Sûfîlerin Aklî Tevhîd'den, Zevkî Tevhîde Geçiş Sürecindeki Yaklaşımları -1
Allah’ın Vâhid oluşu “Kendisini vasfederken hakkında vad’ ve ref’ sahih olmayan varlık” şeklinde de ifade edilmiştir. O öyle Tek’tir ki O’na bir şey eklemek veya O’ndan bir şey tutup almak muhaldir.
Bir hâl ilmi olan ve daha ziyade “amel”e vurgu yapıyor gibi gözüken tasavvufun tabiatında aslında “tevhîd” ve bunun sarsılmaz bir temele oturtulması da vardır. Hatta sûfî yolculuğun bitiminde “müşâhede”, “vuslat” veya “fenâ” gibi kavramlar olduğu nazarı itibara alındığında, amelin, inancı nasıl destekleyip ona hizmet ettiği net bir şekilde anlaşılabilecektir.
Tasavvufa birinci derecede kaynaklık eden eserlere bakıldığında amele ait hususların yanında “Tevhîd”, “Ma’rifet” ve “Yakîn” gibi başlıklarla ayrı bölümler açılıp bu konuların derinlemesine ele alınması da, tasavvufun gayesi adına ciddî fikir vermektedir. Zaten tasavvufun en mühim simalarının, Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki söz ve yaklaşımlarındaki televvün ve derinlik de, aynı mevzuya dikkatlerin çekilmesi adına yeterli gözükmektedir.
Bu makalede, tasavvufî açıdan tevhîd konusu ana hatlarıyla ele alınıp sûfî düşüncede aklî tevhîdden zevkî tevhîde geçişteki süreç değerlendirilecektir.
Kavramsal Çerçeve
Tevhîd en geniş mânâda “varlık âleminde aynı kanunların yürürlük ve işlerlikte olması” şeklinde tanımlanmış ise de o dinî terminolojide “Allah’ın bir olup ortağının olmayışı, vahdaniyet sahibi oluşu, tek oluşu” şeklinde tarif edilmiştir.
Vâhid kelimesiyle alâkalı Tâcu’l-Arûs’da şu bilgiler vardır: “Vâhid, misli ve benzeri olmayan, zâtı itibarıyla tek.” “Parçalanmayı kabul etmeyen, bölünmeyen, ikincisi olmayan bir. Misli ve benzeri olmayan Allah.” İbnü’l-Esîr şöyle demiştir: “Vâhid, Allah’ın esmasından olup “Ferd” demektir ki o da “tekliği hiçbir zaman zâil olmayan, kendisiyle beraber bir diğerinin olmadığı zât.” mânâsındadır.”
Allah’ın Vâhid oluşu “Kendisini vasfederken hakkında vad’ ve ref’ sahih olmayan varlık” şeklinde de ifade edilmiştir. O öyle Tek’tir ki O’na bir şey eklemek veya O’ndan bir şey tutup almak muhaldir. Hâlbuki insana “vâhid insan” denildiğinde durum aynı değildir. Zira elsiz ayaksız birine de “insan” diye hitap edilir. Cenab-ı Hak, Ehadiyyü’z-zât’tır. Ehl-i tahkik vâhid kelimesini, “Zât itibarıyla hiçbir bölünme ve parçalanmayı; zâtında ve sıfatlarında hiçbir benzerliği; fiil ve sanatında kendisiyle beraber hiçbir ortağı kabul etmeyen bir.” olarak tanımlamıştır.
Tevhîd inancı İslâm’ın tam merkezinde bulunmanın yanında, diğer inanç esaslarına da kaynaklık etmektedir. Abdülkerim el-Kuşeyrî (v.376/986), tevhîd bahsini açtığında ilk olarak “Hepinizin ilâhı tek ilâhtır.” âyetini zikretmektedir. Gerçekten de Kur’ân, birçok âyetiyle bu hususa dikkatleri çekmektedir. O bazen “De ki Allah birdir.” ve “Allah, kendisinden başka ilâh olmayan Hayy ve Kayyûm’dur.” gibi âyetlerle Allah’ın vahdaniyetini direkt olarak ifade ederken, bazen de vahdaniyete ters inançları “Hiç Allah’la beraber başka tanrı mı olur?” ve “Siz ellerinizle yonttuğunuz bu heykellere mi tapıyorsunuz?” üslûbuyla ayıplamaktadır. Kur’ân, “‘Allah, Meryem oğlu İsa’dır.’ diyenler hiç şüphesiz kâfir olmuşlardır.” ve “‘Allah, üçün üçüncüsüdür.’” diyenler de kâfir oldular.” diyerek de tevhîde uymayan görüşleri açıkça reddetmektedir.
Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edilen şu hadis, konuyla doğrudan alâkalı olması ve tevhîdin Hak katındaki değerini anlatması bakımından önemlidir:
“Sizden önceki ümmetler içerisinde bir adam vardı. Tevhîdi dışında işe yarar hiçbir ameli yoktu. Birgün ailesini toplayıp ‘Öldüğüm zaman beni yakın, kemiklerimi havanda döverek toz hâline getirin. Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize savurun!’ diye vasiyet etti. Adam ölünce vasiyeti yerine getirildi. Azamet ve celâl sahibi Allah, rüzgâra, ‘Dağıttığın tozu topla!’ buyurdu. Rüzgâr tozu toplayıp Allah’ın huzuruna getirdi. Allah, adama ‘Niçin böyle yaptın?’ diye sordu. Adam ‘Senden haya ettiğim için.’ diye cevap verince Allah onu mağfiret etti.”
Kur’an ve hadislerin ışığında şekillenen ve her Müslüman’ın sahip olduğu, Allah’ın varlığını ve birliğini ifade eden tevhîd inancı, Ebu’l-Alâ Afîfî’nin (v. 1386/1966) deyimiyle bazı Müslümanları tatmin etmemiştir. Bunun bir neticesi olarak da bu insanlar tevhîd inancını yeni bir anlayışla kavramaya çalışmış, bir taraftan kültürlerinin, bir taraftan da ruhî tecrübelerinin yardımıyla tevhîde yeni bir boyut getirmek istemişlerdir. Gerçekten de sûfîler her hususta olduğu gibi tevhîd hakkında da akıllarıyla idrak ettikleri bilgiyi vicdanlarıyla da sezip hissetmeyi denemişler, aklî bilgiyi zevkî bilgi ile de teyit ve test etmek istemişlerdir. Bunun tabiî bir sonucu olarak da tevhîd hususunda soyut kavramlar geliştirmek durumunda kalmışlardır. Örneğin Muhammed İbn Musa el-Vâsitî (v. 320/932), “Tevhîd cümlesi hakkında, Allah’ı tâzim, tecrid ve tevhîd adına beyanın işaret ettiği veya dilin kapsadığı her şey problemlidir. Tevhîdin hakikati ise bunların ötesinde bir şeydir.” demiştir. Şu iki yaklaşım da Ebû Bekir eş-Şiblî’ye (v. 334/945) aittir: “Tevhîde bir şekil ve sûret veren, tevhîdin kokusunu bile koklamamıştır.” “Tevhîdi lâfızlarla anlatan mülhid olur. Onu işaretle anlatmaya kalkışan Allah’ı ikilemiş olur. Bu konuda söz söylemekten kaçınan cahildir. Ona erdiğini zanneden hiçbir şeye ermemiştir. Onu îma eden putperest olur. Onun hakkında konuşan gafildir. Ona yakın olduğunu sanan uzaktır. Onu bulduğunu sanıp vecde kalkışan onu kaybeder. Onu fikir olarak tam mânâsıyla anladığınızı zannettiğinizde, bu düşünceler sizin uydurduklarınız, sadece size ait ve sizin gibi muhdes, sonradan olma şeylerdir.” Ali İbn Osman Cüllâbî el-Hucvîrî (v. 470/1077) tevhîdin, Hak’tan kula gelen esrar olduğunu, söz kalıplarına dökülüp yaldızlı ibarelerle süslenemeyeceğini söylemiştir. İbnü’l-Arabî (v. 638/1240) de tevhîdin tecridinden şöyle bahsetmiştir: “Allah ve kulları arasında, inayetten başka nispet, hükümlerden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bu sözün güzelliğine, Allah’ın böyle bilinmesinin mükemmelliğine ve bu müşâhedenin ne kadar mukaddes olduğuna bak.”
Tasavvufun önde gelenleri tarafından ortaya konan bu yaklaşım ve tespitler, tevhîdin aklın yanında hatta ötesinde zevken de idrak edilmesi adına söylenmiş sözler olmaları bakımından dikkat çekicidirler.
Değişik Açılardan Tevhîd Kategorileri
Sûfîler tevhîdi değişik açılardan üç ayrı şekilde kategorize etmişlerdir.
1-“Allah, birdir, tektir.” sözü, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarıyla beraber bir ve tek olması, hiçbir eksiklik ve kusurunun bulunmaması mânâsındadır. Bir başka deyişle tevhîd, Cenâb-ı Hak’ın zâtı hakkında herhangi bir taksimatın yapılamayacağına, yine O’nun zâtı ve sıfatları hakkında hiçbir benzetmede bulunulamayacağına, O’nun fiil ve icraatlarında hiçbir ortağının olamayacağına dair olan inançtır. Yani Allah öyle birdir ki O’nun ne zâtında, ne sıfatlarında ve ne de yaratmasında herhangi bir ikircikli durum söz konusudur. O zâtında bir olduğu gibi, fiillerinde de tektir, herhangi bir yardımcı ve ortağı yoktur. Bütün bu söylenenler tevhîd-i zâtî, tevhîd-i sıfatî ve tevhîd-i fi’lî şeklinde de ifade edilmiştir.
2-Tevhîdin üç yönü vardır:
a-Hak’kın Hak’kı tevhîdi: Allah’ın, Kendisinin bir olduğunu bilmesi ve bunu kullarına haber vermesidir.
b-Hak’kın halkı tevhîdi: Allah’ın “kul muvahhiddir” diye hükmedip, kulunda tek Allah inancını yaratmasıdır.
c-Halkın Hak’kı tevhîdi: Kulun, Allah’ın bir olduğunu bilmesi, O’nun vahdaniyetine kesin olarak inanıp bunu ilân etmesidir.
Şiblî tevhîd hakkında konuşurken onun hakikatte Muvahhad’in sıfatı, görüntü itibarıyla ise muvahhidin süsü ve zineti olduğunu söylemiştir. Burada Muvahhad, tevhîd olunan, bir olduğu ikrar edilen Allah, muvahhid ise tevhîd eden, Allah’ın birliğine inanan insan olmaktadır. Sûfîlerin bu taksiminin Şiblî’nin bu sözünden çıkmış olma ihtimali yüksek görünmektedir.
3-İnsanların konumlarına göre tevhîd üçe ayrılır:
a-Avamın tevhîdi: Sağlam ve hakikî bir tasdikin bulunmaması sebebiyle kişinin korku ve ümit çekişmesine temayül ederek her türlü şekil, benzerlik, denklik ve zıtlık çekişmesini üzerinde gerçekleştirdiği tevhîddir. Gerçek tasdiğin bulunduğu zât, korku ve ümit çekişmesine meyletmez.
b-Hakikat ehlinin tevhîdi: Hakk’ın delil ve şâhitlerini ikame ederek zâhirde ve bâtında emir ve nehiy çizgisini koruyarak, sebepleri görmeden Hak’kın birliğini kabul etmektir.
c-Havassın tevhîdi: Kulun, Allah ile kâim olduğunu her an bilmesi, Hak’kın tasarrufuyla kudret ahkâmının cârî bulunduğunu kavraması, tevhîd deryasında nefsinden fânî olmasıdır.
Görüldüğü üzere tevhîd bahsi, imanî açıdan olduğu gibi, nazarî olarak da erken dönemden itibaren üzerinde titizlikle durulan konulardan birisi olmuştur. Sûfîler tevhîd hakkında öylesine çok durmuşlardır ki onu itikadî bir anlayışın ötesine taşıyıp felsefik mânâda yorumlamışlardır.
Süreç içerisinde değişik kalıplara giren tevhîd anlayışı, aklın algılayabileceği çerçevede kalmakla birlikte onun ötesine geçmiş ve onun, kalb ile de idrak edilebilirliği üzerinde durulmuştur. Bu da tevhîdi, aklî ve kalbî/zevkî olarak iki kategoride ele almayı zorunlu kılmıştır.
- Aklî Tevhîd
Bu tevhîd çeşidinde şu iki tevhîd kalıbı ortaya çıkmıştır:
a-Lâ ilâhe illallah: Allah, aklın tasavvur ettiği her türlü sûret ve şekilden mutlak mânâda münezzeh ve uzak yegâne yaratıcıdır.
b-Lâ fâile illallah: Gerçekte Allah’tan başka fâil, yapıcı, irade edici ve kudreti yetici yoktur.
Bu tevhîd kalıpları Müslümanların hepsi tarafından kabul edilmenin yanında ilk dönem sûfîlerinde de tevhîdin kendisi ve açıklaması olarak hüsnü kabul görmüştür. Bu yaklaşımları destekleyen yorumlardan bazıları şunlardır:
Zünnûn-u Mısrî’ye (v. 245/860) göre tevhîd, “Senin Allah’ın kudretinin herhangi bir karışma olmaksızın eşyada olduğunu, varlığı illetsiz yapıp yarattığını, eşyanın var oluşunun illet ve sebebinin sadece Allah olduğunu ve nefsinde tasavvur ettiğin ne varsa, Allah’ın ondan başka olduğunu bilmendir.”
Zünnûn bu yaklaşımıyla Ehl-i Sünnet itikadında önem arz eden hususlara dikkatleri çekmektedir. Bunların ilki, Allah’ın eşyayı kudretiyle yaratması ve fakat aynı zamanda zaman ve mekândan da münezzeh bulunmasıdır. Cenab-ı Hak, var ettiği eşyayı kudreti, ilmi ve iradesiyle yaratır fakat kendisi yarattığı şeylere hulûl etmez. Onlarda O yoktur. İkincisi, eşyanın var olmasında Allah’ın murat ve kudretinin dışında herhangi bir başka etkenin olmamasıdır.
Üçüncü ve son husus da “muhalefetün li’l-havâdis” denilen Allah’ın yarattığı hiçbir şeye benzememesidir ki bu O’nun zâtî sıfatlarından birisidir. Kur’ân “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” diyerek bu mevzuyu ifade etmektedir.
Muhammed Ali İbn İbrahim el-Husrî (v. 371/981), “Bizim tevhîd hakkındaki usûlümüz beş şey üzerinedir.” deyip bunları “hadesi ref’ etmek, kıdemi ifrat etmek, kardeşleri terk etmek, vatandan ayrılmak ve bilineni de bilinmeyeni de unutmak.” şeklinde ifade etmiştir.
Bu beş esası şu şekilde açıklamak mümkündür:
a-Hadesi ref’ etmek: Muhdes olan; sonradan varlık sahasına çıkanların, Allah’ın vahdaniyeti ile birlikte bulunmasını reddetmek, Allah’ın zâtı hakkında sonradan var olmayla alâkalı bütün söz ve yaklaşımları imkânsız görmektir. Bunları çağrıştıran bütün düşünce ve fikirler bâtıldır, muhaldir.
b-Kıdemi ifrat etmek: Allah’ın kadim ve ezelî oluşu hakkında tam ve kesin bir itikada sahip olmak, O’nun ebedî olduğuna; varlığının sürekliliğine şeksiz şüphesiz inanmaktır.
c-Kardeşleri terk etmek: Halkla birlikte olmaktan uzaklaşıp Hak’la beraberliğe yönelmektir. Çünkü halkla beraber olunca Allah’tan başka şeyler de konuşulur, kalb onlarla da meşgul olur. Böyle olunca da muvahhidin gönlünün derinliklerinde, onun Hak’a ulaşmasına mâni perdeler meydana gelir. Bu ise o kişi için bir âfettir. Tevhîdde bütün himmeti Allah için cem edip toplamak esastır. Mâsivâ hakkında konuşup rahatlamak, himmetin dağınıklığına işarettir.
d-Vatandan ayrılmak: Nefsin alıştığı, insan tabiatının hoşlandığı, gönlün rahat ettiği her yerden uzaklaşmaktır. Allah dışında her şeyden uzak kalmaktır.
d-Bilineni de bilinmeyeni de unutmak: Allah hakkında bilginin ötesine yükselip vahdaniyeti öylece zevk etmektir. Zira halkın bilgisi “Ne zaman?” veya “Nasıl?” gibi sorularla sınırlıdır. Beşere ait her türlü tasarruf aşılmadıkça tevhîd hakkında sıhhatli bir bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
Ebû Bekir Muhammed İbn İshak el-Kelâbâzî (v. 380/990), tevhîdi yedi esasta incelemiştir: “1-Ezelî olanı sonradan olandan ayırmak, 2-Kadim ve ezelî olanı sonradan olan tarafından idrak edilir olmaktan beri tutmak, 3-Hak ile halkın vasıflarını eşit tutmamak, 4-Allah’tan illeti kaldırmak, 5-Mahlûktan ortaya çıkan fiillerin Yüce Allah’ı değiştirmeyeceğini bilmek, 6-Düşünür ve temyiz eder olmaktan Cenab-ı Hak’kı beri tutmak, 7-“O, kıyas yapmaktan münezzehtir.” demek.
Kelâbâzî’ye göre Allah, insan idrakini aşkın bir şekilde ezelî ve ebedîdir. O ezelî ve ebedî oluşta tektir. O bütün yarattıklarından tamamen farklıdır. Allah, bir şeyi yaratırken düşünür, taşınır, mukayese eder olmaktan veya bir sebep ve illete binaen bir şeyi yaratmaktan beri ve yücedir.
İmam Kuşeyrî (v. 465/1072), Risale’sinin ilk konusunu itikada ayırmış, sûfîlerin tevhîde dair inanç ve yaklaşımlarını zikretmiştir. Kuşeyrî farklı yorumlara yer verdikten sonra bir fasıl açıp genel yaklaşımı şöyle dile getirmiştir:
“Hak Teâlâ, Mevcûd, Kadîm, Vâhid, Hakîm, Kadîr, Alîm, Kâhir, Rahîm, Mürîd, Semî’, Kerîm, Refî, Mütekellim, Basîr, Mütekebbir, Kadîr, Hay, Ehad, Bâkî ve Samed’dir. O ilmi ile Alîm, kudretiyle Kadîr, iradesiyle Mürîd, işitici sıfatıyla Semî’, görme sıfatıyla Basîr, kelâm sıfatıyla Mütekellim, hayat sıfatıyla Hay ve sonsuz sıfatıyla Bâkî’dir. O’nun iki eli vardır. Bunlar kendileriyle hususî sûrette dilediği şeyi yarattığı sıfatlarıdır. O’nun Vech-i cemîli vardır. Zâtî sıfatları zâtına mahsustur. Sıfatları zâtının aynı olmadığı gibi gayrı da değildir. Bilâkis onlar, O’nun ezelî ve sermedî sıfatlarıdır. O zâtıyla Ehad’dir. Masnûattan hiçbir şeye benzemediği gibi mahlûkattan hiçbir şey de O’na benzemez. Cisim, cevher ve araz değildir. Sıfatları da araz değildir. Vehimlerde mutasavver değildir. Akıllar O’nu tasavvur edemez. Cihet ve mekândan münezzehtir. Zaman O’nu bağlamaz. Tavsifinde ziyadelik ve noksanlık caiz değildir. Heyet ve keyfiyet O’na mahsus değildir. Had ve nihayet O’nu sınırlayamaz. Sonradan var olan O’nun yerine geçemez. Hiçbir şey O’nu harekete zorlayamaz. O’nun hakkında renk ve kevn düşünmek caiz değildir. Hiçbir şey O’na yardımcı olamaz. Hiçbir şey O’nun kudretinin dışında değildir. Hiçbir varlık O’nun hükmünün dışında kalamaz. Hiçbir şey O’nun ilmi dışında değildir. O’nun için “Nerede?”, “Niçin?” ve “Nasıl?” diye sorulamaz. Varlığının başlangıcı yoktur ki “Ne zaman?” diye sorulabilsin. Bekâsının nihayeti yoktur ki “Ömrü bitti.” denilebilsin. Fiillerinin illeti yoktur ki “Niçin yaptı?” denilsin. Benzerlerinden ayırt edilebileceği bir cinsi olmadığı için, mahiyetinden sorulamaz. Karşısında görülmediği gibi, eşyayı da gözüyle görmez. O dokunmadan ve karışmadan yaratır. En güzel isimler, en yüksek sıfatlar O’nundur. Dilediğini yapar ve kulları O’nun hükmüne boyun eğer. Saltanatında dilediği şey cereyan eder. Kazasının gerekmediği hiçbir şey, mülkünde ortaya çıkmaz. Hadisattan hiçbir şey yoktur ki, kendiliğinden olmayı istemiş olsun. Olması caizken varlık kazanmayan hiçbir şey yoktur ki, kendi iradesiyle olmamayı isteyebilsin. Kullarının, hayır ve şer bütün amellerini yaratır. Küçük büyük âlemdeki âsâr ve âyânın Mübdi’idir. Üzerine vacip olmadığı hâlde insanlara peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin öğrettiği tarzda, hiçbir insanın itiraz ve rahatsızlık gösteremeyeceği yolla, canlılar kendisine ibadet ederler. Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) zâhir mucizeler ve tenkit edilemez âyetlerle teyit etmiştir. Bu âyetlerle yakîn ve inkâr yolunu ortaya çıkarmıştır.”
Kuşeyrî’nin çağdaşı Hucvîrî de tevhîd konusunu işlerken Kuşeyrî ile hemen hemen aynı sözleri sarfetmiştir:
“Kul, Hakk’a şöyle inanmalıdır: Hak, Vâhid’dir, zâtında terkip ve tefrika yoktur. Vahdaniyeti, kendisine sayı ilâve edildiğinde iki olan sayısal birlik değildir. Yönlerle mahdut olmadığı gibi, bir mekânı da yoktur. Cevhere muhtaç araz da değildir. Cevherlere benzeyen cevher de değildir. Hareket ve sükûn gerektiren madde de değildir. Bedene muhtaç ruh değildir. Uzuvlara muhtaç cisim değildir. Eşyaya benzemediğinden ona hulûl de etmez. Hiçbir şeyle ittisali yoktur. Yoksa eşya O’nun bir parçası olurdu. Her noksanlıktan ve ayıptan münezzehtir. Hiçbir benzeri yoktur. Doğmamıştır; yoksa kendisini doğuran bir aslı olurdu. Zâtında ve sıfatlarında değişim yoktur. Müminlerin ve kendisinin kendisini vasfettiği kemal sıfatlarla muttasıftır. Kâfirlerin kendisini vasfettiği noksan sıfatlardan münezzehtir. Hay, Alîm, Rahîm, Mürîd, Kadîr, Semî’, Basîr, Mütekellim ve kendi zâtıyla Kâim’dir. İlmi kendisinde bir hâl değildir. Kelâmı bir parçası değildir. O ve sıfatları ezelîdir. Bildiği şey ilminin haricinde değildir. Eşya iradesine muhtaçtır. Dilediğini yapar. İstediği şeyi bilir. İlmini sınırlayacak bir şey yoktur. Hikmeti haktır. Dostları ancak kendisinden lezzet alır. Hayır ve şer her şeye Kâdir’dir. Korkulan ve ümit beslenen yalnızca O’dur. Zarar ve faydanın yaratıcısıdır. Emrinde kaza ve kader sadece O’nundur. Kazası bütünüyle hikmettir. Kaderi bilmenin yolu yoktur. Cennet ehli, âhirette O’nu görecek (ru’yetullah), evliyaullah ise bu dünyada O’nu (kalbiyle) müşâhede edebilir… Ehl-i Sünnet, Allah’ın vahdaniyetine hakikaten hükmetmişlerdir. Çünkü onlar bu âlemde latîf ve hoş bir yapım ve eser, hayret verici güzellikte bir fiil görmüşler, çok hoş şeyler müşâhede etmişler, bu sanatların ve eserlerin kendi kendine meydana gelmesinin imkânsız olduğu kanaatine varmışlar, hudûs alâmetlerini her şeyde açıkça bulmuşlar ve “o hâlde bütün bunların yokluktan varlık sahasına gelmeleri için bir Fâil’in mevcudiyeti zaruridir” inancına ulaşmışlardır. Âlem, arz, sema, Güneş, Ay, kara, deniz, dağlar, çöller ve bütün bunların çeşitli sûretleri, şekilleri, hareketleri ölümleri ve hayatları bir fâile muhtaçtır. Ve bu Sâni’in iki veya üç olmasına gerek yoktur. O hâlde Sâni’ birdir, kâmildir, hayat sahibidir, ilmi sonsuzdur, her şeye kâdirdir, ihtiyar sahibidir, ortaklardan müstağnidir. Her fiilin mutlaka bir fâile ve bir fiil için iki fâile gerek olmadığına göre şeksiz şüphesiz olarak bir Vâhid’in zarureti bilinmiş ve anlaşılmış olur. Allah, cisim, madde, şekil, şahıs, cevher, araz değildir. O’nda birleşme, ayrılma, hareket, sükûn, fazlalık ve eksiklik yoktur. Bölümlere ve parçalara sahip, âlet ve organlara malik değildir. Yön ve mekândan münezzehtir. Afet ve musibetler O’na isabet etmez. Uyuklama O’nu tutmaz. O’nun üzerinde vaktin geçerliliği yoktur. İşaretler O’nu belirgin hâle getirmez. Mekân O’nu ihtiva etmez. Üzerinden zaman geçmez. Bir şeye dokunmak, bir köşeye çekilmek, bir yere hulûl etmek O’nun hakkında söz konusu olmaz. O’nu fikirler ihata edemez, perdeler örtemez, gözler O’nu idrak edemez.”
Bu tevhîd anlayışında Allah’ın tek ve her şeyin yaratıcısı olduğu hususunun göz önünde bulundurulduğu görülmektedir. Şimdi kısaca bahis konusu yapacağımız tevhîd yorumlarında ise, bu kadarlık bir tevhîd anlayışı ile yetinilmediği, mevzuya, Allah’ın vücûd itibarıyla da tek oluşunun sokulduğu görülecektir. Bir diğer deyişle, bazı sûfîler, aslında erken dönemde kısık sesle de olsa dile getirilen bu tevhîd anlayışını daha ileriye götürmüş, aklen izah edilebilen tevhîd anlayışının ötesinde bir de ancak zevken idrak edilebilen bir tevhîd anlayışı üzerinde durmuşlardır. Burada hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken husus ise, her türlü tevhîd yaklaşım ve yorumunun özünde, Allah’ı bütün arıza, kusur ve eksiklikten uzak ve beri tutma anlamında bir “tenzih” akidesinin bulunduğudur.