Hazreti Cibrîl'in Son Dersi: "Arza-i Ahîra"
Son Ramazan ayındaki karşılıklı okumalar/arz, öncekilerin aksine iki defa gerçekleşmiş, iki defa Cibrîl (aleyhisselâm), iki defa da Hazreti Peygamber, tarafından okunan Kur’ân, böylece son arzada toplam dört kez okunmuştur.
Sözlükte “bir şeyi ortaya koymak, gözden geçirmek ve sunmak” anlamlarına gelen “arz”, geleneğe dayalı bilgilerin temel öğretim metodudur. Bir öğretim metodu olarak “arz”, talebenin hocadan öğrendiği bilgileri hocasına okuması ya da sunması anlamındadır. Kıraat/okumak ve arz, gerek hadis ilminde gerekse kıraat ilminde, müteradif anlamlı kullanılmıştır. Karşılıklı sunma (muâraza) anlamında bazen mukabele terimi kullanılmış, hat ve musikî gibi geleneksel sanatlarda ise “meşk” tabiri tercih edilmiştir. Hadis ilminde “arz”, talebenin, hocasının huzurunda onun rivâyet ettiği hadisleri okuması ya da talebenin öğrenip yazdığı hadisleri, onları kendisine rivâyet eden hocasının (şeyh) veya başka güvenilir bir râvinin hadisleriyle karşılaştırması mânâlarına gelir. (Aydınlı, 3:438) Kıraat ilminde ise arz, ashabın Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân’dan ezberledikleri yerleri dinleterek kontrol ettirmeleridir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanından itibaren bu usûl Kur’ân’ın öğreniminde uygulana gelmiştir. (Temel, s.36) Arz metodunda her iki taraf, okunan metni ezbere ya da yazılı olarak önceden bilmektedir. İki taraftan birisi muallim, diğeri ise bilgisini tashihe sunan talip konumundadır. Muallime ait bilgiyi öğrenen, daha sonra bu bilgiyi ona arz ederek öğrendiğini tashih ettiren talip, bu safhadan sonra arz ile pekiştirilmiş bilginin muallimi olmaktadır.
Cibrîl (aleyhisselâm), vahyi Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş, bunun yanında vahyin öğretim metodu olarak arz usûlünü öğretmiştir. Vahyin ilk indirildiği sıralarda Hazreti Peygamber, hiçbir şeyi kaçırmamak ve unutmamak için Cibrîl’in bildirdiği âyetleri sessizce tekrar etmekteydi. Bunun üzerine,
“Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen ânında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir.” (Kıyâmet sûresi, 75/16-17) âyetleri indirilmiştir. Bu âyetlerle Hazreti Peygamber’in kendisine bildirilen vahyi unutmayacağı taahhüt edilmiştir. Akabinde,
“O hâlde Biz Kur’ân’ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle.” (Kıyâmet sûresi, 75/18) âyeti ile Hazreti Peygamber’in Cibrîl’in okuyuşunu izlemesi emredilmektedir. Kur’ân vahyini böylece ezberleyen ve unutmayacağı taahhüt edilen Hazreti Peygamber, yılda bir kez Ramazan aylarında o zamana kadar kendisine indirilmiş Kur’ân metnini Cibrîl’e, Cibrîl de ona okur, böylece mukabelede bulunulmuş olurdu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Cibrîl arasındaki karşılıklı okumaların (mukabele) hangi maksatla gerçekleştiği hususunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Genellikle kabul edilen görüş, Ramazan aylarındaki mukabelelerde Cibrîl’in Hazreti Peygamber’e harflerin okunuşunu ve tecvid kurallarını öğrettiğidir. (Aynî, 1:86) Buna, arz hâdisesini İbn Abbas’ın (radıyallahu anhüma), “Cibrîl, her Ramazan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile buluşur, ona Kur’ân’ı ders verirdi.” şeklindeki izahı delil gösterilmiştir.
Bir başka yoruma göre vahiy, arz usûlüyle tekrar ediliyor, böylece tazeleniyor, bir yıl boyunca indirilen vahyin bir defa daha baştan sona okunmasıyla Hazreti Peygamber’in yakîninin pekiştirilmesi hedefleniyordu. Ayrıca Cibrîl ile Kur’ân’ı mukabele ettiklerinde Hazreti Peygamber’in mârifeti derinleşiyordu. İnsanın çok iyi bildiği bir şeyi irfan sahibi kişilerle müzakere ettiğinde her müzakerede meselenin değişik yönlerini anlaması gibi, Hazreti Peygamber de Cibrîl ile mukabelelerinde Kur’ân’ın anlam vecihlerini derinlemesine idrak ediyor, bir kısım derin hakikatleri seziyor, böylece mânevî makamlarda terakki ediyordu. (Aynî, 1:86)
Arzın bir başka hikmeti ise, arz ile nesh edilen âyetler bildiriliyor, böylece nesh edilenler çıkarıldıktan sonra sûrelerin nasıl okunacağı son şekliyle gösteriliyordu. Bütün bunların yanında, arz ile Kur’ân-ı Kerim’in âyet dizilişleri ve sûrelerin tertibinin son şekli fiilen açıklanıyordu. Zira belirli bir tertibi olmayan metinlerin ezberden mukabele sûretiyle okunması mümkün değildir.
Ramazan aylarında Resûlullah’a Kur’ân’ın arz edilmesinin hikmetlerinden birisi de, Cibrîl’in Kur’ân’ın öğretim metodunu göstermek istemesidir. (a.y.) Aynı usûlü Hazreti Peygamber de izlemiş, Cibrîl’in öğrettiği bu metodu ashabına talim etmiştir. Sahabîler, Kur’ân kıraatinde ihtilâf ettiklerinde, Hazreti Peygamber, onlara ezberlerindeki metinleri sırayla okutturuyor ve doğru olanı bildiriyordu. Hatta kendisi ashabına okuduğu gibi, bazı sahabîlerinin kendisine okumasını istediği de vâki idi. Meselâ Hazreti Peygamber, bir rivâyette Abdullah İbn Mes’ud’a, bir diğer rivâyette ise Hazreti Ömer’e Kur’ân okumakla emrolunduğunu söylemiştir. (Râzî, 57-58; Taberânî, 7:311) Bir başka hadislerinde Übeyy İbn Ka’b’a (radıyallahu anh), “Beyyine sûresini sana okumakla emrolundum.” buyurmuştur. Bu hadisi yorumlayan Ebû Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm (v.224/838), Hazreti Peygamber’in Kur’ân’ı arz etmenin sünnet olduğunu göstermek için böyle yaptığını söylemiştir. (İbn Ebî Meryem, 1:109-110) Hadis kitaplarında arz ile ilgili bir çok rivâyet bulunmaktadır.
Arz Rivâyetleri
Arz konusundaki rivâyetler Hazreti Fatıma, Ebû Hüreyre, İbn Abbas ve Semure İbn Cündüb’den (radıyallahu anhüm) nakledilmiştir. Ramazan aylarında Cibrîl (aleyhisselâm) ve Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), bir araya gelerek Kur’ân’ı karşılıklı okumuşlardır. Bu konudaki hadisi Hazreti Fatıma’dan Hazreti Âişe (radıyallahu anhümâ) nakletmiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Fatıma’ya bir sır vermiştir. Vefatından sonra Resûlullah’ın sırrını açıklayan Hazreti Fatıma, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), “Cibrîl benimle Kur’ân’ı her sene mukabele (muâraza) ederdi. Bu sene iki defa mukabele etti, zannediyorum ki ecelim yakınlaştı.” buyurduğunu söylemiştir.
Konuyla ilgili diğer rivâyette ise, bu buluşmanın Ramazan ayında yapıldığı anlatılmaktadır. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh), Ramazan ayındaki karşılaşmayı, “(Cibrîl), her sene Kur’ân’ı Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bir defa arz ederdi, vefat ettiği yıl iki defa arz etmiştir. Resûlullah, her sene on gün itikâf yapardı; vefat ettiği yıl ise yirmi gün itikâf yapmıştır.” şeklinde anlatmıştır.
Bir diğer rivâyette ise, Cibrîl’in Hazreti Peygamber’e Ramazan gecelerinde Kur’ân’ı ders verdiği bildirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, söz konusu mukabele Ramazan’ın gecelerinde oluyordu. İbn Abbas (radıyallahu anhuma), bu buluşmayı şöyle anlatmıştır: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), insanların en cömerdiydi. Ramazan ayında Cibrîl onunla buluştuğunda daha da cömert olurdu. Cibrîl, onunla Ramazan’da her gece buluşur, Kur’ân’ı ders verirdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hayırda tatlı esintili rüzgârlardan daha cömertti.” Hadisin farklı bir rivâyetinde, “Kur’ân’ı ders verirdi.” cümlesi “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Cibrîl’e Kur’ân’ı arz ederdi.” şeklinde nakledilmiştir.
Arza-i ahîra denilen bu buluşmalar, muhtemelen bir çok defa yapılmıştır. Hâkim en-Nîsâbûrî’nin naklettiği, Zehebî’nin de sahih olduğunu belirttiği bir haberde Semure İbn Cündüb (radıyallahu anh), “Kur’ân, Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bir çok defa arz edilmiştir. Onlar derlerdi ki, bizim şu kıraatimiz son arza göredir.” diyerek, arza hâdisesinin bir çok defa gerçekleştiğini ve Mushaf’ın arza-i ahîraya göre cem edildiğini belirtmiştir. (Hâkim, 2:230; Heysemî, 5:53) Tabiî, bunu derken Kur’ân-ı Kerim’de, gerek âyetler, gerek sıralama, gerekse kıraat konusunda sürekli ve ciddî değişmelerin olduğu akla gelmemelidir. Sahabe, bilhassa ilk dönemlerde çoğunlukla ümmî idi. Bu bakımdan, Kur’ân bilgilerinin ve okuyuşlarının elbette tashihten geçmesi gerekiyordu. Ayrıca, Kur’ân çok önemliydi. Yanlış kaldırmazdı. Bir harf, hatta bir hareke bile yanlış öğrenilip, yanlış okunmamalıydı.
Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy kâtipleri 40’tan fazlaydı. Vahiy kâtipleri, diğer sahabîlerin huzurunda indirilen vahyi hemen yazıyorlardı. Sahabîler ise, imkân nispetinde kendileri için Kur’ân’ı yazıyor ya da yazdırıyorlardı. Daha sonra, sabah akşam ne zaman fırsat bulsalar, kontrol için yazdıkları ya da ezberlediklerini Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) arz ediyorlardı (Kevserî, s.4; Zerkeşî, 1:242). Arz rivâyetlerini ve vahyin indirilişi ile ilgili diğer rivâyetleri ve bilgileri değerlendiren Muhammed Hamidullah Hoca’ya göre Hazreti Peygamber, kendisine gelen vahyi önce ashabına okuyor, sonra vahiy kâtibine yazdırıyor, kâtip yazmayı bitirince, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ona yazdığı âyeti okumasını emrediyordu. Böylece vahiy kâtibinin yazdığı metni kontrol ediyordu (Hamidullah, İslâm Peygamberi, 2:698). Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Ramazan ayında, gündüzleri o güne kadar nâzil olan âyetlerden oluşan Kur’ân metnini baştan sona kadar tilâvet ediyordu. Sahabîler, daha önceden yazmış oldukları Kur’ân nüshalarını alıp geliyorlar ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tilâveti ile mukabele ediyorlardı. Bu yıllık mukabelelerde, muhtemelen Cibrîl (aleyhisselâm) da hazır bulunmuştur. (a.y.)
En son yapılan arzın özel bir önemi vardır. Son Ramazan ayındaki karşılıklı okumalar/arz, öncekilerin aksine iki defa gerçekleşmiş, iki defa Cibrîl (aleyhisselâm), iki defa da Hazreti Peygamber, tarafından okunan Kur’ân, böylece son arzada toplam dört kez okunmuştur. (Makdisî, s.33) Üstad Zahid el-Kevseri’ye göre Cibrîl ile buluştuktan sonra Hazreti Peygamber, ashabını toplayarak onlara Kur’ân’ı baştan sona okumuş, yani bir arz gerçekleşmiştir. “Arza-i ahîra”, işte bu son okumadır. (Kevserî, s.6)
Resûlullah’ın vahyi tebliğ ve neşretme konusundaki iştiyakı dikkate alındığında, Cibrîl ile mukabele ettikten sonra ashabını toplayıp, Kur’ân’a ait en son aldığı yeni vahiyleri hemen onlara bildirdiğini söylemek, tabiîdir. Arza-i ahîra ister Hazreti Peygamber’in ashabına son okuyuşu olsun, ister Cibrîl ile Hazreti Peygamber’in karşılıklı okumaları olsun, her iki durumda da vahiy kâtiplerinin ve ashabının seçkinlerinin son arzada hazır bulunmadığını iddia etmek hayalî bir senaryo ve kurgudan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Konuyla ilgili aklî deliller ile yetinmeyip, naklî delillere baktığımızda da “tarihî vakaların tespitinde naklî delillere öncelik vermek ilmî objektifliğin en temel niteliğidir” arza-i ahîrada ashabın hazır bulunduğu ile ilgili bir çok haber vardır.
Arza-ı Ahîra’da Hazır Bulunanlar
Ashabına Kur’ân’ı öğretme konusundaki hassasiyeti bilinen Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), önemine binaen, Cibrîl’in iki kez okuduğu son okumada ashabından bazı kişilerin yanında bulunmalarına izin vermediğini ya da bu arzayı ashabına kendisinin bildirmediğini tasavvur etmek mümkün değildir. Rivâyetlere göre Hazreti Peygamber, Kur’ân’ı arz için Cibrîl ile buluştuğu gecelerin sabahında kendisinden bir şey isteyenlere karşı son derece cömert davranırdı. Hazreti Peygamber’in Cibrîl ile buluştuğu, ya onun bildirmesiyle ya da arz esnasında hazır bulunan ashabının haber vermesiyle bilinebilir. Her iki durumda da arzın gizli, esrarengiz ve herkesten habersiz bir uygulama olmadığı anlaşılır. Hatta Cibrîl’den dinledikten sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ı tam anlamıyla hıfz edilmesi maksadıyla ashabına topluca arz etmiş olması da mümkündür. Zira daha sonra sahabe ve tabiîn dönemlerinde Kur’ân’ın arza-i ahîradaki okunuşu esas alınmış ve sürekli ona atıf yapılmıştır. Kıraat imamları, kıraat silsilelerini son okuyuşa, ya da son okuyuşta hazır bulunduğu nakledilen sahabîlere isnat etmeye özen göstermişlerdir. (İbn Ebî Meryem, 1:109)
Son okuyuşta hazır bulunan sahabîlerden birisi muhtemelen Übeyy İbn Ka’b’dır (v.30/650) (radıyallahu anh). Çünkü o, Hazreti Ömer’e, “Ben, Kur’ân’ı Cibrîl’den alandan, taptaze iken aldım.” diyerek bu duruma işaret etmiştir. Hazreti Peygamber, Übeyy İbn Ka’b’a, “Allah, Kur’ân’ı sana okumamı emretti.” demiştir. Übeyy İbn Ka’b, Resûlullah döneminde Kur’ân’ı ezberleyen sahabîlerden birisiydi. Kur’ân’ı sekiz gecede bir hatmederdi. (İbnü’l-Cevzî, 1:246) Bir kısım kıraat imamları, Kur’ân’ı Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile karşılıklı mukabele ettiği için Übeyy İbn Ka’b kanalıyla gelen kıraati tercih etmişlerdir. Meselâ, Abdullah İbn Kesîr (45-120/665-738), Kur’ân’ı Mücâhid, Atâ ve Dırbâs’a okumuş (arz), bu zatlar İbn Abbas’a arz etmişler, o da, Übeyy İbn Ka’b’a (radıyallahu anh) okumuş, Übeyy de Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) okumuştur. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, “Sana Kur’ân’ı okumakla emr olundum.” buyurmuşlardır (İbn Ebî Meryem 1:109-110) Bu durumu Übeyy, kendisinden nakledilen bir rivâyette, “Ben, Kur’ân’ı Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) arz ettim; o, bana Cibrîl, Kur’ân’ı sana arz etmemi emretti.’ dedi” şeklinde anlatmıştır. (Heysemî, 9:312) Böylece arz yöntemi, nesilden nesile Kur’ân öğretiminin esası olmuştur.
Son okuyuşta hazır bulunduğu nakledilen sahabîlerden birisi de Abdullah İbn Mes’ud’dur (v.32/653) (radıyallahu anh). Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), onun hakkında, “Kim Kur’ân’ı indirildiği gibi taptaze okumak isterse, İbn Ümmi Abd’in (İbn Mes’ud) kıraati üzere okusun.” buyurmuşlardır. İbn Mes’ud (radıyallahu anh), Kur’ân’ı Resûlullah’a vefat ettiği yıl (sallallahu aleyhi ve sellem) iki defa arz ettiğini söylemiştir. (Süyûtî, 1:259) İbn Mes’ud, Medine’ye gitmeye niyetlenince talebelerini toplamış ve onlara, “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her Ramazan ayında Kur’ân ile mukabelede bulunurdu. Ben, vefat ettiği yıl iki kez Kur’ân’ı Resûlullah’a arz ettim, bana çok güzel okuduğumu (muhsin) söyledi. Ben, onun ağzından yetmiş sûreyi ezberledim.” demiştir.
İbn Abbas (radıyallahu anhuma), İbn Mes’ud’un (radıyallahu anh) arza-i ahîrada hazır bulunduğunu, Cibrîl ile Hazreti Peygamber’in karşılıklı Kur’ân kıraatini müşahade ettiğini belirtmiştir. Bu rivâyet, bir çok hadis kitabında bulunmaktadır. İbn Abbas, “Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân senede bir kez arz edilirdi. Vefat ettiği yıl iki kez arz edilmiştir. İşte Abdullah İbn Mes’ud bu arzada hazır bulunmuş, Kur’ân’dan nesh edilen ve değiştirilen âyetleri öğrenmiştir.” demiştir.
Arza-i ahîrada hazır bulunduğu bilinen sahabîlerden birisi de Zeyd İbn Sabit’tir (radıyallahu anh) (v.45/665). Hazreti Ömer, Zeyd İbn Sabit’i yanında tutmuş, fetva vermesi için Medine’de alıkoymuştur. Hazreti Ömer ve Hazreti Osman, fıkhî meselelerde ve kıraat konusunda en fazla Zeyd İbn Sabit’e güvenmişlerdir. (Zehebî, 56-57) Zira Zeyd, yabancı dil öğrenme ve yazı yazmada son derece kabiliyetliydi. Medine’ye geldiğinde Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), onun bu özelliklerini sezerek hususî kâtibi yapmış, İbranice öğrenmesi için teşvik etmişti. (Zehebî, Siyer, 2:427) Ashab ve tabiîn âlimleri Hazreti Osman Mushafı’nın, yani Zeyd İbn Sabit kıraatinin en son yapılan arza’ya uygun olduğunu kabul etmişlerdir. Abdullah İbn Mes’ud’un talebelerinden Asr-ı Saadet’i de idrak etmiş Kûfeli Ebû Abdurrahman es-Sülemî (v.72/691) ve Abidetü’s-Selmanî (v.74/693) gibi zatlar ve tabiînden Muhammed İbn Sîrîn (v.110/728), Zeyd İbn Sabit kıraatinin arza-i ahîradaki kıraat olduğunu belirtmişlerdir. Görüldüğü üzere, Cibrîl ile yapılan arzalar, ilk dönemden itibaren, kıraatlerin değerini ve itibarını belirleyen en önemli kriterlerden birisi kabul edilmiştir. Tabiînin önde gelen âlimlerinden Muhammed İbn Sîrîn, zaman açısından arza-ı ahîraya en yakın kıraatin bugün okunan mushaflardaki kıraat olduğunu belirtmiştir. (Makdisî, s.22) Ona göre Hazreti Osman, İmam Mushaf’ını son arzayı esas alarak cem etmiştir. (İbn Kesîr, s.22, 27) Kezâ tabiînin büyüklerinden, Hazreti Ali ve Abdullah İbn Mes’ud’un (radıyallahu anh) talebesi Abidetü’s-Selmanî (İbn Hacer, 7:84-85), “Vefat ettiği yıl Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) arz edilen kıraat, bugün insanların okuduğu kıraattir.” Demiştir. (Makdisî, s.23)
Tabiînin büyüklerinden muhaddis ve karî Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle söylemiştir: “Ebû Bekir, Ömer, Osman, Zeyd İbn Sabit, muhacirler ve ensarın (radıyallahu anhüm) kıraati aynıydı. Onlar, şimdi okunduğu gibi okurlardı. Bu kıraat, vefat ettiği yıl Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), Cibrîl’e (aleyhisselâm) iki kez okuduğu kıraattir. Ali (radıyallahu anh), hilâfeti döneminde Osman’ın mushafını okumuş, onu imam kabul etmiştir. Zeyd İbn Sabit’in (radıyallahu anh), Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibrîl’e Kur’ân’ı arz ettiği son arza’da hazır bulunduğu söylenirdi. Son arza’da nesh edilen ve nesh edilmeyen âyetler açıklanmıştı. Zeyd İbn Sabit, vefat ettiği yıl iki kez Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı okumuştu. Bu kıraat, “Zeyd İbn Sabit’in Kıraati” diye adlandırılmıştır. Zira o, Resûlullah’ın vahiy kâtibiydi, Kur’ân’ı baştan sona ona okumuştu ve son arza’da hazır bulunmuştu. Zeyd, vefat edinceye kadar talebelerine bu kıraati okutmuştur. Bu sebeple Kur’ân’ın cem’inde Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhüma) ona güvenmişler, Kur’ân nüshalarının yazılmasında da Osman (radıyallahu anh), onu yetkili kılmıştır.” (Begavî, 4:525; Makdisî, s.68-69)
Zeyd İbn Sabit’in kıraatinin tercih edilmesiyle ilgili bu bilgileri veren Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin tam adı Abdullah İbn Habib İbn Rubeyyi’a’dır. Sika bir râvidir. Hazreti Osman’ın hilâfetinden itibaren Kûfe mescidinde kırk yıl Kur’ân okutmuş, âbid ve zâhid bir âlimdir. (İbn Hacer, Tehzîb, 5:183) Ebû Abdurrahman, Kur’ân’ı Ali İbn Ebî Talib’e (radıyallahu anh) okudu, ondan Kur’ân eğitimi aldı. Sonra Osman İbn Affan’a, Übeyy İbn Ka’b’a, Abdullah İbn Mes’ud’a ve Zeyd İbn Sabit’e okudu. Onlar da, zaten Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) okumuşlardı. (İbnü’l-Baziş, 1:124) Nitekim kıraat imamlarından Âsım İbn Ebi’n-Necûd (v.127/745), Ebû Abdurrahman’ın, “Ben Ali’nin (radıyallahu anh) kıraatine hiç muhalefet etmedim. Onun okuduğu kıraat vecihlerini (huruf) ezberler, hac mevsiminde Medine’de Zeyd İbn Sabit’e (radıyallahu anh) sunardım. İkisinin kıraati “Tabût” kelimesinin okunuşu dışında hiç ihtilâf etmedi. Zeyd, ‘tabût’u hâ ile, Ali (radıyallahu anh) ise tâ ile okurdu.” (Zehebî, 2:441) dediğini nakletmiştir. Ebû Abdurrahman’ın talebesi ve ilmî mevkiinin halefi ise Âsım’dır. Âsım, Ebû Abdurrahman’a Kur’ân’ı okuduktan sonra, İbn Mes’ud kıraatini nakleden Kûfeli ünlü kârîlerden Zirr İbn Hubeyş’in (v.82/701) Abdullah İbn Mes’ud’dan naklettiği kıraat ile karşılaştırdığını ifade etmiştir. (Zehebî, 5:258-259) İbn Hacer, İbn Mes’ud ve Zeyd İbn Sabit kıraatlerinin her birinin son iki arzanın birinde okunduğunu, bu sebeple her ikisine de “son arza’ya uygun” denilmesinin mümkün olduğunu söyleyerek, son arzada kimin hazır bulunduğu ile ilgili rivâyetler arasındaki ihtilâfı “haml” metodu ile çözümlemiştir. Muhtemelen son arza’da Abdullah İbn Mes’ud, Zeyd İbn Sabit, Übeyy İbn Ka’b ve daha bazı sahabîler hazır bulunmuşlardı. (Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, s.42-43)
Zeyd İbn Sabit’in cem’ ettiği mushafa sûre tertibi açısından diğer sahabîlerin itiraz etmemesi, bu tertibin ashabın ileri gelenleri tarafından bilindiğini ve kabul edildiğini göstermektedir. Bu tertibin ashabın icmâı ile benimsenmesinin sebebi de arza-i ahîra’ya uygun olmasıdır. Ashab-ı kiram, Cibrîl’in sûreleri zikrediş sırasını izlemeyi uygun bulmuşlardır. Selef bilginleri, İbn Mes’ud, Übeyy İbn Ka’b ve Hazreti Ali’ye ait mushafların arza-i ahîra’dan önce yazıldıkları için İmam Mushafı’ndan farklı olduğunu, son arzadan itibaren Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sûre tertiplerini onlara bildirdiğini söylemişlerdir. (Kurtubî, 1:60) İbn Sîrîn, “Hazreti Osman zamanında Mushaf istinsah edilirken herhangi bir kıraatta ihtilâf edildiğinde arza-ı ahîra’ya en yakın kimin olduğunu araştırmak için son durumu dikkate alırlardı.” demiştir. Arza-ı ahîra’ya kim yakın ise, o konuda onun görüşü esas alınırdı. İbn Sîrîn, “Umarım ki, arza-i ahîra’ya en yakın olan bizim kıraatimizdir.” Demiştir. (İbn Şebbe, 3:993) Hammad İbn Seleme (v.167/783) de selef bilginlerinin arza-ı ahîra’ya en yakın kıraatin bugün okuduğumuz kıraat olduğu görüşünde olduklarını nakletmiştir. (Ebu’l-Fadl, s.54) Bu rivâyetler tabiînin ilk dönemlerinden itibaren âlimler arasında Kur’ân’ın tertibinin tevkifî olduğunda icmâ bulunduğunu göstermektedir.
Arz metodu, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemiyle sınırlı kalmamış, onun vefatından sonra Kur’ân eğitiminde temel öğenim metodu olarak benimsenmiştir. Kur’ân eğitiminde günümüze kadar hiç aksatılmadan uygulanan arz uygulması ve mukabele geleneği, Kur’ân’ın Hazreti Peygamber döneminden itibaren değiştirilmeden aynıyla günümüze ulaştığını gösteren fiilî tevatürün göstergesidir. Bir başka ifadeyle, günümüze kadar her devir Müslümanları tarafından yaşatılan, tatbik edilen bir sünnettir. Günümüzde de yaşamaya devam eden bu gelenek gösteriyor ki, Kur’ân öğretimi İslâmî ilimlerin bütününü etkilemiş, usûl açısından onları şekillendirmiştir. İslâm Âlemi’nde, Asr-ı Saadet’ten itibaren devam ede gelen Ramazan aylarındaki mukabele geleneği Ramazan aylarında Cibril ile Hazreti Peygamber arasındaki arz keyfiyetinin hatırasını canlı tutmak iradesinin bir tezahürüdür. (Yıldırım, s.62)
Sonuç
Karşılıklı bir okumanın gerçekleşebilmesi için âyet ve sûrelerin muayyen bir tertibinin bulunması gereklidir. Aksi hâlde, okuyanın dinleyen tarafından izlenebilmesi mümkün değildir. Her iki tarafın okunan metni ezbere bildiği düşünülürse, her iki tarafın zihnindeki metnin belirli bir sıra izlememesi durumunda, karşılıklı okumanın bir anlamı olmayacaktır. Zira bu okumalar, hadis-i şeriflerde açıklandığı üzere, Cibrîl’in Hazreti Peygamber’e, onun da Cibrîl’e okuması şeklinde mukabele tarzında gerçekleşmiştir. Üstad Zahid el-Kevserî, âyetlerin ve sûrelerin tertibinin tevkifî olduğunu belirttikten sonra, “Sûrelerin ve sûrelerdeki âyetlerin tertipsiz farz edilmesi durumunda, tertipli bir şekilde arz yapıldığı nasıl tasavvur edilebilir?” diyerek bu hususu ifade etmiştir. (Kevserî, s.7)
Tertipsiz bir şekilde arzın gerçekleşmesi mümkün olmadığı için Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibrîl’e (aleyhisselâm) arz ettiği Kur’ân tertibi ile Levh-i Mahfuz’daki tertibin aynı olduğu belirtilmiştir (Zerkeşî, 1:259; Süyûtî, İtkan, 1:195). İmam Malik de (v.179/795), Kur’ân’ın Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlenen tertip esas alınarak cem’ edildiğini söyler. (Gırnatî, 183) Fiilî olarak sürekli tekrarlanan bir işte, yani âyetlerin ve sûrelerin tertibinde, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine gelen her vahyin Kur’ân’da nereye yerleştirileceğini bildirirken ve arz hâdisesi sürekli gerçekleşirken, ayrıca bu tertip hakkında sözlü bir emir bulunması gereksizdir. Sûrelerin tertibinin tevkifî olmadığını öne sürenler bu konuda sözlü bir emir bulunmadığından ve bazı sahabîlerin farklı tertiplere sahip Kur’ân nüshaları bulunmasından hareket etmekte ise de, bunlar da, Kur’ân’ın arzı ile ilgili rivâyetleri değerlendirirken muayyen bir tertip olmadan arzın gerçekleşmesinin imkânsızlığını kabul etmektedirler. Bu sebeple ünlü usûl âlimi Bedrüddin ez-Zerkeşî (v.794/1392), haklı olarak bu konudaki ihtilâfın lafzî olduğunu ifade etmiştir. (Zerkeşî, 1:257) Nitekim Kur’ân sûrelerinin tertibinin içtihadî olduğu görüşünü kabul eden Bakıllânî’nin (v.403/1012) arza’nın belirli bir tertip olmaksızın gerçekleşmeyeceği kanaatini taşıması mânidardır. Ona göre, ashab, Kur’ân’ı yazmaya ihtimam gösteriyorlardı. Zira Cibrîl, her sene Kur’ân’ı Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) arz ediyordu. Vefat ettiği yıl iki defa arz etmişti. (Bakıllânî, 1:412) Kur’ân’ın arz edildiği sahabîler tarafından bilindiğine göre, onların Kur’ân’ın tertibi hakkında malûmatlarının olmadığı düşünülemez. Sahabîler, “arza-i ahîra”nın Osman İbn Affan kıraati üzere olduğu görüşündeydiler. Bütün bunlar, ashabın Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tertip ettiği şekilde Kur’ân tertibini bildiklerini gösterir. Her sene Resûlullah’a Kur’ân arz edilirken onların Kur’ân’ın tertibini bilmediklerini iddia etmek mümkün değildir. Bu sebeple onlar, Kur’ân’ın nazmı ve tertibi konusunda Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tertibi ve arzının hilâfına müsamaha ve gevşeklik göstermemişlerdir. (Bakıllânî, a.g.e. 1:362)
Sûreler arasındaki tertibin içtihadî olduğunu öne sürenler, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu şart koşmadığını gerekçe göstermişlerdir. Ancak, fiilen sûrelerin tertipli olduğunu inkâr etmemişler, vakıayı esas alarak, sûrelerin Hazreti Peygamber’in kendilerine öğrettiği şekilde tertip edilmesi gerektiğinin zaruretine inanmışlardır. Zeyd İbn Sabit (radıyallahu anh), Kur’ân’ı arza-ı ahîra’daki tertibi esas alarak cem’ ettiği için ashab arasında hüsn-ü kabul görmüş, hatta bazı rivâyetlerde farklı sûre tertiplerine sahip mushafları bulunduğu nakledilen Hazreti Ali ve Abdullah İbn Mes’ud’un en yakın talebeleri bile, “arza-ı ahîra”ya uygun tertibin Zeyd İbn Sabit’in cem’ ettiği mushaf olduğunu kabul etmişlerdir.
Hazreti Peygamber’in sünnetini korumak konusundaki gayretleri bilinen sahabîlerin, Kur’ân’a dair meselelerde son derece hassas oldukları bir gerçektir. Kur’ân’daki sûrelerin tertibinde hepsinin haberdar olduğu arza-i ahîra ölçü alınmasaydı, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Zeyd İbn Sabit’in Kur’ân’ı cem’ ederken izledikleri tertibin kabul edilmesi mümkün değildi. Kur’ân’a dair en küçük bir meselenin tatbiki ya da tashihi için canlarını çekinmeden veren ashab-ı kiramın bu meselede suskun davranacaklarını zannetmek mümkün değildir.
Sûrelerin değişik kriterler esas alınarak tertip edilmesi mümkündür. Sûreler, nüzûl sırasına göre, Mekkî-Medenî olmalarına göre, ya da başlangıç cümlelerine göre tertip edilebilirlerdi. Nitekim bazı sahabîler, sûreleri değişik şekillerde tertip etmişlerdir. Ancak bugün ellerimizde bulunan mushaf tertibi, icmâ ile tercih edilmiştir. Şayet ciddî bir tercih ettirici etken bulunmasaydı, ashabın tartışmadan bu konuda ittifak etmesi ve bu ittifakın tabiîn âlimleri tarafından aynen takip edilmesi kolay kolay temin edilemezdi. Ashabın ve tabiîn imamlarının bugünkü Mushaf tertibinde ittifak etmesinin temel sebebi, arzalarda Hazreti Peygamber’in Kur’ân’ı bu tertiple okumuş olmasıdır. Nitekim ünlü muhaddis ve müfessir Celaleddin es-Süyûtî (v.911/1505), Kur’ân-ı Kerim’in arza-i ahîra’da aldığı son şekle göre yazılması hususunda ashab-ı kiramın ittifak ettiklerini kaydetmiştir. (Süyûtî, el-İtkan, 1:157)
Hazreti Peygamber döneminden itibaren Kur’ân tedrisinde ihtisaslaşan kurrâ sahabîler vardır. Bunların içinde Resûl-i Ekrem’in kendilerine Kur’ân okuduğu sahabîler bulunmaktadır. Mescitte sürekli Kur’ân eğitimiyle ilgilenen, ders halkaları bulunan Abdullah İbn Mes’ud, Übeyy İbn Ka’b ve Zeyd İbn Sabit (radıyallahu anhüm) gibi Kur’ân muallimleri, daha ilk devirden itibaren Kur’ân eğitiminin usûlünü belirlemişler, kıraat ilminin geleneğini başlatmışlardır. Onlardan kıraat ilmini öğrenen İbn Abbas (radıyallahu anhuma), Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Abidetü’s-Selmanî ve tabiînin diğer kurrâları bu ilim dalının daha ilk yüzyıldan itibaren ciddî ihtisas isteyen bir disiplin hâline gelmesine katkıda bulunmuşlardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’i yukarıda adı geçen sahabîlerin yalnızca birisinden öğrenmekle yetinmemişler, farklı sahabîlerden öğrendikleri bilgileri karşılaştırmak sûretiyle ilk kontrolleri de yapmışlardır. Böylece, daha tabiînin ilk dönemlerinden itibaren Kur’ân’ın cem’ edilen tertibi üzerinde bir icmâ ortaya çıkmıştır. Bazı sahabîlerin, sözlü bir emir bulunmadığından farklı sûre tertibine sahip nüshaları, kendileri de bu konuda ısrarlı olmadıkları için, talebeleri tarafından da itibar görmemiştir. Daha sonraki dönemde bugün mütevatir kıraatların kendi adlarıyla anıldığı neredeyse bütün hayatlarını bu ilme adamış büyük kurrâlar yetişmiştir. İslâm’ın bu hem en yaygın hem de en zor ilmî geleneği olan kıraat ilminin temelinde, Cibrîl’in son dersi olan “arza-i ahîra” bulunmaktadır. “Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” (İbrahim sûresi, 14/24) âyetinde ifade edildiği gibi, kaynağı güzel olanın meyvesi de güzel ve bereketlidir…
Diğer kaynaklar
Askalanî, İbn Hacer, Fethu’l-Bâri fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, nşr. Tâhâ Abdurrauf Sa’d ve arkadaşları, Kahire 1978.
…; el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe Dâru İhyai Turasi’l-Arabî, Beyrut, ts.
…; Tehzîbu’t-Tehzîb, Haydarabad 1325’ten ofset, c: VII.
Aydınlı, Abdullah, “Arz” maddesi, DİA, III, 438.
Bakıllânî, Ebû Bekir, el-İntisâr li’l-Kur’ân (nşr. Muhammed Isam el-Kudat), Beyrut 2001.
Begavî, Hüseyn b. Mes’ud, Şerhu’s-Sünne, Beyrut 1983, IV, 525, 526.
Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Beyrut 1989, III, 36.
Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe, Târîhu’l-Medîneti’l-Münevvere, nşr. Fehim Muhammed Şeltut, Cidde 1393.
Gırnatî, Ahmed b. İbrahim Ebû Ca’fer, el-Burhân fî Tertîbi Suveri’l-Kur’ân, nşr. Muhammed Şa’bani, Muhammediye 1990.
Hâkim, el-Müstedrek, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990.
Hamidullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1993.
Heysemî, Nureddin, Mecma’u’z-Zevâid, Kahire ty., V, 151.
İbn Ebî Meryem, el-Müdâh fî Vücûhi’l-Kırâati ve İlelihâ, nşr. Ömer Hamdan el-Rebisi, Mekke 1993.
Kevserî, Muhammed Zâhid, Makalât, Mektebetü’l-Ezheriyye, Kahire, 1994.
el-Kurtubî, Ebû Abdullah, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1968.
el-Makdisî, Ebû Şame, el-Mürşidü’l-Vecîz ilâ Ulûmin Teteallaku bi’l-Kitabi’l-Azîz (Hz. Tayyar Altıkulaç) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1986.
Mizzî, Cemalüddin Ebu’l-Haccâc, Tehzîbu’l-Kemâl, Beyrut 1992, XIV, 494.
Râzî, Ebû’l-Fadl Abdurrahman b. Ahmed, Fedâilü’l-Kur’ân ve Tilâvetihi, nşr. Amir Hasan Sabri, Beyrut 1994.
Süyûtî, Celâlüddin, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ, Dımeşk 1987, I, 158.
Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemu’l-Kebîr, nşr. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Bağdad 1978.
Temel, Nihat, Kıraat ve Tecvid Istılahları, İstanbul 1997, s. 36.
Zehebî, Şemsüddin, Tezkiratü’l-Huffaz, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1983.