Miraç Olan Namaz





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 02/14/2023
Clap

Her namaz, Miraç olmaya adaydır. Fakat bu, namazı eda eden müminin cehdine bağlıdır. Makalemizde, namazı, Miraç hâline getirmeye vesile olabilecek bazı özellikleri zikretmeye çalışacağız.

Peygamber Efendimiz Aleyhi’s-salâtü ve’sselâm Miraç ile en yüce âleme yükseldiğinde ümmetini unutmadı. Cenâb-ı Allah’ın onları da Miraç’ın feyizlerinden nasiptar etmesini niyaz etti. O (celle celâlühü) da beş vakit namazı emretmek suretiyle bu imkânı ihsan etti. Süleyman Çelebi’nin Mevlid adıyla meşhur olan Vesîletü’n-necat manzumesinde bu gerçek, muhalled ifadesini şöylece bulmuştur:

Sen ki Mi’rac eyleyip ettin niyaz

Ümmetin Mi’racını kıldım namaz.”

Fahreddin Râzî bu konuyu şöyle dile getirir: Hz. Peygamber Miraç’a varıp geri dönmek istediğinde: “Ey izzet sahibi Rabb’im! Seyahate çıkan insan vatanına dönmek istediğinde eşine, dostuna, ahbabına hediye götürmek ister” dedi. Bunun üzerine O’na: “Senin ümmetine verilecek hediyen beş vakit namazdır.” denildi.[1] Hz. Peygamber’in Mirac’ı anlatan ifadelerinde gördüğümüz gibi, hem de elli vakit ibadet sevabına denk olmak üzere beş vakit namaz verilmişti.[2] “es-Salâtu mi’racu’l-mü’min (Namaz müminin Miracıdır.)” Bu lafızlarla sabit olmasa bile, beş vakit namazın, Mirac’ın en büyük hediyesi olduğu hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Kaldı ki bu lâfızla da rivayet bulunmaktadır.[3]

Her namaz, Miraç olmaya adaydır. Fakat bu, namazı eda eden müminin cehdine bağlıdır. Makalemizde, namazı, Miraç hâline getirmeye vesile olabilecek bazı özellikleri zikretmeye çalışacağız. Söyleyeceğimiz hususlar, aslında namazda mevcuttur. Bizim yapacağımız iş, sadece onları hatırlatmaktan ibarettir.

Namazın ilk şartı, hadesten taharet, yani mânen temiz, arınmış olmaktır ki bu, gusül veya abdest alarak yapılır. Sonra necâseten arınma, bedenimizin, giysilerimizin, namaz kılacağımız yerin temiz olmasıdır. Çünkü dinimiz, temizlik üzerine bina edilmiştir. “Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.”[4] Abdest esnasında ellerimizi, yüzümüzü, ağzımızı, burnumuzu, kollarımızı, başımızı, kulaklarımızı, ayaklarımızı yıkayarak bu azalarımızı maddeten temizleriz. Bu elbette güzel bir iştir. Fakat bundan daha önemli olan el, göz, ağız, ayak, kulak gibi azalarımızla işlediğimiz mânevî kirlerden arınmak, günahlardan pişmanlık duyarak onları gidermeye çalışmaktır. Böylece o günahlardan ve bu harika azaların şükrünü îfâ etmeme sorumluluğundan kurtulmaya çalışmaktır. Abdeste bu niyetle girişirsek, bu gayeye ulaşabileceğimizi umabiliriz. Nitekim abdestin bu fonksiyonu Peygamber Efendimiz tarafından açıkça müjdelenmiştir:

Mü’min abdest alırken yüzünü yıkayınca gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar, yanaklarından damlayan o su ile dökülür, gider. Ellerini yıkayınca, elleriyle işlediği hataların vebali, abdest suyu ile kaybolur. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarının sebep olduğu günahlar dökülür. Tâ ki bütün günahlarından arınmış olur.”[5]

Ezân-ı şerîf okunuyor. Hak Tealâ müezzinin lisanıyla büyüklüğünü, rububiyetini bildirip O’na karşı ubudiyetimizi ortaya koymamızı istiyor. Ezanı dinlerken, kıyamet günü ibadete davet edecek ezanı düşüneceğiz. Dünyada iken ezana kulak verip ibadet edenler, kıyamet ezanını da işitip icabet edecekler.[6] Dünyada icabet etmeyenler ise o çağrının gereği ibadeti yapamayacaklar, son derece mahcup ve zelil olarak Cehennem’e girmeyi bekleyeceklerdir. “O gün işler son derece güçleşir, paçalar tutuşur. Bütün insanlar secdeye davet edilir, fakat kâfirler secde edemezler. Gözleri yerde, kendilerini zillet kaplamıştır. Hâlbuki dünyada bedenleri sağlam, azaları sâlim iken de secdeye davet edilirler; ama bunu yapmazlardı.” (Kalem 68/ 42-43) âyetleri, birçok müfessire göre, bu çağrıya işaret etmektedir. Ezan diğer taraftan, dünyaya ilk geldiğimizde kulağımıza okunan ezanı hatırlatır. O ezan ise, namaz ezanlarını hatırlatmak ve kıyamet ezanını düşündürmek içindir. Ömrüm iki ezan arasındaki vakit gibi ne çabuk da geçmiş!

Ezana icabet borcumuzu üç şekilde yaparız:

1- Ezan kelimelerini yavaşça tekrarlayarak dinin esası olan hakikatleri ikrar ve ilan ederiz, ezan duasını yaparız.

2- Camiye doğru yürüyerek Rabb’imizin davetine kulak veririz.

3- Kıyamet ezanını düşünerek o gün yapılacak ibadet davetine icabet etmemizi kolaylaştırmasını Rabb’imizden niyaz ederiz. Bir taraftan da dünya hayatında, kulaklarına okunan ezanı unutanları düşünürüz. Bu çağrıya kulak vermeyenler de geçip gittiler. “Vakit bulamadım” “İşlerim çoktu” mazereti hiç fayda vermedi. İşlerini bitiremeyenler de birbiri ardından, sür’atle mezarı boyladılar.

Bunları düşünürken daveti kabul edip mescide yöneliyorum. “Kim ki evinde güzelce abdest alır, sonra Allah’ın farz kıldığı ibadetlerden birini yapmaya giderse, attığı adımlardan her birisi onun günahlarını siler, diğeri derecesini yükseltir.[7] Ne büyük devlet Ya Rabbi! Ka’be-i Muazzama’nın bir şubesi hükmünde olan mescid-i şerîfe girerken Ka’be’nin etrafında gittikçe genişleyen safları, o halkaları hayalimde canlandırıyorum. Halkalar genişleye genişleye tâ benim memleketime de ulaşıyor. Bu saflarda her Müslüman’ın, adeta numaralı bir yeri vardır. Bu güzel fotoğraf karesinde yerimi almak için şevkle yerime geçiyorum. Bu toplantıda yok sayılmayı büyük bir kayıp biliyorum. “Bir kişinin cemaatle namaza devam ettiğini görürseniz onun imanlı olduğuna şahitlik ediniz.”[8] Makamı, sadece yerini her zaman alan bu mümine mahsustur. Hz. Peygamber, Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) gibi Cennet’le müjdelendiğini bildirdiği bir zâtın, başka bir sahabisi hakkında “O mümindir.” demesini kabul etmemiş, “Olsa olsa Müslim’dir.” diyebileceğine dair uyarmıştır.[9] Merkezi Kabe-i Muazzama olarak yeryüzünün çok uzak diyarlarına kadar yayılan o muntazam safların teşkil ettiği muhteşem manzaranın Mele-i A’la’dan seyredildiğini ve İlâhî kameralarla melekler tarafından kayda alındığını düşündüm. Mümin olarak namaz ile dile getirdiğim her bir iman esasının, her bir İslamî hükmün, dünyayı dolduran o muhteşem topluluk tarafından imza edildiğini hissettim. Bunlara inananların benim gibi üç beş kişiden ibaret olmadığını gözlemledim. Kalabalık bir ortamda, tartışılan bir konuda fikrini söyleyen bir insan, etraftan destek gelmezse, kabul görmediğini düşünerek cesareti azalır, morali bozulur. Ama fikrini söyler söylemez sağdan soldan “Hay Allah senden razı olsun!”, “Ben de katılıyorum!”, “Ağzına sağlık!”, “Çok yaşa!”, “Çok doğru söyledin!” sesleri yükselirse bu hükmün doğruluğu adeta gök kubbeyi kaplar. Cemaatle namazda her Mü’min’in söylediği, milyonlarca Müslüman tarafından böyle bir teyide mazhar olduğundan, Müslümanların imanları, yakinleri büyük bir kuvvet kazanır, imanları tazelenir. Ne kadar haklı bir yolda olduklarının hazzını yaşarlar.

Diğer taraftan şunu düşündüm: Namaz vakitleri Güneş’in (daha doğrusu Dünya’nın) hareketine göre dakika dakika doğudan batıya doğru ilerlediği için, her dakika yerküreden ezan sesleri eksik olmamakta, namaza davet ve imanın esasları her an insanlığın bir kesimine duyurulmaktadır. Saf tutanlar, mütemadiyen birbirine eklenmekle büyük dünya camisi, devamlı bir aktivite ve canlılık ortaya koymaktadır.

Mescide girip önce münferit olarak ibadetimizi, sünneti kılmakla yaptıktan sonra ezanın bir başka şekli olan ikamet bizi cemaat-i kübrâda birleşmeye davet eder. Bu namazımın, dünyada iken kılacağım son namaz olduğunu düşünüyorum. Böyle olması pekala ihtimal dâhilindedir. Öyle ise bu şuurla namaza durmalıyım. Selef-i sâlihinin müstehab saydıkları bir uygulamayı hatırlıyorum, bu noktada. Farz namaza durulacağında ikametten sonra imam efendi namaza başlarken yüksek sesle bütün cemaate duyuracak şekilde; “Sallû salâte’l-müveddi’ - Bu namazı son namazınız düşüncesiyle kılın! ‘Elveda’ diye dünyaya el sallayan biri olarak kılın!” derdi. Şimdi de bazı İslâm ülkelerinde bunu tatbik eden birkaç imam gördüğümü hatırlıyorum. Bu şuur, beni dünyada yarım kalan iş bırakmamaya alıştırır. Ölümü, ahireti çok uzaklarda zanneden, hattâ onları hiç hatıra getirmek istemeyen nefsimi gafletten uyandırır. Şeytanı dinleme deliklerini tıkar.

İftitah tekbiri ile böylece, âdeta dört tekbirli cenaze namazım kılınıyor gibi dünyadan ayrıldığımı, yalnız Rabb’ime yöneldiğimi ilân etmiş oluyorum. Kâinata galaksilerden Güneş Sistemi’ne, atomlara varıncaya kadar her tarafta kendisini izhar eden rübubiyyet tezahürüne karşı, diğer cemaatle beraber ubudiyetimizi ikrar etmek üzere: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’ın hakkıdır.” diyoruz. En bariz sıfatları olan rübûbiyyet ve rahmetini, mahşerde herkesin yaptıklarından tek tek hesaba çekileceği büyük duruşma gününün mutlak Hâkim’i olduğunu ilân ederiz. Şahsım, bütün müminler, bütün şuurlu varlıklar, hattâ canlı ve cansız olarak bütün varlıkları temsilen ve onlarla birlikte: “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen’den medet umarız.” deriz. Sonra bizi dosdoğru yola, sırât-ı müstakime hidayet etmesini, ondan ayırmamasını, bu yolu en iyi temsil eden peygamberlerin, sıddiklerin, şehitlerin, salih zâtların, âlimlerin, velilerin nuranî kafilesine bizi ilhak etmesini, gazab-ı İlâhîye müstahak olan ve doğru yoldan sapanlardan etmemesini niyaz ederiz.

Hususen teşehhüdde bu Mirac zirvesine çıkar. Diz çökmüş vaziyette iken, Miraç’ta Sidre’yi ve Cibril’i geride bırakıp huzur-i İlâhî’de diz çöken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Rabbü’l-âlemin Hazretleri’ne en kapsamlı selâm olarak sunduğu: “et-tahiyyâtu lillâhi ve's-salavâtu ve’ttayyibât”[10] kutlu ifadelerini yâd ederim. O’nun Mirac’ında arz ettiğini, ben de Mirac’ımın gölgesine mazhar olmasını umduğum namazımda arz ediyorum: “Ya Rabbena, bizi yeryüzünde halife kıldın, bütün mahlûkatının üzerine çıkardın, hilkatin merkezine yerleştirdin. Ben bütün onlara vekâleten, hayata mazhar ettiğin ne kadar canlı varsa, onların hayatlarıyla Sana yaptıkları bütün fıtrî ubudiyetleri ben de Sana takdim ediyorum. Onlar Sen’in hayy, kayyum, halık, musavvir, rezzak, rahman, kerim gibi sıfatlarını tecelli ettiriyorlar. Sana kâinat çapında bir ubudiyet sunuyorlar. Benim ibadetim hiç hükmündedir. Ama benim elimden gelseydi, onların yaptıkları kadar ibadet etmek isterdim. Sen buna ve daha fazlasına layıksın. Onun için halife unvanımla, bütün o ubudiyetleri, onlara vekaleten, kendime asaleten Sana arz ediyorum. Salavatlar da Sana’dır ya Rabbena! Sen’in yarattığın altı bin kadar dil ile konuşan yaratıklarının bu dillerle Sana yönelttikleri hamdler, senalar, dualar, niyazlar da Sana’dır. Bütün tayyibat da Sana’dır ya Rabbena! Sana inananların Sen’in rızan için yaptıkları bütün fedakârlıklar, bütün hayırlı işler, Allah yolundaki bütün infak ve harcamalar Sana’dır.”

Hak Tealâ bütün insanlığın Elçisi olarak huzuruna kabul buyurduğu Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu selâmına şöyle mukabele etmişti: “Es-selâmu aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullahi ve berekatuh - Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketleri sana olsun ey şanlı Elçi!” Âlemlerin Rabbi tarafından mazhar olduğu bu muazzam devlet ve iltifat Efendimiz’e (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini unutturmadı ve şöyle mukabele etti: “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdi’llahi’s-sâlihîn -Selâm bize olduğu gibi Allah’ın bütün iyi ve salih kullarına da olsun ya Rabbena!” Geriden bu manzarayı temaşa eden Cibril, bütün göklere duyuracak şekilde “Eşhedu en lâ ilahe ille’llâh ve eşhedü enne Muhammeden resulullâh” dedi. İşte Miraç gecesindeki bu ulvî mükâlemeyi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetine öğretti, namazlarında okumayı vâcip kıldı ki, ümmet de Miraç’tan nasiptar olsun. Tahiyyatta “Allah’ın selâm, rahmet ve bereketleri sana olsun ey şanlı Elçi!” hitabının çeşitli inceliklerinden biri de zannımca şudur: Hak Tealâ müminlerin namazda Elçi’lerini hatırlamalarını, onu yanlarında görür gibi hitap ederek, bu hidayet mutluluğuna onun vesilesi ile erdiklerini hatırlamalarını ve ona teşekkür etmelerini dilemektedir. Bu itibarla her Mü’min gibi ben de, Hak Tealâ’nın “es-selâmü aleyke eyyühe’n-Nebiyyü” hitabını dinlerken, aynı zamanda kendi adıma da Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sunup ona olan teşekkür ve minnettarlığımı, teşehhüde ve devamındaki salât ü selâmlarla ifade ettiğimi düşünüyorum.

Ümit ederim ki, bu hakikatleri hatırlayıp tefekkür etmekle namazımız Mirac’ın gölgesine mazhar olur. Böylece her vakit namazımız, bizi mânen arındırır ve iki namaz arasındaki hatalarımıza kefaret olur. Tahiyyat’tan sonra namazdan çıkarken Müslüman’ın hayat anlayışını özetleyen şu dua ile ibadetini bitirmesi de çok mânidârdır:

Ya Rabbena! Bize dünyada da iyilik, mutluluk, ahirette de iyilik, mutluluk ver ve bizi Cehennem azabından koru!

 

[1] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir tercümesi, Suat Yıldırım ve arkadaşları, Akçağ yay., Ankara, 1988, Fatiha tefsirinin son kısmında, 1/387-388.

[2] Sahih-i Müslim, İman, 259; İmam Ahmed, Müsned, 3/149.

[3] Bu hadis rivayeti için bkz: Süyuti, Şerhu Sünen-i İbn Mace, s.313; Münavi, Feyzu’l-Kadir, 1/497; Alusi, Ruhu’l-meani, 18/73.

[4] Bakara 222.

[5] Sahih-i Müslim, Tahare 32.

[6] Gazali, İhya, Namazın Deruni Adabı bahsi, A. Serdaroğlu trc. 1/ 448.

[7] Sahih-i Müslim, Mesacid 282.

[8] Tirmizî, Tevbe suresinin tefsirinde; İbn Mace, Mesacid 19; İmam Ahmed, Müsned, 3/68; Darimi, Salat 23.

[9] Sahih-i Müslim, İman 237; Ebu Davud, Sünne 15; Nesai, İman 7.

[10] Kurtubi, el-Cami’ li-ahkami’l-Kur’an, 3/475; İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 5/121.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 02/14/2023