Şükür, Hamd ve Dindarlık
Şükür ile hamd arasındaki farkı, mutluluk ile huzur arasındaki farka benzetmek mümkündür. İnsan işi rast gittiğinde, bir iyilikle karşılaştığında mutlu olur. Huzur ise elemli, sıkıntılı zaman dilimlerini de kapsar...
Şükür, insanın nimetlere, dolayısıyla dünyaya bakışını doğrudan belirlediği için Allah ile olan irtibatı açısından çok önemli görülmüştür. Şükreden kul, muhtaç yaratıldığının farkında olan kuldur. Bu yüzden Cenab-ı Hakk’a her an minnettar ve müteşekkirdir. Şükür onun için, hayatının bütün karelerinde, saniyelerinde var olması gerektiğine inandığı ve üzerine dindarlığını temellendirdiği makamıdır.
Şükür, sözlükte, yapılan iyiliği bilmek, iyilik yapanı övmek, ona karşı memnuniyet ve minnet duyguları beslemek manalarında olup ıstılahta, Allah ve/veya insanlar tarafından yapılan iyilik ve güzelliğe minnettar olmak, nimet sahibine boyun eğmek, nimeti itiraf etmek gibi anlamlara gelmektedir.[1]
Nimetin Allah’tan olduğunu bilmek, fark etmek şükür iken, onun zıddı olan nankörlük, nimeti Allah’tan bilmemek, onu inkâr etmektir. “Küfür” kelimesinin hem bizzat Allah’ı inkâr ve hem de O’nun nimetlerini inkar manalarına gelmesi dikkat çekicidir.
Hemen her hususta olduğu gibi, şükürde de en belirleyici ilke imandır. Kur’an “Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (Nisâ, 4/147) derken şükür ile imanı birlikte ele almıştır. Çünkü şükür, duru bir iman, dolayısıyla halis bir tevhidin tezahürüdür. Mazhar olduğu nimete mukabil Hakk’a minnettar olan mümin, o nimetin kaynağını doğru tespit etmiştir. Rahman’dan gelen bu hediyeyi şükürle karşılayarak imanlı bakış açısını ortaya koymuştur. İman referanslı bu bakış açısı, onun bu hayatı şükürle idrak etmesinin en büyük vesilesidir. Bu noktada da nimetin az-çok, büyük-küçük olması arasında hiçbir fark yoktur. Bir nefes, bir lokma bile büyük bir minnettarlık hasıl eder ve doğal olarak her şey Allah’a bağlanır.
Nimetten, onu verene intikal etmek, varlığa olan bakışta çok geniş bir açı kazandırır. Nimetin Cenab-ı Hak'tan olduğunu idrak, varlığı olduğu hal üzere idrak etmek olup gerçek hikmettir. Bu hikmeti idrak edip yolunda bulunan mümin de hakiki şükre erişme kulvarına girmiş demektir. Bu husus, “Allah’a şükretsin diye Lokman’a hikmeti verdik” (Lokman, 31/12) şeklinde Kur’an’da ifadesini bulmaktadır.
Çünkü biz genelde, varlığı olduğu gibi değil, kendi algı ve bakış açımıza göre idrak ederiz. Bundan ötürü de bizzat kendimiz, varlığın asıl hüviyetiyle idrakine perde oluruz. Nimetten Mün’im-i Hakiki’ye intikal etmek, bizi perde olmaktan kurtarır, dolayısıyla varlığı tam idrake vesile olur ki gerçek şükür budur.
Her nimeti, Rahman’ın bir iltifatı şeklinde değerlendirmek de nimete derinlik kazandıran bir başka husustur. Dünya hayatının geçiciliği içerisindeki bir nimet, Rahman’ın iltifatı olarak nitelendirilince daimî ve hadsiz bir nimete dönüşür. Zevki ve lezzeti de o nispette artar. Zira Rahman ismi, rızka bakar, şükürle bu isme ulaşılabilir. Rahman’ın en zahir manası Rezzak’tır. Anlam çerçeveleri hayli geniş olan rızık ve nimetin cazibesi, şükrün davetçileridir. Rızık ve nimete karşı duyulan arzu, fıtri bir şükürdür. Nimete mazhar mümin, onu Rahman’ın elinden alıyormuşçasına bir şuura uyanınca hem nimetin kendi doğal lezzeti hem de Rahman’dan bir lütuf olması, o nimetin lezzetini katlar, şükran ve minnet duygularını coşturur.
Bir başka deyişle nimet, şükürle gerçek değerine ulaşır. Çünkü o zahiren dünyaya ait ve geçici bir şey olsa da aslında Rahman ve Rezzak olan Allah’tan gelmektedir. Böylelikle dünyada iken cennete ait sonsuz baki bir lezzeti tatmaya vesile olmaktadır.[2]
“Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım” (İbrahim, 14/7) ayeti mucibince nimet ile şükür arasında bir salih dairenin olduğunu söylemek mümkündür. Nimete şükredilince nimet artar. Nimet artınca, müminin şükrü ziyadeleşir. Şükür artınca, nimette ziyadeleşme olur ve bu böyle devam eder.
Üstteki ayette, şükür nispetinde nimetin artırılacağı hususu, kesin, mutlak ve vurgulu bir üslup seçilerek, ihtimale yer verilmeden, istisna yapılmadan ifade edilmiştir. Oysa Cenab-ı Hak, fazlından kime zenginlik lütfedeceğini,[3] kimi bağışlayacağını[4] ve kimden sıkıntıyı gidereceğini[5] beyan ederken, kesin ve mutlak ifade kullanmayıp, mevzuuları kendi meşiet ve muradına bırakmıştır. O halde denebilir ki nimete şükredene, nimet şüphesiz artırılır. Çok şükredene ise daha çok verilir. Çünkü Cenab-ı Hak, Şekûr’dur. Şükre, teşekkürle mukabele eder. Aza çok verir. Az çok demeden her nimete şükreden mümin, Yüce Allah’ın rubûbiyetine ait bir ahlakla ahlaklanmıştır.[6]
İnsanın kendini aciz, fakir görmesi, onun Hakk’a olan ihtiyacını hissetmesine vesile olduğu gibi aynı zamanda kendine hiçbir şeyi nispet etmemesine de sebep olur. Hiçbir nimeti kendinden bilmemesi, onu gerçek şükreden bir kul yapmakla birlikte, Hz. Bediüzzaman’a göre, ubudiyet ve mahbûbiyet yolunun en büyük esası olan şükre mazhariyetle de taçlandırmaktadır.[7]
Nimete mazhar olunca şımarma, gaflete düşme ihtimali varken şükür, insanı böyle bir yanlıştan koruma vazifesini de üstlenir. Mevlânâ “Nimet insana gaflet verir. Şükür ise insanı gafletten uyarır. Allah Teala’ya şükür vesilesiyle nimet avlamaya bak”[8] diyerek, şükrün bu yanına dikkatleri çekmiştir.
Rızık ve nimetin arka planındaki gizli kudreti gören mümin, gönlünden O’na karşı minnet ve şükran duygularıyla dolar. Bu, onun kalben eda ettiği şükrüdür. Minnettarlık duygularını seslendirdiğinde diliyle şükretmiş olur. Namaz başta olmak üzere, diğer ibadetlerle ve hayırlı hizmetlerle Yüce Dergâha yöneldiğinde ise azalarıyla şükretmiş, böylelikle bütün benliğiyle şükür vazifesini yerine getirmiş olur. Bir ameli işleyen mümin, bir sonraki ameli de eda ettiğinde ve bunu devam ettirdiğinde, doğal olarak şükrünü de sürekli hale getirmiş olur.[9] Kalb ve dil için de aynı husus söz konusudur.
Bir de şükretmeye şükür vardır. En büyük nimet, ilahî inayettir. Şükre şükür, bu inayetin bir tezahürüdür. Allah’a şükredildiği için şükür, sonra bu şükür için şükür şeklinde ilelebet devam edecek bir şükür silsilesi, diğer nimetlere şükürden daha yüksek ve mükemmel görülmüştür.[10]
Bunun kadar değerli bir diğer şükür de Allah’a itimat derinlikli olanıdır. O’ndan gelen ya da gelmeyen, az ya da çok, maddi veya manevi her şeyin bizim yararımıza olacağı inancı, nimete Allah tarafından bakmak, yani verip vermemesinden ziyade, nimet vericinin O olduğu bilincini hiç kaybetmemek olup, gerçek şükrün farklı bir buududur ve hamde benzemektedir.[11]
Hamd ise şükrün bahis konusu edildiği hemen her yerde akla gelen ve eş anlamlı gibi görülen diğer kavramdır. Şükür bir iyiliğe mukabelede bulunma iken, hamd, doğrudan kendisine ulaşan herhangi bir iyilikte bulunma şartı aranmadan, mutlak manada iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme, övme anlamlarına gelir ve sadece Cenab-ı Hakk’a yapılır. Yüce Allah, bütün güzel isimleri, nitelikleri haiz olduğu için övülür, hamd edilir.[12]
Elmalılı Hamdi Yazır, hamdde de bir iyiliğin bulunması gerektiğinden bahseder. Fakat ona göre bu iyiliğin hamd edene ulaşmış olması şart değildir. Şükürde ise bu gereklidir. Ona göre “Hamd “verdi, verecektir” gibi geçmiş ile gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise “işte verdi” gibi gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilan etmektir.”[13]
Kur’an’da şükrün zikredildiği yerlerde nimetlerden de bahsedilmesine karşılık, hamdin, göklerde, yerlerde, dünyada, ahirette hep O’nun ve O’na ait olduğu ifade edilir.[14] Buradan hareketle hamdin Yüce Allah’ın bizzat Kendisiyle, şükrün ise O’nun lütufları ile ilgili olduğu söylenebilir. Bu yüzden de hamd, zamansız ve mekansızdır.
“Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım” (İbrahim, 14/7) ayeti, şükrü, artıp azalabilme potansiyeli olan bir nimetle birlikte değerlendirip çerçevesini buna göre belirlerken, “Her durumda Allah’a hamd olsun” (Tirmizi, Deavat 130; İbn Mace, Dua 2) Nebevî beyanı, hamdin çerçevelere sığmayan kuşatıcılığını nazarlara vermektedir. Hayat-ölüm, varlık-yokluk, azlık-çokluk, sevinç-keder ve benzeri hususlarda şükür, konuların pozitif olanları, yani hayat, varlık, çokluk ve sevinç gibi makbul hususlar üzerinde dururken; hamd, varlık ve hayattan hiçbir şeyi atlamamakta, vefat, yokluk, azlık ve keder gibi hususları da kapsamakta ve her şeyi Allah’a bağlamaktadır.
Şükür ile hamd arasındaki farkı, mutluluk ile huzur arasındaki farka benzetmek de mümkündür. İnsan işi rast gittiğinde, bir iyilikle karşılaştığında mutlu olur. Hastalık, sıkıntı, musibet vakitlerinde mutluluktan bahsedilmez. Huzur ise elemli, sıkıntılı zaman dilimlerini de kapsar. İnsan hastayken de huzurlu olabilir. Zira şükür nimetle, hamd Allah (cc) ile alakalıdır. Bunu, kul nimete bakıp şükreder, olumlu olumsuz bütün varlığa ve hayata bakıp hamd eder şeklinde formüle edebiliriz.
Hasılı, müminin dindarlığı, her halükârda Allah’a hamd ile dört bir yandan bahşedilen maddi manevi nimetlere şükür ile şekillenir, gelişir, örgülenir.
[1] Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “şkr” md.; İbn Manzur, Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md; Kuşeyrî, er-Risâle, s.300.
[2] Said Nursi, Mektubat, s.350.
[3] Tevbe, 9/28.
[4] Âl-i Imrân, 3/129.
[5] En’am, 6/41.
[6] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II/265.
[7] Said Nursi, Mektubat, s.352.
[8] Mevlânâ Celâleddîn, Mesnevî, III/2895-2898.
[9] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II/267.
[10] Kuşeyrî, er-Risâle, s.301.
[11] Suhreverdî, Avârifü’l-Meârif, s.641,
[12] Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “hmd” md.; İbn Manzur, Lisânü’l-ʿArab, “hmd” md.
[13] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I/99.
[14] İlgili ayetler: Rum, 30/18; Kasas, 28/70; Sebe’ 34/1.