Miraç Işığında İdeal Toplumun Nitelikleri





Author: Prof.Dr. Muhittin AKGÜL - min read. - Post Date: 02/14/2023
Clap

Bütün nimetlerin sahibi Yüce Allah olduğundan, kulluk da ancak O’na olmalıdır. Zîrâ Allah Teâlâ katında imandan sonra en yüce mertebe kulluktur. Ondandır ki, Kâinatın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’rac gibi mucizevî bir yolculuğu anlatılırken başka vasfı değil de özellikle kulluğuna vurgu yapılmıştır.

Karanlıkların en koyusunun yaşandığı bir zaman diliminde insanlara rehber olarak gönderilen Yüce Resûl (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke döneminin ilk yıllarında öncelikle inanç esaslarına ağırlık vermiştir. Mekke döneminin sonlarına tekabül eden yıllarda, Kâinatın Yaratıcısı, yeryüzünün Efendisini (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğuna çıkarmış, bu yolculukta bütün insanlar adına O’na kendi âyetlerinden göstermiş, yepyeni ilke ve düsturlarla yeniden insanların arasına göndermiştir. O güne kadar belki de henüz bir toplum diyebilecek sayıda insan olmadığından, belli temel meselelere değinilirken, hiçbir varlığa nasip olmayan bu kudsî seyahatten sonra, temel toplumsal kurallara vurgu yapılmaya başlanmıştır. Zîrâ artık belli bir sayıya ulaşan ve toplum hâline gelen ashabın, İslâm’ın diğer ilkelerine de ihtiyaçları ortaya çıkmaya başlamıştır. İşte bu temel ihtiyaç ve ilkeler, içinde İsrâ-Mi’rac hâdisesinin de anlatıldığı İsrâ Sûresi’nde topluca zikredilmektedir.

Mi’rac seyahatinden dönerken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine, hediye olarak beş vakit namazı, Bakara Sûresi’nin son iki âyeti olan Âmene’r-Rasûlü’yü ve ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gidecekleri müjdesini getirmiştir.

Yüce Mevlâ bu seyahatte aynı zamanda Eşsiz Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), önemli toplumsal kurallara uymayan insanlara vereceği cezaları da göstermiştir. İşte uyulması gereken bu önemli kurallar da aynı zamanda İsrâ Sûresi’nde zikredilmiştir.

Merhale merhale inen Kur’ân âyetleri, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu seyahatinden sonra ideal bir toplumun temel ilkelerini ikame etmeye başlamıştır. Bu ilkeler öyle ilkelerdir ki, incelendiğinde de görüleceği üzere, kıyamete kadar gelecek ideal toplumların da vazgeçilmez kurallarıdır. Hattâ bu kurallar, sadece Ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) için değil, Hz. Musa’nın İsrailoğullarına getirdiği “on emir”le de benzerlik göstermektedir. Benzerdir, zîrâ temelde bütün peygamberlerin davası aynıdır. İşte bu makalede, bir anlamda İsrâ-Mi’rac yolculuğunun da bir hediyesi olarak kabul edeceğimiz ideal toplumun temel ilkeleri, (İsrâ 22-39. âyetleri çerçevesinde) kısaca ele alınacaktır. Bu ilkelerden birincisi:

 

  1. Allah’a Şirk Koşmama

Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.” (İsrâ 17/22) buyrulmuştur. Bu âyette Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmak yasaklanmaktadır. “Müşrik” Arapçada “eşreke” kelimesinin ism-i fâili olup, bir şeye ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, Allah'la beraber birtakım putlara tapmak gibi anlamlara gelmekte (İsfahanî, Müfredat, s.259-260) olup, ıstılahta ise; açıktan açığa Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatini taşıyan kimselere denir. (Elmalılı, Hak Dini, 2/94)

Burada İslâmî bir topluma sunulan ilk kural, Allah’ı birleme ve O’na şirk koşmamaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a şirk koşmak yasaklanmış, sapıklık olarak kabul edilmiş, büyük bir zulüm ve günah olduğu, şirk koşana Cennet’in haram kılındığı, şirkin, bütün amelleri boşa çıkaracağı, şirk koşanların asla affedilmeyecekleri ve ortak koşulanların hiçbir şeye güçlerinin yetmediği belirtilmiştir.

 

  1. Allah’tan Başkasına Kulluk Etmeme

İkinci kural ise insanların yalnızca Allah’a kulluk yapmalarıdır. “Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin..” (İsrâ 17/23) âyetiyle, Cenâb-ı Hakk’a inancın en önemli bir rüknü olan tevhid anlatıldıktan sonra, imanın akabinde dinin en önemli esası olan kulluğa vurgu yapılmıştır. Zîrâ kulluk ulaşılması gereken en yüce zirvedir.

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” beyanı, Allah’a ibadetle meşguliyeti ve O’nun dışındakilerden sakınmayı ihtiva eder. Zîrâ ibadet, saygının zirvesidir. Buna da Allah’tan başkası layık değildir. Çünkü bütün nimetlerin, hayatın, varlığın, hâsılı her şeyin kaynağı ve sahibi O’dur. Âyette ilk önce Allah’a ibadet tavsiye edilmekte, ibadet gönüllerde tam olarak yerleşince, ferdî ve içtimaî prensiplere geçilmektedir. Zaten Allah inancı ve O’na kulluk görevi yapmayan insanlardan, diğer hususların beklenmesi oldukça zordur.

Bütün nimetlerin sahibi Yüce Allah olduğundan, kulluk da ancak O’na olmalıdır. Zîrâ Allah Teâlâ katında imandan sonra en yüce mertebe kulluktur. Ondandır ki, Kâinatın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’rac gibi mucizevî bir yolculuğu anlatılırken başka vasfı değil de özellikle kulluğuna vurgu yapılmıştır. Nitekim Mevlâna Hazretleri de kulluğun en büyük bir pâye olduğunu: “Kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” sözleriyle ifade etmektedir.

Son nefese kadar kulluk, insanın yapması gereken en önemli görevidir. Allah’a kulluktan kaçanlar, başka şeylerin kulu kölesi hâline gelirler. Aynı zamanda Allah’a kulluktan kaçmak veya kullukta kusurlu olmak, toplumların başına nice felaketler de getirmektedir.

 

  1. Ana-Babaya İyilik

Üçüncü ilke ana-babaya güzel muamele etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu yerde Cenâb-ı Hakk’a kulluktan sonra ana-babaya iyilik emredilir ki, bu oldukça önemlidir. Aslında insanın varolmasında gerçek sebep Allah Teâlâ’dır. Fakat zâhirî esbap açısından ana-babadır. Bunun yanında insanın terbiyesi, güzel bir ortamda büyümesi, engin şefkat ve merhamet atmosferinde neş’et etmesi ana-baba sayesindedir.

Kur’ân-ı Kerîm değişik âyetlerinde, insanların anne-babalarına karşı takınmaları gerekli olan davranışlar üzerinde durur ve onları bu hususta teşvik eder. Kur’ân’ın, insanları çocuk ve torunlara karşı değil de, özellikle anne-babaya karşı saygıya, sevgiye ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmesi, insanın fıtratında olan bir eksiklikten dolayıdır.

İnsanlar, ellerinde olmayarak, sevgi ve muhabbetlerini, kendi çocuklarına, yeni ve gelecek nesle bağlarlar. İhtimamlarını geriye doğru yönlendirdikleri pek azdır. Yolcu durumunda olan ve kendilerine hayatı kazandırmış bulunan ana-babaları seyrek hatırlarlar. Bunun içindir ki, evlâtların geriye doğru dönüp, ana ve babalarına yakın alâka göstermelerini temin için, vicdanlarını coşturmaya ihtiyaç görülmüştür.

Baba ve annenin, evlâtların üstüne titremesi, insanın fıtratında vardır. Onlar için her türlü fedakârlığı esirgemez. Hattâ yeri geldiği zaman, canını bile feda etmekten çekinmez. Evlâda gelince, onlar kendilerine yapılanları kısa bir zamanda unutuverirler. Yönleri istikbale dönüktür. Hanımlarını, çocuklarını ve gelecek nesillerini düşünürler... Ve hayat böylece akıp gider...

İşte bunun içindir ki, anne ve babaların evlâtlarına ihtimam göstermeleri için tavsiyeye ihtiyaç hissedilmez. Böyle bir tavsiye ve emre ihtiyacı olan evlâttır. Bunun için de anne ve babalarına karşı vazifelerini hatırlamaları için vicdanlarının kuvvetle coşturulmasına ihtiyaç vardır. (Kutup, Fî Zilal, 4/2221)

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), müşrik dahi olsalar anne-babaya iyi davranılmasını öğütlemiş (Buhari, Hibe 28), anne-babaya yapılan iyiliklerin günahlara karşı kefaret olduğunu müjdelemiş (Tirmizi, Birr 6), vatanı korumak için savaşa giden bir sahabiye izin vermeyerek anne-babasının ihtiyaçlarını görmesini tavsiye etmiştir. (Nesai, Cihad 6).

İnsan küçükken âciz, zayıf ve muhtaç olduğu gibi, ana-baba da aynı duruma düştüklerinde, öf bile dememeli, asla azarlamamalı, tatlı söz söylemeli, onlara karşı oldukça mütevazı olmalı ve Cenâb-ı Hakk’a, onlara merhamet etmesi için dua etmelidir.

 

  1. Akrabaya-Yoksula ve Yolda Kalmışa İyilik Etme

Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver” (İsrâ 17/26) Kur’ân, ana-babaya iyilikten sonra, çemberi genişleterek işin içine akrabayı, yoksulu ve yolda kalan kimseleri de katmakta, böylece âdeta bütün insanlar arasında bir bağ kurmaktadır.

Yakınlardan maksat, anne-baba, kardeş gibi yakın ve diğer uzak bütün akrabalardır. “Miskin”den maksat; ihtiyaç içerisinde olan herkes bu kelimenin içine girer. Yolda kalmış ise, memleketinde zengin olsa bile, başka bir yerde muhtaç konumuna düşen kimsedir.

İslâm, toplumda sıkı birlik ruhu ortaya koyarak, dertleri paylaştırmak ve toplumsal dayanışmayı uygulatmak suretiyle mutlu bir ortam hazırlamıştır. Birbirinin yardımına koşan, derdiyle ilgilenen bir toplumda da zaten saadetten başkası beklenmez. Böyle bir toplumda zengin-fakir kardeş olur, fakirin gözü zenginin malında olmaz ve zengin de verdiğinden dolayı bir üstünlük taslamaz. Zîrâ o bilir ki, vermiş olduğu şeyler, aslında kendisine emanet olarak verilen fakirlerin hakkıdır.

 

  1. Saçıp Savurmama

Sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır.” (İsrâ 17/26). İnsanın sahip olduğu her şey Allah’ındır ve insan için bir emanettir. Bu emaneti kullanan mü’min, gerek kendisi, gerek ailesi ve gerekse başkaları için harcamada bulunurken vasat olmayı unutmaz.

İsraf ve saçıp savurma, kanaatsizliği netice verir. Kanaatsizlik ise, çal‎‏ışmanı‎n ‏zevkini kı‎rar, insanı tembelliğe atar, mütemadiyen şikâyet ettirir. İnsanın izzetini zedeler, dilencilik yolunu gösterir. Kur'ân, her konuda orta yolu tavsiye ettiği gibi, harcama ve infak konusunda da orta yolu tavsiye eder.

Savurganlar, şeytanların kardeşleridir. Zîrâ şeytan nasıl Yaratan’ına karşı nankörlük ettiyse, insan da Allah'ın kendisine verdiği malı yerinde kullanmamakla nankör olmuş ve böylece nankörlük noktasında ve verilen nimetleri yerinde harcamama hususunda şeytanın dostu, kardeşi ve takipçisi olmuş olur.

İnsanlar ellerindekini, israfla sağa-sola harcamayı âdet hâline getirdiklerinden, zaruri olmayan pek çok ihtiyaçları zaruriymiş gibi görmeye başlar. Komşu, akraba, eş-dosta ikramda ölçüyü kaçırıp saçıp savurabilir. Böylesi bir rızık da Cenâb-ı Hakk’ın taahhüdünde olmadığından, özellikle günümüzde bunu elde etmek çok zordur. İnsan böyle bir serveti bulmak için bazen izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen ahlâksız insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen mukaddes dinî değerlerinden vazgeçmek veya bazılarını çiğnemek gibi çok kötü durumlara düşebilir.

 

  1. Cimrilikten Sakınmak

Bütün işlerin hayırlısı ve faydalısı orta yoldur ve o takip edilmelidir. Cimrilik, İslâm’ın hoş görmediği davranışlardandır. Cimrilik, maldaki bereketi yok eder. İnsan, vermemek suretiyle malının azalmayacağını zannetse de, aslında haberi olmadan eksildiği, malının bereketsizleştiği, infak edenin de malında artma ve bereketlenme olduğu haber verilmiştir. Hz. Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuyla ilgili bir rivayet şöyledir: “Kulların sabaha erdiği her günde iki melek semadan iner ve bunlardan biri şöyle dua eder: ‘Allahım! İnfak edene ver.’ Diğeri de şöyle dua eder: ‘Allahım! Cimriye de telef ver.’ ”(Buhari, Zekât 28)

Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri ise, Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak, insanlardan uzak, Cehennem’e yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)

 

  1. Fakirlik Endişesiyle Çocukları Öldürmemek

Fakirliğe düşme endişesi ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren Biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsrâ 17/31). Câhiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve açlık endişesiyle kız çocuklarını öldürürlerdi. Burada da tam yerinde bir beyanla fakirlikten korkarak çocukların öldürülmesi yasaklanıyor. Madem rızık Allah Teâlâ’nın elindedir; o zaman çok çocuk sahibi olmanın veya çocukların kız ya da erkek olmasının fakirlikle herhangi bir ilgisi yoktur demektir. Zîrâ her şey Allah’a aittir. Böylelikle çok çocuk sahibi olmakla fakirlik arasında hiçbir ilginin bulunmadığı anlaşılıp da zihinlerdeki istifhamlar silindikten sonra, insanların inançları düzelmiş ve doğru bir hayat prensibine zıt olan bu vahşice hareketten vazgeçmişlerdir. (Kutup, a.g.e; 4/2223)

 

  1. Zinadan Kaçınmak

Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o çirkinliği meydanda olan bir hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsrâ 17/32). Kur’ân, zinaya yaklaşmaya dahî izin vermemektedir. Bu, zinadan sakındırmak için mübalağalı bir yasaktır. Zîrâ insanı, zinaya sevk eden şehvet duygusu şiddetli bir duygudur. Bundan dolayıdır ki, zinaya yaklaşmamak suretiyle onun tehlikesinden emin olunabilir. Hâlbuki yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.

“Bunun içindir ki İslâm, zinayı yasaklarken, ona götüren vesileleri de dikkate almıştır. Zaruret olmadıkça kadınla erkeğin ihtilatına müsaade etmemiştir. Bir kadınla bir erkeğin tek başlarına kalmalarına, kadının yabancı erkeklere karşı süslenip püslenmesine izin vermemiştir. Durumu müsait olanların derhal evlenmesini, müsait olmayanların oruç tutmak suretiyle kendini frenlemesini emreder, evliliklerin zorlaştırılmasını istemez. Evlenmek isteyenlere yardımı teşvik eder. Çoluk çocuk sahibi olmanın fakirliğe yol açacağı şeklindeki bâtıl inançları reddeder. Evlenip kendini haramdan korumak isteyenlere yardımcı olunmasını emreder. (Kutup, age, 4/2223-24)

Zina, nesebin karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağların çözülüp toplumun mânevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir davranıştır.

Nitekim Mi’rac’da Allah Resûlü zinakârlara verilen cezayı şöyle anlatmaktadır: “Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. ‘Bunlar kim? Ey Cebrail!’ dedim. O: ‘Bunlar zinakârlar.’ dedi. “Allah’ın helâl kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler.” (Taberî, 15/10-13)

 

  1. Can Dokunulmazlığı

Haklı bir gerekçe olmaksızın Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse onun velisine (mirasçısına) bir yetki vermişizdir; artık o da kısas hususunda aşırı davranmasın, meşrû hakla yetinsin. Zaten kendisine yetki verilmekle gerekli destek sağlanmıştır.” (İsrâ 17/33).

İslâm, sulh ve barış dinidir. Bunun içindir ki, masum bir kimsenin öldürülmesi, büyük günahlardan sayılmıştır. Hayat veren Allah olduğu gibi, bu hayatın alınması da ancak Cenâb-ı Hak tarafındandır. Her şahsın dokunulmazlığı ve hayat hakkı vardır. Hiç kimsenin bu hakkı alması söz konusu değildir.

İnsanın canı o kadar kıymetlidir ki, kendi hayatını müdâfaa ederken öldüğü zaman en yüksek bir derece olan şehitlik mertebesiyle müjdelenmiştir. (Tirmizî, Diyat 21) Aynı zamanda insanın hayatının önemindendir ki, açlıktan ve susuzluktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, ölmeyecek kadar haram olan şeylerle hayatını kurtarması izni dahî verilmiştir ki, bu da İslâm’ın insan hayatına verdiği önemi göstermesi açısından son derece önemli bir husustur.

“Hiçbir cana kıymayın!” yasağı, sadece başkalarını değil, kişinin kendi canını da kapsamı içine almaktadır. Allah Resûlü de, intiharın büyük bir günah olduğunu, ahirette insanın başına büyük felâketler getireceğini haber vermiştir. (Buhari, Tıb 56)

Kur’ân’a göre kasten bir müminin öldürülmesi, cehennemi, Allah’ın gazabını, lanetini ve büyük azabını gerektiren bir suç olarak kabul edilmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de adam öldürmeyi yedi helâk edici büyük günah arasında saymıştır.

 

  1. Yetim Malı Yemekten Sakınma

Büluğ çağına ermeyen yetimin malına, en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (İsrâ 17/34) Babasını kaybetmiş ve henüz büluğ çağına ulaşmamış çocuğa yetim denir. Yetim, henüz küçük olduğundan, malına sahip çıkamaz, onu koruyup kollayamaz. Böyle bir durumda İslâm toplumunu teşkil eden fertler, ister yetimin akrabası olsunlar, isterse olmasınlar, onun malına sahip çıkmalı, kendi mallarıymış gibi kazanç getirecek ticarette kullanmalı ve aklı ermiyor diye asla ona el uzatmamalıdırlar.

Bu âyette, toplumu meydana getiren fertlerin her birine bu mesuliyet yüklenmiş olup, bu konuda son derece dikkatli davranmaları emredilmektedir. Mal da, şehvet duygusu gibi kendisine yaklaşıldığında insanın kendisini koruması oldukça zor olduğundan, hatta mümkün olmadığından, “Yetimin malını yemeyin!” değil de, “Yetimin malına yaklaşmayın!” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.

Yetimin vasisi konumunda olan kimseler, bu malı kendilerinde bir emanet olarak görmeli, yetim çocuk kendi malının idaresini doğru yapacak bir akıl olgunluğuna ulaşınca da teslim etmelidirler. Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağı vurgulanmaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğunda gösterilen ibretlik manzaralardan biri de yetim malından haksızca yiyenlerdir. Onlara verilecek cezayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu sözleriyle beyan etmektedir: “Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar mak’adlarından çıkıyordu. ‘Ey Cibril! Bunlar kimler?’ dedim. O: ‘Bunlar yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir.’ buyurdular.” (Taberi, Tefsir, 15/10-13).

 

  1. Ahde Vefalı Olma

Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (İsrâ 17/34) Vefa, bir şeyi tastamam yapmak, eksik bırakmamak demektir. Ahde vefa ise, verdiği söz veya yaptığı anlaşmaya sâdık kalma ve onu tamamlama anlamına gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, Besair, 5/244-245).

İslâm, antlaşmaların yerine getirilmesine son derece büyük önem vermiştir. Çünkü ahde vefa, güvenin, dürüstlüğün, fertlerin ve toplumun mânevî yapısının göstergesidir. Gerek fertlerin birbirleri arasında, gerek insanlarla Yüce Yaratıcı arasında ve gerekse devletlerin aralarında yaptıkları sözleşmelerde sâdık kalmaları ve sonuna kadar ona riayet etmeleri, vaz geçilmez bir erdemlik göstergesidir.

Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağını vurgulamaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefayı imandan saymış ve vefası olmayanın, dininin de olmayacağını vurgulamış, yine vefasızlığı münafıklığın alâmetlerinden biri olarak görmüş, Cenâb-ı Hakk’ın, vefasızlık ederek ahdini bozan kimselerin kıyamet gününde hasmı olacağını bildirmiştir.

Vefa, başta bizleri Yaratan’a karşı olmalıdır. O’na ezelde verdiğimiz ahde vefalı olmalı, emir ve yasaklarına karşı sadakat göstermeli, kulluk noktasında vefa sergilemeliyiz. İman, bir akittir, ona karşı vefalı olmalıyız. Kur’ân’a ve onun mübelliğ ve müfessiri olan Resûlullah’a karşı vefalı olmalıyız. Kendimize, ailemize, neslimize, akrabalarımıza ve en geniş anlamıyla bütün insanlara karşı vefalı olmalı ve vefa duygusundan ayrılmamalıyız.

 

  1. Ölçü ve Tartıda Doğru Olma

Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün. Doğru terazi ile tartın. Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de âkıbet yönünden de daha güzeldir.”(İsrâ 17/35)

Bu âyette, bütün bir toplumu ilgilendiren ve insanların sürekli ilgili oldukları bir konu olan, ölçü-tartıda dikkat edilmesi gerekli olan bir kural hatırlatılıyor. Bu kural, dürüst tartma, eksik, yanlış tartmama ve doğru bir terazi ile tartma kuralıdır. Ölçü ve tartıdaki hile, sahtekârlıktan ibarettir. Böyle bir sahtekârlık, toplumdaki güveni sarsar, kazançtaki bereketi yok eder. Zâhiren böyle sahtekâr bir şekilde elde edilen kazanç, ummadık bir ânda elden gidiverir. Burada olmasa bile, ahirette insanın başına bela olur.

Ölçü tartı işi çok önemlidir. Çünkü o, toplumdaki her ferdin günlük yaşantısında vazgeçemeyeceği ihtiyaçlardan biridir. Bunun içindir ki Kur’ân’ın değişik yerlerinde Cenâb-ı Hak, ölçü tartı yapılırken dikkat edilmesini ve insanlara haksızlık yapılmamasını emretmektedir. Geçmiş kavimler içerisinde de bu kötü davranışı, Hz. Şuayb zamanındaki insanlar işlemiş, Hz. Şuayb da onları bu kötü davranıştan vazgeçirmeğe çalışmış, vazgeçmediklerinden dolayı da helâk edilmişlerdir.

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), ölçü tartıda haksızlık yapıldığında insanların başlarına büyük belâların geleceğini haber vermiş, böylelikle ümmetini bu kötü davranıştan sakındırmıştır.(Bkz: İbn Mâce, Fiten 22)

 

  1. Sû-i zandan Sakınma

Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsrâ 17/36) Kur’ân’ın bu âyeti, insanların herhangi bir haber, davranış veya olay hakkında kesin bir karar vermeden önce, çok iyi araştırma yapmalarını, faraziye ve ihtimallerle karar vermemelerini emretmektedir. Çünkü gerek fertler, gerek aileler ve gerekse devletlerarasındaki anlaşmazlık ve kavgaların en büyük sebeplerinden biri, tahkikat yapmadan, zanna dayalı olarak verilen kararlardan kaynaklanmaktadır. Yüce Yaratıcı, toplumu koruyacak olan bu önemli prensibin yerleşmesi için de, meseleyi inaçla tekit ederek ahiret boyutuna da dikkatleri çekmiş, karar verme vasıtaları olan kulağın, gözün ve kalbin sorumlu olduğunu bildirmiştir.

Bilmediğin şeyin peşine düşme! Yani kesin olarak bilmediğin inançların, fikirlerin ve akımların arkasına düşme, hurafelere kapılma veya yalan yere şahitlik etme. Ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu ve kalbinin iyice anladığı hususlarda şahitlik et; zina iftirası, başkalarının töhmet altında bırakılması gibi yanlış yollara gitme veyahut da görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum deme! Nitekim Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bununla ilgili bir beyanında şöyle buyurmuşlardır: “Zan ile hüküm vermekten sakının! Zîrâ sözlerin en yalanı zandır.” (Buhari, Vesâyâ 8)

Başkalarını ayıplamamak, onların aleyhinde konuşmamak ve böylece insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmak, o kadar değerli bir makam sayılmıştır ki, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların Müslüman’ca en faziletli olanının, insanların elinden ve dilinden emniyette bulunduğu kimse olduğunu (Buhari, İman 4), iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene Cennet’te kefil olacağını (Buhari, Rikak 23) bildirmiştir. Evet, Müslüman’ın nazarında elle yapılan tecavüz ile gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Zîrâ birisi onun maddî yönünü zedelemekte ise, diğeri de mânevî yönünü yıpratmaktadır. Hz. Peygamber Mi’rac’a çıktığında orada bir kavmin yanından geçerken, onların demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını görünce, Cibril’e bunun sebebini sormuş, o da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduğunu söylemiştir. (Ebu Davud, Edeb 35)

 

  1. Kibir ve Gururdan Sakınma

Hem kibirli kibirli yürüme! Zîrâ ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabbi'nin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsrâ 17/37-38).

Yaratıcı’sını unutan ve O’ndan uzak olan kimseler, ellerinde bulunan mal, evlât, makam gibi varlıklarından dolayı şımarır, gururlanır ve böbürlenmeğe başlarlar. Ancak her şeyin Allah’a ait olduğunu, her şeyin insana geri alınmak ve imtihan edilmek için verildiğini bilen ve buna inanan kimseler ise, bu kötü davranıştan uzak olur, tevazuu elden bırakmaz ve gerçek olgunluğa ulaşmış olur.

Kur’ân, bu yüce beyanıyla insanların kibir ve gururdan kaçınmalarını, zîrâ onun hiç de gururlanmaya hakkının olmadığını vurgulamaktadır.

Gururlanma o kadar çirkin bir davranıştır ki, Cenâb-ı Hak, gururlananların yerlerinin Cehennem olduğunu ve orada onların yüzlerinin simsiyah kesileceğini bildirmektedir. Zîrâ gurur, insanın Allah’a inanmasına engel olan bir perdedir.

Gurur ve kibir, Allah’ın sevmediği bir davranış olduğu belirtilerek özellikle mü’minlerin bu kötü davranıştan kaçınmaları istenmiştir. Gurur ve kibirlenenleri can yakıcı bir azabın beklediği, onların kıyamet günü hiçbir dostlarının olmayacağı, gurur ve kibir sahibi olanların asla cennete giremeyecekleri, böbürlenenlere imanın nasip olmayacağı ve Allah’a ait bütün delilleri görmelerine rağmen iman etmeyecekleri bildirilmiştir.

Hâsılı, insanı yoktan var eden ve onu peygambersiz bırakmayan Yüce Mevlâ, her dönemde insanların uymaları gereken temel ilkeleri de göstermiştir. Yukarıda tahlil ettiğimiz bu ilkeler, her dönem ve her coğrafyadaki toplumlar için ideal prensiplerdir. Mükemmel bir toplum, ancak bu ilkelere sarıldığında teşekkül etmiş olacaktır. Bunlardan bir veya birkaçının olmadığı veya onların hiçe sayıldığı toplumların, gerçek anlamda huzuru bulmaları da mümkün olmayacaktır.

Author: Prof.Dr. Muhittin AKGÜL - min read. - Post Date: 02/14/2023