslarını verip, detaylarını hazfederek, onu kendi derinliklerinde dolaşmaya sevketmiştir. İşte Nursî, bu noktalarda hayali çalıştırır. Kur’ân’ın serdiği semavî sofranın tadını çıkarmayı tavsiye eder.
Nursî’nin, hayali istihdam ederek yaptığı empatiyi anlamak açısından şu dört örnek fikir edinmeye yetecek niteliktedir:
- Kur’ân’ı dinlerken hakkıyla istifade edebilmek için, Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu tebliğ ederken Mescid-i Nebevî’de dinliyormuş gibi, yahut, Hazreti Peygamber, Cebrâil’den (aleyhisselâm) alırken onu dinliyormuş gibi, ya da miraçta Hazreti Peygamber vahyi alırken işitiyormuş gibi, hayalen farz edip, dinlemeyi tavsiye etmektedir.
- Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) icraatının büyüklüğünü tam olarak anlayabilmek için, zaman mesafesini aşarak Asr-ı Saadet’e hayalen gitmek ve O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada dinlemeyi tavsiye etmektedir.
- "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tenzih ve tesbih eder. O, azîz ve hakîmdir." âyeti ve benzerlerindeki mânevî belâgatı zevk edebilmek için, hayalen Cahiliye dönemine ve sahra-yı bedeviyete gitmeyi tavsiye etmektedir. O insanların nazarında her şeyin ölü olduğu ve cumûdet perdesine sarıldığı bir anda, nasıl birden Kur’ân’ın semavî lisanıyla “sebbeha ve tüsebbihu” sadâsıyla işitenlerin zihninde diriliyor ve kıyam edip, zikrediyorlar. Karanlık gökyüzünde donuk birer ateşpâre olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, “tüsebbihu” sayhasıyla ve nuruyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ oluyor. Aynı şekilde yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer lisan oluyor, bütün hayvanlar ve bitkiler ise birer tesbih kelimesi gibi yeryüzünde çınlamaya başlıyor.
- Kur’ân’ın en önemli fesahati, onun selâsetinde ve vuzûhunda ise, Kâf Sûresi’nin muhtevasının düzenli bir sıra takip etmeyişine ne diyeceksiniz? Sekerât ânından tâ kıyamete atlıyor, sura üflenmesinden tâ hesabın sonuna ve Cehennem’e geliveriyor. Kur’ân’ın pek çok yerinde, bu tür, kopukluk sayılabilecek şeyler var. “Bu muhteva kopukluğu selâsetle bağdaşır mı?” sorusuna Nursî, hayalin hissesi açısından yaklaşmakta ve şu cevabı vermektedir: “Amma Sûre-i Kaf’ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acîp ve mucizânedir. Çünkü, kâfirin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor, o pek çok uzun zamanı, hazır bir sayfa gibi nazara gösterir; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip ulvî bir selâsetle beyan eder.”
Burada bir noktayı dikkatle ayırmak gerekmektedir. Nursî’nin hayal vasıtasıyla yaptığı empati, Dilthey’in önerdiği empati ve ardından yaşama ile aynı değildir. Nursî psikolojik temeli kullanmaz. Hayalin ve hissin geçmişi resmedebilme özelliğini aklın hizmetine vererek, mâkul bir hisse çıkarmakta ve hakikatin zevkini tatmakta kullanır, Ona göre, aklın ilk anda yadırgayabileceği konular temsille anlatılmaktadır. Temsillere çabuk intikal edebilmesi yönüyle hayal, geçmişi bugüne getirmekte ve akıl ile hisler arasında köprü kurmaya yaramaktadır.