İslâm'da Kazâ ve Kader
İnsanlar programlanmış robotlar değillerdir. İnsan düşünen, kararlar veren ve almış olduğu bu kararları uygulayan bir varlıktır. Hayatın gerçekleri de bize bunu göstermektedir. Ancak insanın bütün fiilleri de, kaderin bir neticesi olup Allah'ın ilim ve irâde sıfatlarına bağlıdır.
Kazâ ve kader, İslâm inancının temel kavramlarındandır. İlmî çevrelerde ikisi birlikte tek kavram gibi kullanılsa da, halk arasında kader kavramı daha yaygındır. Biz önce bu iki kavramın Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı kullanılışlarına verilen mânâları tespit edeceğiz, sonra da kelâm ilminde bir terim olarak kullanıldığı mânâyı izah etmeye çalışacağız. Kazâ ve kader kelimeleri Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok değişik mânâda kullanılmıştır.
Kazânın Anlamları
Kazâ lügatte; hükmetmek, yapmak, tamamlamak, ölmek, öldürmek, beyân etmek, yerine getirmek, mecbur etmek ve borcunu ödemek gibi çeşitli mânâlara gelir. (bkz. Fîruzâbâdî, Kâmûsu'l-muhit, s.1708). Kur'ân-ı Kerîm'de kazâ kelimesi genelde fiil formunda geçer ve şu mânâlarda kullanılır:
- فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ “Onları yedi gök olarak iki günde yarattı.” (Fussilet Sûresi, 12) âyetindeki “kadâ” kelimesi yaratmak mânâsındadır. (Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhid, s.306; Bâkıllânî, et-Temhid, s.367).
- وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ فِي الْكِتَابِ “Biz kitapta İsrail oğullarına bildirdik.” (İsrâ Sûresi, 4) âyetindeki “ وَقَضَيْنَا - kadaynâ” ifâdesi bildirmek, haber vermek, yazmak anlamlarındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Bâkıllânî, a.g.e., s.367; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu usûli'l-hamse, s.770).
- وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُوا إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti.” (İsrâ Sûresi, 23) âyetinde “kadâ” kelimesi, emretti ve vacip kıldı mânâsındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Bâkıllânî, Temhid, s.367; Kâdî, a.g.e., s.770)
- فَاقْضِ مَا أَنْتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا “Öyleyse yapacağını yap, sen ancak dünya hayatına hükmünü geçirebilirsin.” (Tâhâ Sûresi, 72) âyetinde “ اقْضِ - ıkdı” kelimesi, yapmak, “ تَقْضِي - takdî” ifâdesi ise hükmetmek anlamındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; İbn-i Kesir, Tefsir, III/490.)
- فَلَمَّا قَضَى مُوسَى الْأَجَلَ “Musa süreyi tamamladığında...” (Kasas Sûresi, 29) ve فَإِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللهَ “Hac ibadetinizi bitirdiğinizde Allah'ı zikrediniz.” (Bakara Sûresi, 200) âyetlerindeki “ قَضَى - kadâ” kelimeleri ise, tamamlamak ve bitirmek mânâsındadır. (Mâturîdî, Tevhid, s.306; Kâdî, Şerh, s.770.)
- فَقَضَى عَلَيْهِ “Musa ona bir yumruk vurdu ve onu öldürdü.” (Kasas Sûresi, 15) âyetindeki “ فَقَضَى عَلَيْه - kadâ aleyhi” ifâdesi öldürmek anlamındadır. (Âlûsî, Rûhu'l-meâni, XX/54.)
- “Kimisi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, kimisi de canını vermeyi beklemektedir.” (Ahzâb Sûresi 23) âyetindeki “قَضَى نَحْبَهُ - kadâ nahbehu” tabiriyle ölmek kastedilmiştir. (Isfahânî, el-Müfredat, s.406; Zemahşerî, Keşşaf, III/232.)
Kaderin Anlamları
Kader ise lügatte, ölçü, bir şeyi ölçüye göre tayin ve tespit etmek mânâlarında kullanılır. (İbn Manzur, Lisânü'l–Arab, VI/382–384.)
Kur'ân-ı Kerîm'de kader kelimesi hem isim hem de fiil formlarında kullanılmakta ve şu anlamlara gelmektedir:
- إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ “Biz, her şeyi bir kadere göre yarattık.” (Kamer Sûresi, 49) âyetindeki “ بِقَدَرٍ - kader” kelimesine İmam Matüridi “ölçü” mânâsı vermiştir (Matüridi, Tevhid, 307). Yine وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍمَعْلُومٍ “Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak bilinen bir kaderle indiririz.” (Hicr Sûresi, 21) âyetindeki “بِقَدَر - kader” kelimesine hem “ölçü” hem de “önceden takdir” anlamı vermiştir (Matüridi, Tevilat, VIII, 22).
- وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ “Her şey onun yanında bir mikdar iledir.” (Ra'd Sûresi, 8) âyetindeki “مِقْدَار - mikdar” kelimesine “takdir” anlamı vermiştir (Matüridi, Tevilat, VII, 394).
- وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى “Takdir edip yol gösteren...” (A'lâ Sûresi, 3) âyetindeki “ قَدَّرَ - kaddera” kelimesi bir ölçüye göre yapmak ve yaratmak anlamındadır. Bu ölçü “eşyayı cins, nevi, fert, sıfat, fiil ve ecel açısından kendine mahsus ölçüsüne göre yapmak” olarak tefsir edilmiştir. (Âlûsî, Tefsir, XXX/104.)
- اَللهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ “Allah dilediğine rızkı bollaştırır ve daraltır (bir ölçüye göre verir)” (Ra'd Sûresi, 26) âyetindeki “يَقْدِرُ - yakdiru” kelimesi, daraltma olarak izah edilmiştir. (Matüridi, Tevilât, VII, 424; Isfahânî, Müfredat, s.396).
“Rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendine verdiği kadarından nafaka ödesin” (Talâk Sûresi, 7) âyetindeki “ قُدِرَ - kudira” kelimesi de bu mânâda kullanılmıştır.
- لاَ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا “Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler.” (Bakara Sûresi, 264) âyetindeki “ يَقْدِرُونَ - yakdirûne” kelimesi, güç yetirmek anlamına gelir.
- إِلاَّ امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ (Hicr Sûresi, 60); إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِرِينَ (Neml Sûresi, 57) “Yalnız karısının, geride azaba uğrayanların içinde kalmasını takdir ettik.” Âyetlerindeki “ قَدَّرْنَا - kaddernâ” fiiline Matüridi takdir etmek ve yazmak anlamları vermiştir. (Matüridi, Tevilât, VIII, 45; Tevhid, 307). Aynı şekilde وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ “Biz orada seyahat etmelerini takdir ettik.” (Sebe Sûresi, 18) âyetindeki “ قَدَّرْنَا - kaddernâ” kelimesine de aynı mânâyı vermiştir. (Matüridi, Tevhid, 307).
- وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ “Allah'ı hakkıyla takdir edemediler” (En'âm Sûresi, 91; Hac Sûresi, 77; Zümer Sûresi, 67) âyetlerindeki “ مَا قَدَرُوا mâ kaderû” ifâdesi “bilemediler” demektir. (Matüridi, Tevilât, V, 138).
Kazâ-Kaderin Terim Anlamları
Müslümanların dilinde âdeta tek bir kavram hâline gelmiş olan bu iki kelime, kök mânâlarının dışında kelâm ilminde ıstılâhî bir mânâ da kazanmıştır. Cürcânî bu ıstılâhî mânâyı şu şekilde tarif etmektedir: “Kazâ; mahlukat için ezelden ebede kadar cârî olacak durumlar hakkında Allah'ın küllî hükmünden ibarettir.” (Cürcânî, et-Tarîfât, s.177). “Kader ise; kazâya uygun olarak mümkün varlıkların birer birer yokluktan varlığa çıkmasıdır.” (Cürcânî, Tarîfât, s.174).
Yukarıda zikrettiğimiz bu ıstılâhî mânâya göre mümkün varlıkların yokluktan varlığa çıkmalarında, yani yaratılmalarında iki merhaleden bahsedilmektedir. Bunun birinci merhalesi; Allah'ın mahlûkat hakkındaki hüküm ve takdiridir. İkinci merhalesi ise; bu takdire uygun olarak eşya ve hâdiselerin zaman içinde yaratılmasıdır. Ehl-i Sünnet kelâmının Eş'arî ekolü, birinci safhayı kazâ, ikinci safhayı ise kader olarak isimlendirirken; Mâturîdî ekolü, birinci safhayı kader, ikinci safhayı kazâ olarak isimlendirmektedir.
Eş'arîler kazâyı, Allah'ın eşyayı ileride olacağı şekil üzere ezelde irâde etmesi; kaderi ise, Allah'ın eşyayı dilediği muayyen bir cihet, hususi bir takdir ve ölçüyle yaratması şeklinde tarif ederler. (Bâcûrî, Şerhu Cevhereti't-tevhid, s.239-240). Buna göre kazâ, zâtî sıfatlardan ilim sıfatına râci'dir ve kadîmdir. Kader ise, fiilî sıfatlardan tekvin sıfatına râci'dir ve hâdisdir. Çünkü Eş'arîler, tekvin sıfatını subutî ve müstakil bir sıfat olarak görmezler. Onlar tekvini, itibarî, izafî görür ve diğer fiilî sıfatlar gibi Allah'ın zâtıyla kâim olmayan hâdis bir sıfat olarak kabul ederler. (bkz. Fethullah Huleyf, Mukaddimetu Kitabi't-tevhid, s.20).
İmam Mâturîdî kazânın, hüküm vermek, yaratmak, bildirmek, emretmek, bir işi bitirmek gibi mânâlara geldiğini âyetlerle izah etmekte, fakat kazânın ıstılâhî tarifine bu mânâlardan hangisini esas aldığını bildirmemektedir. (Mâturîdî, Tevhid, s.306). Çok kullanılması ve ihtilâfa konu olması dolayısıyla kader kavramına daha çok önem atfeden İmam Matüridi bu kavramın Kur'ân'da; zaman- mekân, iyi-kötü, güzel-çirkin vb. özelliklerle varlıkların varoluş biçimi ve zaman ve mekânda hak-bâtıl cinsinden olacak her şeyin ve bunlara verilen karşılıkların beyanı olmak üzere iki temel mânâda kullanıldığını söylemektedir. (Mâturîdî, Tevhid, s.307).
Kendisinden sonra gelen Mâturîdî ekolü kelâmcılarından Nureddin es-Sâbûnî, kazânın “sağlam bir şekilde yapmak” mânâsını ıstılâhî tarife esas olarak almıştır. Kaderi ise, her mahlûkun meydana geleceği, güzellik-çirkinlik, fayda-zarar gibi sıfatlarını, zaman-mekân gibi ortamını ve ona terettüp eden sevap-ikap gibi neticelerini belirlemesi olarak tarif etmektedir. (Sâbûnî, el-Bidâye fi usûli'd-din/Mâturîdiyye Akâidi çev. Bekir Topaloğlu, s.77-78) Buna göre kader eşyanın vaz oluş plânı, kazâ ise, varlıkların Allah tarafından mükemmel, muhkem bir şekilde meydana getirilmesidir. Bir Eş'ari ekolü kelâmcısı olan Taftazânî de kazâ-kader meselesini Mâturîdîler gibi izah etmiştir. (Taftazânî, Şerhu'l-Akâid, s.112-113). Aslında Mâturîdîlerle Eş'arîler mahiyet itibariyle aynı şeyden bahsetmekte, fakat isimlendirmeyi değişik yapmaktadırlar. Eş'arîlerin kazâ dediğine Mâturîdîler kader, kader dediklerine de kazâ demektedirler. Buna göre, Ehl-i Sünnet'in bu iki kolu arasındaki ihtilâf lâfzî bir ihtilâftan öteye geçmemektedir.
Kazâ-kader meselesinde isimlendirmeden daha önemli olan husus; Allah'ın takdirinin ve kulların irâdî fiillerinin meydana gelişinin kelâmcılar tarafından nasıl anlaşıldığı hususudur. Kulların iradî fiillerinin dışında, yaşadıkları bütün hâdiselerin, kâinattaki varoluş ve yokoluşların, Allah'ın kazâ-kaderiyle meydana geldiği hususunda şüphe ve ihtilâf yoktur. Bu, bütün müminlerin ittifakla kabul ettikleri bir husustur. Dolayısıyla onun üzerinde durmayacağız. Esas ihtilâfa konu olan husus, kulların fiillerinin kazâ-kaderle olan münasebeti olduğundan, biz bu hususu inceleyeceğiz.
Kazâ-Kader Anlayışları
Cebriyye, adından da anlaşılacağı üzere, insan fiillerinde zorunlu kader anlayışını ileri süren ekoldür. Bunlara göre, insanın irâdî fiilleri dâhil her şey Allah'ın takdiriyle ve cebren meydana gelmektedir. İnsan hiçbir seçme hürriyeti olmaksızın kaderde yazılı olanı işlemekte, fiilleri karşılığında sevap-ikap da cebren verilmektedir. Halbuki bu konuda “Allah küfürlerinden dolayı onların kalblerini mühürlemiştir.” (Nisâ Sûresi, 155) âyeti gibi tek bir âyet bile, onların iddialarının tam aksine, yaptığı işlerde insanın bir seçme özgürlüğü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Cebriyye'nin bu zorunluluk anlayışları karşısında insanın mesuliyetini izah edebilmek için fiillerini kendisinin yaptığını ve dolayısıyla sorumlu olduğunu iddia eden Mutezilî kelâmcılar çıkmıştır. Mutezile, insanın hiçbir fiilinin Allah'ın kazâ ve kaderiyle olmadığı, bilakis insanın kendi fiilini meydana getirdiği ve buna göre de ceza veya mükâfâtı hak ettiği görüşündedir. (Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'l-Fıkhi'l-ekber, s.65). Mutezilîler bu görüşlerini tefviz kavramıyla açıklarlar. Onların ıstılâhında tefviz, sorumlu olabilmesi için fiillerinin insana bırakılması anlamına gelir. Mutezilî âlim Kâdı Abdulcebbâr, “Eğer insanın fiilleri Allah'ın takdiri ve mahluku olsaydı insanın o fiillerine karşılık medih ve zem olmazdı, sevap ve ikap terettüp etmezdi.” sözüyle ifade ve insan fiilleriyle ilgili olduğunda kaderin beyân anlamına geldiğini âyetlerden deliller göstererek izah eder (Kâdı, Şerh, s.770).
Ehl-i Sünnet âlimleri, insan fiillerinin kaderle alâkasını hem kabul etmiş hem de konuyla ilgili ortaya çıkan problemleri çözmek için gayret sarf etmişlerdir. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, “Kulların bütün fiilleri, Allah'ın meşîeti, ilmi, kazâsı ve kaderiyledir.” (Ebu Hanîfe, el-Fıkhu'l-ekber, s.5) diyerek insan fiillerinin kazâ-kaderle ilişkili olduğunu ifâde etmektedir. Ancak bu ifadeden cebir anlayışı çıkması da mümkündür. Bu yüzden Ebû Hanîfe Hazretleri, Levh-i Mahfuz'daki bu yazmayı, “hüküm olarak değil vasıf olarak yazma” şeklinde kayıtlamaktadır. (Ebû Hanîfe, el-Fıkhu'l-ekber, s.4). Buna göre İmam-ı Âzam, kazâ-kaderi Allah'ın ilim sıfatına dayandırmakta ve hükmen yazmadığı hususlarda ise bir mecburiyet, bir zorunluluk oluşturmadığına kanaat getirerek insanın mesuliyeti problemini halletmektedir. Fıkh-ı Ekber şârihi Ebu'l-Müntehâ bunu; “Meselâ Allah, Ali mü'min olsun, Zeyd kâfir olsun diye yazmadı, böyle yazmış olsaydı, Ali imâna Zeyd de küfre zorlanmış olurdu. Çünkü Allah'ın vukûuna hükmettiği şey mutlaka olacaktır. Allah'ın hükmünü geri çevirecek yoktur. Lâkin Allah; Ali iradesi, kudreti ile imanı tercih edip küfrü istememesiyle mü'min olacak, Zeyd de iradesi, kudreti ile küfrü tercih edip imanı istememesiyle kâfir olacak diye Levh-i Mahfuz'a yazmıştır.” şeklinde açıklar. (Ebu'l-Müntehâ, Şerhu'l-Fıkhi'l-ekber, s.32). İmam-ı Âzam yine cebrî kader anlayışını nefyetme sadedinde insanın iman ve küfürden hâlî/boş olarak yaratıldığını, daha sonra bunlardan birini kendi iradesiyle tercih ettiğini söylemektedir.
İmam-ı Âzam'ın yolundan giden Mâturîdîler insanın fiillerinin Allah'ın kazâ-kaderiyle meydana geldiği, kaderin Allah'ın ilmi olduğu ve ilmin de insanı bir şeyi yapmaya zorlamadığı görüşünü benimseyerek insanın fiillerinde mecburiyeti problemini ortadan kaldırmaya çalışırlar (Sâbûnî, a.g.e., s.71-72). Buna göre insanın iradî fiilleriyle ilgili olarak Allah'ın bir takdirde bulunması onu önceden bilip yazması anlamına gelir ve bu bilgi insanı o şeyi yapmaya zorlamaz. Eş'arîler de aynı şekilde insanın fiillerinin Allah'ın kazâ ve kaderiyle meydana geldiğine inanmakta ve bunu delilleriyle açıklamaktadırlar (Eş'arî, el-Lüma', s.116 vd.).
İmam-ı Âzam'ın insanın fiillerini kader konusuna dâhil etmesi ve bunu Allah'ın ilmi olarak açıklaması, sahabeye ve özellikle de Hz. Ömer'e (ra), onlardan da Hz. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanmaktadır. Kaderin ilm-i İlâhî olduğunu gösteren bir rivayet şöyledir: Bir adam Abdullah ibn-i Ömer'e (ra) gelerek: “Ey Ebû Abdurrahman! Bir topluluk zina ediyor, içki içiyor, hırsızlık yapıyor ve adam öldürüyor, sonra da bunlar Allah'ın bilgisiyle oluyor diyorlar, ne dersin?” deyince o gazaplanmış ve şöyle demiştir: “Sübhânallah! Onlar Allah'ın ilminde olanı yapıyorlar; fakat Allah'ın ilmi onları yaptıklarına zorlamıyor ki! Nitekim babam Ömer, Hz. Peygamber'den şöyle bir hadîs rivâyet etmiştir: “Size nispetle Allah'ın ilmi, sizi altında barındıran gökyüzü ve sizi üstünde taşıyan yeryüzü gibidir. Siz nasıl ki yeryüzünden ve gökyüzünden dışarı çıkamazsınız, Allah'ın ilminden de çıkamazsınız. Yeryüzü ve gökyüzü nasıl ki sizi günah işlemeye zorlamazsa Allah'ın ilmi de zorlamaz.” (İbnü'l-Murtazâ, Tabakâtu'l-Mu'tezile, Beyrut 1961, s.12). Bu rivayette insan fiillerinin Allah'ın ilmi dâhilinde gerçekleştiği ve Allah'ın bilgisinin insanları icbar etmediği daha açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Hz. Ömer, Şam'daki karantina bölgesinde Ebû Ubeyde b. Cerrah'la (ra) aralarında geçen konuşmada da insan fiilleriyle ilgili kaderi (bir rivayete göre kazayı) yine Allah'ın ilmi olarak tefsir etmişti. 18/639 yılında Suriye'de sahâbenin önde gelenlerinden pek çoğunun vefat ettiği bir veba salgını olmuş, Hz. Ömer de bu durumu yerinde görmek için Suriye'ye gelmişti. Hz. Ömer karantina bölgesine girip girmeme konusunda yanındaki sahâbîlerle istişâre ettikten sonra salgın bölgesine girmeyip geri dönmek isteyince, Ebû Ubeyde (ra): “Yâ Ömer! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?” deyince, Hz. Ömer de: “Ey Ebû Ubeyde! Keşke bu sözü senden duymasaydım! Evet, Allah'ın kaderinden kaçıp yine O'nun kaderine sığınıyoruz. Farzet ki develerin, bir tarafı otlu diğer tarafı kıraç olan bir vadiye inmiş olsun. Onları otlu yerde otlatsan da, kıraç yerde de otlatsan da yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?” diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf da (ra): “Ben Resulullah'ın; ‘Bir yerde veba olduğunu duyarsanız, oraya girmeyin, şayet salgın sizin bulunduğunuz yerde ise, oradan çıkmayın.' buyurduğunu işittim demiştir.” (Müslim, Selâm, 32). Hz. Ömer, menfi olsun müsbet olsun insanın bütün yaptıklarının da, tedbire riayet etmenin de kader olduğunu vurgulamış ve bunu güzel bir örnekle açıklamıştır. Bu izahdan onun kaderi, Allah'ın ilmi olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Kısacası Mutezile insan fiillerinde kaderin payını kabul etmezken, Cebriyye ve Ehl-i Sünnet bu payı kabul etmektedir. Burada kaderin payı, öncesinde fiili bilmek ve kul irade ettiğinde onu yaratmaktır. Cebriyye, fiillerinde insana hiçbir şekilde hürriyet tanımazken, Ehl-i Sünnet insanın irâde ve seçme hürriyetini kabul etmektedir. Buna göre kulların bütün fiilleri Allah'ın yaratması, irâdesi, hükmü, kazâ ve kaderiyledir; fakat bu hususta cebir ve zorlama yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak, insana bir irâde vermiş ve onu isteklerinde serbest kılmıştır. İnsan bu ihtiyarını, tercih hakkını isterse iyi yola, isterse kötü yola sevk eder. Cenab-ı Hak da onu yaratır.
Sonuç
Sonuç olarak, kader denince akla hemen insanın kaçamadığı cebrî bir kader anlayışı gelmemelidir. Kaderi; mahlûkatın yaratılış plânı, irademiz dışında başımıza gelen hâdiseler ve insanın iradî fiillerinin takdiri olmak üzere üçe ayırmak lâzımdır. Kaderin taalluk ettiği bu üç durumdur.
Mahlûkatın yaratılış plânı açısından baktığımızda kader, yaratıkların sayı, şekil vs. bakımından miktarı ve takdiridir. Bunda cebir vardır, yani yaratılış cebrî-lutfîdir. Her bir varlık kendine özgü bir şekil içinde meydana gelmektedir. İnsan dâhil hiçbir varlığın, zaman, mekân ve şekil itibariyle kendi seçimiyle varlık dünyasına çıkmadığı bir gerçektir. Bunlar, Allah'ın mutlak irâde ve takdiriyle olmaktadır. Kaderin bu taalluku, hem “Allah her şeyi yaratmış ve her birine muayyen bir nizam vererek mukadderâtını tayin etmiştir.” (Furkân Sûresi, 2) mealindeki âyette hem de “Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene evvel mahlûkatın kaderini tayin ve tespit etmiştir.” (Müslim, Kader, 16) mealindeki hadîste açıkça beyan edilmiştir.
İrademiz dışında başımıza gelen hâdiseler de cebrîdir ve biz onlara sadece maruz kalırız. Bazen onların tedbirlerini almak isteriz; fakat bu defa da başkalarına maruz kalırız. Kaderin bu taalluku da, “Yeryüzünde size isabet eden hiçbir musibet yoktur ki daha önceden bizim yazmış olduğumuz bir kitapta bulunmasın. Bu Allah için çok kolaydır.” (Hadid Sûresi, 22) mealindeki âyette ve benzeri âyetlerle açıkça belirtilmiştir. Hadîslerde de bunların Allah'ın takdiri ve yazmasıyla olduğu ifade edilmiştir. Bunu gösteren bir rivayette Abdullah b. Abbas (ra) şöyle anlatır: Bir gün Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terkisinde idim: “Ey delikanlı sana bazı sözler öğreteceğim.” buyurdu ve şunları söyledi: “Allah'ı(n emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı(n emir ve yasaklarını) gözetirsen, O'nu karşında bulursun. İsteyeceğin zaman Allah'tan iste, yardım gerektiğinde Allah'tan yardım talebinde bulun. Bil ki, ümmet sana bir hususta fayda vermek üzere toplansalar ancak Allah'ın sana yazdığı bir hususta fayda sağlayabilirler. Bir hususta zarar vermek için toplansalar, yine sadece Allah'ın senin için yazdığı bir hususta zarar verebilirler. Kalem kalkmış, sayfa kurumuştur.” (Tirmizi, Kıyame, 59).
İnsanın iradî fiillerinin takdiri anlamındaki kadere gelince bu da, ya Hz. Ömer'in anlayışında olduğu gibi Allah'ın önceden bilmesidir ki, bunda cebir yoktur. Bu bilgi ve iradenin insanı bir şeyler yapmaya zorlamadığı da unutulmamalıdır. İnsanlar programlanmış robotlar değillerdir. İnsan düşünen, kararlar veren ve almış olduğu bu kararları uygulayan bir varlıktır. Hayatın gerçekleri de bize bunu göstermektedir. Ancak insanın bütün fiilleri de, kaderin bir neticesi olup Allah'ın ilim ve irâde sıfatlarına bağlıdır. Aksi takdirde O'nun bazı şeyleri bilmediğini ve mülkünde irâde etmediği birtakım fiillerin meydana geldiğini söylemek gerekir ki bu, ulûhiyet makamı için düşünülemeyecek bir eksiklik ve âcizliktir. Şu hâlde âlemde vukû bulan iyi ve kötü bütün fiillerin, hâdiselerin Allah'ın takdiri ve dilemesiyle gerçekleştiğine inanmak gerekir.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Ekim, 2009; 86. sayı)