Öncesi ve Sonrasıyla Miraç
İsra ve miraç hadisesi, imanla küfür arasındaki çizgiyi daha da belirginleştirmişti. İnkar edenler kendi karanlık dünyalarına dönüp daha kalıcı tuzaklar peşine giderken iman edenler ise, her şeye rağmen en muannitlere bile hakkı anlatma azmini yenileyecek, imana müheyya yeni simalar bulma yarışının erleri olmaya devam edeceklerdi.
Hira’daki vuslattan bu yana on bir yıl geçmişti. Takvimler, Recep ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Bu süre içinde çok gayret edilmiş; ama Mekke akıl almaz bir tepki gösterip bu gayretlere müspet cevap vermemişti. Gerçi, müspet cevap verenler de yok değildi; ama, imanla bütünleşmeleri adına ortaya konulan ölümüne gayretlere karşılık, bırakın müspet cevap vermeyi, koşarak gelmeleri gerekiyordu! Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi adına yaşamıyor; can alıcı düşmanlarının bile iman şerbetinden kana kana yudumlayabilmeleri için elindeki bütün imkânları ortaya koyuyor ve bunun için de hemen her gün kapı kapı dolaşıyordu.
Alkışlanması gereken bu gayretlerin gördüğü muamele de ortadaydı; bilhassa Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin vefatından sonra Mekkelilerin takındığı tavır, Tâif’te yaşadıkları ve tekrar geri döndüğünde insanların, mübarek yüzüne ekşimeleri pâk ruhunu sıktıkça sıkmıştı ve bu bunaltan ortamda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendini ancak ilahî rahmetin sıcak iklimine atarak bir teselli bulabiliyordu. Zaten, bu rahmet meltemleri de olmasa, Mekke’nin kasveti kaldırılacak gibi değildi!
Derken bir akşam Efendiler Efendisi, amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin evinde bulunduğu bir sırada, evin tavanı adeta birden açılmış ve buradan yanına Cibril-i Emîn nüzûl etmişti.[1] Belli ki bu seferki geliş, öncekilerden çok farklıydı. Yanında, daha önceki peygamberlerin de üzerine bindikleri, merkepten biraz büyük, katırdan da bir miktar küçük boyda ‘Burak’ adında bir binek vardı. Belli ki, bir davet vardı ve Cibril de, bu davete muhatap olan en kutlu misafiri almak için gelmişti; Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced, bîçârelere devlet-i sermed, dîvân-ı ilâhide serâmed, Ahmed ü Mahmûd u Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hakk’ın özel davetlisi olarak, gökler velîmesine çağrılıyordu.
Demek ki bugüne kadar yaşanan mukaddes hüzne, Allah tarafından lutfedilmiş bir ikram vardı ortada… Vicdanında duyup hissettiği gerçekleri, göz ve kulağıyla da müşahede edebilmesi için Allah (celle celâluhû), kulu Muhammed Mustafa’yı Mekke’den alacak ve kim bilir ne sırlı bir yolculuğa çıkaracaktı.
Ancak, bu yolculuk öncesinde, süt annesi Halîme-i Sa’diye’nin yanında yaşadığı hadiseye benzer bir ameliye gerekiyordu. Onun için Cibril-i Emîn, Efendimiz’in göğsünü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı; ardından da, altın bir kâse içinde, elinde tuttuğu iman ve hikmetle göğsünü doldurarak kapattı. Sonra da, semanın emini Cibril, insanlığın emini Hz. Muhammed Mustafa’nın elinden tutarak tarifi imkânsız bir yolculuğa başladı.[2]
İsrâ
Üzerine bindiği Burak, öyle hızla hareket ediyordu ki, her defasında adımını, ufukta gözüken son noktaya atıyor ve şimşek hızıyla mesafe alıyordu. Daha üzerine binmekle birlikte mekân değişmiş ve bir çırpıda Mescid-i Aksâ’ya gelivermişlerdi. Tuttu ve daha önceki peygamberlerin bağladığı yere bağladı Burak’ı. Ardından da, namaz kılmak için mescide yöneldi.
Bugüne kadar risalet vazifesini yerine getiren Allah’ın en seçkin kulları burada toplanmış, risalete mühür olan Zât’ı bekliyorlardı. Gelişini görünce selam ve tahiyyelerle sinelere basıldı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ardından da, dünyanın en önemli meselesi için yeniden saf tutuldu; bütün peygamberler, aynı safta kenetlenmiş; iki rekat namaz kılacaklardı. Peygamberlik âleminin imamını bekliyorlardı. Demek ki İbrahimî çizgi, artık Hz. Muhammed’de noktalanacak ve bundan sonrasını, bütün peygamberler namına sonuna kadar O yürütecekti. Zaten, başka bir belde yerine buranın tercihinde de böyle bir mânâ vardı; belli ki Hakk’ı temsil meselesi, peygamberlere dâyelik yapmış bu mekândan artık alınıyor ve yüzler bundan sonrası için Mekke’ye çevriliyordu. Meseleye, miraçtaki süreçte karşılaşacağı peygamberler açısından bakıldığı zaman da aynı konu dikkat çekecek ve ümmetler arasında yaşanacak bir birliktelik adına, geleceğe yönelik bir umut olacaktı.
Derken, safların en önündeki yerini aldı Habîb-i Zîşân Hazretleri… Günü gelince insanlığın yeniden, Allah’ın ilk yarattığı bu çizgide saf tutacağının sembolüydü bu. Âdem’in çocuklarının, yeniden Hz. Âdem toprağında kaynaşacaklarının resmi, tevbe ederken şefaatini dilediği Zâtın da imametinin tesciliydi aynı zamanda… Peygamberler O’nun arkasında saf bağladığına göre demek ki, o peygamberlerin ümmeti de gün gelecek O’nun arkasında namaza duracaktı!
Namaz sonrası önüne üç kâse konulmuştu; birinde süt, diğerinde su ve bir diğerinde de içki vardı. Bunlardan birisini tercih etmesi isteniyordu. Tereddütsüz, içinde süt olan kâseyi tercih etti Efendiler Efendisi! Bu tercih, Cibril-i Emîn’i de heyecanlandırmıştı ve:
– Bunu tercih etmekle Sen, hidayeti tercih etmiş oldun ve Senin ümmetin de hidayet üzere olacak, demişti. Çünkü bu, realiteyi iyi okumanın bir neticesiydi ve seçilen tercih de, fıtratı ifade ediyordu. Bu arada orada yankılanan ses de, aynı şeyleri söylüyordu:
– Şayet su tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de boğulurdu. İçki tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de yoldan çıkar taşkınlık içine düşerdi. Sütü tercih ettiğine göre, ümmeti de kendisi de hep hidayet üzere olacak![3]
Mi’raç
Sürprizler, sadece Mescid-i Aksâ’da yaşananlarla sınırlı değildi; tuttu Cibril, O’nu semalar ötesi âlemlere seyahate davet etti. Bir anda, mekân başkalaşmış ve iç içe sırlarla dolu doyumsuz bir yolculuk başlamıştı. Kat be kat semaya yükseliyor ve her yükseldikleri semada ayrı bir merasim yaşıyorlardı. Cibril-i Emîn, ilk semanın kapı tokmağına dokununca içeriden bir ses gelmiş ve semanın hazini ile aralarında şu konuşmalar geçmişti:
– Sen kimsin?
– Cibril!
– Yanında kim var?
– Muhammed!
– O peygamber mi?
– Evet, O peygamber!
Şifreler tamamdı ve sema kapısı açılmış; dünya seması geride kalmıştı; Efendiler Efendisi’nin karşısında, insanlığın ilk atası Hz. Âdem duruyordu. Önce selam ve hoşâmedî ile tebrik etti O’nu. Hayır duasında bulunuyordu. Ancak, duruşunda bir gariplik vardı; sağ tarafına bakıyor ve gülüyor, soluna baktığında ise ağlıyordu. Daha dikkatli baktı; her iki yanında da büyük bir kalabalık vardı. Meraklı bakışları bekletmeden Cibril-i Emin konuşmaya başladı:
– Bu, Âdem’dir; sağ ve solundaki kalabalık karartı ise, onun neslidir. Sağ tarafındaki insanlar, ehl-i cennettir ve onun için Âdem, onları gördükçe tebessüm eder. Sol yanındakilere gelince onlar ehl-i cehennemdir ve onlar gözüne iliştikçe de hüzün kesilip ağlamaya başlar.
Artık her bir sema kapısında aynı merasim ve yine her bir semada ayrı bir peygamberle karşılaşılıyor; hepsinin de duasını alıp tebriklerine şahit oluyorlardı. İkinci semada teyze çocukları Hz. Yahyâ ve Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altıncı semada Hz. Musa ve yedinci semada da Hz. İbrahim ile karşılaşacak ve bunların her biri de, nübüvvet semasının mührü olan Allah Resûlü’nü tahiyyelerle karşılayıp tebrik edeceklerdi. Bu seyahat esnasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Musa’nın ağladığını görmüş ve Cibril’e bunun sebebini sormuştu. Aynı soru kendisine tevcih edilince:
– Ağlıyorum; çünkü bu genç, benden sonra peygamber olarak gönderildi; ama O’nun ümmetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha fazla, diyordu.
Miraç, sırlarla dolu bir yolculuğun adıydı ve bu yolculukta müşahede edilecek daha çok şey vardı. Hz. İbrahim’in, sırtını dayayarak yanında durduğu Beyt-i Ma’mur, göz alıcı renk ve desenleriyle ve bütün ihtişamıyla Efendimiz’in karşısında duruyordu. Öyle ki buraya, her gün yetmiş bin melek giriyor ve bir daha da geri dönmüyordu. Zira burası, yeryüzünde her daim tavafla serfiraz kılınan Kâbe’nin bir izdüşümüydü.
Cennet
Bu yolculuk esnasında Efendiler Efendisi, cennet ve cehenneme ait tablolara da şahit olacak ve dünyada iken hangi hareketin ne türlü bir karşılık göreceğini örnekleriyle ümmetine de anlatacaktı.
Bir anda cennet, olanca güzelliğiyle önüne açılıvermişti. İnci-mercan misal her çeşit değerli taşlar ve tasavvur üstü bir renk cümbüşüyle donatılmış, nice göz alıcı desenlerle tezyin edilmişti! Hiçbir gözün görmediği ve göremeyeceği, hiçbir kulağa yankısı gelip çarpmayan ve hiçbir faninin de tahayyül edemeyeceği nice güzellikler sergileniyordu önünde. Ne göz alıcı, ne gönül yakıcı manzaralardı… Cennetin zümrüt yamaçları, önünde perde perde açılmış ve O da, meltem gibi gelip yüzüne çarpan esintileriyle mest, hayret makamının hakkını veriyordu.
Bir aralık kulağına hoş bir ses gelmişti:
– Bu ses de neyin nesi, diye sordu Cibril’e.
– Cennetin sesi, diyordu rehber-i sadıkı. Biraz dikkatle dinleyince, gelen sesin şunları dediği duyuluyordu:
– Ey Rabbim! Bana vadettiğin şeyleri lutfet! İşte, artık uhdemde bulunan odalarım, ipek ve hullelerim, sündüs ve inci-mercanlarım, gümüş ve altınlarım, koltuk ve döşemelerim, kap ve kacaklarım, binek ve içkilerim, bal, süt ve sularım çoğaldıkça çoğaldı; artık, vaadettiğin şeyi yerine getir de bana gelecek olanları bir an önce buraya gönder!
Onun bu samimi talebine karşılık bir başka ses yükseldi:
– Evet, her mü’min ve mü’mine, erkek veya kadın Müslüman, Bana iman eden ve Resûlümü de tasdik ederek destekleyen, her daim müspet hareket ederek ortaya salih bir iş koyan ve asla Bana şirk koşmayan ve Allah’tan başka bir değer önünde bel kırıp boyun bükmeyenler, çok geçmeden sana gelecektir!
Kim, Benden haşyet duyar ve çizilen ölçü içinde hareket ederse o emindir; Benden kim ne isterse Ben, onu veririm. Kim de Benden ön talepte bulunur ve borç gibi isterse onun da isteğini yerine getiririm. Ve kim de Bana tevekkül edip işini Bana bırakırsa, mutlaka onun işini nihayete erdirir ve yerine getiririm. Çünkü, şüphe yok ki Ben, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Sözümde hulf edip yerine getirmemezlik yapmam! Şüphesiz, mü’min olanlar ancak kurtuluşa erer. Allah, ne mükemmel ve mübarek bir yaratıcıdır.
Rabb-i Rahîm’den gelen bu nidâyı duyan cennet sükun bulacak ve:
– Razı oldum ey Rabbim, diyecekti.[4]
Daha dikkatle baktı içeri; altından ırmaklar üzerinde kurulmuş saraylarda koltuklara yaslanıp muhabbet eden babayiğitler vardı… Etraflarında hizmetçiler dört dönüyor; isteyip arzu ettikleri her şey, anında yerine getiriliyordu. Huri-gılmanlarla kuşatılmıştı, yüzlerindeki ifadeler bile boşa çıkarılmadan nimetler içinde yüzüp duruyorlardı. Akla-hayale gelmedik nimetlerden istifade ederken ne bir bıkkınlık ne de herhangi bir fütur seziliyordu üzerlerinde; çünkü, her yediklerinde renkler farklı, desenler rengârenk, tatlar değişkendi ve kokular da birbirini tutmuyor. Böylelikle her seferinde yeni bir telezzüz imkânı doğuyordu.
Cemaat haline gelmiş insanlar vardı karşısında; her gün yeni bir ekim yapıyorlar ve ekim yaptıkları aynı gün de hasat işlemine başlayıp semere topluyorlardı. Cibril’e sordu:
– Bunlar kim?
– Bunlar, Allah yolunda cehd ü gayret gösteren, Allah’ın adını en yücelere ulaştırmak için mal ve canlarıyla kendilerini ortaya koyanlardır. Bunların yaptığı bir iyiliğin karşılığı, yedi veren başaklar gibi yedi bin kattır. Allah için infak ettikleri değerlerine karşılık da Allah, hemen yenisini verir ve yerine onu kâim kılar; çünkü O, rızık vermede en hayırlı yolu tercih edendir,[5] diye cevaplıyordu Cibril-i Emîn.
Dört bir yana dal-budak salmış nehirler vardı önünde; su yerine kiminden süt, kiminden de bal akıyordu. Bunlar arasında daha belirgin olanlara, Nil ve Fırat diyorlardı. Belki de bu, yakın vadede İslâmî mesajın ulaşacağı alanı ifade ediyor ve geleceğin fotoğrafını ortaya koyuyor ve miraçta kendisine bunun muştusu veriliyordu.
Bundan başka kim bilir nice nimetler müşahede etmiş, ne iltifatlarla karşılanarak kendisine teşrifatçılık yapılmıştı. Herhangi bir insanın, böylesine bir lütfa mazhar olduktan sonra yine oradan ayrılarak sıkıntıların kucağına dönmesi imkânsız gibiydi. Ancak O’nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i tevhidin ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile ‘lâ ilâhe illallah’ diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, “Kim, Lâ ilâhe illallah derse, cennete girer.” buyuracaktı.[6] Daha baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı halde gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risalet açısından en sona bırakılmıştı.
Cehennem
Elbette her yer, cennet gibi sımsıcak durmuyordu; oradan ayrılıp da bir başka vadiye geldiğinde, ürperten seslere şahit olacak ve bu seslerin kaynağını da soracaktı:
– Cehennemin sesi, diyordu Cibril-i Emîn. Dikkat kesildi. Diyordu ki:
– Ey Rabbim! Artık bana vaadettiğin şeyleri ver! Baksana, bukağılar ve halatlarım, alev ve ateşlerim, irin ve kanlarım çoğaldıkça çoğaldı; dibimdeki derinlik erişilmez noktaya ulaştı ve ateşimin harareti de dayanılacak gibi değil! Bana vaadettiğin şeyleri çabuk gönder!
Cennete seslenen aynı sesin yankısı duyuldu:
– Evet, Bana şirk koşan her müşrik kadın ve erkek, Beni inkâr eden her kâfir, hesap ve kitaba inanmayan her zalim sana gelecektir; acele etme!
Ve, aynı sükûnet:
– Tamam, razıyım ey Rab![7]
Feryad ü figanın yükseldiği yöne bakınca, olanca dehşetiyle cehennem temessül etmiş ve yürek kaldırmayacak görüntüler gelmişti önüne Allah Resûlü’nün. Elbette bu, gördüklerini ümmetine aktararak sakındırabilmek için sadece bir manzara temaşasından ibaretti. İnsanlar ve taşların tutuşturduğu ateş tufanları vardı ortada… Derinden bir homurdanma duyuluyor ve içine girenleri azımsarcasına ve doyma bilmeyen bir iştiha ile:
– Daha yok mu, diye bağırıyordu. Bu dehşetli manzara içinde azaba dûçar kalıp da tükenenler, öyle bir kenara atılıp da süreçten kurtulamıyorlardı. Her ne zaman bedenler kül olup vücutlar buharlaşsa, işlem yeniden başlıyor ve belli ki, azabı tam tatmaları için kemiklere et giydirilerek her defasında bu işkence yeniden tekrarlanıyordu. Çığlıklar yükseliyordu cehennemin derinliklerinden:
– Keşke yeniden dünyaya dönme imkânımız olsa!
– Keşke aklımızı kullanıp anlatılanlara kulak vermiş olsaydık da bu duruma düşmeseydik!
– Ne olur Allah’ım! Hiç olmazsa bir gün azabımı hafiflet!
– Keşke toprak olup gitseydim, gibi feryatlar birbirini takip ediyordu. Grup grup insan kitleleri belli yerlerde kümelenmiş, benzeri şekilde azaba dûçar oluyorlardı; başlarında müvekkel zebani-nâm melekler vardı ve yüzlerinde tebessüm adına zerre kadar bir emare gözükmüyordu. Öyle insanlar vardı ki, bir mızrak boyu yaklaştırılan güneş-misal ateş kütlesi karşısında eriyip tükenmiş, gırtlağına kadar kanter içinde kalakalmıştı.
Kan ve irinden nehirler akıp gidiyordu bir taraflara ve içinde, dışarı çıkmak isteyip de bir türlü buna muvaffak olamayan bahtsızlar yüzüyordu çırpınarak. Feryat çığlıklarıyla birlikte kenara yaklaşan her bir zavallıya, orada bekleşip duranlar taş atmaya başlıyor ve yalvarırken açtıkları ağızları, atılan bu taşlarla doluyor, yeniden kan ve irin içine dönmek zorunda kalıyorlardı.
Başlarına demir ve taşlarla vurularak işkence gören kimselere rastlamış ve bunların kimler olduğunu sormuştu. Cibril:
– Bunlar, farz namazları kılma konusunda bir türlü sebat edemeyen ve onu geçiştirenler, buyuruyordu.
Diğer tarafta ise, dünyada iken mallarının zekâtını vermeyen insanların, irin ve zakkum yutkunarak hayvanlar gibi sürüklendiklerine şahit olmuş; Allah’ın emrini yerine getirmemenin cezasının tecellisini müşahede etmişti. Daha başka göreceği şeyler de vardı; yetim malı yiyenler bir kenarda, ateşten kütleler yutkunarak, bunları ıtrahat gibi dışarı çıkararak azap görüyorlar; diğer yanda da, emanete riayet etmekte kusur gösterenlerin, sürekli ağırlaşan yüklerin altında inim inim inledikleri nazara çarpıyordu. İnsanlar arasında fitne ateşini körüklemeyi adet edinenlerin ağızları yamulmuş, dilleri de perişan; masum insanları gammazlayıp da zalimlere teslim edenlerin halleri de yürek yakıyordu.
Beri tarafta ise, göbekleri kendilerinin birkaç katı insanlar vardı; ne ayağa kalkıp durabiliyor ne de bulundukları yerden hareket edip mesafe alabiliyorlardı. Bunların kim olduğunu sorduğunda kendisine, paradan para kazanmayı alışkanlık haline getiren faiz ehli olduğu söylenecekti.
Bazı insanlar gözüne takılıyordu; bir yanlarındaki güzel ve taze etler dururken, diğer taraflarındaki çirkin ve kokuşmuş olan leşlere dadanmış; tertemiz zemini bırakarak bataklıkta bocalayıp duruyorlardı. Merakla baktığı görülünce bunların da, helâl dairesindeki keyifle kifayet etmeyip, haram peşinde koşan zinakârlar olduğu söylenecekti.
Ve buradaki kalabalığın çoğunluğunu, sefahet ve eğlence ağına düşen, düştüğü yere başkalarını da çekerek fasit dairenin oluşmasına sebebiyet veren ve iffet sahibi hemcinslerinin de bedduasına hedef olan kadınların oluşturduğunu görmüştü; insanları avlamak için öne çıkarıp tuzak olarak kullandıkları uzuvlarından asılmış, çığlıklar içinde inim inim inliyorlardı.
Sidretü’l-Müntehâ
Ardından, karşısına Sidretü’l-Müntehâ[8] gelmişti; tarifi imkânsız bir letâfetle karşı karşıyaydı. Her tondan renklerin oluşturduğu bir merasim alanı gibiydi. Burası, imkanla vücub arası kutsi bir yerdi aynı zamanda ve artık Efendimiz’in yanında, Cibril-i Emîn de yoktu. Zira imkân alemi, artık geride kalmıştı. Burası, has daire ve harem odasıydı ve bu odaya, insanlık var olduğu günden bu yana, alınıp da iltifat görmüş hiçbir mânâ kahramanı olmamıştı. Yani, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, bu has odanın ilk ve tek, aynı zamanda da son misafiriydi; O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kader kaleminin mürekkebine şahit oluyor, takdiri yazarken kalemin çıkardığı sesleri duyuyordu.[9] Kâbe kavseyni ev ednâ sırrının tezahürü vardı artık orada! Yaklaşmış, yaklaşmış ve artık, adımını atacağı bir mahâl kalmayınca da mekanı lâ mekan olmuştu.[10]
Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü’nde, zerre kadar bir bakış kayması, huzurun hakkına muhalif en ufak bir farklılık gözükmüyordu. Bir anda ortalık nur kesilmiş ve Sidre’yi, sınırlı gözlerle müşahede edilip kayıtlı ifadelere sıkıştırılamayacak mahiyette bir güzellik kaplamıştı.[11]
Faniye ait her şey nur kesilmiş, nurdan bir heykel hüviyetine bürünen Allah Resûlü de Nur-u Rahmân’ı temaşa ediyordu. Cennette mü’minler için vadedilen Cemalullah burada müşahede edilecek ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), mekanın lâ mekan olduğu bu ufukta Rabb-i Rahîm ile vasıtasız görüşecekti. Kendisinden önce Hz. İbrahim’i hıllet ve Hz. Musa’yı da kelamla taltif eden Yüce Mevlâ, peygamberlik semasının son altın halkası Habîb-i Ekrem’ini de rü’yetle serfiraz kılıyor ve bu iltifatla yine, Allah Resûlü’nün Hak nezdindeki yerini, kevn ü mekana fiilen göstermiş oluyordu.[12]
Vasıtasız Gelen Emir: Namaz
İşte burası, vahyin vasıtasız cereyan ettiği yerdi; en önemli vazife, böyle bir ortamda bildiriliyordu: Namaz. Ve bu namaz, her gün elli vakit kılınacak bir namazdı. Ümmetin miracı olacak bir formüldü bu aynı zamanda.
Derken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) için geri dönüş vakti gelmiş ve yeniden yola koyulmuştu. Hz. Musa’nın yanına geldiğinde o:
– Rabbin, ümmetin için neyi farz kıldı, diye sordu. Belli ki böyle bir kurbet, beraberinde mükellefiyet getirirdi.
– Elli vakit namaz, buyurdular. İsrailoğullarıyla çok acı tecrübeler yaşayan Hz. Musa:
– Rabbine müracaat et ve bu mükellefiyeti hafifletmesini iste; çünkü Senin ümmetin buna güç yetiremez! Zira ben, İsrailoğullarıyla benzeri çok tecrübeler yaşadım ve bunu tecrübeyle gördüm, dedi.
Çok geçmeden mübarek eller kalkmış şöyle yalvarıyordu:
– Ey Rabbim! Ümmetimden bu mükellefiyeti tahfif eyle!
Bu kadar iltifatât-ı şahaneye mazhar olan bir Nazdar, talepte bulunur da ona müspet cevap verilmez miydi hiç! Gelen mesaj, beş vaktin indirildiğini söylüyordu. Hz. Musa (aleyhisselâm), bunun da altından kalkılamayacağını ifade ediyordu. Tekrar müracaat etti ve tekrar bir beş vakit daha indirilmişti. Bundan sonra, her defasında yeni bir müracaat ve yeniden beş vakitlik bir tenzilat yaşanıyordu. Nihayet mesele, son beş vakte kadar geldi. Hz. Musa (aleyhisselâm), bunu da çok bulacaktı; ama Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) rahmet kapısının daha fazla zorlanmaması gerektiği kanaatindeydi. İşte bu sırada, rahmet televvünlü bir ses yankılandı:
– Yâ Muhammed! Bunlar, bir gün ve gecede beş vakit olarak farzdır; benim katımda artık hüküm değişmez. Ancak, her bir namaz, on namaz gibidir; böylelikle toplamda elli namaz sevabı hasıl olur. Her kim, bir iyilik yapmak isteyip de onu yapamazsa, yine de bir sevap alır. Her kim de, iyiliğe niyet edip de onu yapmaya muvaffak olursa, en az on misli sevap kazanır. Yine her kim, ayağı kayıp da bir kötülüğe meyleder ve bunu yapamazsa, kötülüğün karşılığı vizir ona yazılmaz; şayet bu adam, niyet ettiği kötülüğün içine düşer ve niyetini yerine getirirse, bu durumda da ona, sadece bir kötülüğün vizri yazılır.[13]
Dönüşteki Yansımalar
Bütün bunları bırakıp da yeniden çile ve mihnet yurduna hicret, ancak O’nun gibi bir Nebi’nin yapabileceği bir şeydi; görmüş, gördüklerini ümmetine de göstermek için geliyor; duymuş, duyduklarını ruhlarımıza duyurmak için aramıza geri dönüyordu. Rü’yet ufkuna kadar bütün mâverayı görmüş; gözleri kamaştıran o güzellik armonilerini arkadan gelenlerle paylaşıp kapıyı da, müstaid ruhlar için aralık bırakma adına ümmetinin arasına dönüyordu. İşin özü; kendisi gibi gitmiş, kendisi gibi görüp duymuş ve yine kendisi gibi de geri dönüyordu. Gidişi, herkese açık bir ders olduğu gibi gelişi de, ayrı bir mesaj içeriyordu.
Ve... Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gecenin bir anında çıktığı bu kadar uzun yolculuğu tamamlamış; yaşadığı bunca hadiseyi çok kısa bir ana sığıştırarak yine geri gelmişti. Tabii olarak konuyu ilk anlattığı kişiler de, en yakınlarıydı; sabah namazını kılınca ev halkına dönmüş ve gecenin bir anına sığan bunca hadiseyi anlatmaya başlamıştı.
Meseleyi duyunca Ümmü Hâni validemiz, büyük bir tedirginlik geçirecek ve bunları kimseye anlatmamasını talep edecekti. Hatta, kalkıp giden Efendimiz’in ridasından tutup çekecek ve O’nu engellemeye çalışacaktı. Zira, zaten fırsat kollayan can düşmanlarının, bu konuyu malzeme yapıp Allah Resûlü’ne acımasızca saldıracaklarından endişe ediyor ve:
– Ey Allah’ın Nebisi! Sakın bunları insanlara anlatma; çünkü onlar Seni yalanlar ve Sana eziyet ederler, diyordu. Efendimiz ise:
– Allah’a yemin olsun ki, mutlaka bunu da anlatacağım, diyor ve Allah’ın açıktan bir ikramını insanlardan gizlememek gerektiğini, ortaya koyuyordu.
O’nun, her şeye rağmen konuyu insanlara anlatmak üzere evden çıktığını gören Ümmü Hâni, hizmetçisini çağırarak:
– Git ve Resûlullah’ın peşine takıl; tâ ki, konuyu insanlara anlattıklarında insanların nasıl bir tepki verdiklerini bana haber ver, diye tembihte bulunacak ve bu hadisenin, Mekke’de nasıl bir yankı meydana getireceğini merak edecekti.
Derken Efendiler Efendisi çıktı ve Kâbe’ye gelerek orada karşılaştığı insanlara isrâ ve mi’raç hadisesini anlatmaya başladı. Duyan herkes büyük bir şaşkınlık meydana geliyordu; nasıl olabilirdi? Bir insan, hem de gecenin sadece bir anında Mekke’den yola çıkar, önce Mescid-i Aksâ’ya gelir ve buradan da semalar ötesi sırlı bir yolculuk yaparak yine Mekke’ye nasıl geri dönebilirdi? Bir de buna, mücerret bir yolculuğun dışında, her bir durağında karşılaşılan hadiseler eklenince, konu onlar açısından içinden çıkılmaz bir hale bürünüyordu. Bir beşer olarak, hiçbir insanın üstesinden gelemeyeceği bir meziyetti bütün bunlar...
İki Kervanın Şehadeti
Halbuki Allah, her şeye kâdirdi ve risaletle görevlendirdiği en sevgili kuluna böyle bir yolculuk yaşatarak, hem bu kudretini insanlara da gösteriyor hem de iç içe geçmiş âlemlerin arasında aslında çok ince bir perdenin olduğunu ortaya koyuyordu. O istedikten sonra, olmayacak hiçbir mesele yoktu ve Allah (celle celâluhû), âlemlere rahmet olarak gönderdiği Son Nebi’sini, bütün olumsuzluklara rağmen muzaffer kılmak istiyordu. Böylelikle hem Nebi’sine, önceki hiçbir peygambere nasip olmayan nice turfanda ve doyumsuz haz yaşatmış hem de ümmeti için O’nun, Hakk katındaki konumunu anlatmış oluyordu.
– Peki, bunun alâmeti ne ey Muhammed, diye sordular. “Bugüne kadar biz böyle bir şeyle hiç karşılaşmadık.” diyorlardı.
Gerçi bu, bir ikram-ı ilahî idi ve meseleyi bütünüyle kavrayabilmek için güçlü bir iman lazımdı; Allah’a olan itimat ve güven tam olmadan bu anlaşılamazdı. Ancak, gördüğünün dışında bir başka meseleye şüphe ve kuşkuyla bakan kimselerin, anlayacakları dilden de konuşmak gerekiyordu. Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bunun alâmeti, falan kabilenin filan vadideki kervanıdır, buyurdu. Arkasından da şu ayrıntıyı anlattı onlara:
– Beni görünce kervandaki devenin birisi ürktü ve kervanı terk ederek kaçmaya başladı; ben de, gittiği yeri onlara göstererek develerini bulma konusunda yardımcı oldum. Yönüm, Şam cihetine idi ve sonra döndüm, Dacinân tarafına yöneldim. Burada, filanlara ait başka bir kervana rastladım; mola vermiş uyuyorlardı. Hatta, üzerini bir bezle örttükleri kırbalarından su içtim ve yeniden üstünü kapatarak olduğu yere koydum. Bunun ispatı da, o kervan. Şu anda Ten’îm’deki Beydâ denilen yerden Mekke’ye şu an girmek üzere; en önde de boz bir deve var. Devenin üzerinde ise, birisi siyah diğeri de alaca iki çuval var.
Gerçekten de bunlar, şaşılacak şeylerdi! Bu kadar detay, göz alıcı ve bakış bulandırıcı bu kadar sırlarla dolu bir yolculukta nasıl fark edilir ve unutulmadan gelinip muhataplarına anlatılabilirdi? Acaba, gerçekten bütün bunlar doğru muydu? Yok, yok... Bu kadar da olamazdı! Bu sefer Muhammedü’l-Emîn’in anlattıkları, kesinlikle doğru çıkmayacak ve mahcup olacaktı. Kendileri ise, büyük bir fırsat yakalamış ve Muhammed’in anlattıklarına bir daha muhatap olmamak üzere bu defteri kapatacaklardı!
Heyecanla tarifi verilen yere yönelip beklemeye durdular; acaba, Beydâ tepesinden ilk gelen devenin rengi ne olacaktı ve üzerindeki yük de gerçekten Muhammedü’l-Emîn’in anlattığı gibi miydi?
Çok geçmeden Ten’îm’deki bu tepenin üzerinde, yavaş yavaş bir kervan beliriverdi; en önde ise, gerçekten anlatıldığı gibi boz bir deve vardı. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ancak, henüz pes etmiş değillerdi; çünkü, bu bir rastlantı olabilirdi. Onun için, kervanın yaklaşmasını beklediler. Devenin üzerindeki yükle çuvalların rengini de görmek istiyorlardı. Aman Allah’ım! Gerçekten de, en öndeki boz devenin üzerinde iki tane çuval vardı ve bunlardan birisinin rengi siyah, diğerinin rengi ise de alaca idi. Mekkeliler, büyük bir bozgun yaşıyorlardı!
Ancak, yine de pes etme niyetinde değillerdi; ikinci bir kervandan daha bahsedilmişti ve Muhammedü’l-Emîn’in anlattıklarına inanabilmeleri için bunu da test etmeleri gerekiyordu. Hemen Mekke’ye inip kervanı bularak, yabancı bir bineğin hızından ürküp de kaçan devenin hâlini ve su kırbasının akıbetini sordular:
– Gerçekten de doğru; biz yolda giderken bir aralık, devenin birisi ürktü ve kervandan ayrılarak uzaklaşıp gözden kayboldu. Sonra da, devemizin olduğu yeri haber veren bu adamın sesini duyduk ve devemizi bulup bağladık. Su kırbasına gelince onu, uyumadan önce ağzını kapatıp koymuştuk; uyandığımızda suyundan içmek istedik. Ancak, üzeri açılmadığı halde kırbanın içinde su yoktu; gerçekten buna bir anlam veremedik, diyorlardı.[14]
Kureyşlilerin Mescid-i Aksâ’yı Tarif Talepleri
Kureyş adına, tutunulabilecek en küçük bir dal kalmamıştı; bir ümit deyip üzerine gittikleri kapılar teker teker yüzlerine kapanmış ve kabulle inkâr arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Bu tercihi yapmamak için makûl bahaneler bulmaları gerekiyordu. Çünkü, zaten kabullenmek istemiyorlardı; bu kadar açık emareler varken inkâr etmek de makûl değildi. Onun için aralarından birisi ileri atıldı:
– Mescid-i Aksâ’ya gittiğini söylüyorsun; madem onu bize bir anlatıversen! Mescidin kaç kapısı, ne kadar penceresi var, deyiverdi.
Rahat bir nefes almışlardı. Evet ya, madem gittiğini söylüyordu, öyleyse pencere ve kapılarını da anlatmalıydı. Kendilerince haklıydı; zira maneviyata kapalı kalpleri maddenin ötesindeki bir delile itibar etmiyordu.
Ancak Efendiler Efendisi, işin mekân boyutunu nazara alan bir seyahat yapmamıştı; onun için de pencere ve kapılarıyla ilgili istatistikî herhangi bir bilgiye sahip değildi. Her türlü delili gördükleri halde bir türlü inanmayan ve hâlâ yeni yeni deliller talep edip zorluk çıkarma peşinde koşan bu inatçı insanların tavrı karşısında büyük bir sıkıntı yaşamaya başlamış, mahz-ı küfür kokan tavırlarından da oldukça bunalmıştı.
Ancak, O’nun Rabb-i Rahîm’i vardı ve böyle bir durumda da imdadına koşacak ve Mescid-i Aksâ’yı getirip karşısına dikiverecekti. Sanki Kâbe’ye dev bir ekran kurulmuş ve Mescid-i Aksâ’nın her bir köşesi de bu ekrana yansıtılıvermişti. O kadar ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerin sordukları her bir soruya Mescid-i Aksâ’ya bakarak cevap veriyor ve böylelikle gelebilecek bütün itiraz noktalarını kapatmış oluyordu.[15]
Küfrün kin ve nefretini zirveye çıkaran bir manzaraydı bu… Tam, şimdi işini bitirdik, dedikleri yerde Efendimiz hiç ihtimal vermedikleri bir hamle yapıyor ve yine müşrikler işin en gerisinde kalıveriyorlardı! Zaten imana niyetleri yoktu; bütün bunları, bir açığını çıkarır da önünü kesebilir miyiz diye yapıyor ve akla gelmedik entrikalarla etrafındaki insanları uzaklaştırmanın planlarını kuruyorlardı.
Bu sırada, Ebû Cehil’in yolu da Kâbe’den geçiyordu. Kalabalığı görünce o da yaklaştı; kendince bir lâf daha sokuşturacak ve Allah’ın Resûlü ile alay edecekti. Yaklaştı ve alayvârî bir eda ile:
– Bu gece yine ne var? Yeni bir şey mi var, diye sordu. Efendiler Efendisi, yüzünü ona doğru çevirdi ve olanca vakarıyla:
– Evet, dedi önce ve arkasından ilave etti:
– Allah (celle celâluhû) Beni, gecenin bir anında Beyt-i Makdis’e götürdü.
Ebû Cehil’in de kafası karışmıştı ve:
– Sonra da aramıza geri geldin, öyle mi, diye tepkisini dile getirdi. Zira onlar bu yolculuğu, aylar süren yorucu ve meşakkatli seferler sonucu yapabiliyorlardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tereddütsüz cevap verdi:
– Evet, hem de, diğer peygamber kardeşlerimle namaz kıldım.
Duydukları karşısında önce, sevinçten bir çığlık kopardı Ebû Cehil. Onun için bu, bulunmaz bir fırsattı. Kendince bu işin sonu gelmişti. Alttan alan bir ses tonuyla Efendimiz’e yöneldi ve:
– Kavmini toplasam, bana anlattıklarını onlara da anlatır mısın, dedi.
Bunda gizlenecek bir durum yoktu ki!.. Zaten, anlatıyordu; zira, Allah’ın lutfettiği bir ikramı, insanlara anlatmamak olmazdı. Bunun için:
– Evet, dedi.
Bu garantiyi de almıştı ya, Ebû Cehil’in keyfine diyecek yoktu. İnsanları toplamak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
– Ey Ka’boğulları! Hemen buraya gelin!
Hz. Ebû Bekir Farkı
Artık bunu, Mekke’de duymayan kalmamıştı. Nihayet Hz. Ebû Bekir’in de yanına geldiler. Kanaatleri kesindi; artık Ebû Bekir’in yolu, Muhammedü’l-Emîn’den ebediyen ayrılacaktı. Çünkü bu, O’nun bitip tükenişi (!) anlamına geliyordu. Kapıyı açar açmaz şöyle diyorlardı:
– Ey Atîk![16] Senin arkadaşının bugüne kadar söyleyip durduğu meseleler, hem kolay hem de kısmen de olsa olması muhtemel şeylerdi. Ancak, gel de bugün olanlara bir kulak ver!
Hz. Ebû Bekir, yufka yürekli bir adamdı ve müşriklerin, Efendisine bir kötülük yapmış olabilecekleri endişesiyle:
– Yazıklar olsun size! Ne oldu arkadaşıma? Başına bir şey mi geldi, dedi.
– O, şu an Kâbe’de. İnsanlara, Beytü’l-Makdis’e nasıl gittiğini anlatıyor, diye cevapladılar, istihzâlı bakışlarla. Aralarından birisi ileri çıkarak:
– Gecenin bir anında gitmiş ve yine aynı gece aramıza geri dönmüş, diye ilave etti.
Mesele şimdi anlaşılıyordu. Acı acı yüzlerine baktı Hz. Ebû Bekir. Ardından da:
– Ey cemaat, diye seslendi onlara. Duygularına seslenmek istiyordu ve şunları söyledi teker teker:
– Bunda ne var ki? Sizler, bunun doğru olmadığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben, bundan öte ne meselelere inanmışım bir kere! O’na, sabah akşam gökler ötesinden haber gelip durduğuna inanıyor ve tasdik ediyorum ben!
Ne hayallerle kapısına gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı? “Şimdi işini bitirdik.” dedikleri bir hamleleri daha boşa çıkıyordu. Zafer nârâları atmaya hazırlanırken yine hezimet yutkunmak düşmüştü paylarına. Ve, kinlerini gayızla yutkunduracak son hamle geldi Hz. Ebû Bekir’den (radıyallahu anh):
– Şayet, bunları O söylüyorsa, mutlaka doğrudur.[17]
Atalarından tevarüs ettiği, yahut da tesadüfen kendini içinde bulduğu bir gönülden çıkmayacak cümlelerdi bunlar; Hz. Ebû Bekir söylüyordu. Ona göre, bir şeyin doğru olup olmaması, bütün Hicaz ehlinin söyledikleriyle değil; gözünün nûru ve gönlünün mimarı Muhammedü’l-Emîn’in dedikleriyle ölçülürdü. Bunun için, “Ne olmuş?”, “Acaba öyle mi olmuş?”, “Sizler yanlış anlamış olabilirsiniz” ve “Bu işte başka bir iş olmalı, siz böyle yorumluyorsunuz.” gibi bir kapıyı asla açmamış ve bir anlık bile olsa tereddüt emaresi gösterip müşrikleri sevindirmemişti. İşte bu, ‘sıddîkiyet’ makamıydı ve o günden sonra da Hz. Ebû Bekir’e, ‘Sıddîk’ denilmeye başlanacaktı. Çünkü hemen akabinde Hz. Ebû Bekir, Kâbe’ye koşacak ve işin gerçek yönünü bizzat Allah Resûlü’nden dinlemek isteyecekti:
– Yâ Resûlallah! Sen bunlara, gecenin bir vaktinde Beyt-i Makdis’e gidip geldiğini söyledin mi?
– Evet, diyordu Allah Resûlü. Bir adım daha attı Hz. Ebû Bekir; maksadı, müşriklerin baskısını hafifletmek ve Efendimiz’e yardımcı olmaktı:
– Onu bana anlatır mısın; çünkü ben oraya daha önce de gittim, biliyorum, dedi.
Efendiler Efendisi anlattıkça Hz. Ebû Bekir:
– Evet, aynen dediğin gibi; ben şehadet ederim ki Sen, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, diyordu.
Bu tavrı onu, sıddîkiyet mertebesine yükseltecekti; zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sen yâ Ebâ Bekir! Bundan böyle Sıddîk’sin, diyecekti.[18] Artık bu nebevî nişan, Hz. Ebû Bekir’in ayrılmaz bir parçası olacak ve hep, kıyamete kadar onun adıyla bütünleşecekti.
Namaz Vakitlerinin Tayini
Miraç yaşanmış ve namaz farz kılınarak, mü’minlere, aralık bırakılan kapıdan her gün miraç yapma imkan ve fırsatı sunulmuştu. Çok geçmeden Cibril-i Emin, yine Efendimiz’in yanındaydı. Çünkü “Namaz kılın!” denilmişti; ama namazın nasıl kılınacağı, hangi vakitlerde ve kaç rekat olarak eda edileceği hususunda pek fazla bir malûmat yoktu. Gerçi Hira’daki vuslatın ardından kılınmaya başlanan iki ayrı vakitte ve ikişer rekat olarak kılınan bir namaz vardı ve ardından da gece kılınan teheccüd namazı farz kılınmıştı. Ama şimdiki durum belli ki daha farklıydı. İşte Cibril de, namazla ilgili meçhul gibi duran bu hususları açıklamak için gelmişti.
Tam zeval vaktiydi ve güneş meyleder etmez Cebrail namaza durdu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, onun arkasında saf tutmuştu. Öğle namazı bitmiş ve ikindi vakti gelmişti. Eşyanın gölgesi tam kendi boyu kadar olduğu bu ilk vakitte tuttu, ikindi namazına başladı. Yine Efendiler Efendisi, Cibril’in cemaatiydi. Güneş batınca akşam namazına, şafağın aydınlığı kaybolunca da yatsı namazına durdular ve yine cemaat halinde namazlarını kılmışlardı. Gecenin karanlığı, yerini aydınlığa bırakmaya başladığı ilk vakitlerde; yani fecir doğar doğmaz da sabah namazını kılacaklardı. Böylelikle bir günün namazı tamamlanmış oluyordu.
Ancak mesele burada noktalanmayacaktı. Öğle vakti Cibril yine geldi. Bu sefer güneş, bir hayli ilerlemiş ve eşyanın gölgesi kendi boyu kadar uzamıştı. Yine en hayırlı cemaat teşekkül etti ve namazlarını kıldılar. İkindi vakti, gölgelerin iki kat uzadığı zaman kılınıyordu. Akşam, güneş battığı zaman kendi vaktinde; yatsı ise, gecenin üçte ikisi geride kaldıktan sonra kılınacaktı. Sabaha gelince o, güneş doğmadan biraz önceye denk gelmişti.
Bu iki günlük namaz taliminin ardından Cibril-i Emîn, Muhammedü’l-Emîn’e dönerek şunları söyledi:
– Yâ Muhammed! İşte namazlar, dünkü vakitlerle bugünkü vakitlerin arasındaki zamanlarda kılınacaktır.[19]
İsra ve miraç hadisesi, imanla küfür arasındaki çizgiyi daha da belirginleştirmişti. İnkar edenler kendi karanlık dünyalarına dönüp daha kalıcı tuzaklar peşine giderken iman edenler ise, her şeye rağmen en muannitlere bile hakkı anlatma azmini yenileyecek, imana müheyya yeni simalar bulma yarışının erleri olmaya devam edeceklerdi.
[1] Bazı rivayetlerde bu hadisenin başlangıç yeri, Ümmü Hâni’nin evi değil de Kâbe olarak anlatılmaktadır. Muhtemelen, Ümmü Hani’nin evinde bulunduğu o akşam Allah Resûlü (s.a.s.), ibadet maksadıyla Kâbe’ye gelmiş ve bir müddet ibadet ettikten sonra Hatîm denilen yerde bu hadise vuku bulmuştu.
[2] İsrâ ve miraç, Kur’ân ve sahih sünnetle sabit mütevatir bir mucizedir. Bu seyahate Allah Resûlü (s.a.s.), ruh ve bedeniyle birlikte gitmiş, Cibril’i de geride bırakarak nail olduğu olağanüstü iltifatlara rağmen yine ümmetinin arasına dönerek onlar için de, günde beş vakit eda edilecek bir miraçla yükselme ufkunu ortaya koyup kapıyı da sonuna kadar aralık bırakmıştır.
Bilhassa Kur’ân açısından bakıldığında konuyla ilgili ayetlerin müphemiyet içinde meseleyi ele aldıkları görülmektedir. Zira bu, imanî bir meseledir ve imanın dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin elinden ihtiyarı almamak için Yüce Mevlâ, isra ve miraçla ilgili ayetlerde, sadece güçlü bir imanla bakanların anlayabileceği bir üslup kullanmış ve böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi onaylatamayanlar için de merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, sarih ayetin ifade ettiği mânâyı inkâr eden, şüphesiz bu rahmetten mahrum kalacak ve bu mahrumiyet ise, o insanı her şeyden mahrum edecekti.
[3] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/242, 243
[4] Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 8/3
[5] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 3/18; Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/7
[6] Buhâri, Sahîh, 5/2193 (5489)
[7] Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/1
[8] Genel olarak Sidretü’l-Müntehâ, yedinci semanın üzerinde, Arş’ın sağ tarafında ve altından, müttakiler için vadedilen cennet ırmaklarının fışkırdığı bir mübarek şecere şeklinde resmedilmektedir. Burayı anlatırken Efendimiz (s.a.s.) de, “Gölgesinde bir süvari, yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi aşıp kat’edemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir” buyurmaktadır. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/1
[9] İbn Kesîr, Tefsîr, 3/33; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/147
[10] Müslim, Sahîh, 1/159 (290)
[11] Konuyu anlatırken Kur’ân, “O’nun gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlarını müşahede etti.” (Bkz. Necm, 53/17, 18) ifadelerini kullanmaktadır.
[12] Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 27/48
[13] Müslim, Sahîh, 1/145 (162, 163)
[14] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/248, 249
[15] İbn Sa’d, Tabakât, 1/215
[16] Hz. Ebû Bekir’in, yüzünün güzelliğinden veya kendisine annesi hamileyken ebeveyninin adaklarından dolayı yahut da cehennemden kurtulduğunun müjdesi verildiğinden dolayı kendisine verilen ünvanlarından birisiydi.
[17] Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322)
[18] Hâkim, Müstedrek, 3/65 (4407); Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/41; İbn Hişâm, Sîre, 2/244; Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/403 (322)
[19] Nesâî, Sünen, 1/256 (513); Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 2/192 (1689)