Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Gönül Dünyasında Peygamber Sevgisi
Hocaefendi, uzun yıllar süren vaizlik hayatında Peygamber sevgisinden bahsetmiş ve müteselsil olarak bir senesini sadece Peygamberimiz'in hayatını cami kürsülerinden muhtaç gönüllere anlatmaya ayırmış, bu sohbetler de zamanla kitaplaştırılarak Sonsuz Nur isimli mükemmel, mükemmel olduğu kadar da emsallerinden oldukça farklı bir üslûba sahip orijinal bir eser ortaya çıkmıştır.
Genel olarak peygamberler ve İslâm’da peygamberlerin konumu
Peygamberler yerküre ile gökler ötesi arasındaki irtibatı sağlayan, bedenleriyle insanların içindeyken Âlemlerin Rabbi ile konuşup aldıkları kelime ve işaretlerle insanlara dünya ve ukba saadetine giden yolları gösteren fevkalâdeden donanımlı varlıklardır. Husûsiyetleri en genel manâda ‘ısmarlama insanlar’ olmalarından kaynaklanır. Cenab-ı Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’de -üçü ihtilaflı- yirmi sekiz tane peygamberin ismini zikreder. İsmi zikredilen bu peygamberlere bakıldığında bunların gelip geçmiş bütün peygamberlerin getirdikleri esasları temsil eden ve neşet ettikleri yerler itibariyle Peygamberimizin bulunduğu çevrede yaşamış peygamberler olduğu görülür. Yani, Cenab-ı Hak umum peygamberlerin mesajını bazı câmi peygamberlerde toplamış; onları Efendimize bir örnek olarak ortaya koymuştur (Fethullah Gülen, Sohbet-i Cânan, s.62-63).
Peygamber Efendimiz'in lâl ü güher sözlerine bakıldığında da ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem ile son peygamber Hazret-i Muhammed (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) arasında gelip geçen peygamberlerin sayısının Kur’ân’da sayılanlara münhasır olmadığı, hattâ 224 bin olduğu rivâyet edilmektedir. Hak Teâlâ, işte bu peygamberlerden (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) bazılarını bazılarına tafdîl etmiş, bununla beraber istisnasız hepsini de özel ve üstün vasıflarla donatmıştır. Evet, Allah (c.c.) bizzat Müteâl, peygamberler ise Rabbimizin onları öyle donatmasıyla beşeri normları aşkın insanlardır. Peygamberlerin mutlak birer mürşid olmaları da tabiî olarak onların diğer insanlardan farklı olmalarını lüzumlu kılar. Aynı zamanda Peygamberlik Allah tarafından bazı kullarına hususî bir vazife ve o vazifeyle onları tebcildir. Allah murad ettiklerine bu vazifeyi verir (Cum’a Sûresi, 62/24), onu kime vereceğini en iyi bilen de O’dur (En’am Sûresi, 6/124). Dolayısıyla hiç kimsenin kendi bir kısım hususî gayretleriyle peygamber olması söz konusu değildir. Bu zaviyeden bakıldığında da peygamberlerin seçkin/ seçilmiş kullar oldukları tebeyyün eder.
Bütün peygamberler, kullukları ve kulluklarındaki istikâmetleri itibariyle mâsum (günah işlemezler) ve masûn (günah ve hatalara karşı Allah onları siyanet eder) oldukları gibi yaratılışları itibariyle de mükemmeldirler; kusurlardan, halkın kendilerine uzak durmasına sebep olabilecek küçük-büyük bütün noksanlıklardan uzaktırlar. Peygamberler mükemmel bir fizyonomiye sahiptirler. İşte bu perspektiften baktığımızda bizde kat’î bir kanaat hasıl olur ki, ne Hazreti Âdem bir günah işlemiş, birilerinin zannettiği gibi Hazret-i İbrahim yıldızlara, aya, güneşe meyletmiş, Hazret-i Yusuf iffetine halel getirebilecek bir düşünce bulanıklığına düşmüş, Hazret-i Eyyub’un vücudunu kurtlar sarmış ve ne de pepelik Hazreti Musa’nın yanına yaklaşabilmiştir. Bunların hepsi birer nakîse olduğundan dolayı, örnek konumunda bulunan ve sürekli insanların içinde onlara Hakk’ın emirlerini anlatıp izah etmekle vazifeli mürşidler için düşünülmeleri imkânsızdır. M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadesiyle, cahiliye de Efendiler Efendisi’nin semtine bile sokulamamıştır: ‘Yaşadığı devir, cahiliye devri olsa da bu isim, O’nun hususî zamanının dışında kalanların yaşadığı hayata verilen bir isimdi. Yoksa O, hiçbir zaman cahiliye devrini yaşamamıştı.’
Aynı zamanda peygamberler gerek hayatlarının peygamberliklerinden önceki döneminde gerekse vazifeli bulundukları süre içerisinde ahlâk ve huy bakımından içinde bulundukları toplumun en mükemmelleri olmuşlardır. Zaten kudve ve üsve (numûne-i misal/örnek insan) olmaları da bunu gerektirir. Peygamberler her türlü güzel ahlâka sahip hilim sahibi insanlardır; sertlik, kabalık, huysuzluk, geçimsizlik onlarda katiyen olmaz.
Öyle anlaşılıyor ki, peygamberler hakkında nâzil ve vârid olan nassları yorumlarken her zaman bu ölçüler çerçevesinde kalmak daha doğru olacaktır. Aksi takdirde, Allah’ın o masum ve mümtaz kullarına “haşa” hata, günah veya küçük-büyük herhangi bir nakîse isnat etme, onları sorgulamaya kalkışma gibi tavır ve tutumlar bizi altından kalkamayacağımız bir vebalin altına sokacaktır. Zira çok önemli bir hukuku çiğnemiş olacak ve el’an hayatta olmadıkları için de hak sahiplerinden haklarını helâl etmelerini isteme imkânı bulamayacağız. Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun.
Hülâsa, Sonsuz Nur ve benzeri eserlerde de üzerinde genişçe durulduğu gibi, kulluk, tebliğ, güzel örnek olma, dünya-ukba muvazenesini temin ve itiraz kapısını kapamak gibi gayelerle gönderilen ve rabbanî, hasbî, ihlâslı olma, güzel öğütle her zaman tevhide çağrıda bulunma gibi özelliklerle donatılan peygamberler (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm), sıdk (doğru olma), emanet (emin olma), tebliğ (dini anlatma), fetanet (peygamber mantığına sahip olma), ismet (günahlardan berî olma) gibi çok mümtaz vasıflarla muttasıftırlar. İşte bu ve benzeri üstün vasıflarla peygamberler, bizler gibi sıradan insanlardan ayrılırlar.
Peygamberimiz’in (as) diğer peygamberler arasındaki konumu
Peygamberler birçok hususta müşterek evsafa sahip olsalar da bazı özellikleri itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. “Biz, bilinen bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.’’ (Bakara Sûresi, 2/253) mealindeki âyet-i kerîme bu hususu açıkça ifade etmektedir. Bütün enbiya içinde ulü’l-azm peygamberler “ki onlar Ahzab Sûresi’nin yedinci âyetinde ifade edildiği üzere Hazret-i Muhammed, Hazret-i Nûh, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm)’dan ibarettir” bunlar içinde de bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) diğerlerine üstün kılınmıştır.
Cenab-ı Allah, son elçisi olarak vazifelendirdiği İslâm Peygamberine çok farklı bir misyon yüklemiş, dolayısıyla da bu misyonu yerine getirmeye lâyık bir donanımla O’nu donatmış, taltif buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok cihetten diğer peygamberlerden üstündür; üstündür zira O, Kur’ân’ın sarîh ifadeleriyle Allah’ın insanlığa gönderdiği en son elçi yani Hâtemü’n-Nebiyyîn’dir. Ve yine O, belli bir topluluğa değil bütün âlemlere, bir rahmet olarak gönderilmiştir. O’nun getirdiği mesaj ile din adına son nokta konulmuştur. Dini bütün geçmiş kitapları ve dinleri hükümden kaldırmış, din mefhumu O’nunla kemâl bulmuş, Allah’ın kulları üzerindeki nimeti de yine O’nunla tamam olmuştur. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla Efendimiz kâinat ağacının çekirdeği yahut kâinat kitabının Kâtibi’nin kaleminin mürekkebidir. Busayrî’nin ifadesiyle, diğer peygamberler birer yıldız, Efendimiz de o yıldızları nuruyla besleyen bir fazilet güneşidir (49. Beyt). Efendimiz (s.a.s.), aynı zamanda diğer enbiyadan farklı olarak İsm-i A’zam’ın mazharıdır. Diğer peygamberlerin birinde bir isim a’zam derecede tecelli etmiştir, öbüründe ise öbür isim a’zam derecede tecelli etmiştir; fakat Hazret-i Muhammed’de (sallallahü aleyhi ve sellem) her ismin tecellisi vardır (Gülen, a.g.e., s.61). Abdülkerim el-Cîlî de şunu söyler: “Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), İnsan-ı Kâmil’dir. O’ndan mâada kâmil olan enbiyâ ve evliya, kâmilin ekmele ve fâdılın efdale luhûku gibi, Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm) mülhaktır. Aynı husus, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde şöyle dile getirilir: ‘Mutlak zikir kemaline masruftur.’ esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (sallâllahü aleyhi ve sellem)’dir. Sonra da diğer enbiyâ, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir.’ (2.cilt, s.302).
Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyet-i kerimede Allah’a itaatle Resûlüne itaati her zaman aynı kare içinde zikretmiş, Allah’ı sevme emaresinin ve O’nun tarafından sevilme ve yarlığanma vesilesinin yine Peygamber Efendimiz’e ittiba olduğunu ifade etmiştir. İnanan bir kimse için Allah Resûlü’nü (hâşâ) sevmemek gibi bir şey düşünülemez. Çünkü O’nu sevmek dindir, imandır ve O’nsuz “râh-ı necât’a ulaşabilmek asla mümkün değildir. İşte bu mülâhazadan hareketledir ki, İslâm tarihi boyunca evliyaullah dediğimiz Allah dostları aynı zamanda hep birer Peygamber âşığı olagelmişlerdir. Onların en beliğ eserleri diyebileceğimiz hayatları, kitapları, duâları, münacâtları, nâtları işte bu aşk derecesindeki sevginin tezahürleriyle lebâleb doludur. Sadece bir misal olması açısından Mecmuatü’l-Ahzâb isimli evrad mecmuasına bakılsa bir çok büyük zâtın bir manâda içlerindeki Peygamber sevgisinin ifadesi olan coşkun salât ü selamlarıyla karşılaşılacaktır. Bu hususta İmam Rabbanî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı zâtların çok mümtaz bir yere sahip olduklarını özellikle belirtmeliyiz.
Türk-İslâm geleneği ise Peygamber sevgisinin daha derin ve daha büyüleyici tezahürleriyle doludur. Bizim tarihimizdeki farklılığıyla hilye ve nât-ı şerif geleneği; sakal-ı şerif ve Allah Resûlü’ne ve yakınlarına ait daha başka kutsal emanetler; bunlara gösterilen akılları hayrete düşürecek kadar saygı, teveccüh ve ihtimam işte bu aşk ölçüsündeki sevginin en bariz emareleri kabul edilmelidir. Bu aşk bizim dünyamızda öyle yer etmiştir ki, devlet başkanları Peygamber Efendimizin ayağının mübarek izinin suretini başlarındaki taca sorguç yapmayı kendileri için en büyük iftihar vesilesi saymışlardır. Ve burada saymaya gücümüzün yetmeyeceği daha niceleri...
Peygamber Efendimizin diğer enbiya (aleyhimüsselâm) arasındaki konumu bu olmakla birlikte, diğer peygamberlerin O’nun yanında kıymetleri yokmuş gibi düşünmek de katiyen doğru olmaz. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bu hususta başta sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün ümmetini dengeli olmaya davet etmiş, hattâ ikaz buyurmuştur. Değişik hadis-i şeriflerinde O (sallallahü aleyhi ve sellem) “Beni, Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin.’’ ‘Beni Musa’ya tercih etmeyin.’ kabilinden ifadelerde bulunur ve bir manâda kendinden önceki peygamberleri nazara vererek mü’minlerin onlara saygıda da kusur etmemelerini ister.
Bütün bu üstün vasıflarına rağmen, Hocaefendi’nin de üzerinde ısrarla durduğu üzere Efendimiz de dahil peygamberleri bizim gibi sıradan insanlar seviyesine indirme “yüz bin defa hâşâ” ya da kendi dönemlerinde, sadece o dönemlere mahsus olmak üzere, tarihsel bir misyon eda edip çekip gittiklerini iddia etme gibi düşünceler bir kalp kaymasıdır ve peygamber ve peygamberlik anlayışına karşı da saygısızlıktır.
Öyleyse bize düşen nedir?
Bize düşen, bilerek ya da bilmeden cahilcesine işlenen saygısızlıklar, düşünce ve inanç kaymaları karşısında dimdik durmasını bilmektir. Bu da evvelâ, aklî, mantıkî delillerle gerek Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem), gerekse diğer enbiya-ı izâmın konumunu düşünce ve gönül dünyamızda bir kere daha tesbit etmek ve yerlerini tahkim etmek; daha sonra da kabiliyetimiz ne kadarsa, gücümüz ne kadarına yetiyorsa, küçük bir ses ve bir nefesle bile olsa peygamberlerin o yüce hâllerini, konumlarını, bizim gibi sıradan insanlar olmadıklarını soluklamaktır.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu husustaki vazifemizi şöyle özetler:
Başkalarının nice çilelerle ulaştıkları ufka daha işin bidâyetinde varan o kurbet kahramanlarını hem vicdanlarımıza, hem de başkalarının vicdanlarına kabul ettirme bizim için bir vazife olmalıdır. Şayet dünyadayken onların sundukları mesajdan ve rûhaniyatlarından, ukbâda da şefaatlerinden istifade, onların kadr ü kıymetlerini bilmeye ve hak ettikleri saygıyı göstermeye bağlı ise “ki öyledir” biz dünya ve âhiret hayatımız adına kaybetmemeye bakmalıyız (a.g.e., s.56-59).
Bir kere daha tekrar edelim ki, bize düşen husus Cenab-ı Allah’ın bütün elçileri ve en büyük elçisi olan Efendiler Efendisi’ne karşı her zaman ta’zim, hürmet ve saygı hisleriyle meşbû bulunmak, peygamberlik mefhumuna toz konduracak, ona halel getirebilecek her türlü düşünce ve ifadeden sakınmak; bu düşünceyi elimizden geldiğince başkalarına da anlatmaya çalışmaktır. Unutmayalım ki, elçiye saygı ve hürmet onu gönderene saygı ve hürmet olduğu gibi, aksi de yine gönderene raci olacaktır.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin düşünce ve gönül dünyasında peygamber sevgi ve saygısı
Hocaefendi’nin, değişik eserlerinde Peygamberimiz hakkında kullandığı medh ü sena yüklü ifadelere bakıldığında da görülecektir ki, aslında sadece o söz cevherleri (kıymeti evvelâ hakkında yazılana saniyen de yazana ait) bile Hocaefendi’deki Peygamber saygı, hürmet ve aşkının çok aşkın olduğunu göstermeye fazlasıyla kafîdir. Ne var ki, biz burada konumuzla alâkalı olarak Hoca Efendi’nin eserlerine kısaca bir göz atmak istiyoruz.
En başta şunu söyleyebiliriz ki, Peygamber Efendimiz’in ve güzide ashabının, içinde yaşadığımız zaman diliminde gönüllerde hak ettikleri yere taht kurmalarında M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Allah’ın izni ve inayetiyle” inkâr edilemez büyük bir tesiri vardır. Çok erken yaşlarından itibaren Hocaefendi, vaazları, sohbetleri ve makaleleriyle bu sevginin sinelerde yerleşmesine hâdim olmuş, âdeta hayatını bütünüyle millet fertlerine başta Peygamberimiz ve güzide ashabını, sonra da selef-i sâlihîni ve pâk ecdadımızı sevdirme meselesine vakfetmiştir.
Hocaefendi, uzun yıllar süren vaizlik hayatında Peygamber sevgisinden bahsetmiş ve müteselsil olarak bir senesini sadece Peygamberimiz'in hayatını cami kürsülerinden muhtaç gönüllere anlatmaya ayırmış, bu sohbetler de zamanla kitaplaştırılarak Sonsuz Nur isimli mükemmel, mükemmel olduğu kadar da emsallerinden oldukça farklı bir üslûba sahip orijinal bir eser ortaya çıkmıştır. Hocaefendi ve bütün bir ümmet-i Muhammed için ne kadar büyük bir bahtiyarlıktır ki, eser bugün dünyanın değişik dillerine tercüme edilmiş ve günümüzde konusunda en çok okunan ve müracaat edilen kaynaklardan birisi olmuştur. Kitabın önsözündeki ‘Acaba biz, o sultanlara sultanlığı öğreten Gönüller Sultanı’nı istenilen ölçüde bilebildik mi?’, ‘O’nun kıtmiri olduğunu söyleyen ben O’nu tam anlatabildim mi, bildiklerimi size tam duyurabildim mi?’ gibi ifadeler Hocaefendi’nin içinin ızdırabına ve Efendimiz’i anlatma hususundaki tehâlük derecesinde gayretine tercüman gibidir. Hadd-i zatında o, Allah’ın izniyle elinden geleni fazlasıyla yapmıştır. Evet, o bir Allah Resûlü karasevdalısıdır. ‘Kebap oldu sinem, âhıma itimat yok mu?’, ‘Yanıp kebap oldum, ümidim yıkma/İtab et ama ağyara bırakma!’ mısraları işte bu sevdanın yaktığı bir gönlün nağmeleridir. Sonsuz Nur adlı eser baştan sona Peygamber Efendimize sevgi ve saygıyı ruhlarımıza işler. Biz de buradan hareketle, peygamberlere (aleyhimüsselâm) karşı saygılı olma ve başkalarının da gereken hürmeti gösterme hususunda aynı hassasiyete sahip olmasına vesile olmanın bizim en önemli vazifelerimiz cümlesinden olduğunu anlamış oluruz.
Hocaefendi, birçok yazı ve sohbetinde Peygamber sevgisini işlediği gibi, zaman zaman bu konuya münhasır makaleler kaleme alarak bu hususta zihinlerin her zaman salim ve gönüllerde o aşkın varlıklara duyulan sevgi ve aşk kıvılcımlarının artarak canlı kalmasına vesile olmuştur. Bunu görmek için değişik eserlerindeki ‘Kutlu Doğum’, ‘Mülahazalarımızın Yeşil Kubbesi’, ‘Ravza’, ‘Viladetin Çağrıştırdıkları’, ‘Gaybın Son Habercisi’ gibi makalelerine bakılabilir. Şiir kitabı Kırık Mızrap da sevda ölçüsündeki Peygamber sevgisini dile getiren mısralarla doludur. Okunduğunda da görülecektir ki, eserdeki aynı zamanda bazıları bestelenen ‘Gönüller Tahtın’, ‘Beni Yalnız Bırakma’, ‘Gönlümün Gülü’, ‘Ay Yüzlü’, ‘Ey Nebî’, ‘Ravza’, ‘İçimdeki Ezan Sesi’, ‘Medine’nin Gülü’, ‘Gönül Sultanım’, ‘Doğ Gönlümün İçine’, ‘İnsanlığın Efendisi’ başlıklı şiirler Hocaefendi’nin sinesinin Peygamber aşkıyla yanıp tutuştuğunun en güzel örneklerini teşkil ediyor. Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür. İsterseniz sözü burada kesip, Hocaefendi’nin kendi lisanından Efendimiz’i dinleyelim:
Yaratılan ilk nur O’nun nuru, ve gaybın son habercisi O’dur. Varlık ağacının çekirdeği, kâinat kitabının ille-i gâiyesi, Hakk’a davetin en gür sesi O’dur. ‘Gayb’ ve ‘Gaybu’l-gayb’ın son habercisi O, eşya ve hâdiselerin yanıltmayan yorumcusu O, insan ve Yaratıcı münasebetini hem de herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde ortaya koyan O ve böyle bir münasebetin gereklerini açık-seçik belirleyen de O’dur. O, bir yönüyle ilk ve Hakk’a en yakın, diğer yönüyle de son, fakat en emin bir kurbet rehberidir.
O, âfak ve enfüsün fihristi, varlığın özü, üsâresi, yaratılış ağacının gaye çerçevesinde en münevver meyvesi ve Yüce Yaratıcı adına bütün ins u cinnin de efendisidir.
O, özü ve konumu itibarıyla her zaman tavsif üstü, zâtı açısından nazîrsiz, ötelere ait derinlikleri zaviyesinden ferîd-i kevn ü zaman, elindeki mesajıyla da apaçık bir bürhandır.
Taayyün ve kaderî programda evvel O, nübüvvet davasında son sözün hatibi O, zahirin hakîki şârihi O, esrâr-ı bâtının nâtıkı da O’dur. Ruhu’l-Kudüs’ten ilmî ve aklî hakikatleri almaya müsait yaratılması, engin şuuru, üstün idraki, melekût ötesine açık kalbi ve öteler ötesini temaşaya müstaid sırrıyla O, nübüvvet tahtının sultanı, ötelere açık nurânî bir âhize gibi aldığı şeyleri ruhlara ve akıllara arızasız duyurması itibarıyla da risalet âleminin en beliğ tercümanıdır.
O bilinmezleri bildiren, idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir tarif edici ve bir muallim-i ekberdir. Dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlakî esasları temsil yanı itibarıyla da O, muvazzaf bir müşerri, bir kanun vâzıı ve hakikatler hakikatinin bir kavl-i şârihidir.
Aile efradı arasında O, eşi menendi olmayan bir aile reisi.. arkadaşları içinde, kardeşçe, yumuşak tavırlarıyla gönüllere girmesini çok iyi bilen mükemmel bir mürşid-i azam ve muallim-i ekberdi.. arkasındakilerini hiçbir zaman yanıltmayan ve inkisara uğratmayan eşsiz bir rehberdi.. söz sultanı muazzam bir hatip, kalb eri bir rabbânî, muhakeme üstadı bir hakîm; hârikulâde bir devlet reisi ve bozgunlardan zafer çıkaran mükemmel bir erkân-ı harpti.
O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme âbidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu.
O’dur nübüvvet silsilesinde vücudu Hakk’a en açık bürhan. O’dur Hazret-i Zât’ın ilk mir’at-ı mücellâsı; O’dur ilahî sıfatların en şeffaf mahall-i tezahürü; O’dur kâlî ve hâlî Hakk’ın en fasih tercümanı, Allah’ın cihanda mücessem rahmeti ve bizlere lütuf ve nimetlerini tamamlamasının remzi.
O mümtazlardan mümtaz Zât, Cenab-ı Hakk’ın O’na itaati Kendine itaat kabul ettiği bir kıblenümâdır.
Mesajı Kur’ân O, ufku irfan O, beyanı bürhan O ve iki cihanın vesile-i saadeti de O’dur. Hakk’ın, harika bin nişanla taltif ettiği zât O, nâm-ı, Kur’ân’ın referansına bağlı kıyamete kadar yâd-ı cemîl olarak anılacak da O’dur. O’dur insanlığın medâr-ı şerefi, nübüvvet hakikatinin merkez noktası. Peygamberler ordusunun seraskeri ve ins u cinnin yanıltmayan rehberi.
Ruh-u A’zam’ın mahall-i tecellisi O, esmâ-i ilahiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, peygamberlik semasının kutup yıldızı da O’dur.
O, varlık kitabını yazan kalemin mürekkebi, kainat satırlarının yazılışının gaye ölçüsündeki ruhu, mânâsı; ilahî esrarın zuhuru adına bilinmezlerin en fasih tercümanı ve lâhûtî hakikatlerin de marifet mahzenidir.
O, dünyada iman ve marifetle, ötede Cennet ve Cemalullah’la tüllenen âlemlerin sırlı anahtarı, kapısı, o kapı ötesindeki bütün mazhariyetlerin ışıktan vesilesi, künhü nâkâbil-i idrak hakikatlerin müfessiri, Zât âleminin müfti-i hâssı, sıfatlar ufkunun münevver meşrıkı, arkasına aldıklarının aldatmaz mürşidi, ehl-i tevhidin kıblenümâ mahiyetindeki imamı, idrak ve ihsas âlemlerini kuşatan sis ve dumanın arkasını gösteren ilahî ışık kaynağı, Hakk’a gönül verenlerin vefalı ve candan dostu, şeytanın ve şeytanîliğin en amansız hasmı, dünya ve ukbâda kendine bel bağlamışların koruyucu serası ve mücrimlerin de şefaatkânıdır.
Gökler velîmesine çağrılan Hakk’ın özel davetlisi O’ydu; herkesin gözünü diktiği ‘Kâb-ı Kavseyn’e uğrayıp geçen de yine O’ydu. Ve ‘Sidretü’l-Müntehâ’nın misafiri olmak sadece O’na bahşedilmişti.
Evvel’in en önemli remzi O, Âhir’in nûrefşan ayinesi O, Ehadiyet-i Zâtiye ve Vahidiyet-i Sıfâtiyenin en bülendâvâz davetçisi O; zât, sıfât ve esmâ bilgisinin en emin emanetçisi hakikî insan-ı kâmil de O’ydu... O, taayyün-ü evvel’den Ahmed ünvanıyla insanlık ufkunun muhaciri; Mekke’den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri; berzahtan Mahmud namıyla livâü’l-hamdın mihmandarı ve bütün esmâ-yı şerifiyle Cennet ve Cemalullah’ın perdedarı, ruhânî âlemlerin feyiz kaynağı ve cismâniyet âleminin de asıl cevheriydi.
Varlığın özü ve nüvesi, yaradılış ağacının meyvesi ve tevhid hakikatinin en gür sesi O’dur.
Varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran; eşyanın ruhunda meknî bulunan sırları gün yüzüne çıkaran; yerle gök arasındaki kopukluğu giderip bir kere daha arzı semâlara bağlayan; akılla kalbi en sağlam esaslar çerçevesinde buluşturup muhakemenin ufkunu fizik ötesi enginliklere ulaştıran; canlı-cansız her şeyi en doğru şekilde okuyan; okuduklarını, herkesten çok önce ve en büyük araştırmacıların idrak ufkunu aşkın bir seviyede yorumlayıp küllî kâidelere bağlayan O’dur. O’dur kâinat hakkında sözün özünü söyleyen; sözleriyle eşya ve hâdiseleri hallaç eyleyen ve her şeyin ötesini temâşâ etmemiz adına bize sır perdesini aralayan; insan düşüncesini madde ve mânânın birleşik noktasına yükselten ve köhneleşmiş anlayışları târumâr ederek gördüğümüz şu fizikî dünyayı cennetlerin koridoru hâline getiren, ışığıyla karanlık dünyalarımızı aydınlatan nur, enfes rayihasıyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül, karanlık gecelerimizi ayı-güneşi, aradığımız sevgili...
Sonsuz Nur, İnsanlığın Medar-i Fahri, İnsanlığın İftihar Tablosu, Kainatın İftihar Tablosu, Muhammedü’l-Emîn, Hazret-i Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa O’dur; mensubiyetiyle övündüğümüz insan O’dur.
Yaratılışın gayesi, varlığın özü, peygamberlik hakîkatının zübdesi, kemâliyle Ferîd-i Kevn ü Zaman ve bihakkın Fahr-i Kainat, Cenab-ı Hakkın rahmaniyet ve rahîmiyetine en mücellâ, en parlak ayna, O’nun Rab isminin en üst seviyedeki temsilcisi, ism-i azamın mazharı, ferdiyet ve gavsiyeti temsil eden makam-ı ferdiyetin sahibi, ferd i ferîd Hazret-i Muhammed habîb-i edip ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle Şeref-i nev-i insan ve divan-ı nübüvvetin hatemi O’dur. O’dur Hazret-i Ehadiyet’in tecellî-i etemmine mazhar.. O’dur hulâsa-i mevcudat ve ruh-u seyyidi’l-kevneyn.. O’dur varlık ağacının çekirdeği ve meyvesi, aslında meyvenin de ötesinde hilkat ağacının özü, usaresi ve ruhu.. O’dur Ruh-u seyyid-i enam, O’dur mişkat-ı nübüvvet, menba-ı feyz ve kevser-i hakikat, O’dur varlık bulamacının en temel unsuru, Hak tecellîlerinin mücellâ aynası ve yaratılışın en anlamlı nüktesi. Yüce kâmet, yüce Ruh, kainatın efendisi, iki cihan güneşi, mümtaz şahsiyet ve dürr-i yekta, sadık ve masduk olan iki cihan serveri O’dur.
Eşyaya mana kazandıran insan, varlığın sırlarını lif lif didikleyip seyircilerin mütalaasına sunan biricik mürşit ve üstad, ufuk insan ve kutup peygamber, en müthiş iradeli, en büyük ruhlu; en muhteşem kalbli, en büyük muvahhid, tevhid hakikatının en gür sesi, peygamberlik semasının tayeran eden tavusu, âlemşümul din ve dâvanın şerefli mübelliği, ufuk firaset, heykel-i akl-ı evvel, müntehîlerin müntehîsi, akrabü’l-mukarrebin, mahbubiyet makamının temsilcisi, en büyük hâl eri, müstesna fıtrat, ekmel-i kümmelîn, kemâl ehlinin en kâmili ve mürşid-i kâmil-i mükemmel O’dur.
O’dur kadrine ruhanîlerin destan kestiği zât. O’dur Hazret-i Seyyidül evvabîn, îsar kahramanı, ismet kahramanı, uruc ve nüzulün kahramanı, kalakın zirvedeki sultanı, hüzün peygamberi, duânın sultanı, seyyidü’l-hâşiîn, seyyidü’l-masûmîn ve masumlar masumu. Murakabe insanı, ihlas insanı, huzur insanı, haya âbidesi, Cenab-ı Hakk’ın Hayiyy ism-i şerifinin tam bir mücella aynası O’dur. Şükür kahramanı, sabrın, hilmin, silmin, azmin ve ümidin temsilcisi O ve Şahika insan O’dur.
Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibâdet sayıp, çalışkanı alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekün insanlığa muvazene unsuru olma noktalarını gösteren O’dur.
Küfrün, vahşetin aleyhine bir celâdet ve belâgat kılıcı olarak ortaya çıkmasında, dörtbir yanda âvaz âvaz hakîkatı ilân etmesinde ve insanlığa gerçek varoluş yollarını göstermesinde eşi menendi olmayan Zât O’dur.
Din, nâmus, vatan ve milleti koruyup kollamayı, bu uğurda mücadelenin bir cihâd, cihâdın da erişilmez bir kulluk vazifesi olduğunu fevkalâde bir muvazene içinde insanlığa tebliğ eden O’dur.
Gerçek hürriyeti insanlığa ilk defa ilân eden, insanların hukuk ve adâlette birbirine müsâvi olduklarını vicdânlara duyuran, üstünlüğü ahlâk, fazîlet ve takvada arayan, zâlime ve zâlim düşünceye karşı hakîkatı haykırmayı ibâdet sayan O’dur.
Fânîlik ve ölümün yüzündeki perdeyi yırtan, kabri ebedî saâdet âleminin bekleme salonu olarak gösteren, her yaş ve her başta mutluluk arayan gönülleri Hızır çeşmesine ulaştırıp onlara ölümsüzlük iksiri içiren O’dur.
İslâm peygamberi, şanlı nebî, yüce Nebi, Hazret-i Üstad-ı küll ve mukteday-ı ekmel, ilimlerin varıp kendisine dayandığı kilit insan, en büyük lider, en büyük önder, en büyük pişdar, seçilmişler seçilmişi, en büyük adalet insanı O’dur. Bu uzun ve sırlı yolculukta bulunduğumuz sahil itibariyle bizim için bir kaptan ve rehnüma, varacağımız âlem itibariyle de bir mihmandar ve şefaatçi, rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, nazarı nereye ulaştı ise kademi oraya basan misli görülmemiş mümtaz ve seçkin lider O’dur.
Yolda kalmışların biricik rehberi O, cennet rehberi O, liderler lideri, kudsiler ordusunun başbuğu, başbuğlar başbuğu, muhteşem asker, menendi olmayan nebî, elinde hayat iksiri taşıyan biricik hekim, insanlığa sistem getiren, nişan getiren, âhenk getiren büyük insan O, insanlığın yıllanmış dertlerine derman olan hekimler hekimi O, güneşlere taç giydiren sultan, kapkaranlık bir dönemi bir hamlede ışığa boğan aydınlıklar sultanı, gecesi gündüzlerden daha aydın ve gündüzü cennet baharlarına denk sultanlar sultanı O, küfrün sihrini ve büyüsünü bozan asâ-yı İlâhî O’dur.
İksir sözlü Menhelü’l-azbü’l-mevrud, Hakka davetin en gür sesi Hazret-i Sâdık u masduk, hikmetin lisan-ı fasihi, andelîb-i zişan O’dur. O’dur varlığı nur, dünyası sürur, sözü Kur’ân, O’dur bütün zamanların ve mekanların söz sultanı, O’dur hak bahçesinin güllerine ilahiler besteleyen bülbül.
Evet O’dur Sultanlara sultanlığı öğreten, şefkati adaletini aşkın gönüller sultanı. Ruhlarımızın sultanı O, insanlığın efendisi, gönüllerin efendisi, zaman ve mekanın efendisi, Allah’ın yeryüzünde en şerefli, en namlı halifesi, serdar-ı azam, melikü’l ins ve can, gönüllere fer veren efendiler efendisi, nebiler efendisi ve server-i enbiya O’dur. Başı gökler ötesi âlemlerde dolaşan Ruh O; ümmetlerin en hayırlısını gemisinde taşıyan Nuh da O’dur.
Gönüllerimize aşk u heyecan salan O, gözlerimize ışıklar çalan O, bizleri ebedler ülkesine hazırlayan da yine O’dur. O’dur meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşi, peygamberlik semasının güneşi ve en parlak yıldızı, fazilet güneşi, şem’a. O’dur dünyaya arştan gelen nûr, meh-i tâbân, O’dur gül-i rana, gözleri ela, kâmet-i bâlâ, kakülü anber, saçı reyhan. Güzeller güzeli taptaze gül O’dur.. Ay yüzlü, apaçık sözlü, en doğru sözlü O’dur.. Kupkuru çölleri cennetlere çeviren Medine’nin gülü O’dur.. Enfes rayihasıyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren gül O ve gönüllerimizin gülü O’dur.
Sonsöz
Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, Peygamber Efendimiz başta olmak üzere bütün peygamberleri gönülden sevme ve gerekli saygıyı gösterme dinin olmazsa olmaz bir rüknüdür. Yukarıda iktibas ettiğimiz ifadelerde de çok vâzıh bir şekilde, Hocaefendi’nin “ki o her zaman kendisinden Peygamberimizin kıtmiri olabilmeyi ümit eden bir kimse olarak bahseder” kalb ve ruh dünyasında Efendimize ayrılmış çok müstesna bir yer olduğunu görmüş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, biz başta olmak üzere herkes, Peygamberimizi ve diğer enbiyayı (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) yâdederken sıradan insanlardan yani kendimizden bahsediyor gibi bahsetmemeli, onları üstün vasıflarla anarken içimizdeki sevgi, saygı ve hürmeti ağzımızdan çıkan kelimelerle de ortaya koymalıyız. Herhalde onlardan gelecek feyz ve bereketin en önemli vesilesi de bizim onları hak ettikleri mevkilerine oturtmamız, onları konumlarına göre yâdetmemiz olacaktır. Bütün bunlara ilave olarak, Hocaefendi’nin eserlerinde Efendimiz’i medh ü sena eden ifadelerin buradakilere münhasır olmadığını ve ortaya koymaya çalıştığımız bu mütevazı gayretin Hocaefendi’nin bu müstesna yönünü ortaya koyan daha çaplı ve istifadeli çalışmalara bir vesile olmasını ümid ettiğimizi söyleyelim.
Kaynaklar
- Gülen, M. Fethullah, Bütün eserleri.
- Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye, İstanbul 1993.
- Busîrî, Kasîde-i Bürde.
- el-Cîlî, Abdülkerim, İnsan-ı Kâmil, İz Yayıncılık, 2002.
- Aydemir, Abdullah, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992.