Evrensel Alim Muhammed Hamidullah
1975 yılında evine yaptığım bir ziyaret esnasında, telif ücreti meselesini sormuştum. Cevabı şu olmuştu: Hem ben, hem de onlar arzu ettiğimiz şeyi gerçekleştiriyoruz. Bana lâzım olan kitapların yayınlanmasıdır ve bu oluyor! Onlara lâzım olan da para kazanmalarıdır, onlar da bunu elde ediyorlar..!
İslâm âlemi, son asrın dünya çapında tanınan nâdir ve en büyük âlimlerinden birini âhirete teşyi etti. Feyizle, bereketle dolu 97 yıllık bir hayat yaşadıktan sonra Üstad Prof.Dr. Muhammed Hamidullah da Refik-i A'lâ'dan (Yüce Dost'tan) 18.12.2002 günü aldığı irci'î... (Sen Allah'tan, O da senden hoşnut olarak artık Rabbinin huzuruna dön!) davetine icabet etti. Ülkemizin iyi tanıdığı bu zatın çok kısa bir özgeçmişini arz ettikten sonra, onu bir nebze tanıtmak gayesiyle, kendisinden kalan bazı ibretli hatıralarımı, bir makale çerçevesinin verdiği imkan ölçüsünde nakletmeye çalışacağım.
Zira orta yaşlılar tarafından tanınsa da, yaşı kırkın altında olan son neslin onu yeterince tanımadığı gözlemlenmektedir. M. Hamidullah, 19 Ocak 1908 tarihinde, Hindistan'ın güneyinde yer alan Haydarabad-Dekken şehrinde dünyaya geldi. Daru'l-Ulûm medresesinde okudu, sonra Osmaniye Üniversitesi’ne girdi. O yıllarda bu üniversitede yeni bir ders olarak tedris edilmeye başlanan Devletler Umumi Hukuku dersi üzerinde yoğunlaştı. Bu konuyu, Fıkıh ve İslâm tarihi verileriyle birlikte ele alınca ilginç sonuçlara varacağını anladı. İstikbal vaad eden halini hocaları fark edince master ve doktora tezlerini bu alanda yapmasını desteklediler. Türkiye, Hicaz, Suriye, Mısır, Filistin kütüphanelerinde araştırma yapmasına ve Bonn (Almanya) Üniversitesi’nde 1933'te doktorasını tamamlamasına imkân sağladılar. Müteakiben Fransa'ya geçip kuzey Afrika ülkelerindeki dokümanlardan yararlandı ve 1938'de Paris Üniversitesi'nde ayrı bir doktora tezini ikmal etti. Bu tezin konusu Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Dört Halife Döneminde İslâm Diplomasisi olup, adından da anlaşıldığı üzere, o dönemden kalan diplomatik, idari ve siyasi belgeleri değerlendiren son derece orijinal bir çalışmadır. Eser Arapça'ya ve Türkçe'ye (Dr. Vecdi Akyüz, İstanbul, Beyan Yay., 1998) çevrilmiştir. Üstad M. Hamidullah, Osmaniye Üniversitesi'nde Devletler Hukuku profesörü iken, yurtdışında görevli bulunduğu sırada, Haydarabad-Dekken'in yeni kurulan Hindistan hükümeti tarafından 1948 yılında işgal edilmesi üzerine, az sonra anlatacağımız sebepten ötürü, ömrünün sonuna kadar ülkesine dönemedi.
Türkiye'yi 1932'de yaptığı ziyaretle tanımış, o zamandan beri de ilim dünyasına ülkemizin önemini tanıtmaya çalışmıştır. Türkiye'yi tanıttığı çalışmalarından 6 adedini, kendisi İslâm Peygamberi adlı eserinin Türkçe beşinci basımına (1990) yazdığı önsözde zikretmektedir. Türkiye'yi sevmesinin bir neticesi olarak kendileri 1952 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde sözleşmeli profesör olarak çalışmayı kabul etmiş, yirmibeş yıl kesintisiz bir şekilde her sene bir öğretim dönemi ders ve konferanslar vermiştir. İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nde küçük bir dershanede başlayan bu dersler, sadece Edebiyat Fakültesi, hattâ üniversite öğrencileri ile sınırlı olmayıp, istekli diğer ilim meraklılarına da açık olduğundan, gittikçe genişleyen bir halka tarafından takip edilmiş, bir süre sonra büyük anfilerde devam etme ihtiyacı ortaya çıkmış ve oralarda yapılır olmuştur. Gerçekten bu zatın üzerimizde büyük hakkı vardır. Özellikle İslâmî ilimler alanında Türkiye'de son elli yılda yetişmiş hemen her insanın ilmî hayatında onun bir payı olmuştur. Türk aydınlarının, kendisinin eserlerine gösterdiği ilgi onu memnun etmiş olup, bu konuda şunları yazmıştır: Türkiye'de girişilen bu çalışmalar öyle bir semere verdi ki böylece dünyada hiçbir dilde benim kitap ve makalelerim Türkçe'de olduğu sayıda yayınlanmamış oldu(…) Fakat Türkiye'de bu sınır aşılmış ve telifatımı yayınladığım çeşitli dillerdeki yazılarımın hemen hemen tamamı Türkçe'ye tercüme edilip neşr edilmiştir (İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, İrfan Yayımcılık, 1990, beşinci basım, c.I, s. XVIII) Hepsi de üniversite profesörü ve ülkemizde ve uluslararası düzeyde tanınmış akademisyenler olan Zeki Velidi Togan, Abdülkadir Karahan, Fuat Sezgin, Salih Tuğ, Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kemal Kuşçu, Nihat Keklik, Yusuf Ziya Kavakçı, İbrahim Canan, İhsan Süreyya Sırma, Zahit Aksu, Vecdi Akyüz, Abdülaziz Hatip, Suat Yıldırım gibi birçok kişinin bu zatın eserlerini Türkçe'ye kazandırmak için gayret etmeleri, elbette onun çalışmalarının orijinalitesinin göstergesi olarak kabul edilmelidir.
1977 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde sözleşmeli öğretim üyesi olarak bulunduğu sırada, nisap ihtiyacından ötürü Fakülte Yönetim Kuruluna da katılıyordu. Yönetim kurullarının bitmek bilmeyen meselelerle dolu mutad toplantılarından birinden çıkış esnasında bana hususi olarak: Ne yaparsak yapalım, beklenen ilim adamı ancak milyonda bir çıkar demişti. Anlaşılan, bu sözüyle, çığır açan, öncü ilim adamını kastediyordu. O, kendisinin böyle biri olduğunu hatırından bile geçirmemiştir ama, bana göre o, böyle ender âlimlerden biridir.
Gerekçesini merak edenlere delil olarak şu hadiseyi nakletmek isterim: 1975 yılında Paris Sorbonne Üniversitesi'nin İslamoloji bölümünde doktora seminerlerine katıldığımda, o zaman bölüm başkanı da olan Charles Pellat, çalışmasını takdim eden bir Fransız öğrenciye M. Hamidullah'ın eserlerine de bakması gerektiğini hatırlatmış, o da pek önemsemez bir tavır takınmıştı. Bunun üzerine Sn. Pellat: Hamidullah beyi nasıl olur da göz önüne almazsınız? Ben, geçen sene bir arkadaşımla onun bilimsel çalışmalarını tespit etmeye teşebbüs ettim, 600 kadar yayın yapmış olduğunu gördüm! demişti. Oryantalistlerin Müslüman ilim adamlarını bilimsel yönden kolay kolay takdir etmediklerini hepimiz iyi biliriz. Hele Charles Pellat, oldukça mağrur bir insandı. Ona bu aleni itirafı yaptıran şey, sadece Hamidullah hocanın gözardı edilemeyecek liyakati olmuştur. Üstadın araştırmalarının 90'lı yıllara kadar devam ettiği bilindiğine göre, kim bilir bu sayı kaça ulaşmıştır.
Kendi kendisini yenileme hususunda merhum hocamızın derecesine çıkan başka bir örnek de hatırlamıyorum. Matbaadan gelen kitabın daha mürekkebi kurumadan, eklemeye başladığı ilaveleri ihtiva eden küçük kağıtlarla kitabın süslendiğini gözlemleme, onu tanıyan herkesin çok alıştığı bir manzara idi. Zannımca, gerek telif edildiği, gerek tercüme edildiği dillerde ilave basımlarında aynı şekilde yayınlanan hiçbir kitabı bulunmamaktadır. Onun pratik ve güzel usullerinden biri şudur: Kitaplarını paragraf esasına göre telif eder ve bunları müteselsil rakamlarla numaralardı. Sonra yaptığı ilaveleri ya yeni bir paragraf olarak, ya da insicamı bozmayacak başka bir şekilde derc ettiğinden bunları yerleştirmekte zorluk çekmezdi. Mesela İslâm Peygamberi, İslâm'a Giriş, İslâm'da Devlet İdaresi, Kur'an-ı Kerim Tarihi gibi kitapları hep bu tarzda yazılmıştır.
1975 yılında evine yaptığım bir ziyaret esnasında, vesile gelince, kitaplarını yayınlayan onlarca yayıncının telif ücreti verip vermediklerini sormuştum. Cevabı şu olmuştu: Hem ben, hem de onlar arzu ettiğimiz şeyi gerçekleştiriyoruz. Bana lâzım olan kitapların yayınlanmasıdır ve bu oluyor! Onlara lâzım olan da para kazanmalarıdır, onlar da bunu elde ediyorlar!. Onun gösterdiği bu zühdü, maneviyat erbabı bilinen kaç kişi gösterebilmiştir, takdirlerinize bırakıyorum.
Fakat telif hakkı istemeyen bu zat, hiç değilse, kendisine bilgi verilmesini haklı olarak isterdi. O sıralarda İslâm Peygamberi kitabının Beyrut'ta yayınlanması söz konusu idi. Bana Duydunuz mu, dedi, beşinci mezhep çıkmış!. Nedir o beşinci mezhep? diye sorunca: Mektuba cevap vermemek! dedi. Meğer hocamız aylardan beri, defalarca yazıp haber gönderdiği halde, kitabının çıkıp çıkmadığına dair, yetki verdiği şahıstan hiçbir cevap alamıyormuş!
Paris'teki evinden bahsedince, onu öyle bizim bildiğimiz bir ev zannetmeyin. Paris'in merkezî semtlerinden birinde dört katlı eski bir binanın beşinci katı durumunda olan çatı katında, iki odadan ibaret bir evde oturuyordu. Oturma takımı kabilinden mobilya yoktu. Sadece eski, küçük bir çalışma masası ile bir iki iskemle, eski küçük portatif bir daktilo makinesi, bir rahle ve duvarları dolduran kitaplardan başka bir eşya bulunmuyordu. Lüks denebilecek tek bir şey yoktu. Sıradan bir öğrenci evinden bile daha mütevazi idi. Telefon bile almamıştı. Yemek namına ne yediğini bilmiyorum. Söylendiğine göre günde bir kâse çorba veya bir bardak sütle beslenme ihtiyacını gideriyordu. Orta boylu, nahif, fakat atletik bir yapısı vardı. İlerlemiş yaşında bile süratle yürüyen çevik bir insandı. Ruh lehine süzülmüş tüy gibi hafif bir bedene sahipti. Esmer teni secde aydınlığıyla pırıl pırıldı. Sünnete uygun sakalı, zannımca büluğ çağından beri hiç tıraş edilmemişti. Daima mütebessim mübarek çehresinde, canlılık ve zeka fışkıran gözlerinin tatlı bakışları kalplerin derinliklerine ulaşır, gönüllere sıcaklık ve manevi feyiz akıtırdı. Katlarının arası oldukça yüksek asansörsüz binada beş kat inip çıkmadan şikayet ettiğini hiç duymadım. Fakat yaşı 85 iken ziyaret ettiğimde orta kat merdiven boşluğuna bir sandalye koyduğunu, çıkarken orada dinlenme ihtiyacı duyduğunu öğrendim. Evlenmediği için hanımı, çocuğu olmadığı gibi, ömrü gurbette geçtiğinden evlad, iyal, akraba, mal-menal olarak hiçbir şeye sahip olmayan Üstad, dünyanın olanca genişliği içinde yapayalnız idi. Ama asıl Sahibi ile vuslat halinde yaşamasının verdiği huzur ve sürur, yüzünden hiç eksik olmazdı.
Dünyadaki varlıklar içinde, sadece vefalı yuvasına bağlı olduğunu gördüm. Fakat bunun da duygusal olmanın yanında rasyonel sebebini söylerdi. Bu evi şunun için çok seviyorum: Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)'i anlatan iki eser burada yazıldı. Bunlardan birincisi Alphonse de Lamartine tarafından yazılan L'Histoire de la Turquie, ikincisi de bizim tarafımızdan yazılan İslâm Peygamberi kitabıdır (A. Lamartine, 1790-1869 arasında yaşamış Fransız şair ve siyaset adamı olup, bu apartmanda oturduğundan bina, tarihi eser sayılıyordu. 12 ciltlik bir İslâm tarihi olan bu eserinin birinci cildini Hz. Peygamber'e ayırmıştı. Hocamız, İslâm Peygamberi kitabının arka kapağında Lamartine'in şu harika cümlesini nakletmekten kendini alamamıştır: Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkçisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve dünyevî ve bir manevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tespitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O'ndan daha büyüğü var mıdır?)
Eserlerinden Türkçe'ye çevrilmiş olanlar, 1960'lı yıllardan itibaren başlı başına bir okul oluşturacak niteliktedir: İslâm Peygamberi, İslâm'a Giriş, İslâm'da Devlet İdaresi, İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku, İslâm Anayasa Hukuku, İslâm Tarihine Giriş , İmam-ı A'zam ve Eseri, Kur'an-ı Kerim Tarihi, Hz. Peygamberin Savaşları, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, Hz. Peygamber Zamanında Hadislerin Tedvini, Elde Mevcut En Eski Hadis Kitabı: Hemmam İbn Münebbih'in Sahifesi, Modern İktisat ve İslâm, Hz. Peygamber Devrinden Kalan Diplomatik ve İdari Belgeler, Aziz Kur'an (Fransızca mealinin Türkçe çevrisi). Bunlar, kitaplarından sadece bir kısmı olup, bilimsel dergilerdeki makaleleri de büyük bir yekün teşkil etmektedir. Merhum M. Hamidullah, 12 dili pekiyi düzeyde bilir, eserlerini Arapça, Fransızca, İngilizce, Almanca, Urduca gibi dillerden biriyle kaleme alırdı. Dilimizde eser yazmamakla beraber Türkçe'yi de iyi bilir, konferanslarını çeviren mütercimleri, hata yaptıklarında veya eksik bıraktıklarında uyardığı zaman zaman görülürdü.
Onun İslâm'a olan hizmeti, öncelikle bilimsel araştırma ve yayın tarzında olmuştur. Fakat sosyal tarafı da ihmal etmezdi. 1974-1975 yıllarında Paris'te bulunduğum sırada onun, o zaman tek İslâmî merkez olan ünlü Paris Camii'nde ders ve vaaz verdiğini görmüştüm. Bir defasında dersten sonra yanında bulunan 80 yaşlarında tahmin ettiğim bir zatı tanıştırmıştı. Meğer bu zat, tarihe mal olacak bir hizmet yapan Ali Topçubaşı imiş. Bu şahıs, Birinci Dünya Savaşı'nda Rus ordusunda subaylık yaparken, savaş sonlarında Bolşevik ihtilali ile sarsılan Rusya'nın karışık ortamı içinde, daha önce Rus çarlığı tarafından 1868'de Semerkand şehrinden götürülüp St. Petersburg'da müzeye konulan Hz. Osman (r.a.)'ın yazdırdığı kabul edilen Kur'an-ı Kerimi, muhtemel bir zarardan korumak için, Taşkent'e götüren kahraman subaydır. Müslümanlar için en önemli tarihi belge olan bu Mushaf-ı Şerif, 1923 yılında resmi bir heyetin nezaretinde özel bir vagonla Taşkent'e iade edilip orada Beylerbeyi camiinde inşa olunan bir hücreye konulmuştur.
Bunu bilvesile yazdıktan sonra esas belirtmek istediğim konu, Hamidullah hocamızın Paris'teki Müslüman Öğrenciler Derneğinde gerçekleştirdiği fikri ve içtimai hizmetlerdir. Dünyaca tanınmış bu Üstad, o çok mütevazi dernek binasında, her Pazar öğleden sonra torunu yaşlarında olan öğrencilerle hemhal olur, ekseriya konuşmacı olarak yer alırdı. Derneğin en devamlı üyesi o idi. Azıcık kıdem ve ünvan kazanan hocalardan büyük çoğunluğumuzun böylesi hizmetleri, bu ölçüde yapamadığımızı bilahare görünce, hocamızın bu hususta da önemli bir örnek teşkil ettiğini iyice anladım. Onun öğrencilerle bu ilgisini, benden önce ve sonra Paris'te kalan arkadaşlardan da dinlemişimdir.
Hamidullah bey, ilim adamı olmasının yanısıra, Müslüman âlimin sorumluluğuna yaraşan fikri ve siyasi bir tavır alıştan da geri kalmayan bir şahsiyet olmuştur. Meselâ: Hindistan'dan çekilmeye mecbur kalan İngiliz emperyalizminden sonra, Müslümanların bir bölgede toplanıp Pakistan adı altında bir devlet kurmalarını doğru bulmamıştı. Çünkü bu takdirde, koca kıtadaki diğer bölgelerin tamamı Hindu devletinin hakimiyeti altına girecekti. O, Hind alt kıtasında Müslüman, Hindu ve diğer din mensuplarının serpiştirilmiş tabii dağılımının devam etmesi ve çeşitli milletlerin eşit haklarla vatandaşları olacakları bir tek Hindistan devletinin kurulmasının daha isabetli olacağı kanaatindeydi. İslâm'ın ve Müslümanların menfaati bakımından bunu daha uygun bulup, diğer öneriyi İngiliz emperyalizminin telkin ettiğini düşündüğünden, o görüşe açıkça karşı çıktı. Tahmin ettiği üzere, 1948'de kendi bölgesi olan Haydarabad'ın Hindular tarafından işgal edilmesi üzerine vatanını terk etmek mecburiyetinde kaldı ve bir daha da oraya dönemedi. Ellibeş yıllık gurbet mihnetini sürüklemeye başladı. İnşallah bu sayede hicret mükâfatına nail olmuştur. Pasaportsuz kaldığı için, Fransa devletinden siyasi mülteci olarak oturma hakkı alabildi. Ömrünü haymatlos (heimatlos, vatansız) olarak geçirmeye mecbur olmak gibi çok ağır bir baha ödedi. Vatanına dönememenin, üstelik ecnebi diyarda, yad ellerde pasaportsuz kalmanın ne korkunç bir işkence olduğunu yaşamayan kimsenin, bu işkencenin ne demek olduğunu bilmesi mümkün değildir. Ellibeş yıl süren bu işkenceye Allah Tealâ'nın takdirine olan derin teslimiyeti sayesinde mütebessim bir çehre ile sabretmiştir. Kadere kuvvetli bir imanı vardı. “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi” (Ahzab suresi, 72) mealindeki emanet kavramı hakkında muhtemel tefsirler arasında şu yorumu tercih ettiğini, şifahi olarak kendilerinden işittiğim gibi, yazdığını da biliyorum: Bu emanet, kader sırrıdır. Yani Allah, Ben takdir edeceğim, siz de razı olacaksınız, kabul ediyor musunuz? diye bu emaneti teklif etmiştir. Fransa devleti de kendisine, layık olduğu hiçbir mevki vermedi. Sadece CNRS (Milli Bilimsel Araştırma Merkezi) uzmanı olarak çalışıp oradan emekli durumunda hayatını geçirdi. 1974'te kendisiyle bu konuyu konuşurken, hocamızın aynı fikrinde devam ettiğini, Pakistan'ın kurulmasından sonra maruz kaldığı gerek içeriden, gerek dışarıdan gelen müdahalelerin, Keşmir'in Hindistan tarafından işgal edilmesinin, Doğu Pakistan'ın 1971'de ayrılıp Bangladeş adıyla yeni bir devlete dönüşmesinin ve Hindistan’daki bazı durumların, kendisi gibi düşünenleri haklı çıkardığını belirttiğine şahit oldum.
1974 Haziran ayında Paris'e gittiğimde, “Müslümanlar veya Hıristiyanlar” tarafından İslâmî ölçülere göre kesilmiş helâl et bulamadığımdan dört ay kadar et yiyememiştim. Hocamıza yaptığım ziyaretlerden birinde, nasıl bir vesile geldiyse, bundan bahsedince: Yahudiler, kendi dini usullerine göre kesiyorlar. Kasaplarda koşer yazılı bölümlerdeki etler meşru olup oradan alabilirsiniz. Bu et helaldir dedikten sonra, Fakat ben mübah olmadığından değil de, bir başka sebepten bunu da almıyorum. Zira bu et organizasyonunu yapanların gelirlerinin bir bölümünü, siyonizmi desteklemeye tahsis ettiklerini öğrendim. Müslümanları vuran kurşuna dönüşeceği endişesiyle, onların para kazanmalarına gönlüm razı olmuyor demişti.
Paris Katolik Üniversitesi Profesörü Youakim Moubarac, otuz sual tespit edip bunları, İslâm-Hıristiyan diyalogu faslından olarak (aralarında M. Arkoun, Kamil Hüseyn, H. Hanefi'nin de bulunduğu) altı Müslüman âlime yöneltmişti. Onlardan biri de M. Hamidullah beydir (Bu sorular ve cevapları için bkz: Y. Moubarac, Les Musulmans-consultations İslamo-Chretienne, Paris, Beauchesne Yay., 1971). Sorulardan biri, İslâm hukukunun modern dünya şartlarında uygulanabilip uygulanamayacağı konusundadır. Hamidullah beyin cevabının özeti mealen şöyledir:
Müslümanlar, İslâm tarihinin başında olduğu kadar, yirminci asırda da İslâm fıkhının kendilerinin ihtiyaçlarına kafi geldiğini düşünmüşler, dışarıdan kanun almak istememişlerdir. Kendi tercihleri böyle olmasına rağmen, Avrupa emperyalizmi, onları şer'i hukuktan uzaklaştırmak gayesiyle türlü planlar yapmış ve en sonunda bunu sağlamak için maddi baskı uygulamıştır. Şimdi dahi kapitalist-komünist-siyonist üçlüsünün baskılarını kaldırmaları halinde, Müslümanlar kendi İslâmî kurallarını uygulamak suretiyle varlıklarını devam ettirmeyi tercih edeceklerdir. Başka bir soruda, İslâm'da zimmilere ait ahkâmın önemli haklar ihtiva etmekle beraber, modern zihniyet açısından bunların aşıldığı, hatta batılılarca İslâm'ın, zimmileri ikinci sınıf vatandaş saydığı söylenip bu konudaki görüşünün sorulması üzerine şöyle demiştir: Müslümanlar, şu anda azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde, İslâm hukukunun zimmilere verdiği hakları elde etmeleri halinde, o ülke yönetiminden başka hiçbir hak talep etmemeye hazırdırlar. Ama iddialarla realiteler çok farklı olmaktadır. Daha Emevîler döneminden itibaren İslâm devletinde Hıristiyanlardan vezirlik (bakanlık) yapan kimseler bulunduğu halde, 130 yıl Fransa'nın bir bölümü olarak kalan Cezayirliler parlamentoda temsil edilmemişlerdir. Bu uzun süre zarfında, bakan şöyle dursun, milletvekilliği verilen bir tek Cezayirli Müslüman bile olmamıştır. Hem de bu davranış, Ortaçağ Fransa’sında değil, demokrasi ve insan haklarında öncülük iddiasında bulunan yirminci asır Fransa’sında cereyan etmiştir.
Merhum hocamızı ilk olarak 1963 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesinde verdiği konferansta tanımıştım. Arapça verdiği konferansın büyük kısmını, tercümesini dinlemeden anlayınca, bir öğrenci olarak bu seviyede olmama hayret etmiştim. Daha sonra, bu özelliğin, bana değil de, kendisine ait bir hususiyet olduğu kanaatine vardım. Zira Üstad, konulara o derece vakıf idi ve zihni o mertebede berrak idi ki, kristalize olmuş o bilgileri muhatapların rahat anlayabilecekleri ifade kalıplarına dökmekte hiçbir güçlük çekmiyordu. 1974'te Paris'te kendisini Fransızca konuşurken de aynı kolaylıkla anlıyordum. Bu tespite, kendisini çeşitli dillerden dinleyen muhatapların çoğunun katıldığını görmüşümdür. Onu ikinci defa 1964'de Ankara Üniversitesi'nde İmam Şemsuleimme es-Serahsi'nin vefatının 900. yıldönümü vesilesiyle yapılan uluslararası bir sempozyumda dinlemiştim.
Üstad, 1976-77 yıllarında birer dönem, Erzurum Atatürk Üniversitesinde sözleşmeli profesör olarak seminer ve konferanslar verdi. Kur'an-ı Kerim tarihine dair dersleri, tarafımdan tercüme edilmiş, kendisi orada iken kitapçık halinde yayınlanmıştı. Mukayeseli dinler tarihi, İslâm hukuku ve İslâm tarihine dair de dersler vermişti. Bu konferanslar da İbrahim Canan, İhsan Süreyya Sırma, Zahit Aksu gibi öğretim üyeleri tarafından çevrilip kitaplaştırılmıştır.
Umuma açık olan konferanslarından sonra soru yöneltilmesinden memnun olur, tenkitlerden rahatsız olmaz, büyük bir sükunet ve rahatlıkla cevap verirdi. Günün birinde bir doktor, ikamet ettiği lojmanda onu ziyaret edip, bütün kitaplarını okuması sonucunda bulduğunu iddia ettiği “sözüm ona” hataları söyleme izni istiyor ve toplam on iki hatasını sıraladıktan sonra Üstad şöyle diyor: Allah sizden razı olsun, beni ağır bir yükten kurtardınız. Zaman zaman, ‘hayatımda çok şeyler yazdım, kim bilir ne kadar çok hatam olmuştur!’ diye düşünürüm. Siz bunları tespit zahmetine katlanıp, on iki hata bulmakla beni ferahlattınız. Oysa ben çok daha fazla olduğunu zannederdim dedikten sonra hata iddialarına dair açıklamalarını sakin bir şekilde yapar. İşte merhum, böyle bir tevazu âbidesi idi. Onun tevazuuna iki müşahhas olay daha zikr etmek isterim: Almanya ve Paris'te kazandığı iki doktoradan sonra ülkesinde Osmaniye Üniversitesi profesörü iken kıraat ilminden icazet alma ihtiyacı hissetmiştir. Bunun için Medine-i Münevvere'ye giderek orada Mescid-i Nebevi Kur'an-ı Kerim kıraat üstadı Hasan İbn İbrahim eş-Şair’in nezdinde Kur'an'ın tamamını tane tane, itina ve büyük bir dikkatle baştan sona okuyup hatm etmiş olup 40 yaşında iken, 12 R.evvel 1366 (23 Ocak 1947) tarihinde icazet almıştır (Bu icazetnamenin metninin fotokopisi ve Türkçe'ye tercümesi için bkz. M. Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, İFAV Yay., 1993, s.53-54)
İkinci bir olay şudur: Yaşı 70'e yaklaştığında 600 kadar yayını olan bir müellif iken, 1975'te Paris College de France Üniversite’sinde Prof.Dr. Henri Laoste'un derslerini dinlemeye geldiğini defalarca gördüm. Böylesine kıdemli bir profesörün, bir başka hocanın dersine dinleyici olarak girdiğine ömrümde ilk defa şahit oluyordum. Galiba ondan sonra da böyle bir manzaraya pek şahit olmadım.
Onun mezhepsiz olduğunu iddia eden bir iki kişi çıkmıştı. Oysa o Sünni ve Şafii idi. Keza sufi olmamakla beraber, tasavvuf neşvesine de sahip bir zat idi. Peygamber Efendimiz’e müstesna bir saygısı olup, mevlide bid'at diyenlere kulak asmaz, aleyhis-salatu ves-selam Efendimiz’in dünyayı şereflendirerek insanlığı hidayete götürmesinden daha büyük bir nimet olmadığından ötürü, o nimetin şükrünü terennüm eden Mevlid-i Nebevi'nin en büyük bayram olduğunu ifade ederdi. Onun sahabilerinden bile bahsederken her birinin ön ismi halinde mesela Seyyidina Selman (Selman Efendimiz, Enes Efendimiz) derdi. Yakın dostu olan merhum Prof. M. Tayyib Okiç hocamız (öl.1977), onu tanıyanların pek bilmeyip Üstad'ın bir sır gibi etrafından sakladığı şu özelliğini bir vesile ile bildirip: O, İstanbul'a gelince Ebu Eyyub el-Ensari'yi (r.a.) ziyaret etmeden hiçbir işe girişmez demişti. Bu da, onun Peygamber Efendimizi, O'na olan saygı ve sevgisi sebebiyle de Ashab-ı kiramını ne derece sevdiğinin bir göstergesidir. Bu ihlâsına bir mükafat olarak, Allah Tealâ ona ihsan ettiği muazzam ilim ve şahsi fazilet nimetlerinin yanında, binlerce insanın İslâm'ı seçmesine de onu vesile kılmıştır. Bir kişinin hidayetine vesile olmak bile Hz. Peygamber (s.a.s.)'in beyanlarıyla Güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlı olduğuna göre, varın onun sahip olduğu devleti siz düşünün!
Dini hassasiyetini gösteren şu hatıramı nakletmekte de fayda görüyorum. Erzurum'da iken Üniversite kız öğrencilerinden kendisinin konferanslarına devam eden kalabalık bir grup, bir gün kendilerine mahsus bir ders yapmasını teklif ettiler. Hocamız, kabul etti. Fakat Dekan bey, bazı çevreler haremlik-selâmlık uygulanıyor şeklinde dedikodu çıkarabilirler mülahazasıyla, üniversiteden bir yer tahsis edemeyeceğini bildirdi. Onlar da ısrarlı olunca, bizim evde yapmaktan başka çare düşünemedik. Lojmanın salonu geniş olduğundan, tertipli bir oturma düzeniyle 80 kadar öğrenci geldi. Ben de ev sahibi ve mütercim olarak hocamızla beraber oturdum. Kız öğrencilerin çeşitli sorularını cevaplandırdı. Öğrenciler tesettür konusunu da sordular. Hamidullah bey, örtünme emrinin kadının yüzüne de şamil olduğunu söyledi. Kız öğrenciler ihtiyaç dediler, mevcut hayat şartları vs. dediler, ne dedilerse o bu konuda asla yumuşamadı. Zira o Şafii mezhebini benimsemesi ve nassları değerlendirmesi ile bu hususta kesin bir kanaate sahip idi. Erzurum'dan 1977 yılında Paris'e dönmesinden sonra bir daha Türkiye'ye gelmesi mukadder olmadı.
Zaman Gazetesinin sponsorluğunda 1991'de İstanbul'da gerçekleşen ve büyük bir yankı uyandıran Uluslararası Ebedi Risalet Sempozyumu'nun tertip heyeti olarak kendisini davet ettiğimizde sevinmiş, fakat bizzat gelmesine sağlığının imkan vermediğini belirterek Fransızca olarak kaleme aldığı değerli bir tebliğ lûtfetmişti. İslâm Peygamberinin Hayatında Mevcut Bazı Ayırt Edici Özellikler başlığını taşıyan bu tebliği, kapsamlı başlığının hakkını veren güzel bir çalışma idi. Ama aynı zamanda, kendisinin Hz. Peygamber (a.s.m.)'ı iyi tanıyamadığını zanneden bazı kadir bilmez Türk okuyucularının zanlarını tashih etmeye sevk edecek bir özellik taşıdığı da gözlemlenmekte idi (Bu tebliğ için bkz. Ebedi Risalet Sempozyumu,İstanbul,1991, Işık Yayınları, İzmir, 1993, c.I, s.89-119).
O dönemde Paris'te mütevazi bir mescit ve İslâm Kültür Merkezi yaptırma derneğinde yer almış, bağışları teşvik için dernek muhasibi sıfatıyla bir sayfalık tanıtım yazısı ve kendi imzası ile kamuya açık yardım çağrısında bulunmuştu. 85 yaşındaki bu mübarek zatın, böylesi bir gayretinden kendisini haberdar ettiğim Fethullah Gülen Hocaefendi, rikkate gelerek hatırı sayılır bir meblağ temin edilip kendisine takdim edilmesine vesile olmuştu. Kimlik belirleme kabilinden belgeleme ihtiyacı dışında fotoğraftan hoşlanmayan hocamız, mezkur merkezin açılışı sırasındaki konuşmasını görüntüleme iznini, sadece Zaman Gazetesinin Paris muhabirine bir ayrıcalık olarak tanımıştı. (Yazının girişindeki fotoğraf, bu açılış merasiminde alınmıştır).
Erzurum'dan ayrılmasından onbeş yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra 1992 yılında Paris'e gitme fırsatı buldum. Gitmeden önce zihnimi en çok meşgul eden husus, Üstad M. Hamidullah Hocaefendi’nin durumu oldu. Yanında hiç kimsesi olmadığından 90'a yaklaşmış yaşı ile hayatını çok zor sürdürdüğünü tahmin ediyordum. Keşke İstanbul'a gelse de, hiç değilse âhir ömründe hizmet etmekle şereflensek diye düşündüm. TDV İslâm Ansiklopedisi, onun birikiminden çok istifade edebilirdi. Bu kurumun başkanı muhterem Dr. Tayyar Altıkulaç beyefendi ile durumu görüştük. Daveti kabul etmesinden büyük memnuniyet duyacağını, araştırma uzmanı gibi bir konumda gelerek burada ikamet imkânı elde etmesi için gerekeni yapabileceklerini söyledi. Ayrıca Fethullah Gülen Hocaefendi’ye de durumu açtım, o da daveti kabul etmesi halinde ikameti için gerekli bütün işleri tekeffül ettiğini belirtti. O sıralarda merhum Prof. Dr. Esad Coşan hocamız ile de görüştüğümde konuyu açınca o da, gelmesinden memnuniyet duyup her türlü hizmete hazır olduğunu ifade etmişti. Hocamızı ziyaret ettiğimde kulaklarının çok zor işittiğini, sağlık durumunun ciddi ihtimam gerektirdiğini yakından da gördüm. Zil sesini işitemediği için, zil ile irtibatlı kırmızı bir ampül yanına koymuş, ampülün yanmasından kapının çalındığını anlıyordu. Konuşma ile anlaşma zorlaştığında, ekseriya yazı ile görüşmeyi tamamlıyorduk. Konulardan biri de, o zamanın aktüel meselesi olan, SSCB'nin dağılması ile, Rusya'dan bağımsız olan Müslüman Türk ülkelerinde İslâm adına neler yapmayı uygun bulduğunu sordum. Davranışlarımız ve lisan-ı halimizle, yani İslâm'ı yaşayarak onlara anlatmamızın başlıca yol olduğunu bildirdi. Hattâ bir de örnek verdi. Tanıdığı bir Fransız ile aynı apartmanda oturan bir zenci vardı. O Fransız, zenciye hep soğuk davranır, gördüğünde bakışlarıyla hakaret edermiş. Günün birinde çok telaşlı olduğu bir sırada asansöre koşmuş. Orada zencinin asansörü bekleyip, binmek üzere olduğunu görünce daha da sinirlenmiş. Zenci ise sakin bir şekilde: Aceleniz var galiba, buyurun siz kullanın demiş. Fakat Fransız: Benim hakaret ettiğim bu adam neden bana bu nezaketi gösterdi? diye uzun uzun düşündükten sonra anlaşılan bu, onun dininden ileri gelmiştir kanaatine vararak gelip Müslüman olmak istediğini hocamıza söylemiş.
Daha sonra münasip bir üslupla, durumun hassasiyetini gözeterek her üç zatın da selam ve hürmetlerini arz edip kendilerini davet ettiklerini, Türkiye'nin uzun zamandır kendisine hasret olup, Ansiklopedinin onun tecrübesine ihtiyaç duyduğunu, ayrıca bir çok ilim meraklısının kendisinden istifade etmek arzusunda olduğunu söyledim. O zamana kadar Arapça konuşuyorduk. Bu davete Türkçe karşılık verdi ve: İstanbul'da ulema çoktur. Orada bana ihtiyaç yok. Fakat Paris'te fazla yok, burada bize hizmet fırsatı düşüyor dedi. Bir kere daha ısrar ettiysem de, cevabının kesin olduğunu anladım. Üç-dört gün sonra Paris'ten ayrılacağım için veda ziyaretine gittim. Orada kalacağı anlaşıldığından, bari başka türlü hizmet etmeye çalışalım düşüncesiyle: Hocam, şimdi Paris'te çok Müslüman var. Sizin bazı ihtiyaçlarınızı yerine getirmeyi şeref sayarlar. Ben bir program yapıp, haftada bir gün size uğrayacak yedi kadar arkadaş bulabilirim dedim. Buna karşı da teşekkür edip gülümseyerek ‘Herkesin kendisine göre işleri vardır’ diye Türkçe cevap verdi. Anladım ki, hayatı boyunca müstağni yaşamış bu zata herhangi bir hizmet kabul ettirmek çok zor. İçimden, Allah sizi kimseye muhtaç etmesin diye dua ederek veda edip ayrıldım.
Beş yıl kadar önce sıhhi sebeplerle Amerika'da akrabalarından birinin yanına gittiğini öğrenmiş, fakat, soruşturmamıza rağmen hakkında haber almamız mümkün olmamıştı. 2000 Mart'ında bilimsel bir toplantı vesilesi ile, o sırada görev yaptığım Malezya'dan, New York'a gittiğimde Fethullah Gülen hocamızı da ziyaret etme imkânı bulmuştum. Sohbet arasında ben Muhammed Hamidullah'ın bir görüşünü nakledince sözü kesip ‘Sahi, bu zatın hali nasıl acaba?’ deyip, Paris'ten sormayı teklif etti. Ben, ABD'de olabileceğine dair zannımı ifade ettim. ‘Paris'ten nerede olduğunu bilen bir arkadaş olamaz mı?’ deyince ben: Öyle zannediyorum ki, onun hakkında en iyi bilgi alacağımız zat, Salih Tuğ bey hocamızdır dedim. Hemen telefonla aradım, cevap vermeyince İbrahim Canan bey'i bulup, ondan rica ettim. Bir saat içinde o, Salih bey'den aldığı telefon adresini ulaştırdı. Arayınca bize araba ile 1,5 saatlik yakın bir yerde olduğunu öğrenip çok sevindik. Ertesi gün veya öbür gün için randevu teklif edince, yeğeni: Nihai olarak buradan ayrılıp Florida'ya göçmek üzereyiz. Yarın sabah erken hareket ediyoruz. Bu gece gelebilirseniz görüşebilirsiniz dedi. Güneş batmak üzere idi. Her tarafın yarım metrelik karla kaplı olduğu ortamda Prof. Dr. Ş. Ali bey ile derhal bir jipe atlayıp yatsı vakti evlerine ulaştık. Fethullah Gülen Hocaefendi, çok istemesine rağmen, sıhhi durumu müsait olmadığından bize refakat edemeyip değerli hediyeler yollamakla yetinmişti. Muhammed Hamidullah bey hocamızın yanında, Haydarabad'dan yıllık izinle gelen makina mühendisi yeğeni, 65 yaşlarında tahmin ettiğim Abdürrahim bey ile onun Philadelphia Temple üniversitesinde doktora yapan kızı Sedide hanımefendi vardı. Hocamıza bu fedakâr ve dindar yeğeni hizmet ediyormuş. Üstad, fizik olarak, kendisini en son gördüğüm sekiz yıl öncesine göre hiç değişmemişti. Fakat beyin felci geçirdiğinden yatar vaziyette olup konuşamıyordu. Mütebessim mübarek çehresi pırıl pırıldı. Sadece yüzünü gören, hasta olduğu intibaına kapılmayabilirdi. Yarım saat kadar oturduk. Tarihi bir hatıra ve belge olur düşüncesiyle fotoğrafını almak istediğimizde, Sedide hanım, ‘Rızası yok. Başka çok akrabası arasında benim evimi tercihinin sebebi, prensipleri konusunda bana çok güvenmesidir. Kusura bakmayın!’ dedi. Biz de anlayışla karşılayıp veda ettik. Böylece, yıllar sonra, hesapta olmayan bir tarzda hocamızı ziyaret etmek nasip oldu.
Hakkında yazacak çok şey olmakla beraber, bu makaleyi daha fazla uzatmayıp burada noktalamak istiyorum. Hicri hesapla 97 yıllık ömrünü dolu dolu geçiren ilim, amel, ihlâs ve fazilet âbidesi üstadımıza Mevla'dan, Rahmaniyetine lâyık genişlikle rahmet-i vâsia diliyor, İslâm'a ve Müslümanlara hizmetlerinden dolayı, onun sa'yini meşkur edip kendisini mükâfatlandırmasını umuyor; yakınlarına, öğrencilerine, bütün İslâm âlemine taziyetlerimi sunuyor, Cenab-ı Allah'tan ona hayrulhalef olacak manevi vârisler halk etmesini niyaz ediyorum.
* Yeni Ümit Dergisi, Ocak-2003 tarihli 59. sayıdan