Hale ile Halelenenler -3
Bu âh u efgânla reca-havf eksenli[6] yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir. Hatta, bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk’ın rahmet enginliğini duyurur...
Hazret’in, bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla[1] “Keremkânım!” dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O böyle davranmakla ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.[2]” ümitbahş ferman-ı Sübhânîsiyle rükûdan kavmeye doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs’atini gösterme hali sergiler. Adeta, bir şairimizin dediği gibi,
“Ger günahım kûh-i Kâf[3] olsa ne gam yâ Celîl
Rahmetin bahrına nisbet ‘Ennehû şey’ün kalîl.’”
mazmununa göre davranır; günah ve hataların yüzüne tükürerek, “Destgîrim ol![4]” iniltileriyle “Rahmet, Rahmet!” deyip başını reca eşiğine koyar; oksijen yudumluyor gibi bir ruh haleti içine girer ve inler. İşte o soluklardan birkaç damla:
“Ey kulları Kendisine yöneldiğinde hemen teveccüh-ü rahmette bulunan.. hiçbir zaman onların ümitlerini karşılıksız bırakmayan.. onları, Kendine yaklaştıran ekstra yol ve disiplinlerle cüdâ düşme hicranından kurtaran.. günah ve mesâvîyle kirlenmiş olanların ayıplarını setreden... Yüceler yücesi Rabbim! Ümitle kapına yönelip eşiğine baş koyanları hiçbir zaman boş çevirmediğin gibi, bendeni de melül, mahzun yüz üstü bırakma![5]”
Bu âh u efgânla reca-havf eksenli[6] yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir. Hatta, bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk’ın rahmet enginliğini duyurur.. onları duyup ettiği şeyleri paylaşmaya çağırır.. onlara havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba’su ba’de’l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir; gösterir ve İsrafil solukları türünden nefeslerle[7] onları yitirdikleri mihraba yönlendirir.
Sürüp giden bu engin fasıldan es geçtiğim çok noktalar oldu. Ondan ve okurlardan özür dileyerek, bu zebercet mülahazalara da bir nokta koyarak onun o ledünnî zenginlikli ruh anatomisine has bir başka sızlanışlarıyla, dili kalbinin güdümünde[8], düşüncesi metafizik âlemler ötesinde[9], sırrı öteler ötesi nâkâbil-i idrak zirvelerde[10], gözyaşları ceyhun, melek âvâzlı nağmelerinden de birkaç demet -çoğumuz bir şey anlamasak da- hayatbahş bazı hususları arz etmek istiyorum. İşte, mazmun yörüngeli ruh destanı o mülahazalardan birkaç soluk:
“Allah’ım! Azıksızım ama Sana olan tevekkül ve teslimim tamdır. Buna rağmen cürümlerimin sınırsızlığını düşününce, tir tir titriyor ve azabına maruz kalacağım korkusuna kapılıyorum. Vakıa rahmetinin vüs’ati gözümde tüllenince de gönlüm emn ü emân hissiyle şahlanıyor. İşte, o ruh haleti içinde bulunduğumda günahlarım su-i âkıbetle inletse de affına olan ümidim ruhuma bağışlanabilme sinyalleri salıveriyor.[11]” -Bu ne mukarrebce bir denge!.. Bu ne derin bir havf u reca izdivacı!- “Huzur-ı kibriyâna eli boş varsam da lütf u kerem enginliği mülahazası şahlandırıyor bendeni ve gözlerim re’fetinin varidat vaadiyle pâr pâr parıldamaya duruyor. Öyle ki, isyanlarla mâlemâl olduğum aynı anda, gönlüm ekstra gufran sürprizleri ve üns esintileriyle iç içe ritim değişiklikleri sergilemeye başlıyor... Huzurundayım ey Rab! Salıyorum kendimi rahmetinin çağlayanlarına.. ve uzaklaşabildiğim kadar kendimden uzaklaşıyor, bütün benliğimle Sana yöneliyorum!..[12]”
Havf hissi, reca iz’ânıyla[13], Hak’la münasebeti adına kendini konumlandırdığı yerin hakkını eda edememiş olma tavrıyla o yüksek “akrabü’l-mukarrabîn[14]” kâmet-i bâlâ yörünge değiştirerek, adeta, “Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır.[15]” düşüncesiyle ilahî lütuflar sağanağını bir kere daha nazara alarak şükürle gürlemeye duruyor.. ve şükran kapısı eşiğine yüz sürerek, Hakk’ın “lâyü’ad ve layühsâ[16]” nimetlerine mukabil dil-dudak latîfe-i Rabbâniyenin emrinde, hamd ü senâ nağmeleriyle gürlüyor:
“Allah’ım! Peşi peşine sağanak sağanak idrak ufkumun üzerine boşalan o engin eltâfına ne diyeceğimi bilemiyorum.. fazl u kerem kaynaklı Senin utûfe-i Sübhâniyen karşısında dilim tutuluyor ve diyeceklerimi diyemez hâle geliyorum. Senin çağlayanlar gibi akıp gelen, liyâkatimi çok çok aşkın özel lütuflarını وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا “Saymaya kalksanız sayamazsınız ilahi nimetleri![17]’ adesesiyle temaşaya aldığımda bir şey diyememe acziyle kırılıyor kolum-kanadım ve iki büklüm oluyorum... Evet, Senin o hususi atıyyelerin karşısında hamd u senâmın yetersizliğiyle iç içe hicaplar yaşıyorum. İmanla gerçek dirilişe erişim.. İslam’la dergah-ı Sübhâniyene yönelişim.. boynumda kulluk tasması, başım kerem ve ikram eşiğinde.. elim re’fet ve utûfet kapısının tokmağında ‘كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ -Bunların hepsi Senden[18]’ diyor, şükürle gerilime geçiyorum. Ne var ki Sana karşı bu şükür hissi de yine Sen’den; zira ne zaman Sana şükretsem bu da Senin ayrı bir lütfun olması itibarıyla -şükürler sâlih dairesiyle- Sana hiçbir zaman hamd u senamı tamam olarak yerine getiremeyeceğim.[19]”
Keşke biz de bu mazhariyetlerin farkında olarak hayatımızı hep bu çizgide sürdürebilseydik!.. Tamamını idrakten aciz olsak da, verdiklerini vereceklerinin emaresi kabul edip bütün fâniyât u zâilâta bedel, ebetleri peyleme yoluna girerek, “zatına bakan yönüyle cife, arkasından koşturdukları da kilâb” şu dünya-i fâniyeye gönlümüzü kaptırmadan, makam-mansıp, şan-şöhret, servet-saman, bedenî ve cismanî arzulara bir parça sırtımızı dönüp her zaman o güneşler güneşine karşı sekmeden yürüyebilseydik!.. Heyhat! Aldandık bu yalancı dünyanın câzibedâr güzelliklerine!.. Tevehhüm-ü ebediyetlerle tûl-i emellere takıldık, kazanma kuşağında neleri ve neleri kaybettik!.. Ne hoş söyler Çağın Sözcüsü: “Eyvah aldandık; bu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik; o zan sebebiyle -biz her şeyi- bütün bütün zayi ettik.. evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti.. şu temelsiz ömür dahi çay gibi akar gider.[20]”
Ama ne acıdır ki, büyük ölçüde bu bâzîçede aldandık ve ebetleri kaybetme pahasına şu fettân ve vefasız dünyanın sûrî güzelliklerine takılarak ebedi âlemleri bütün bütün nisyanlara gömdük ve geleceğimizi kararttık. Öyle ki ne ilahî atıyye ve behiyyelerin şükrünü tam eda edebildik, ne de onlarla peylenebilecek o gerçek yarınların ayn-ı hayat olduğunu kavrayabildik. Ziya Paşa soluklarıyla ifade edecek olursak:
“Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık!
Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık!..”
Aslında kazanmamız da mümkün değildi; zira hiç ölmeyecek gibi kendimizi hevâîliğe salarak dünya mezrasını kupkuru çöle çevirdik ve ebediyetlere uzanan dünya güzergâhındaki köprüleri de bir bir yıkarak öteler inanç ve düşüncesine bir sünger çektik. Bir türlü kendimize gelerek yürekler acısı halimize bakıp Allah’a yönelmedik...
EKLER
EK-1
FİZİK ÖTESİ ALEMLER
Arş
Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan, maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî emir, irade ve meşîet-i sübhaniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme “Arş” dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de “ferş” denegelmiştir. “Arş’a çıkılır, ferşe inilir.” sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya bağlıdır.
Arş’ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah’ın hayyiz ve mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. “Arş’a istivâ” sözü bir hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk’ın ne Arş’ta oturması ne de kurulması söz konusudur.
Eski astronomi Arş’a, bütün eflâkı kuşatan, dokuzuncu, en büyük ve muhît felek nazarıyla bakıyordu. Aynı zamanda ona “felek-i âzam” ve “felek-i atlas” da diyordu. Böyle bir yaklaşım o günkü astronomik telakkilere göre doğru sayılabilirdi. Şimdilerde ise, astronomlar farklı şeyler söylüyorlar. Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve müfessirîn hazerâtının mütalâalarına gelince, bence asıl üzerinde durulması gereken de bu olmalı.
Arş, Âlemlerin Rabbi itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın tekvînî ve teşrîî emirlerinin mahall-i tecellîsi, kudret ve azametinin matla-ı münevveri; fevkânîliği mutlak, esrarı Allah’a emanet sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i fiiliyenin câmi bir aynası ve canlı-cansız bütün varlığın şekillendirildiği –tabir caizse– bir tezgâhıdır. Böyle olunca da gözü madde, cisim ve fizikî varlıklardan başka bir şey görmeyenlerin onu anlaması mümkün değildir.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu da Arş’a istivâ meselesidir. Eski-yeni pek çok yorumcu bu mevzuda bir hayli farklı düşünceler serdetmiş ve nefes tüketmişlerdir.
Evvelâ, اِسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ[1] sözünde onun üzerine yükselme, fevkânî bir durum izhar etme... gibi hususlara işaret yanında, hâkimiyetini duyurma, kudret ve azametini gösterme türünden mânâlar da söz konusu olabilir. Zira Arş, bütün zamanları, mekânları, cihetleri kuşatan bir varlık olması itibarıyla orada bunların hiçbiri yoktur ki, hayyizden ve mütehayyizden de söz edilebilsin.
Sâniyen, Allah madde, cisim, cevher, araz ve mütehayyiz olmadığından, O’nun istivâsında da bizim oturma ve kurulmamıza benzer şeyler söz konusu değildir. Nasıl olur ki O, Kur’ân-ı Kerim’in de ifade buyurduğu gibi, bütün arz ve semavâtı yed-i kudretinde tutmanın yanında insana da şah damarından daha yakın bir kudret-i kâhire ve bir Rahmân u Rahîm’dir.
Sâlisen, bizim gibi âciz kimseler hakkında dahi “Hâkim oldu, tahtına oturdu veya kuruldu.” dediğimizde, “Ahkâm ve emirlerini herkese kabul ettirdi, iradesini dört bir yana duyurdu ve saltanatına baş eğdirdi.” şeklinde bir şeyler anlarız. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasında ise bu tür yaklaşımlar O’nun mukaddes ve münezzeh olmasının vacip neticesidir.
Aslında selef-i salihîn ta baştan itibaren, İbrahim Hakkı Hazretleri dilinden ifade edecek olursak, O’nu şöyle tavsif etmişlerdir:
“Ne cism ü ne arazdır ne mütehayyiz ne cevher,
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden dahî elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
......................................
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.”
Bu tür yaklaşım ümmetin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir yaklaşımdır ve Ehl-i Sünnet akidesi de bu telakkiye göre örgülenmiştir. İlkler, bu tür konular üzerinde münakaşaya girmemiş; hatta bu kabîl müteşabihatla alâkalı sorulara dahi cevap vermeden kaçınmışlardır. Öyle ki, İmam Malik Hazretleri’ne istivâ ile alâkalı soru soran birine, Hazret bir miktar teemmülden sonra ona dönmüş ve “İstivânın ne olduğu belli, keyfiyetini idrak etmek mümkün değil, onu olduğu gibi kabul vacip, bu tür bir soru da bid’attır.”[2] diyerek kestirip atmıştır.
Ne var ki, daha sonraları, Müslümanlar arasında, pek çoğu itibarıyla yabancı menşe’li düşünce akımları zuhur edince, o dönemdeki ulemâ (müteahhirîn) bazılarının “istivâ” sözcüğünden çıkardıkları, tecsim, hayyiz ve mütehayyiz... gibi bâtıl yorumlara karşı bu kelimeyi Kitap ve Sünnet’in ruhuna uygun tevil ederek saf yığınları sapık düşüncelerden sıyanet etmeye çalışmışlardır; çalışmış ve özet olarak şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:
- İstivâ sözcüğü, hâkimiyet ve mülkiyetin tamamiyeti, nizamın da ekmeliyetinden kinaye bir tabirdir. Kur’ân-ı Kerim’de, istivânın geçtiği hemen her yerde böyle bir hâkimiyet ve tedbire vurguda bulunulması da bunu göstermektedir.
- İstivâ sözüyle tekvînî emirlerin arka planındaki âdât-ı ilâhiye hatırlatılarak eşyanın ilk yaratılışta olduğu şekilde perdesiz, hâilsiz bırakılmadığına, esbap ve ilelin, izzet ve azamete perde yapıldığına telmihte bulunulmuştur.
- Yine bu kelimeyle, mebde’de bütün eşya O’nun ilim, kudret ve iradesiyle var edildiği gibi, daha sonra da her şeyin Arş’ta mütecellî O’nun hâkimiyet ve kayyûmiyetiyle devam ettiği/edeceği ihtar edilmiştir.
- Bu kelimenin üzerinde isti’lâ mânâsıyla, Allah hâkimiyetinin, beşerî idare ve tedbirlerle kıyas edilemeyecek ölçüdeki ihatası hatırlatılmıştır.
- Yine bu kelime ile, bizim fevkalâde bu’dumuz ve O’nun manzar-ı a’lâdan her şeyi ve herkesi gören-bilen ve onlara kendi nefislerinden daha yakın olan kurb-u mutlakı ifade edilmiş gibidir.
Bunlar ve benzeri tevillerle ulemâ-i kirâm, ehl-i İslâm’ı tecsim, hayyiz, mütehayyiz ve ittihad gibi dalâlet mülâhazalarına yuvarlanmaktan sıyanet etmeye çalışmış ve bize fikir istikametimiz adına her zaman başvurabileceğimiz önemli argümanlar hazırlamışlardır. Onların bu samimî sa’y ve gayretlerini şükranla karşılamanın yanında firak-ı dâllenin sapık fikirleri söz konusu olmadığı durumlarda, fakir, bu tür konuların hakikatini Hazreti “Allâmü’l-Guyûb”a havale ederek İmam Malik gibi davranmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.
Müfessirîn-i izâmdan bazıları, Kürsî ile Arş’ın aynı şey olduklarını söylemiş ve her ikisinin de evsâf-ı sübhaniye ve hâkimiyet-i ilâhiyenin mahall-i tecellîsinden başka bir şey olmadıklarını vurgulamışlardır. Ancak pek çok muhakkikînin beyanlarının yanında İbn Kesîr’in “el-Bidâye ve’n-Nihâye”de zikrettiği hadis ve eserler bu iki mahall-i tecellînin birbirinden farklı şeyler olduğunu göstermektedir.[3] Evet, konuyla alâkalı Efendimiz’den şerefsudûr olmuş ehâdîs ve âsâr, Arş’ın Kürsî’den başka olduğunu ve ondan milyon defa büyük bulunduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Kürsî kâinatlardan ne nisbette büyük gösterilmişse, Arş’ın da Kürsî’den o kadar geniş ve kuşatıcı olduğu ifade buyrulmuştur. Onun bu vüs’atini ortaya koyma sadedinde, arz, sema, Cennet, Cehennem, Sidretü’l-Müntehâ, Beytü’l-Mâmur... gibi bütün ulvî âlemler Arş’ın ihatası altında gösterilmiştir.
Bununla beraber, Arş’ın bu genişlik ve kıymeti, kendine ait vüs’at ve ihtişamında değil de, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve hâkimiyetinin birinci derecede mahall-i tecellîsi olmasında aranmalıdır. Evet, onu bu âlem ve ötelerde kıymetler üstü kıymete ulaştıran bu mahalliyet ve mir’âtiyettir; bu itibarla da onun eşi-benzeri yoktur.
Arş, evsâf-ı kemaliye ve esmâ-i fiiliyenin mahall-i tecellîsi olması açısından izafî bir sınırsızlığı haizdir. Bir mânâda her varlık onda başlar ve onda sona erer.. onda zaman, mekân ve cihet de söz konusu değildir; çünkü onun bütün bunları aşkın bir fevkânîliği vardır.. ve o bu keyfiyetiyle dünyayı da kaplar ukbâyı da.
Biz, bütün bunları tam idrak edemesek de, Kur’ân ve Sünnet-i Sahihanın haber verdiği çerçevede onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanır; hakikatini kavrayamayacağımız itirafında bulunur ve mahiyet-i nefsü’l-emriyesini Hazreti Allâmü’l-Guyûb’a havale ederiz. Onu düşündüğümüzde sıfât-ı sübhaniyenin ilk meclâsını ve esmâ-i fiiliyenin en nuranî aynasını hatırlar; onun ötelerde ehl-i imanın başına saldığı/salacağı ukbâ gölgeleriyle doyar gibi oluruz.
Arş, Kürsî her şeyin üstünde ve zamanları, mekânları aşan birer mahiyeti haizdirler; ne var ki onların bu hususiyetleri lâzamânî ve lâmekânî olan Ezel ve Ebed Sultanı’ndandır, dolayısıyla da izafîdir.
Her biri bir bilmece gibi görünen bu muğlak ve muamma konuları kavramada akıl zorlansa, ilimler acz itirafında bulunsalar da, her zaman O’na müteveccih “latîfe-i rabbaniye” ne eder eder kendi ufkundan bir kısım hakikatlere ulaşarak itminana vesile olabilecek pek çok şey bulabilir; ifade darlıkları yaşasa da gönlünün dilinden değişik şeyler dinleyebilir.. kavradıklarını hamd ü senâlarla seslendirir, dahasına arzusunu ortaya koyar, kavrayamadığı hususlar karşısında da اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ[4] der ve kendi arş-ı kemalâtına, ihata serhaddine saygılı kalmasını bilir.
Aslında mü’min, bildiği şeylerin yanında pek çok bilmediklerinin de olabileceğini baştan kabullenen bir insaf insanıdır. O, kalbinin cihanları kuşatacak bir vüs’atte olduğuna inansa da, bu latîfenin en önemli bir derinliğinin de kendi idrak sınırlarını ve boşluklarını bilmekten geçtiğinin farkındadır; sürekli acz ü fakr soluklar ve gözünü asla Allâmü’l-Guyûb’dan ayırmaz.
Arş’la alâkalı, Bediüzzaman Hazretleri’nin de enteresan mülâhazaları vardır; konuya son noktayı koymadan özet olarak ondan da söz etmek istiyorum. Bediüzzaman Hazretleri Arş’la alâkalı şu mütalâayı serdediyor[5]:
Arş, Zâhir-Bâtın, Evvel-Âhir isimlerinin halitasından ibarettir. Halitanın bir buudunu teşkil eden ism-i Zâhir itibarıyla Arş mülk, kâinatsa melekût olur. İsm-i Bâtın açısından Arş melekût, kevn ü mekânlar ise mülk olur. Yani Arş’a ism-i Zâhir itibarıyla bakılsa kendi zarf, kevn mazruf; ism-i Bâtın zaviyesinden nazar edildiğinde de o mazruf, kâinatlar da zarf olur. Keza, ism-i Evvel itibarıyla ona bakıldığında وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ[6] âyetinin ifade ettiği âlemin bidayetini işaretler; ism-i Âhir itibarıyla da سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمَانِ[7] hadisinin imada bulunduğu nihayete vurguda bulunur. Bu itibarladır ki, Arş’a, bu dört isimden aldığı hisse-i tecellî ile bütün varlık ve kâinatların sağını-solunu, altını-üstünü, içini-dışını kuşatan bir halita nazarıyla bakabiliriz.
Bediüzzaman “Arş-ı Âzam” ve “Arş-ı A’lâ” ile alâkalı bu mülâhazalarının yanında bir de şöyle bir Arş telakkisinden söz eder[8]:
Cenâb-ı Hak, mahlukat-ı arziyeyi rubûbiyeti noktasında bir arş yapmıştır –buna Arş-ı Âzam’ın izdüşümü de denebilir– bu umumî atlasın önemli bir unsuru olan havayı emir ve iradesine bir nevi arş; nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş; suyu ihsan ve rahmetine farklı bir arş; toprağı da hıfz ve ihsanına ayrı bir arş yapmış ve bunlardan üçünü mahlukat-ı arziye üstünde gezdirmektedir. Eğer Kâbe, ötelerden bir şeyin izdüşümü veya aynası, insan ayrı bir şeyin mir’ât-ı mücellâsı, fizik âlemleri de metafizik âlemlerin bağı-bahçesi ve serası ise, dünyamızdaki hava, su, nur ve toprak unsurlarının da ulvî âlemlere ait bir şeyin aynası, ziyası ve izdüşümü olması gayet normaldir.
Sofîlerin Arş hakkındaki mütalâaları biraz farklıdır; onlar, müfessir ve kelâmcıların mülâhazalarını reddetmemekle beraber, ona, “akl-ı küll, nefs-i külliye, âyât-ı tekvîniye” gibi ad ve unvanların yanında وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ[9] âyetinden hareketle “Arşü’l-hayat”, “Arşü’l-meşîet”; bütün zerrat, bütün mürekkebât, arz u sema ve eflâkı ihata etmesi açısından “Arş-ı Rahmânî”; Levh-i Mahfuz hakikatinin bir aynası olması zaviyesinden de “Arş-ı Âzam” deyivermişlerdir. Mü’minin kalbine de arş demişler ise, onu bir “beyt-i Hudâ” gördüklerinden dolayı demişlerdir. Sofîler arasında böyle bir yaklaşım çok yaygındır; İbrahim Hakkı Hazretleri:
“Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”
derken, bir başka Hak dostu onunla alâkalı şunları söyler:
“Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır
Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.”
Kürsî
Oturulacak özel yer, taht, kaide mânâlarına gelen ve Arş-ı Âzam’ın altında “mevzi-i kademeyn” konumunda, kâinatı muhit bir âlem-i mânevînin unvanı bulunan Kürsî, müfessirîn-i kirâma göre, Cenâb-ı Hakk’ın hükümlerinin tecellî ve icra alanı olup Arş’ın bir alt tabakası kabul edilmiştir. Arz u semadaki her nesne ve herkes, ecrâm-ı ulviye ve onların kendilerine lâyık sekenesi Kürsî’nin ihata dairesi içindedir. Bu itibarla insan, varlık ve bütün âlemler bu Kürsî’de mütecellî ahkâm ve evâmirle sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ahkâm, her şeye hâkim Kürsî’nin Sahibi’ne ait; emirler O’ndan; görüp gözetme de O’nun şe’n-i rubûbiyetinin muktezasıdır. Bütün harekât ve şuûn O’ndandır ve O, bütün bunlardan haberdardır; usûlünden-fürûundan, küllîsinden-cüz’îsinden, nefîsinden-hasîsinden, gizlisinden-açığından... bilir göklerdekileri ve gökler ötesindekileri, bildiği aynı anda gönüllerde oluşan his ve heyecanları, kafalardaki düşünceleri ve damarlardaki deverânı.. O, var ettiği her şeyi görür-gözetir, evirir-çevirir, değiştirir-başka kalıplara ifrağ eder de, Kur’ân’ın ifadesiyle, ne yorulur ne de uyuklar; Arş’ı sıfât-ı sübhaniyesine bir taht-ı perdedar yapar, Kürsî’yi de icraat-ı rubûbiyetine bir makarr. Yaratır yarattıklarını, devam ettirir hayatı-memâtı; görür ve gösterir Kürsî’den Hayy u Kayyûm olduğunu...
İlk müfessirlerden günümüzün tefsircilerine kadar İslâm ulemâsı, teferruattaki farklılık mahfuz, Kürsî hakkında şu mütalâalarda bulunmuşlardır:
Kürsî, arzî semanın fevkinde ve fakat Arş’ın altında bütün kâinatı kuşatan, “mevzi-i kademeyn” olarak yâd edilen bir pâyitaht zamanıdır. Onun yapı unsurları, maddî âlemin temel taşlarından farklı; ne atom ne elektron, ne anti-atom ve anti-elektron, hatta ne de iyon, Allah’ın bilebileceği fizikötesi bir mevcut.. o bir cisimdir ama, bildiğimiz cisimlerden değil; bir mahiyet sahibidir fakat, idrak ufkumuzu aşkın bir keyfiyeti haizdir.. cisim, cevher, araz olmadığını da söyleyebiliriz; ancak Zât-ı Ulûhiyet’in selbî sıfatları kabul ettiğimiz bu evsâfı, en aşkın varlıklar için dahi kullanmayı düşünmeyiz/düşünemeyiz ve bunu bu şekliyle itikadî bir konu gibi görürüz.
Kürsî, hem varlığı kuşatan hem de kevn ü mekânlarla müşterek mütalâa edilen, tefsircilerin ifadesiyle, hem muhît hem de muhât –Bediüzzaman’ın Arş mevzuundaki zâhir-bâtın mütalâaları hatırlansın– bir mahiyet-i muallâya sahiptir. O tahtın sahibine gelince, O’nun için ne zaman ne mekân ne de cihet söz konusudur:
“Ne göklerde ne yerlerde,
Ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir
Ki hiç olmaz mekânullah.” (İbrahim Hakkı)
Arş O’nun arşı, Kürsî O’nun kürsîsidir ama O Müteâl Varlık’ın bunlarla münasebeti oturma, kurulma, yerleşme, tahayyüz etme ve ihtiyaç duyma şeklinde değildir. O, bildiğimiz varlık türlerinden değildir. Vücudu hakikî bir vücud ve kendindendir; ulemâ-i İslâm’ın ifadâtıyla, “Vacibü’l-Vücud”dur; zıddı, niddi ve misli yoktur. Kürsî ise bir mânâda O’nun emirlerinin tecellî ve tenfiz mahallidir ve bizim için arka planları kavranamayan nâkabil-i idrak hakikatlerden bir hakikat ve hayret duygularımızı tetikleyen bir muallâ duraktır. Şimdiye kadar onunla alâkalı pek çok şey ifade edilmiş ise de, bu yorumların hiçbirinin onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini aksettirdiği söylenemez. Söylenenler yanlış değildir ve idlâl ifade etmemektedir. Ama murad-ı ilâhî açısından, o hakikat-i uzmâya “delâlet-i bi’l-mutabaka” ile delâlet ettiği de iddia edilemez.
Kürsî’ye, şu madde âleminde varlığa ait bütün hususiyet ve ahvâlin tecellî ve zuhur mahalli de demişlerdir ki, bilcümle ulvî âlemler ve onların bağrında gerçekleşen oluşumlar, tebeddüller, tagayyürler, teşekküller, televvünler orada mütecellî emir ve ahkâma bağlı bir vetire içinde cereyan etmektedir: Zerreler, kaderî bir programla o Kürsî’den akseden emir ve irade ile döner dururlar; yıldızlar, sistemler orada mütecellî ahkâma göre âhenk içinde varlıklarını sürdürürler; melekler, ruhanîler gözleri orada evâmir-i tekvîniye ve teşrîiyeyi yerine getirirler; hâsılı, mikro âlemden makro âleme varlık oradan sâdır olan emirlerle yürür, orayla irtibat sayesinde âhengini korur ve kendine göz ucuyla baksa da bütün benliğiyle oraya müteveccihen yaşar.
Eski astronomi ve Batlamyus mülâhazaları çerçevesinde Kürsî’yi yorumlayanlar onu sekizinci sema tabakasında “sâbit âlemler ufku”, Arş’ı da dokuzuncu semada “felek atlası” şeklinde yorumlamışlardır. Bu onların ilmî ufukları itibarıyla kendi anladıkları.. Nebiler Sultanı’nın beyanına göre Arş da Kürsî de onlara bağlı hakikatler de bizim kıstaslarımız açısından ihata edilecek türden değildir.. ve şu şekilde-bu şekilde onlara birer keyfiyet belirlemek de bizi aşar. İnsanlığın İftihar Tablosu, Kürsî’nin mahiyet-i nefsü’l-emriyesinin azametini ifade sadedinde: “Bütün kâinatlar Kürsî’ye nisbeten çöle atılmış bir halka mesabesindedir.”[10] buyurur. Bu bir ihata, muhteva, fonksiyon, meclâ ve mir’âtiyet, tabiî bilâtemekkün ve bilâtahayyüz bir taht-ı rabbanî olması itibarıyladır; bu açıdan da Arş’ın altında ondan daha muallâ ve azametli bir şey yok demektir.
Vâkıa, bazı fuhûl-ü ulemâ Kürsî’yi kendi azameti ve Arş’ı da o baş döndüren ihtişamıyla kabul etmenin yanında birincisini mekânî, ikincisini de zamanî görmüşlerdir. Bu, zaman ve mekânın birer hakikat-i sâbiteye nisbeti mânâsında bir yaklaşımsa kimsenin buna diyeceği bir şey olamaz ve böyle bir yorum Arş u Kürsî’nin zaman ve mekân üstü birer hakikat olmalarına da mâni değildir. Ayrıca böyle bir ifade ile onların zaman ve mekân üstü olmalarındaki izafîlik kastediliyorsa ona da bir şey denemez; zira mutlak zaman ve mekândan münezzehiyet Zât-ı Ulûhiyet’in selbî sıfatlarındandır ve başka bir şeyin O’nunla o hâsse-i lâzimeyi paylaşması asla söz konusu değildir.
Hâsılı, Kürsî, ilâhî saltanat ve hâkimiyetin bir mahall-i tezahürü, ilm-i muhît-i rabbanînin bir meclâsı, mazhar-ı hâssı ve zihinlerimizde o sonsuz kudret, irade ve ilmi ihsas etmenin kaynağı mânevî ve nuranî bir taht-ı Rahmân u Rahîm’dir.
Yüksek bir nisbeti ifade etme adına Kâbe-i Muazzama’ya “Beytullah” dendiği gibi nisbetlerinin ulviyeti, ihtiva ettikleri mânâların vüs’ati ve fonksiyonlarının enginliğiyle, Arş’a “Arşu’r-Rahmân”, Kürsî’ye de “Kürsî-i Rabbânî” denmiştir. Ne denirse densin, maksat, o ulvî nisbetle ulûhiyetin azametini ifade, büyük-küçük kâinatların O’nun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu da ifhamdır. Meseleye böyle yaklaşmayıp da gereksiz teferruata girdiğimiz takdirde haddimizi aşmış ve mahiyetlerini tam kavrayamadığımız hakikatlere saygısızlıkta bulunmuş oluruz.
Evet, kâinatları kaplayan bir Kürsî vardır.. ve bu Kürsî tasavvurlar üstü müteâl bir taht-ı Rahmân u Rahîm’dir. Bütün eşya ve şuûn orada tecellî eden ilâhî emir, irade, kudret ve meşîetle varlığa ermekte ve mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Ancak biz kat’iyen o Kürsî’nin hakikatini bilemediğimiz gibi arka planındaki esrar-ı ulûhiyete de akıl erdirmemiz mümkün değildir. Sofîler Kürsî’yi kudret-i ilâhiyenin zuhur ufku, emir ve nehy-i rabbanînin ifâza mahalli ve esmâ-i fiiliyenin de ilk matlaı görmüşlerdir.. görmüş ve acz ü fakr mülâhazasıyla o kudrete yönelmeyi yenilmezliğin sırrı saymış, emr u nehy mevzuundaki duyarlılığı Sahib-i Kürsî’ye vefanın gereği bilmiş ve bütün varlığı da esmâ-i ilâhiyenin tezahürü, mahall-i tecellîsi ve armonisi şeklinde duymuş ve zevk etmişlerdir.
Sidretü’l-Müntehâ
Sidr, lügat itibarıyla Arabistan kirazı demektir. Ayrıca bu kelime, hayret ve göz kamaştırma mânâlarına da gelmektedir. “Sidretü’l-Müntehâ” ise sınır, serhat ve imkân âleminin hududu gibi görülmektedir. Onu, fânilerin ulaşabilecekleri en son nokta diye yorumlayanlar da olmuştur. Müfessirîn-i kirâm değişik ehâdîs ve âsârı değerlendirerek Sidretü’l-Müntehâ’yı, yedinci semanın üstünde, Arş’a yemînen mücavir, altından müttakilere vaad edilen Cennet ırmaklarının fışkırdığı bir şecere-i mübareke şeklinde resmederler. Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) onun ihata alanını anlatırken “Gölgesinde bir süvari yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi katedemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir.”[11] buyururlar ki, bu ifade kesretten kinayedir. Daha büyük rakamlarla ifade ettiğinizde de mübalâğada bulunmuş sayılmazsınız. Zira Sidre, bütün hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer.. her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhanîlikte derinleşen rabbanîlerin, melekût-u eşyaya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes hayretle soluklanmaya durur. Zira daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah’tan başka kimse muttali değildir.
Kelimenin özündeki diğer mânâ itibarıyla Sidretü’l-Müntehâ, öyle bir hayret ve dehşet ufku, öyle bir kalak ve heyman zirvesidir ki, “Ne mekân vardır anda, ne arz u sema.. ve akl u fikr etmez bu hâli fehm-i hâl.” (Süleyman Çelebi). İnsanlık, var olduğu günden itibaren ne mânâ kahramanları yetiştirmiştir ama, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) başka kimse o ufka yükselememiş ve kimse o zirveye ulaşamamıştır. Hâlen ve zevken ulaşanlar ise, başları dönmüş ve bakışları bulanmış olarak hayret ve heyman içinde kalakalmışlardır. O idi ki “Gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük burhanlarını müşâhede etti.”[12] Bu makam Sidretü’l-Müntehâ idi ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ufuk, vücub-imkân arası kudsî ufuktu.[13] Bu zirvenin ilk ve son seyyahı, yüzü suyu hürmetine kâinatların var edildiği Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.. ve O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Konuyla alâkalı ne hoş söyler Süleyman Çelebi:
“Ermedi evvel gelen bu devlete,
Kimse nail olmadı bu rif’ate.”
Bizim için, ne onun ledünnî derinliklerini ne görüp duyduklarını ne de zevk edip yaşadıklarını tasavvur etmek mümkün değildir. Biz, duyduklarımızı olduğu gibi korur ve asfiyânın yorumları içinde onları anlamaya çalışırız.
Bazı sofîlere göre, Sidretü’l-Müntehâ, Cenâb-ı Hakk’ın, ibâd-ı mükerremîninin zâhir, bâtın, ruh, nefis, akıl, vehim ve mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine, sırasıyla, ism-i Zâhir, ism-i Bâtın, ism-i has, sıfat-ı Rab, ism-i Rahmân, ism-i Hak’la teveccüh ufku ve evsâf-ı sübhaniyesiyle bir tecellî zirvesidir ki, bütün müktesep beşerî bilgiler, mârifetler, ihsaslar, ihtisaslar ne kadar derin ve yüksek de olsa nihayet gider oraya dayanır ve daha ötesine de geçemez. O ufkun ötesine geçildiğinden söz etmeler tamamen konunun hâlî, misalî ve zevkî yanıyla alâkalıdır ve bizim idrak ufkumuzu aşan müteâl konulardandır.
Beyt-i Mâmur
Mâmur ev veya mabet demek olan Beyt-i Mâmur, semanın üstünde, hadisin ifadesiyle, her gün yetmiş bin meleğin –bu, kesretten kinaye, yetmiş milyon da olabilir– ziyaret veya tavaf ettiği, bir kere tavaf edene bir daha sıranın gelmediği/gelmeyeceği,[14] ibadetle mâmur, göklerde Kâbe’nin aynı ve bir çeşit onun hizasında nuranî bir hazîredir. Aslında Beyt-i Mâmur’un da ve tabir yerinde ise yeryüzünde onun izdüşümü sayılan Beytullah’ın da birer mâmur hazîre olarak yâd edilmeleri, her iki mukaddes evi de, hemen her gün, her saat, her dakika tavaf eden melek, ruhanî ve ins ü cinnin onlara gösterdikleri içten ihtiram ve ziyaretlerinden dolayıdır.
Beyt-i Mâmur, Kur’ân’da üzerine yemin edilen kutsal mekânlardan biridir[15]; arzın göbeği ve beled-i emînin gözbebeği Beytullah da onun arzdaki aksi olarak diğeridir. Biri göktekiler metâfı, diğeri arzdakilere bir mahall-i tavaf.. göklerde “Beyt-i Mâmur” deyip dönenlerin aynı zamanda Kâbe’nin pervaneleri olmadığı söylenemez; arzdaki semavîlerin Beyt-i Mâmur’a tâzimlerini iletmedikleri de iddia edilemez. Nazargâh-ı ilâhî olan bu iki beytin tavafında da tâif ve ziyaretçinin Hakk’a özel bir teveccühü ve teveccühüne iltifat alması söz konusudur. Bu mukaddes mekânlara yolu düşenler Hakk’a misafir olmuş sayılırlar. Böyle bir bahtiyarlığa ermiş olanlar da kendilerini âdeta bir diriliş çağlayanına salmış olurlar; olur ve ebedî hizlân diyeceğimiz küfür ve dalâlet gibi mutlak bir haybetten –inşâallah– kurtuluverirler. Evet, Beyt-i Mâmur’a eren ve imandan kaynaklanan bir cehde bağlı Beytullah’ı gören, dalâlet ölümüyle ölmez ebedâ.
En sağlam kaynaklar Beyt-i Mâmur’un göklerin üstünde olduğunu kaydederler. Sahabeden bazıları ve müfessirîn-i kirâmdan bir kısmı ise onun, Hz. Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) dönemine kadar Kâbe’nin bulunduğu yerde ya da mânevî bir bağla Beytullah’la iltisak içinde bulunduğunu, o devrin insanlarının ona gereken saygıyı göstermemeleri ve tufan hâdisesinin zuhuruyla, Allah tarafından, semada Kâbe’ye muhâzî bir yere kaldırıldığını söylerler ki gayba ait böyle bir şey karşısında bize, “İşin hakikatini Allah bilir.” demekten başka bir şey düşmez.
Seleften bazılarının, Kâbe’yi ayn-ı Beyt-i Mâmur görmeleri bir anlamda kabul edilse de, –Allahu a’lem– bu, izdüşümle aslın birbirine iltibasından kaynaklanmaktadır ve Kur’ân’ın ilk ve ikinci kez indiği yerleri bir görmeye dayanmaktadır.
Çok az bir kesim, Kur’ân-ı Kerim’in “Levh-i Mahfuz”dan dünya semasına indirildiği ilk durağın “Beytü’l-İzzet” olduğunu söylerler ki, burası da ilâhî beyanın haricî vücud nokta-i nazarından ilk tecellî alanı olması itibarıyla metâf-ı kudsiyândan sayıldığından, ikisinin ayniyetine gidilmiş ve Beyt-i Mâmur’a, Beytü’l-İzzet denmiş.
Sofîlerden bazıları, Beyt-i Mâmur’u, “bekâ billâh maallah” kahramanlarının kalbi diye yorumlamış ve Arş u Kürsî’de olduğu gibi izafî olanı ya da izdüşümü hakikî ve aslî gibi mütalâa etmişlerdir. Aslında Sidretü’l-Müntehâ’nın Beyt-i Mâmur’la, Beyt-i Mâmur’un Kâbe ile ve kademe kademe hepsinin mü’min kalbi ile bir alâkası vardır ve bir mânâda kalb hem bir Arş hem bir Sidre hem bir Beyt-i Mâmur hem de Beytullah’tır. Elverir ki o kalb “kalp” olmayıp “kalb” olsun...
اَللّٰـهُمَّ يَا مُنَوِّرَ الْقُلُوبِ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِأَنْوَارِ مَعْرِفَتِكَ وَأَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْعَارِفِينَ وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلِصِينَ الْوَاصِلِينَ.
[1] “Arşı üzerine hükümran oldu.” (Furkan sûresi, 25/59)
[2] el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 2/165; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 7/219-220.
[3] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 1/8-17.
[4] “O’nu nâkabil-i idrak kabul etmek şeklindeki acz, tam idraktir.” (el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103)
[5] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.95 (Hubâb).
[6] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[7] Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/338; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît 8/144.
[8] Bediüzzaman, Mektubat s.336 (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Makam, Beşinci İşaret).
[9] “Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.” (Hûd sûresi, 11/7)
[10] İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel, es-Sünne 1/247, 304.
[11] el-Bezzâr, el-Müsned 127/10; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/10, 27/54.
[12] Necm sûresi, 53/17-18.
[13] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 617 (Otuz Birinci Söz, İkinci Esas, İkinci Temsil).
[14] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264.
[15] Bkz.: Tûr sûresi, 52/4.
EK-2
SIR UFKU VE ÖTESİ
Sızıntı, Ağustos 2004
Bu konuda söz söylemeye hâlimin de, dilimin de müsait olmadığının farkındayım. Kalem ve kelimelerim de bana bunu söylüyor. Susmak ve bir şey yazmamak gönlümde bir ızdırap, haddimi aşan bir mevzuda söz söylemek ise tam bir cür'et.. kendi kendime ne 'sükût' diyebildim ne de yazıp çizdiklerimin ruhumda hâsıl ettiği endişelerden sıyrılabildim. Her zaman acz u fakrımı Hakk'ın inayetine bir çağrı saydım, cür'etimi de kalbi diline hâkim, dili sırrına tercüman, sırrı hafî ufkuna açık, hafîsi de ahfâ kenziyle irtibatlı erbab-ı gayret ve hamiyeti harekete geçirme sinyali sayarak 'Bismillâh', 'minallah', 'ilâllah' dedim ve Hakk'ın ekstra lütfunu dileyerek yürüdüm.
Kim nasıl anlarsa anlasın, ne böyle gâmız bir konunun ne de bunun daha berisindeki çok basit meselelerin eri ve ehli olmadığımı her zaman söylemişimdir, yine de söylüyorum.
Ben baştan beri bu yazı silsilesine esas teşkil eden mevzuların anlatılması gerektiğine inandım; bazen içten bir iştiyakla, bazen de ürpererek kalemimle beraber ağladım, o döktüğü mürekkeple nefes alıp verdi, ben de gözyaşlarımla soluklandım. Kalbimi Yaratan bilir; sırrıma muttali olan da sadece O'dur; O'dur hafî ve ahfâ hakikatlerinin ne demek olduğunu bilen, dilediklerine bildiren ve okuyup işittiklerini söyleyenleri de inayetiyle görüp gözeten!..
Gizli şey demek olan sır -daha önce geçmişti- sofiyece, kalbe bağlı vedîa-i rabbâniye bir latîfedir; bedende ruh ne ise kalbde de sır odur. Gizli, kapaklı ve saklı mânâlarına gelen 'hafî' sırra göre daha ötelere nâzır kalbin engin bir buudu ve hakikatleri temâşâya ayrı bir rasathane; en gizli ve daha da kapalı, hatta düşünülemeyen, ihata edilemeyen anlamındaki 'ahfâ' ise öteler ötesine açık bir mevhibeler penceresidir.
Bazı hak dostlarına göre ruh, Cenâb-ı Hak'la bir alâka ve muhabbet unsuru, kalb, bir mârifet mahzeni, sır O'nun inayetiyle bir müşahede sistemi, hafî ise esrar-ı ulûhiyet atlası, ahfâ da 'kenz-i mahfî'nin esrarlı bir anahtarı kabul edilmiştir. Ne var ki, ilâhî inayet olmayınca bunların hakikatine muttali olmak da mümkün değildir. Bir zâtın ifade ettiği gibi, 'Her mü'min potansiyel olarak sırrı, hafîsi ve ahfâsıyla sıfât, Zât, esrar-ı ulûhiyet ve kenz-i mahfîye açıktır ama, Hak tecellî etmeyince beşerî iradenin bu güçleri harekete geçirmesi de imkânsızdır.' İnsanlar, O'nun gördürmesiyle görseler, duyurmasıyla duysalar, hissettirmesiyle hissetseler de, kendi kendilerine bu hususlardan hiçbirini elde etmeleri söz konusu değildir; dolayısıyla da onlar ne sıfât, ne şuûn ne de Zât hakkında ciddî hiçbir şey söyleyemezler. Cenâb-ı Hak ise, onları da, onların ruhlarını da, kalblerini de, sırlarını da, hafîlerini de, ahfâlarını da, cüziyyat ve külliyât adına her şeyi bildiği gibi bilir. Ne var ki, bazı bildiklerini başkalarına da bildirir, bazılarını da nezd-i ulûhiyetinde isti'sâr buyurur. O'nun olmuş-olacak her şeyi bildiğinde ümmet ittifak etmiştir; nasıl olmasın ki, Kur'ân: ' فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ - Allah onların kalblerindekini bildi/bilir.' (Fetih sûresi, 18) ' إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ - Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' (Bakara sûresi, 30), ' وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ - Ben sizin açığa vurduklarınızı da, ketmettiklerinizi de çok iyi bilirim.' (Bakara sûresi, 33), ' وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنْفُسِكُمْ -Biliniz ki Allah sizin derûnunuzda olan her şeyi bilir.' (Bakara sûresi, 235), ' أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَأَنَّ اللهَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ - Münâfıklar hâlâ anlamıyorlar mı ki, Allah onların kendi aralarındaki fısıldayışlarını da sırlarını da bilir, Allah bütün bilinmezleri bilen Allâmu'l-guyûbdur.' (Tevbe sûresi, 78)... gibi yüzlerce âyetiyle O'nun, âfâkın derinliklerinde ve derûnun daha derûnunda olan her şeyi bildiğini âvaz âvaz ilan etmektedir. O'nun bildirmesi olmazsa, insanlar, sırlar ötesi bir yana kendilerini bile doğru dürüst bilemezler.
İnsanoğlu yaratıldığı günden beri, ister âfâk ister enfüs her şeyi O'nun hususî tevcih ve inayeti sayesinde doğru okuyabilmiş ve doğru yorumlayabilmiştir. O'nun tenvir ve irşadlarına karşı alâkasız kaldığı dönemlerde de hep bocalayıp durmuş ve tereddütten tereddüde sürüklenmiştir. Hele Zât, sıfât ve esmâ mevzuunda bir kelime bile söyleyememiş, ağzını açıp bir şeyler mırıldandığında da hep hezeyan mırıldanmıştır.
Cenâb-ı Hak, her zaman Zât, sıfât ve esmâsını, hususî donanımla şereflendirdiği 'Mustafeyne'l-Ahyâr' diyeceğimiz seçkin kulları vâsıtasıyla bizlere bildirmiş; bizler de onların talimleri çerçevelerine sadık kalarak bu müteâl konuları anlamaya çalışmış ve bu sayede tereddüt ve teşettütlere düşmeden kurtulmuşuzdur. Aksine, enbiyâ, evliyâ ve asfiyâ gibi insanların irşad ve tenbihlerine kulak tıkadığımız zamanlarda da ne hakikati kavrayabilmiş ne de daha ötesi ile alâkalı konular arasında muvazeneyi koruyabilmişizdir. Zaten, Hakk'ı ancak yine O'nun kendisi bilir; başkalarının bildikleri ise O'nun bildirdiği kadarıyladır. Bu mânâyı teyiden bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: 'Ben Rabbimi yine Rabbimle bildim.' (İbn Esir/Camiu'l-Usul) buyururlar ki, künh-ü Bârî'nin nâkabil-i idrak olmasını ifade etmenin yanında en sağlam bilgi kaynağının ne olduğunu göstermesi açısından olabildiğine önemli ve bu konuda gerçek söz sahibini gösterme adına da fevkalâde mânidardır.
Sadede dönecek olursak, sır -daha önce de işaret edildiği gibi- hakikat ve ötesini temâşâ ve mütalâa adına bir ilk rasat noktası ki, derecesine göre her mü'min, kalbinin bu derinliğinden halka ve Hakk'a ait esrarı, yine O'nun tevfikiyle ve O'nun vaz'ettiği emare, işaret ve delâilin çehresinde okur, değerlendirir ve irfan ufku ölçüsünde ancak yorumlayabilir.
Hafî, vücud ve adem âlemlerine mahrûtî bakabilen bir ufk-u tarassud, seçkinler için özel teveccühlere bir âhize, esrar-ı ulûhiyet ve ilmî vücudlara nâzır kalbin hususî bir derinliği ve Zât-ı Ehad u Samed'in insana müstesna bir vedîasıdır.
Ahfâ ise, Cenâb-ı Hakk'ın ibâd-ı mükerremine fevkalâdeden inayeti olarak, kenz-i mahfîye açık kalbin en önemli buudu ve bir latîfe-i rahmâniyedir.
Sır erbabı, kendi ufuklarına akıp gelen varidâtı, hafî seçkinleri kendi kemalât arşiyelerine sunulan mevhibeleri, ahfâ kahramanları da kendi atmosferlerine boşalan ilham sağanaklarını alır, değerlendirir, açılmasına me'zûn bulunduklarını ehil olanlara açar, diğerlerini ise bir namus hassasiyetiyle korur; korur da kat'iyen nâehillere sır vermezler. Enbiyâ ve evliyâ-i muhakkikînin durumu işte budur. Ve onlar Hak muradının gözü sürmeli, sözleri furkan tercümanlarıdırlar. İsm-i Zâhir'in ahkâmını ism-i Bâtın'ın esrarına karıştıranlara gelince, bunlar da her ne kadar birer kurbet kahramanı iseler de, hakaiki yorumlamada müşahede ve mükâşefelerine itimat edip, duyup hissettikleri, zevk edip anladıklarıyla yetinerek muhassala-i müşahedelerini Sünnet mizanlarıyla teste tâbi tutmadıklarından/tutamadıklarından iltibasa girmiş, iltibaslara sebebiyet vermiş, dahası ifşasına me'zûn olmadıkları esrar-ı ilâhiyeyi -sehv u sekirlerinden dolayı- fâş ederek baş yarmış, göz çıkarmış; dolayısıyla da bazen ser verme mecburiyetinde kalmış, bazen şiddetli te'dip görmüş, bazen de ma'şerî vicdanda mahkûmiyete düçar olmuşlardır.
Bazen Cenâb-ı Hak, esmâ, sıfât ve Zâtına ait esrarı ifşâ ve hafî olanı da izhar buyurmuştur ama, yine de azamet ve izzetinin muktezası olarak bunları dahi belli sebeplere bağlamış ve perdeli olarak sunmuştur. Bu itibarla, Hak kapısının sâdık bendelerine düşen, her müşahede ve mükâşefelerini izhar etmemek, edip kaba yığınları fitneye sürüklememektir. Sükûtta selâmet vardır; ilâhî esrarı ketmetmekte de Hakk'a saygı. Bir müntehî ve vâsıl için ân olur bütün esmâ ve sıfât, şuâ-ı Zât ile münhasif olur ki, bu ufuk bir mânâda ' كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَهُ - O'nun Zât'ı hariç her şey hâliktir.' (Kasas sûresi, 88) ufkudur. Burada her şey gibi kulun emaneten sahip bulunduğu vücud-u kevnîsi de inhisafa uğrar ve görünmez olur; olur da bu fenâ atlasını bir baştan bir başa vücud-u Bâkî'nin ziyası sarar ki, işte böyle bir durumda orada sadece Zâtî tecellîlerin cilveleri duyulur ve buna şahsî zevk ve hâl bakımından, Hakk'ın hafîyi izhar etmesi denegelmiştir.
Hafî ufkuna ait mezâhir, benlikten tecerrüde bağlanmıştır. Bu itibarla da mecazî varlıktan vazgeçememiş mübtedîler, asla vücud-u hakikînin tecellîleriyle cilvesâz olamazlar. Kendini kendine malik görenler de hafî ufkuna ulaşamadıkları gibi esrar-ı rubûbiyeti temâşâ zirvesine de yetişemezler ve hele 'kenz-i mahfî'nin râyihasını bile kat'iyen duyamazlar. Kenz-i mahfî esrarı ahfâ ufkuna nâzırdır. Burası sırlar ötesi sır âlemi ve asaleten Hz. Akrabu'l-Mukarrabîn'e, bittebaiye de o kapının diğer bendelerine has bir ufuktur. Sırrı zevk etmeyen ve hafînin kâsesinden bir şeyler yudumlamayan, bu şahikaya da asla ulaşamaz.
Daha doğrusu, lâfza takılı kalanlar mânâyı bulamadıkları gibi, sürekli 'mânâ' deyip duranlar da asla özle tanışamaz ve kat'iyen hakikate ulaşamazlar, farz-ı muhal hakikate ulaşsalar da, hiçbir zaman Hakikatü'l-hakaiki duyamazlar.
Hakikatü'l-hakaik her şeyin biricik mercii, esası ve mesnedidir. O'nu duyup zevk edenler her şeyi de kavramış olurlar; O'nu bulamayanlarsa hep yol yorgunluğu yaşar ve ömürlerini bâd-i hevâ geçirirler. Kenz-i mahfî, kenz-i sırr-ı vahdet ve gayb-ı mutlakın diğer bir unvanıdır ki, onu ne düz insanlar ne de kalb ve sır erbabı, dahası hafînin hasları dahi kavrayamazlar... Her şey o müteâl ufukta başlar ve dal-budak salarak gelir bize ulaşır. Her şeyin gidip kendisine dayandığı bir esas olması itibarıyla o ufuk bir mebde', semere-i kâinat olan insana da bir müntehâ ve neticedir. -Buna bir tecellî-i nüzûl da diyebiliriz.- Ruhî ve kalbî sistemler harekete geçirilerek, bizim ufkumuzdan öteler ötesine seyahatte ise, bulunduğumuz basamak bir mebde', ahfâ da bir müntehâdır ki, buna da urûc demek mümkündür.
Ehlullah arasında: 'Anne karnı âlem-i ilme bakar.' sözü oldukça yaygındır. Bunu, ilmî vücudların belli taayyünlerle vücud-u hâricîye çıkıp, vücud-u Bârî'ye ayna olmaları şeklinde yorumlayabiliriz; şöyle ki evvelâ her şey zaman ve mekân üstü kenz-i mahfîde meknuzdur. İlmî vücudlar âleminde ilk tecellî, her şeyin belli taayyünlerle zuhûru şeklinde belirir; sonra ruhânî mevcudiyetle şereflendirilir; daha sonra lâtif ve kesif cismaniyet urbasıyla pâyelendirilir ki işte bunlar kabaca, varoluşun önemli üç basamağıdır. Yukarıdan aşağıya böyle bir nüzûl-u lütfî söz konusu olduğu gibi, aşağıdan yukarıya da, ruh kalb veya kalb ruh; kalb sır, sır hafî, hafî ahfâ gibi seyr-i ruhânî şeklinde bir terakkî -urûc da diyebiliriz- bahis mevzudur.
Ahfâ ufku daha çok Muhammedî meşrep olanlara mahsus müstesnâ bir kuşaktır. Bu meşrepte olmayanların o zirveye ulaşmaları zor, hatta imkânsızdır. Onlar ulaşsalar ulaşsalar sırra veya hafîye ulaşabilirler; oraya kadardır onların yolculuğu ve orasıdır onların arş-ı kemalâtları. Aynı zamanda bu basamaklardan her biri de bir peygamberin seyr-i ruhânî çizgisi ve onun mahiyet-i nefsü'l-emriyesinin izdüşümü keyfiyetindedir. Bu ufukta seyahat edenler veya temâşâ mazhariyeti yaşayanlar o ibâd-ı mükerreme ait bazı hususiyetlerin de mümessili gibidirler ki, bu sırrı kavrayamayan bazı nâdân müntesiplerin aslı fer'e, metbûu tâbie karıştırarak bir kısım iddialarda bulunmaları bile söz konusu olmuştur. Oysaki nerede güneş, nerede kamerdeki nûr ve kabarcıklardaki güneşçikler!.. Tasavvuf erbabınca, bu kademelerin aslî ve metbû temsilcileri sırasıyla, Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (aleyhimüsselâm) gibi enbiyâ-i izâmdır. Yine onlarca ahfâ ufkunun biricik Sultanı da Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet (aleyhi ekmelüttehâyâ)dır. Enbiyâ-i izâmda mebde'den müntehâya terakki, ânî ve def'î bir cezb-i ilâhî iledir. Diğerlerinde -bazen onlarda da bilasale olmasa da cezb u incizab söz konusu olabilir- bittebaiyedir. Mü'minler, seyr u sülûk-i ruhânî disiplinleriyle, ruhtan kalbe, kalbden sırra, sırdan hafîye, hafîden ahfâya, her mertebede farklı bir temâşâ ile mârifet yudumlaya yudumlaya yürür; yer yer ruhânî zevklerin en engin ve en nefisleriyle banyo yapa yapa serinler; ef'âlin esrarıyla ayrı bir sermestî yaşar, esmâ ufkunda daha değişik tecellîler müşahede eder; sıfât-ı sübhânî atmosferinde üst üste sürprizlerle karşılaşır, esrar-ı ulûhiyetle tamamen değişir ve farklılaşır, neticede gider kendi arş-ı kemalâtına ulaşır...
Âlem-i emir yoluyla gerçekleştirilen bu kemalât bir mânâda, âlem-i halkla elde edilecek mevhibe ve pâyelere de bir mukaddime mahiyetindedir. Bunlardan birincisi vilâyet yolu, ikincisi de nübüvvet helezonu kabul edilegelmiştir. Aslında böyle bir mütalâadan vilâyetin nübüvvete hâdim ve basamak olduğunu da anlamak mümkündür: Veli sürekli bulmak, bulduğunda derinleşmek için yürür veya yükselir; nebi ise bulduğuyla başkalarını da buluşturmak için âlem-i emir ve âlem-i halkın birleşik noktasında durur, kesretten vahdete yollar vurur ve maddeden ruh dantelâları meydana getirir ki, büyük ölçüde onun davası, âlem-i emrin bütün hususiyetlerini ihtiva etse de tamamen âlem-i halka münhasırdır. Âlem-i emirden iman esasları mahfuz, İslâm'ın emir ve yasakları, Cennet nimetleri, Cehennem azabı, rü'yet süruru, yakınlarla münasebet lezzeti gibi hususların bütünü, enbiyânın temel mesajlarının özüdür ve hepsi de âlem-i halkla alâkalı konulardır.
Ef'âl-i mükellefîn, umum mesâlih ve mefâsid, âlem-i halka ait esaslardır ve bunların bütünü de peygamberlik ufkunun semereleri ve serâlarıdırlar. Vilâyet yolunun zâdı, zahîresi sayılan evrâd ü ezkâr, muhasebe ve tefekkür ise usûl sayılan meselelere destek mâhiyetindedir. Birincilerde kusur eden, ikincilerin feyzinden de mahrum kalır; öncekileri tam tekmil yerine getirenler ise, sonrakilerde bazı kusurları olsa da, kanaatimce bu kusurlar kalıcı olmazlar/olamazlar. Farzlarla hâsıl olan kurb-u nübüvvet asıl, nevâfille ulaşılan kurb-u vilâyet tâbidir; aslın sağlam kavrandığı yerde çok defa fer' de ona tâbi olur..
اَللّٰهُمَّ أَحْيِنَا بِالْفَرَائِضِ وَمَتِّعْنَا بِهَا وَزَيِّنَّا بِالنَّوَافِلِ وَقَرِّبْنَا إِلَيْكَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَرَثَةِ الْأَنْبِيَاءِ وَالْمُرْسَلِينَ.
Fethullah Gülen, Sızıntı, Ağustos 2004
[1] Münâcâtü’r-Râcîn, el-Kulubu’d-Dâria, sf. 110.
(حديث قدسي) حَدِيثُ حَدِيثُ أَبِي الزِّنَادِ ، عَنِ الأَعْرَجِ ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : " لَمَّا قَضَى اللَّهُ الْخَلْقَ كَتَبَ فِي كِتَابِهِ فَهُوَ عِنْدَهُ فَوْقَ الْعَرْشِ : إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي " .
“Allah Teala mahlukatın olmasına hükmettiği zaman Arşın Fevkindeki bir kataba şunu yazdı: Muhakkak ki, rahmetin gazabımı geçmiştir.” (Buhari, Tevhid 15.) Aynı mevzu A’raf suresinde de aşağıdaki şekilde vahyedilmiştir:
وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (A'râf; 156)
[3] Kûh: Farsça’da dağ demektir. Kûh-i Kâf: Kaf dağı demektir. Beyitin manası: Yarab! Benim günahım Kaf dağı kadar olasa da ne gam. Zira Sen’in rahmet denizine nispet edilince çok küçük kalır.
[4] Destgîr: Arka çıkmak, yardımcı olmak, muavenet etmek
[5] Münâcâtü’r-Râcîn, el-Kulubu’d-Dâria, s. 110-111.
[6] Bir taraftan korku, bir taraftan ümit… Ama ümit daha galip. “Havf ü recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riayet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nuranî kanat olarak kullanmaktır. (Reca, KZT içinde)”
Selef-i sâlihîn, emniyeti ve ümitsizliği küfür saymışlar ve bir insanın, “Nasıl olsa ben Cennet’e gideceğim.” diye kendini salmasına küfür dedikleri gibi, Allah’ın rahmetinden ümidini kestiğini ifade eden ve “Ben Cehennem’e gideceğim, benim için kurtuluş yoktur.” şeklindeki düşüncelerine de küfür nazarıyla bakmışlardır. Bu ikisi arasındaki ölçüyü yakalama adına Hazreti Ömer Efendimiz’e nispet edilen şöyle bir söz vardır: “Eğer tek insan hariç bütün insanlar Cennet’e gidecek deseler, korkarım ki o ben olayım. Yine bir insan hariç bütün insanlar Cehennem’e gidecek deseler, rahmet-i ilâhiden ümit ederim ki o ben olayım.” (Nefsin oyunları karşısında havf-reca dengesi, Kendi Ruhumuzu Ararken’in içinde)
[7] İsrafil solukları türünden nefeslerle: Kıyamet’in kopmasından sonra dirilişin (ba’su ba’de’l-mevt) Hz. İsrafil Aleyhisselam’ın sura üflemesi ile olacağı malumdur. Burada Züyneleabidin Hazretlerinin dualarındaki samimiyet ve derinlik, ölü kalpleri ihya edecek derecede güçlü görülüyor ki, Hz. İsrafil’in Sur’a üflemesine benzetilmiş.
[8] Dili kalbinin güdümünde: Gönülden Allah’a tam yönelme ve bu tam yönelmeye Rabbin teveccühü olarak gelen ilham ve füyuzâtın dil vasıtasıyla dua şeklinde terennümü.
[9] Hocaefendi “Metafizik alemlerin ötesi” derken, Kalbin Zümrüt Tepelerine yazdığı tasavvuf kavramlarından anladığımız kadarı ile “Arş, Kürsi, Sidretü’l-Münteha ve Beyt-i Mâmur’u kastediyor. (Bakınız: EK-1, Fizik Ötesi Alemler, Sızıntı, 1 Ocak 2010. Kalbin Zümrüt Tepeleri içinde)
[10] Sırrı öteler ötesi nâkabil-i idrak zirvelerde: Hocaefendi tasavvuf erbabın “sır” konusundaki izahlarını şu şekilde özetler: “Sır, kalbe bağlı vedîa-i rabbâniye bir latîfedir; bedende ruh ne ise kalbde de sır odur. Gizli, kapaklı ve saklı mânâlarına gelen 'hafî' sırra göre daha ötelere nâzır kalbin engin bir buudu ve hakikatleri temâşâya ayrı bir rasathane; en gizli ve daha da kapalı, hatta düşünülemeyen, ihata edilemeyen anlamındaki 'ahfâ' ise öteler ötesine açık bir mevhibeler penceresidir.”
Bu açıklamaya göre “sırrı nâkabil-i idrak öteler ötesinde” ifadesinin anlamı, sırrı ile “Gaybu’l gayb” yani Allah’ın şuunatı ve Zatının hakikatine yönelmiş olması kast ediliyor olmalıdır ki, o da şu ifadelerden sezilebilir: Bazı hak dostlarına göre ruh, Cenâb-ı Hak'la bir alâka ve muhabbet unsuru, kalb, bir mârifet mahzeni, sır O'nun inayetiyle bir müşahede sistemi, hafî ise esrar-ı ulûhiyet atlası, ahfâ da 'kenz-i mahfî'nin esrarlı bir anahtarı kabul edilmiştir. Ne var ki, ilâhî inayet olmayınca bunların hakikatine muttali olmak da mümkün değildir. Bir zâtın ifade ettiği gibi, 'Her mü'min potansiyel olarak sırrı, hafîsi ve ahfâsıyla sıfât, Zât, esrar-ı ulûhiyet ve kenz-i mahfîye açıktır ama, Hak tecellî etmeyince beşerî iradenin bu güçleri harekete geçirmesi de imkânsızdır.' İnsanlar, O'nun gördürmesiyle görseler, duyurmasıyla duysalar, hissettirmesiyle hissetseler de, kendi kendilerine bu hususlardan hiçbirini elde etmeleri söz konusu değildir; dolayısıyla da onlar ne sıfât, ne şuûn ne de Zât hakkında ciddî hiçbir şey söyleyemezler. Cenâb-ı Hak ise, onları da, onların ruhlarını da, kalblerini de, sırlarını da, hafîlerini de, ahfâlarını da, cüziyyat ve külliyât adına her şeyi bildiği gibi bilir. Ne var ki, bazı bildiklerini başkalarına da bildirir, bazılarını da nezd-i ulûhiyetinde isti'sâr buyurur.” (Bakınız: Ek-2. Sır Ufku ve Ötesi)
[11] Münâcâtü’r-Râğibîn, el-Kulubu’d-Dâria, s. 111-112.
[12] Münâcâtü’r-Râğibîn, el-Kulubu’d-Dâria, s.112.
[13] Havf-reca (korku-ümit) dengesi Hocaefendinin “makamın iktizası ve muhatapların ihtiyacına göre” evire çevire (tasrif usulü) anlattığı hususlardan biridir. Bu yazıda “Hafv hissi reca iz’anı” ifadesi ile histen iz’ana, iz’andan yeni hislere ve onlardan yeni iz’anlara tam bir salih daire oluşumu dikkatimize sunuluyor ki, bu daire his-idrak üzerine kuruluyor. Yani bize korku veren hisler iz’an edilince kalbimiz ümitle dolar. Zira eksik ve kusurlarımızdan kaynaklanan korkular, O’nun “Rahmeti gazabına sebkat etmiş bir Rab” oluşuna intikalle ümide dönüşür. Korku-Ümit gibi ikilemlerden tevhide gidişi Hocamız Ramazanla ilgili bir yazıda şöyle ifade ediyor: “…gönlümüz Hakk’a en yakın olmanın huzurunu duyar ve bütün benliğimiz yer yer O’nun rahmet tecellileri karşısında ra’şelerle ürperir, zaman zaman da üns esintileriyle sarıldığımızı hisseder gibi olur;
“Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş,
Sînelerde yanan kor ocaklardakine eş..
Hele aşkın hele aşkın, aşkın tam bir cennet.!
Ne olur aşkınla dirilmeme inayet et!”
diye mırıldanır, ufkumuzla bütünlüğümüzü gözden geçirir ve içinde bulunduğumuz havaya öyle uyarız ki, hem en saf neş’elerle coşan bir çocuk, hem de bin âhı birden duyabilen bir hassas ruh gibi, iki kutuplu bir dünyanın merkez noktasında, elemi zevklerine eş, endişeleri sevinçleriyle at başı, ümitleri her zaman temkine dayalı, korkuları recâ payandalı, ikilemler içinde ama mutlaka tevhid hedefli en engin duygularla ufuktan ufuğa koşarız; koşar ve âdeta ruhlarımızın kubbesi çatlayıp da açıkta kalacakmışız gibi bir hisle ürpeririz. (…)
[14] Akrabu’l mukarrebîn: Allah katında yakınlık elde etmiş olanların en yakını.
[15] Nursi, Said, Sözler, 24. Söz, 5. Dal 2. Meyve, s. 360.
[16] lâyü’ad ve layühsâ: Sayılamayan ve hesap edilemeyen, adetlerin hesapların ötesinde…
[17] Nahl, 16/18.
[18] Nisa, 4/78.
[19] Münacâtü’ş-Şâkirin, El-Kulubu’d-Dâria, s. 113.
[20] Nursi, Said, Sözler, 17. Sözün İkinci Makamı: Kalbe Farisi Olarak Tahattur Eden bir Münacat, s. 212.