İlklerin Namaz Hayatları





Author: Mustafa YILMAZ - min read. - Post Date: 05/29/2023
Clap

Güzel ve makbûl her hususta olduğu gibi ubudiyet mevzuunda da Efendiler Efendisi zirveyi tutar. Çünkü O (as), mutlak mânâda insan-ı kâmildir; başkalarının terakkisinin sona erdiği yer ancak O’nun yola başladığı yer olabilir. Namaz da en kâmil insanın en kâmil ve en câmi ibadetidir.

Peygamberlerin (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam) gönderiliş gayelerinden en önemlisi kulluk olsa gerek. Tebliğ, güzel örnek olma gibi diğer gayelerin de ancak kulluk vazifesinin yerine getirilmesiyle mümkün olabileceği düşünüldüğünde bu tespit kuvvet kazanıyor. Nitekim ubûdiyet derinliği olmadan ne tebliğ yapılabilir, ne başkalarına güzel bir misal teşkil edilebilir ve ne de dünya-ukbâ muvazenesi temin edilebilir.

Güzel ve makbûl her hususta olduğu gibi ubudiyet mevzuunda da -Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki ifadesiyle ‘ubûdet’ demek daha doğru olabilir- Efendiler Efendisi zirveyi tutar. Çünkü O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), mutlak mânâda insan-ı kâmildir; başkalarının terakkisinin sona erdiği yer ancak O’nun yola başladığı yer olabilir. Namaz da en kâmil insanın en kâmil ve en câmi ibadetidir. Evet, namaz ibadeti Peygamber Efendimiz’in işte bu mukayeseler üstü, derin ibadet hayatında farklı bir önemi haizdir. Biz, daha ziyade O’nun ilk dönem çıraklarının namaz hususundaki hassasiyetleri üzerinde durmak istediğimiz bu makalemizde, Allah Resûlü’nün namaz hususundaki hassasiyetine sadece bir-iki cümleyle değinmek ve mücelletlere konu teşkil edebilecek bu hususu işin erbabına bırakmak istiyoruz; ta ki, sönük cümlelerimiz Efendimiz’in ibadet hayatının enginliğinin -şayet kâbilse- idrakine perde olmasın.

 

Allah Resûlü’nün Namaz Hayatından Örnekler

Peygamber Efendimiz “namaz benim gerçek göz aydınlığım” vecîz sözüyle ifade buyurur, namazın nezdindeki önemini. Bir başka hadis-i şerîfinde ise “Allah her peygambere bir arzu ve istek vermiştir. Bana verilen de gece kalkıp namaz kılmaktır” buyurarak, başkalarının şehvetle bir kısım şeylere arzu duyduğu kadar, namaza karşı o derecede belki daha fazla bir iştiyak duyduğunu ifade eder.

Allah’ın “elçim” demeden önce “kulum” dediği o gerçek kul, Namaz İnsanı, Rabbisinin huzurunda o kadar çok kıyamda duruyordu ki, çok zaman mübarek ayaklarının altı kabarıyordu. “Ey Allah’ın Resûlü, Allah Senin gelmiş-geçmiş günahlarını affetti; niçin kendini bu kadar helâk ediyorsun?” denilince de, “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını veriyordu. Namaza karşı alâkası işte bu ölçüdeydi.

Efendimiz’in namaz ufkuna işaret etmesi bakımından, Sonsuz Nur’dan istimdatla bir-iki örnek zikretmek istiyoruz:

Hz. Âişe Validemiz (radiyallahü anhâ) anlatıyor:

“Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:

Allahım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkâbından affına sığınırım. Allahım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Sen’i senâ etmekten âciz olduğumu itirâf ederim.” “Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. Senin senâ ve övülmen, yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen va’dettiğin şeyde, va’dinden dönmezsin. Senden başka ilah, Senden başka ma’bûd da yoktur.”

O, namaza bir türlü doyma bilmiyor, adetâ hiç doyum noktasına varamıyordu.

Şimdi de İbni Mes’ûd (radiyallahü anh)’ı dinleyelim. Diyor ki:

“Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, “şimdi rükûa gider”, dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmran’ı, sonra da Nisâ sûresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi. Dinleyenler arasından biri sordu: Ne düşünmüştün? İbn-i Mes’ûd (radıyallâhu anh): “Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.”

O, ömrünü kullukla geçirmişti. Namaz, O’nun en sevdiği gözdesiydi. Gece gündüz namaz kıldı ve hep öyle yaşadı. Nasıl yaşanırsa öyle ölüneceğini zaten O söylememiş miydi? Ve her fâni gibi O da ölecekti. Ama o, “namaz” demiş yaşamıştı ve namaz deyip hayata veda edecekti...

Son günleriydi. Gözlerini açacak dermanı dahi kalmamıştı. Başından aşağıya bir miktar su dökülünce gözlerini açıyor, şayet bir tek kelime söyleyecek kadar dermanı varsa, “Cemaat namazı kıldı mı?” diye soruyordu. Ancak bu kadarcık dahi, enerji sarfı, efor, O’nun dermanını tüketiyor ve yine bayılıyordu. Dökülen soğuk suyla kendine gelince sorduğu soru yine aynı soruydu: “Cemaat namazı kıldı mı?”

Hayır, cemaati saatlerden beri O’nu bekliyordu. Gözler hep kapısındaydı. Ne zaman perde aralanacak ve mescide yine güneş doğacaktı.. işte bunu gözlüyorlardı. Çoğu, O Güneşin batmak üzere olduğunun farkındaydılar; ancak buna bir türlü inanmak istemiyorlardı. Bu arada, Allah Resûlü, artık namaz kıldıracak tâkâtının olmadığını anlayınca “Ebu Bekr’e söyleyin namazı kıldırsın” buyurdu. Biraz kendinde iyileşme hissedince de mescide doğru yürüdü. Bir kolundan amcası Abbas (radiyallahü anh), diğerinden de amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı, Hazreti Ali tutmuş, zorlukla mescide götürülmüştü. Kendisinden sonra imam olacak zâtın arkasına durdu ve namazını oturarak kıldı. O, bu şekilde mescide sadece iki defa gelebildi. Birinde namazı Allah Resûlü kıldırdı, Hazreti Ebu Bekir (radiyallahü anh) da arkadakilere onun sesini duyurdu. Diğerinde ise, namazını Hazreti Ebu Bekir (r.a.)’ın arkasında kıldı. Cemaatine kendisinden sonra gelecek imamı âdetâ iş’âr buyurdu.

Bir kere daha, evet O, namazla ve cemaatla bu derece bütünleşmişti. Son anına kadar da cemaati terketmemişti... (Sonsuz Nur, 2. cilt)

 

Allah Resûlü’nün Çıraklarının Hayatında Namaz

Efendiler Efendisi’nin çırakları denilince aklımıza ilk gelenler şüphesiz O’nunla aynı asrı paylaşmış sahabe-i güzîn efendilerimizdir. Bir mânâda sahabenin rahle-i tedrîsinde yetişen tâbiîn efendilerimiz ve onların talebeleri olan tebe-i tâbiîn hazerâtı ve günümüze gelene kadar Peygamber terbiyesinde yetişmiş bütün Allah dostları Efendiler Efendisi’nin çırağı sayılırlar. Onun için bir İmam-ı Azam, İmam Şafiî, diğer fakihler, müçtehidler; bir İmam Gazzalî, Şah-ı Nakşibendî, Üstad Bediüzzaman (radiyallahü anhüm ecmaîn), evet bunlar ve bunların emsalleri hep Allah Resûlü’nün çıraklarıdır. Zira hepsi silsileler halindeki yüksek sıradağların birer parçası gibidirler ve hepsi yaşadıkları farklı zaman dilimlerini aynı mektepte, Peygamber mektebinde almış oldukları nur ile nurlandırmışlardır.

İşte ümmetin bütün bu seçkin simalarının hayat-ı seniyyelerinde namaz ibadetinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Nasıl olmasın ki, namaz imanla ikiz kardeş, en büyük kulluk, küfürle iman arasındaki perde, mü’min bir kulun mânevî terakkisinde en hızlı bir mirac yani asansör ve Allah’a en yakın olunabilecek secde gibi bir rüknü içinde bulunduran zikir, şükür, tevbe, dua, tefekkür gibi içiçe ibadetlerden müteşekkil en kıymetli bir ibadettir. Onlar namazın dünya işleri arasında geçiştiriliverecek kadar önemsiz bir iş olmadığını; en önemli bir vazife olduğunu, bu itibarla da her zaman ciddiyetle ele alınması ve öyle eda edilmesi gerektiğini iyi idrak etmişlerdi. Bunun için de onların, o kutluların namazları hep mirac buudlu namazlardı.

Gelelim onların namazlarına ve bakalım bu kadar önemli bir ibadet karşısında onlar nerede duruyor; biz nerede duruyoruz:

Hulefâ-i râşidin efendilerimizden Hazreti Ali (radıyallâhu anh) ayağına saplanan bir ok için “ben namaza durayım; siz de onu çıkarın” diyordu. Yani namazdayken, vücuduna saplanan okun acısını duymayacak kadar fizikî âlemle alâkası kesiliyordu.

Peygamberimiz’in “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, o Ömer olurdu” dediği, İslam’ın yüzakı, Hazreti Ömer’in namaz hassasiyetine bakalım: O devâsâ insan, talihsiz bir İranlının hançeriyle yaralanmış ve yığılıp kalmıştı. Bir sesi çıkmıyor, bir şey sorulunca da ya bir cevap vermiyor ya da gözleriyle ‘hayır’ deyip geçiştiriyordu. Fakat “ey mü’minlerin emiri, namaz!” denilince hemen kalkmaya çalışıyor, “namazı terkeden dinden nasipsizdir” diyerek yara-bere içinde namazını kılmaya gayret ediyordu.

Sahabenin seçkinlerinden -aslında onların hepsi seçkin, hepsi farklıydı- Ebû Talha (radiyallahü anh) namazda bir kuşun dikkatini dağıtması üzerine kaybettiği manevî kazancın yerini tutacağını umarak bahçesini Allah yolunda sadaka vermişti. Ahiret kazancı karşısında dünya adeta bütünüyle gözünden siliniveriyordu.

Sahabe efendilerimizden Hazreti Adiyy b. Hâtim şöyle diyor: “Müslüman olduğum günden beri bir vakit bile yoktur ki, namaz için kâmet okunmuş olsun ve ben abdestli olarak mescitte hazır bulunmuş olmayayım.” (Zehebi, 3/164)

Sahabenin rahlesinde yetişmiş büyüklerden Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radıyallâhu anh) artık yaşlanmış, zayıflamış ve tâkatsiz düşmüştü. Buna rağmen kalkıyor, bir rekatta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Okuyordu da ne yerinden kımıldıyordu, ne de üzerinde bir yorgunluk emaresi gözüküyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu. İbn Cüreyc onun hakkında diyor ki: “Mescid tam yirmi sene Atâ’nın yatağı oldu.” (Zehebi, 5/84)

Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be b. Haccac hakkında şunu ifade ediyor: “-Kerahet vakitleri dışında- ne zaman Şu’be’nin yanına girdiysem onu hep Rabbisine karşı kıyamda namaz kılıyorken gördüm.” Ebû Katan da “Şu’be’nin elbisesinin rengi toprak rengiydi; kendisi de namazı çok kılan, orucu çok tutan ve gönlü zengin bir kimse idi. Onun rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘secdeye gitmeyi herhalde unuttu’ derdiniz; iki secde arasında otururken izleseydiniz ‘galiba ikinci secdeyi unuttu’ diye düşünürdünüz” der. (Ebu’l-Ferec, 3/349)

İbrahim ibn-i Ar’ara anlatıyor: “Tabiîn ulemasından A’meş (Süleyman b. Mihran) zikredilince Yahya el-Kattân mutlaka şöyle derdi: A’meş kendini Allah’a vermiş gönül insanlarından biriydi, cemaatle namazı hiç terketmezdi; mescide erkenden gelir ve ilk safı kollardı. O hem bir allâme-i İslam’dır, hem de gecelerini ibadetle süsleyen bir gece aşığı.”

Efendiler Efendisi’ne hizmet etme payesiyle müşerref Enes bin Mâlik Hazretlerinin namazını tarif ederken Hazreti Ebû Hureyre “Onun kadar namazı Allah Resûlü’nün namazına benzeyen ikinci bir şahıs görmedim” der. Torunu Hazreti Sümâme de “Enes Hazretleri namazda o kadar çok kıyamda dururdu ki çok zaman ayaklarının altı şişerdi” demiştir.

İbnü’l-Medînî, Bişr b. el-Mufaddal -ki tebe-i tabiîn tabakasının önemli simalarından birisidir- hakkında bizlere şunu söylüyor: “Bişr, her gün 400 rekat namaz kılardı ve iki günün birisinde mutlaka oruç tutardı.” (Askalanî, 1/402)

Buraya kadar geçen örneklerde de görüldüğü üzere sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn efendilerimiz günlerinin çoğunu namaza ayırıyorlardı. Onların yaşadığı toplumda günde belki bin rekat namaz kılanlar vardı ve muhtemelen bunların sayısı da az değildi. Onların yaşadığı zaman diliminde günde yüz rekat namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, meselâ tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde namaz kılıyordu ve ayaktaydı. (Askalanî, 3/35)

 

Teheccüdün Işıltısı ve Gecelerin Ruhbanları

Farz ve vâcip namazlarla teravihin dışında, geceyi ihya etmek için kılınan nafile namazların hepsini içine alan bir kavram olarak teheccüt, Kur’ân-ı Kerim’de yerini almış çok önemli bir ibadettir. Meâlen şu ayetleri örnek olarak göstermek mümkündür: “Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüt namazı kıl. Böylece Rabbinin seni Makam-ı Mahmûda eriştireceğini umabilirsin.” (İsrâ, 17/79); “Teheccüt namazı kılmak için yataklarından kalkar, cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümid içinde olarak Rabbilerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Secde, 32/16)

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) yatsı namazını kıldıktan sonra vitri kılmadan bir müddet istirahat eder sonra gecenin bir vaktinde kalkıp teheccüt namazını edâ ettikten sonra vitri onun arkasından kılardı. O’nun teheccütsüz geçirdiği hiç bir gece yok gibiydi. Hasbe’l-kader, olmuşsa onu da ertesi gün mutlaka kazâ ediyor ve böylece hayatında herhangi bir boşluğa yer vermemiş oluyordu.

Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre Abdullah ibn-i Ömer (radiyallahü anh) rüyasında, iki dehşetli kimsenin gelip, onu kollarından tutarak derin alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini, ablası vasıtasıyla Efendimiz’e anlatır. Allah Resûlü, o zaman için henüz genç olan İbn Ömer için “O ne güzel insandır; keşke, teheccüt namazını da kılsa” şeklinde tabir ve tevcihte bulunurlar. Derler ki, İbn Ömer Hazretleri ondan sonra bütün gecelerini namaz kılarak ihya etmiştir.

Üstad Bediüzzaman 9. Söz’de beş vakit namazın belirli vakitlere tahsisini anlatırken teheccüt namazını da önemine binaen onların içine katar ve şunu söyler: “Gecede teheccüt ise; kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder.” Nitekim hadis-i şeriflerde gecenin karanlığını namazla delenlerin tastamam bir nura kavuşacakları ifade edilir. Zaten Üstad kendisi de bütün büyükler gibi bir gece aşığıdır. Talebelerinin şehadetiyle o, en ağır şartlar altında bile, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüt, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir.. Komşularının şöyle dedikleri nakledilir: “Biz, sizin Üstadınızı sekiz sene boyunca yaz ve kış gecelerinde hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini dinler; böyle fasılasız ve devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin ‘Uyuma’ ve ‘Gel Uyan Gecelerde’ isimli iki güzel şiiri hepimizin malûmudur, hatta çoğumuz, çok kısmını ezbere biliriz. Birer beyit iktibas edelim:

“Dilersen Hayy u Kayyûm’un rızasın

Gece tenha otur zinhar uyuma!”

“Âşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim

Gönlün gözüne görüne Cânân gecelerde:”

Gecelerin kıymetini bilen tali’lilerden birisi de büyük mütefekkir Muhammed İkbal’dir. O şöyle der: “Allah’a hamdederim ki, onbeş-yirmi sene İngiltere’nin o loş, karanlık, isli, pis havası altında kalmama rağmen teheccüdümü hiç terketmedim.”

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de düşünce ve kalb hayatında gecelerin ve teheccüdün ayrı bir önemi vardır. O geceleri ve teheccüdü değişik eserlerinde şu ifadelerle anlatır: “Menziller, geceleri katedilir. Rabb’e vâsıl olma geceleri olur. Karanlığın bağrında yapılan aydınlık işler, geceleri gündüzlerden daha nurlu kılmıştır. Mesafe alan, gece alır; alnı, geceleri seccâde ile tanışan ve seccâdesi gözyaşıyla ıslanan talihli, geceleri âdetâ mesafelerle yarışır. Evinin duvarları onun âhına âşina olan, geceleri merdiven merdiven yükselir ve mesafeler üstü âlemlere ulaşır. Yüksek fikir ve yüksek eserler, hep o karanlık döl yatağında gelişmiş ve insanlığın istifadesine arz edilmişlerdir.

Berzah azabından kurtulmayı düşünüyorsanız, gecelerinizi teheccütsüz bırakmayınız. Teheccüt, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır.” (İ. Gölgesinde, c. 2, sh. 161)

Şimdi tekrar ilklere dönmek, gecelerin aydınlık ve nur saçan iklimini bir de onların hayatında seyretmek istiyoruz:

Allah Resûlü’nün “Rabbim, ben Osman’dan razı oldum, Sen de ondan razı ol” diye gecelerde dua ettiği Hazreti Osman’dan başlayalım: Şürahbîl b. Müslim, Hazreti Osman’ın gecelerini anlatırken ‘onun hali hep kıyam ve secde idi. Sürekli oruç tutar, geceleri de daima namaz kılardı’ der. Nitekim bu iffet abidesinin vücudunu ortadan kaldırmak isteyenler, bulunduğu yeri kuşattıklarında eşi onlara şöyle demişti: “Kimin canına kastettiğinizin farkına varın; bilin ki öldürmek istediğiniz insan tek rekatta Kur’ân’ın bütününü okumak suretiyle her geceyi ihya eden bir kimsedir.” (Taberanî, 1/87)

İclî anlatıyor: “Tebe-i tabiîn efendilerimizden Mansur b. Mu’temir’in bayan bir komşusu kızıyla beraber kalıyordu. Gece hava kararınca anne-kız birlikte uyumak için dama çıkar sabaha yakın da aşağı inerlerdi. Dolayısıyla kız, karanlıkta tam seçemediği için, komşunun damında bir direk görürdü. Mansur ölünce kız, “anneciğim, komşumuzun damındaki direğe ne oldu!” diye sordu. Anne, “Kızım o direk değildi, evin reisi olan İbn Mu’temir idi, vefat etti!” cevabını verdi. Her gece sabahlara kadar ayakta durup, ibadet ettiği için kızcağız, onu direk sanmıştı.” Benzeri hadiselerin münferid vak’alar olmadığına işaret etmek için Esved b. Yezid en-Nehaî gibi başka zatlar için de anlatıldığını söylemekte herhalde fayda var.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Yezîd b. Harun (rh.a.)’ı Ahmed b. Sinan şöyle anlatıyor: “İşin doğrusu ben namazı ondan daha güzel birisini görmedim. (Cemaatle) namazı hiç fevtetmemiştir. Her gün duhâ vaktinde 16 rekat namaz kılar; her geceyi de muhakkak ihya ederdi. O tam kırk küsur sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılmış bir insandır.” (Kayseranî, 1/318)

İnsanlık âleminin ender yetiştirdiği müstesna kadınlardan biri olan Râbiatü’l Adeviyye geceleri kalkıyor, tenha bir köşede Rabbine ibadet ediyor ve ‘Rabbim, dostlar dostunu buldu; ben de Sana geldim’ diyor, garazsız, ıvazsız, herhangi bir beklentiye girmeden sadece Allah için, Allah’ın rızasına erebilmek için huzurda elpençe divan duruyordu.

İbadet ü taata kilitlenmiş bu ruh insanlarından biri tabiîn neslinden Süleyman b. Tarhan, bir diğeri de aynı dönemin dırahşan simalarından Said b. el-Müseyyeb (radiyallahü anhüma) idi. Onlar da sabah namazlarını yatsı namazının abdestiyle eda ediyorlardı. Said b. el-Müseyyeb elli sene bu şekilde devam etti. O: “Tam otuz senedir müezzin ne zaman ezan okumuşsa ben o esnada mescidde hep hazır bulunmuşumdur.” derdi. (Zehebî, 4/221)

Görüldüğü üzere yatsının abdestiyle sabah namazını eda edenlerin sayısı hiç de az değildi.

Yine aynı nesilden olan Hazreti Amr b. Dînar geceyi üçe taksim ediyor; bir bölümünde istirahat ediyor, bir kısmında hadis ilmiyle iştigal ediyor, geriye kalan süre içerisinde de kendini namaza veriyordu.

Ahnef b. Kays da tabiîn neslinin en seçkin şahsiyetlerinden biriydi. Onun gece ibadeti çoğunlukla dua idi. Gece lambanın yanına gider, parmağını ateşe tutar, ateşin acısını duyunca, kendi kendine “falan gün falan günahı niçin işledin?” diye söylenir ve nefsini kınardı.

Bir başka aydınlık sima İbn Bekkâr Hazretleridir. Onun “40 senedir beni güneşin doğmasından daha fazla üzen bir şey olmamıştır” sözü, gecelerle ne kadar içli-dışlı olduğunu anlamamıza herhalde yeter.

Ebû Davud’un Kûfe tabiîlerinin en hayırlısı dediği, muhadramûn (Allah Resûlü’nün çağına yetişip de O Yüce Kâmet’i göremeyenler)den Ebû Osman en-Nehdî’ye bakalım. Süleyman et-Teymî, onun hakkında “küçük ya da büyük bir günaha girebileceğine ihtimal vermiyorum; zira o gündüzleri hep oruçlu, geceleri de sürekli kıyam halinde Rabbinin huzurundadır. O kadar çok namaz kılar ki, namazı yorgunluktan mecali kalmayıncaya kadar devam eder” der. Asım el-Ahvel de onun hakkında şunu söyler: “Ebû Osman en-Nehdî akşam ile yatsı arasında yüz rekat namaz kılan bir insandır.” (Kayseranî, 1/66)

Bir diğer namaz sevdalısı da tabiîn neslinin medar-ı iftiharlarından Safvan b. Süleym ez-Zührî’dir. Onun hakkında “40 sene bir defa bile sırtını yatağa koymamıştır; gecelerini hep namazla geçirirdi; hatta o kadar çok secde ederdi ki alnında adeta bir delik açılmıştı” derler. İbnü’l-Medînî onun hakkında şunu söylüyor: “Safvan soğuk gecelerde bile uykusu gelmesin diye namazını toprak üzerinde kılar ve alnını yere koyardı.” (Mizzî, 13/187)

Tabiîn neslinden Ebû Bekr b. Muhammed (radıyallâhu anh) da öyleydi. Zevcesi bize şunu söylüyor: “Tam kırk sene var ki, o hiç bir gece yatağına bir defa bile uzanmamıştır. Gecelerini hep ibadet ü taatla geçirmiş bir insandır.” İmam Mâlik, Ebû Bekr b. Muhammed (radıyallâhu anh) hakkında, “ibadetine hele teheccüdüne onun kadar düşkün insan az bulunur” der. (Ebu’l-Ferec, 1/232)

Damra b. Rebîa da, İmam Evzâî hakkında şunları demiştir: “Onunla bir sene hacca gittik. Ne gündüz ne gece bir kere bile uzandığına şahit olmadım. Sürekli namaz kılıyordu. Uykusu gelince de bir direğe yaslanıyor, uykunun geçmesini bekliyordu.”

Abbasi Devleti’nin seçkin halifelerinden Harun Reşid de hilafet süresi dahil ölene kadar her gün 100 rekat namaz kılmıştı.

Son olarak Hazreti Ali efendimizin torunu, Ali b. Hüseyin (radiyallahü anh)’ın namaz hayatına bakalım. O her gün ve gece 1000 rekat namaz kılıyordu ve bu hali dünyadan ayrıldığı zamana kadar devam etti. ‘Tiryakilik’ derecesinde ibadete olan düşkünlüğünden dolayı da ona ‘zeynü’l-âbidîn/âbidlerin süsü’ denirdi. Bir defasında namazda secde halinde idi. Bulunduğu evde de bir yangın çıkmıştı. “Ey Allah Resûlü’nün torunu! Yangın var” dediler. O başını bile kaldırmadı. Kısa süre sonra yangın da sönmüştü. Niçin cevap vermediğini sordular. O, şöyle cevap verdi: “Siz bana yangın dediniz ama başka bir yangını (Cehennem ateşini) düşünmek berikini düşünmekten beni alıkoydu.” der.

 

Netice

Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor ki, selef-i sâlihîn namıyla her zaman yâd ettiğimiz, biz müslümanların hatta bütün insanlık âleminin yüz akı, iftihar vesilesi bu kutlu zâtlar hayatlarını dine vakfetmiş, bulundukları yerin, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu konumun hakkını verebilmek için ömürlerinin adeta bütününü ibadet ü taatla geçirmişlerdir. Namaz da onların ibadet ü taat hayatları içinde en önemli yeri tutuyordu. Yukarıda sadece ilk etapta akla geliveren misalleri zikrettik. Bu ‘ricalüllah’ın hayatlarının ayrıntılarıyla yer aldığı hacimli eserlere bakılacak olursa misallerin katlandığı görülecek ve belki de daha çarpıcı tablolarla karşılaşılacaktır. Bu örneklerin bize gösterdiği fotoğraf karelerinden anlayabildiğimiz kadarıyla ilk dönemlerin bahtiyar nesilleri arasında günde 1000 (bin) rekat namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı; günde 100 rekat namaz kılmanın ise adeta sıradan bir iş olduğu anlaşılıyor. Geceleri uyanık geçirmek ve ibadet ü tâatta bulunup dua etmek, yalvarıp yakarmak, Cehennem azabından Allah’a sığınma mülahazası ve Cemalullah’a iştiyak hisleri içinde gözyaşı dökmek o dönemlerde yaşayan müslümanların hepsinin her gün yaptıkları bir işti ve onlar geceyi ihya etmeyi adeta kendileri için bir farz telakki ediyorlardı.

Şu hususu da burada ifade etmekte fayda var: Dinde asla zorluk yoktur; ‘yüsr’ yani kolaylık vardır. Efendimiz (aleyhisselam) Allah’a karşı içinde en çok haşyet duyan bir kul olduğu ve mesela ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde ümmetine hep itidali tavsiye etmiş, ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamalarını istemiştir. “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı yükün altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır” mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade eder. Dolayısıyla dini yaşanmaz hale getirmemek gerektiği açıktır. “Pekâlâ, yukarıdaki örnekler işi zorlaştırma değil midir?” diye sorulacak olursa, bu sorunun cevabı “asla” olacaktır. Zira o marifet erleri “Cennetin ucuz, Cehennemin de lüzumsuz” olmadığını iyi anlamışlar; afva, mağfirete nâil olabilmek ve dünyadan imanla göçebilmek için kendilerini Allah’a ibadete hasretmişlerdir. Her bir mü’min fert, “Rabbimin inayetiyle, şu kadar namaz kılabilirim, oruç tutabilirim veya başka salih amellerde bulunabilirim” demek suretiyle önüne her zaman büyük hedefler koyabilir. Bu, herkesin vicdanıyla tartıp marifeti nisbetinde kendisini işin içine salabileceği bir husustur. Onlar, kendilerini azimetlerle amel etme hususunda mecbur tutmuşlar, fakat, başkalarına, ruhsatları nazara alarak fetva vermişler; onca yapıp ettiklerini az görmüşler, ama başka insanların, yaptıkları en ufak şeylerle bile rıza-yı ilahîyi kazanabilecekleri konusunda hüsn-ü zanda bulunmuşlardır. Kendi ibadetlerini, mazhar oldukları nimetlere nispeten yetersiz bulmuş, kulluk adına ortaya koymaya çalıştıklarını da hemen unutmuş ve kendilerini her zaman daha yolun başında görmüşlerdir. Onların hali aşıkların halidir; onlar Allah’a, Kur’ân’a aşıktırlar. Yaptıkları her ibadet özellikle de namaz onların aşk besteleridir. Maşukuna şiir okumaktan bıkan bir âşık yeryüzüne gelmiş midir!?

Yukarıda geçen örnekler Hakk’ın marifetine uyanmış oldukları kat’i olan zatların ibadet ü taat hayatını bütün vuzûhuyla ortaya koyuyor. Aradan asırlar geçmiş olsa ve biz kendi noksan ve kusurlarımızı örtbas etme adına bin bir türlü bahane ortaya koysak da bu misaller, namaz gibi en mühim bir kurbet vesilesi karşısında o zatların nerede durduğu ve bizim nerede bulunduğumuz konusunda önemli ipuçları veriyor. Konu namaz gibi mühimlerden daha mühim bir konu olsa da kendi hâl-i pürmelâlimizi gözardı unutup, haddimizi aşarak başkalarını sorgulamaktan Allah’a sığınırız. Ne var ki, en azından “o güzel insanlar yapmışlarsa mutlaka doğru ve güzeldir; o halde biz de yapalım, yapmaya çalışalım; çalışalım da Allah bizi o güzel insanların bulunduğu halkaya dahil etsin” diye düşünme doğru bir düşünme olsa gerek. İşe bir ucundan başlanacaksa ve bizim de buna ihtiyacımız varsa -ki olduğunda şüphe yok- herhalde en doğrusu namazla başlamak olsa gerek.

Cenab-ı Allah, en güzel şekilde ibadet edebilme cehd ve gayretlerimizde hepimizin yardımcısı olsun!

 

KAYNAKLAR

El-Mu’cemü’l-Kebîr, Süleyman b. Ahmed Ebu’l-Kasım Taberanî, Musul, 1983

İnancın Gölgesinde; M. Fethullah Gülen, İzmir 2002

Sıfetü’s-Safve, Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Ebu’l-Ferec, Beyrut, 1979

Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ; Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, Beyrut, 1993

Sonsuz Nur; M. Fethullah Gülen, İstanbul 1994

Sözler; Bediüzzaman Said Nursi, İzmir 2002

Tehzîbü’l-Kemal, Yusuf b. Zekî Ebu’l-Haccac el-Mizzî, Beyrut 1980

Tezkiretü’l-Huffaz, Muhammed b. Tahir b. El-Kaysaranî, Riyad, 1995

Author: Mustafa YILMAZ - min read. - Post Date: 05/29/2023