İ’CAZ VECİHLERİ
Kur’ân’ın benzerini yapmak için düşmanlarının hırsı olduğu gibi, taklit etmek için dostlarının takdiri saiki de vardır. Bu iki saikle veya başka sebeplerle yazılmış yüz binlerce Arapça kitap vardır ki onlardan hiçbiri Kur’ân’a benzemez.
Kur’ân; ilim, hüküm ve beyan bakımından mahlûk takatini aşan birtakım meziyetleri hâiz olduğundan, zaruret haddine ulaşan ve kat’î bir bilgi ile sabit olan i’cazının vecihlerini tahdit hususunda âlimler hayrette kalmışlardır.[1] Bu konuda fikir beyan eden âlimlerden bazıları, Kur’ân’ın i’cazını muayyen hususlara inhisar ettirmişlerdir. Fakat doğrusu, birçok âlimin belirttiği üzere, i’caz vecihlerini tahdid etmemektir. Biz, şu vecihler üzerinde duracağız:
- Belagat ve üslûbu,
- Muhtevasının zenginliği (câmiiyyeti),
- İhtiva ettiği esasların insanlığa kifâyeti,
- Gaybî haberler vermesi,
- Daima yeni kalması, müstakbel keşifleri haber vermesi,
- Kur’ân vahyinin Peygamberimizin arzusuna uymaması.
- Belagat ve Üslûbu
Kur’ân-ı Kerim’in mucize oluşu çeşitli yönlerde olmakla beraber, i’cazının en yüksek vechi, nazmındaki belagattan doğan lisanî i’cazındadır. Kur’ân’ın bu i’cazı, beşer takatinin üstündedir. Bunun tahakkukunu şu üç yolla anlayabiliriz:
Birinci yol: Demin arzettiğimiz gibi, Kur’ân’ın nazil olduğu cemiyetin çarşısında en revaçta olan mal belagat idi. Zira Araplar ümmî olduklarından tarihlerini, kültürlerini, bütün değer verdikleri şeyleri, yazı ile kaydetmek yerine, şiir ve belagat sayesinde muhafaza ediyorlardı. İbn Abbas’ın (r.a.) dediği gibi “şiir, Arapların divanı (sicili, kaydı)dır.” Bu fıtrî ihtiyaçları sebebiyle de -M. Sâdık er-Râfiî’nin tabiriyle- lisanî bir yaratılışları vardı.
Öyle ki Araplar, sâdece kendilerinin meramlarını ifâde edebildiklerini düşünür, öteki milletleri ise söz anlatamayan insanlar (acem) sayarlardı (Arapçada arab: ifâdesi ve dili açık, fasih olmaya; acem ise: dili tutuk olan kimseye veya açık olmayan söze denilir. İ’râb ise: söyleyen Arap olmasa dahi “meramını düzgün ifâde etmek” mânasına gelir. Lügatlere, meselâ, el-Vasît’in ilgili maddelerine bakınız.
Yüce Rabbimizin hikmeti, resullerine verdiği mucizelerin, onların cemiyetlerinin en ileri gitmiş oldukları hususlarda olmasını dilemiştir. Böylece onların ilgilerini çekmek ve beşerî takatin sınırının nerede bitip, ilâhî kudretin tecellisinin nerede başladığını daha iyi anlatmayı dilemiş olabilir. Çünkü antika bir sanat eserini lâyıkıyla takdir etmek, ancak işin erbabına mahsustur. Bu hikmete binaen sihirde ileri giden Mısır’a gönderilen Hz. Musa ile tıpta ileri giden bir muhite gönderilen Hz. İsa’ya verilen mucizelerin mühim kısmı, o nevilerden olmuştur. Hâtemu’l-enbiyanın ilk muhatapları da belagatta ileri gittiklerinden, onun başta gelen mucizesi, beyan sahasında olmuştur.
İşte ihtisas sahalarına girdiği için rekabet hissi ile dolu oldukları “Kur’ân’a nazire getirme” işinde, hem de Kur’ân damarlarına dokundurduğu halde, kibir ve enaniyetlerine rağmen, benzerini getirememelerinden, Kur’ân’ın i’cazı güneş gibi tulû etmiştir.
İkinci yol: Kelâmların kıymetini tanımakta mahir olan ihtisas ehli, dost ve düşman olarak, âyet âyet, kelime kelime Kur’ân’ı mihenk taşına vurduktan sonra, ondaki meziyetlerin insan ifâdesinde bulunmadığını ikrar etmişlerdir.
Üçüncü yol: Vahye ilk muhatap olan Arapların, Hz. Peygamber’in dâvasını kelâmla iptâl etmeye çok ihtiyaçları vardı. Kur’ân, kendilerine: “İman etmezseniz mel’unsunuz, cehenneme gireceksiniz. Sizin yapacağınız şu üç şeyden biridir: Ya iman edersiniz, ya muâraza edersiniz, yahut canınız ve malınız tehlikededir, harbe hazır olun” diyordu.[2]
İslâm’a girdikten sonra dünyayı idare eden o zeki insanlar, en kolay ve en salim olan kalemle muâraza yolunu tercih etseler, edibleri birkaç kelime ile karşılık verselerdi, Kur’ân dâvasından vazgeçerdi. Kendileri de maddî ve manevî tehlikeden kurtulurlardı. Hâlbuki muharebe gibi dehşetli ve uzun yolu tercih ettiler. Demek kalemle muâraza mümkün olmadığından kılıçla muharebeye girdiler.
Kur’ân’ın benzerini yapmak için düşmanlarının hırsı olduğu gibi, taklit etmek için dostlarının takdiri saiki de vardır. Bu iki saikle veya başka sebeplerle yazılmış yüz binlerce Arapça kitap vardır ki onlardan hiçbiri Kur’ân’a benzemez. Âlim gibi âmi biri de benzemediğini hemen anlar. Şu halde Kur’ân, ya hepsinden daha aşağı seviyededir ki, bu düşmanlarının bile ittifaklarıyla imkânsızdır. Yahut hepsinin üstündedir.
Kur’ân üslûbunun başlıca hususiyetlerini arzetmeye çalıştığımız bundan önceki bölümde; onun, hiçbir kelâmda bir arada bulunamayan meziyetlerinden bahsetmiştik. Bu meziyetleri bir araya toplamak şöyle dursun, onlardan hiçbirinin, Kur’ân’daki şümulüyle, başka kelâmda bulunmadığı anlaşılmıştı. Bu da onun, beşerî dünyadan olmayışındandır.
Kur’ân’dan mûciz olan miktar, kısa da olsa, bir sûredir. Kur’ân ilk meydan okuduğunda, onun gibi bir söz söylemelerini (Tur, 33-34), sonra uydurma hikâyelerden ibaret olsa da on sûre (Hûd, 13-14), müteâkiben hiç değilse bir sûre getirmelerini (Yûnus, 38; Bakara, 23) istediği halde, her defasında muhatapların acizleri meydana çıktı. Bundan da anlaşıldığı üzere, mûciz olan asgarî miktar bir sûredir. Yoksa ne Mû’tezilenin iddiası gibi Kur’ân’ın tamamıdır; ne de bazılarının dediği gibi sûreden âz dahi olsa, Kur’ân denilebilecek miktardır.
- Muhtevasının Zenginliği (Câmiiyyeti)
İ’cazın şümullü olarak tezahür ettiği bir saha da, Kur’ân’ın eşine rastlanmaz câmiiyyetidir. Bu da lâfzında, mânasında, ilminde, bahislerinde ve üslûbundaki câmiiyyet olarak beş kola ayrılabilir:
a. Lâfzındaki câmiiyyeti:
Kur’ân’ın lâfızları öyle bir tarzda vazedilmiştir ki her kelâmın, her kelimenin her harfin, hatta bazen bir sükûnun çok vecihleri bulunuyor; her muhatabına ayrı kapıdan hissesini veriyor. Meselâ, وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا (Yasin, 38)[3] cümlesindeki (ل) harfi Arapçada mülkiyet, aidiyet ifade ettiği gibi bazen (إلى) (e, a halî, datif durumu) bazen (في) (de, da hâli, lokatif durumu) mânalarında da kullanılabilir. Keza mustekarr, hem mekân hem de zaman ismi olarak, istikrar yeri veya istikrar zamanı anlamlarından birine gelebilir.
Avam, âyetteki لمستقر ’i, إلى مستقر (kendi müstekarrına) mânasında anlayarak, güneşin günün birinde gezisinin bitip menziline yetişeceğini anlar. Cenâb-ı Allah’ın güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek O’na hamd ve tesbih eder.
Bir âlim de (إلى) mânasında düşünür, fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, ayrıca bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbanî mensucatın bir mekiği, gece ve gündüz sahifelerinde yazılan Samedanî mektûbatın mürekkebi ve nurdan hokkası tasavvur ederek, güneşin görünen hareketinin, âlemdeki intizamın alâmeti olup o nizama işaret ettiğini düşünerek, yüce Yaratanın sanatı karşısında “ne güzel ve ince nizam! Maşaallah!” deyip secdeye kapanır.
Astronomi mütehassısına (في) mânasında, şunu ilham eder: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri etrafında zemberekvarî bir cereyan ile manzumesini (sistemini) Allah’ın emriyle hareket ettirir. O da böyle büyük bir saati yapıp idare eden Hâlık-ı Zülcelâl’in bu muazzam işleri karşısında “ululuk Allah’ındır!” deyip felsefeyi atar, Kur’ân’ın hikmetine girer.
Şairane mizaçlı olan birine bu âyet şunu telkin eder: Güneş nûranî bir ağaç, gezegenleri ise hareketli meyveleridir. Ancak, meyveleri düşmesin diye kendisi de hareket eden bir ağaçtır.” Yahut güneş, vecde gelmiş bir serzakirdir. Zikir halkasının merkezinde cezbe ile zikreder ve zikrettirir.”
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Kur’ân’ın bütün bu mânaları irâde ve onlara işaret ettiğini nereden bileceğiz?”
Cevap şudur: Kur’ân, kıyamete kadar muhtelif sıralar hâlinde ardarda dizilmiş beşer saflarına hitap eden ilâhî bir rehberdir. Elbette farklı anlayış seviyelerine göre müteaddit mânaları derc ve irâde edecektir. Tefsir, usûlü’d-dîn ve usûlü’l-fıkh âlimlerinin ittifak ve ihtilâflarının şehâdetleriyle, Arapça’ya ve din esaslarına uygun olmak şartıyla, belagatça makbul olan bütün vecihler ve mânalar Kur’ân’ın mânalarındandır. O mânalara, derecelerine göre, Kur’ân birer emare vazetmiştir. Bu emare, lafzî veya mânevi olabilir. Mâna ile ilgili olan emare, ya siyak veya sibak-i kelâmdan (sözün gelişinden) çıkar; veya başka bir âyette o mânaya işaret eden bir emare bulunur. Binlerce ciltlik tefsirlerin muhtevaları bu câmiiyyetin delilleridir.
b. Mânasındaki câmiiyyet:
Kur’ân âyetleri, güzel ahlâkın her nev’ini, kâinattaki üstün hikmetin başlıca nuranî kanunlarını, insanlığın hem ferdî hem içtimaî hayatının faydalı olan başlıca prensiplerini, ilahî bilgilerin kataloglarını, belagatın her türlü üslûbunu, tabiî ilimlerin fezlekelerini ve temel prensiplerini, kalbî ve manevî hayatın mütenevvi tabakalarını ihtiva ettiği ve bu kadar çeşitli ve birbirinden uzak meselelere temas ettiği halde herhangi bir karışıklığa, bir tutarsızlığa meydan vermemesi, muazzam bir i’caz nizamının işi olabilir.
Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve kâinatı Yaratanın, göklerin ve yerin, dünya ve âhiretin, mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin küllî meselelerini ihtiva, etmekle beraber, yemek, yatmak, konuşmak âdabından, insanın kabre girmesinden, orada karşılaşacağı hallerden, cennet ve cehennemin ahvâlinden, hilkatin başlangıcında göklerin bir duman oluşundan, her canlının sudan yaratılışından, dünyanın imtihan için açılıp kapanmasından, kâinatın ecramının hadsiz fezada dağılarak kıyametin kopmasına kadar, beşeriyet tarihinde ise; Hz. Âdem’in bedeninin yaratılıp meleklerin ona secdesinden, iki oğlunun kavgasından, Nûh tufanına, Firavun’un boğulmasına kadar, göklerin ve yerin bitişik (retk) halinde bulunduktan sonra ayrılmasından, kâinatın genişlemesine ve onların kıyamette kabza-i ilâhiyyede dürülmesine kadar, her insanın parmak uçlarındaki farklılıktan, öldükten sonra aynı şekilde yaratılmasına kadar... nelerden ve nelerden bahsetmektedir.[4]
Zira Kur’ân, ism-i azamdan ve her ismin âzam mertebedeki tecellisinden gelmekte ve bütün varlığı ihata ettiği halde yine de kâinata sığmamaktadır. Bunu bir derece anlamak için, ilk anda hatıra gelen şu âyetlerdeki tenevvüe (çeşitliliğe) bakınız:
“Allah, Ondan başka tanrı olmayan, Kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O’nundur. O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, (insanlar ise) dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Kürsîsi, hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi Ona ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara, 255)
“Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra Arşa hükmeden, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah’tır. Bilin ki, yaratma da emretme de O’nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir. (A’raf, 54)
“Gaybın hazineleri O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık Kitaptadır- ancak O bilir” (En’âm, 59)
“De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin; iyilik senin elindedir. Doğrusu Sen, her şeye kaadirsin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın, dilediğini hesapsız rızıklandırırsın.” (Âl-i İmran, 26-27)
“Taneleri ve çekirdekleri yaran (filizlendiren) şüphesiz Allah’tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah, budur, nasıl oluyor da yüz çeviriyorsunuz!” Tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı vakit ölçüsü kılandır. İşte bu, mutlak gâlib, her şeyi bilenin nizamıdır.” (En’âm, 95-96)
“(Ey insanlar,) Sizi yaratmak ve tekrar diriltmek, tek bir insanı yaratıp tekrar diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” (Lokman, 28)
“Doğrusu Biz emâneti (sorumluluğu, kulluğu), göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korkup titrediler. Pek zâlim ve câhil olan insanlar ise onu yüklendiler.” (Ahzab, 72)
“Allah’ı lâyık olduğu gibi bilip takdir edemediler. Hâlbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun avucu içindedir; gökler de sağ elinde durulmuştur. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (Zümer, 67)
“Hani Rabbin meleklere: Ben, yeryüzünde (emirlerimi icra edip Benim adıma iş yapacak) bir halife (insanoğlu) yaratacağım” demişti.” (Bakara, 30)
“Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de “isteyerek geldik” dediler.” (Fussilet, 11)
“Andolsun ki insanı biz yarattık, nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
“İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet toplarız; Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya kâdiriz.” (Kıyame, 3-4)
“Ey müminler, Allah ve Resul, size hayat verecek şeylere çağırdıklarında, onların çağrısına koşun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve bilin ki siz, O’nun huzuruna toplanacaksınız.” (Enfal, 24)
“O, sizi daha iyi bilir: gerek topraktan yaptığı, gerek annelerinizin karnında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her hâlinizi bilmiştir), artık kendinizi övüp temize çıkarmayın. Çünkü O muttakileri pek iyi bilir.” (Necm, 32)
“İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? (bilip de) inanmıyorlar mı?” (Enbiya, 30)
Tufanın sonunda: “Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu kes!” denildi. Su çekildi, iş bitirildi” (Hûd, 44)
“Ey iman edenler, ellerinizin altında bulunan (köleler, hizmetçiler ve henüz erginliğe ermemiş çocuklarınız) şu üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: sabah namazından önce, öğleden sonra elbisenizi çıkar(ıp yat)acağınız vakit ve yatsı namazından sonra...” (Nûr, 58)
“Ey iman edenler, bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki (alay ettikleri kimseler) kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler; olur ki ötekiler, kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. (Bunları yaparak) inandıktan sonra fâsıklıkla muttasıf olmak ne kötü bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” Ey iman edenler, zandan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli “şeylerini araştırmayın, biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, hiç ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun, Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 11-12)
“(Allah) gözlerin hâin bakışlarını ve göğüslerin gizlediği düşünceleri bilir.” (Mü’min, 19)
“Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da: “Evet, (buna) şahidiz” dediler. Kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz.” (A’raf, 172)
“Güneş durulduğu zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman (...) Cehennem alevlendirildiği zaman, Cennet yaklaştırıldığı zaman... İşte o zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.” (Tekvîr, 1-14)
“Yüzler var ki o gün (âhiret günü) ışıl ışıl parlar; ve Rabb’ine bakar. Yüzler de vardır ki, o gün asıktır; kendisine bel kemiğini kıran bir işin yapılacağını anlar.” (Kıyame, 22-23)
Kur’ân semasının bu nücûmu,[5] gökte intizamsız görünen yıldızların durumu gibidir. Sathî bakan bilgisiz biri onları dağınık zanneder. Onların aralarındaki münâsebetleri bilen bir astronomi uzmanı ise, nasıl dakik bir saat gibi işleyen bir nizamla yürüyüp kâinattaki ahengi ve dengeyi sağladıklarını bilir.[6]
İşte Kur’ân ve diğer kitaplar! Kur’ân kadar câmiiyyete sahip başka kitap var mıdır? Ve bu derece dağınık mevzuları birbirine rabteden bulunabilir mi? Kur’ân bunları öyle beyan eder ki, o beyan bütün kâinatı bir saray gibi idare eden, dünyayı ve âhireti iki oda gibi gibi açıp kapayan, yeryüzünü bir bahçe, semayı ise lambalarla süslenmiş bir tavan gibi tasarruf eden, ve mazi ile müstakbeli, ardarda gelen gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden, ezel ve ebede dün ve bugün gibi bütün şuûnat silsilesinin (olaylar sürecinin) bitiştiği bir “şimdi” olarak bakan bir Zat-ı zülcelâle yakışır tek beyan tarzıdır. Nasıl bir usta yapıp yönettiği iki evden bahseder, programını ve işlerinin listesini yaparsa, Kur’ân dahi şu kâinatı yapan, idare eden ve işlerinin listesini yapanın beyanıdır.[7] Onda hiçbir yapmacık eseri görünmüyor. Gündüzün ışığı nasıl “ben güneşten geldim” derse, Kur’ân da “Ben, kâinatın Halıkının buyruğuyum” der. Kimin haddine bu beyanı taklit edip ona nazire yapmak? Kimin haddine ona sahip çıkmak?
Muhtevasının zenginliği ve bu muhtevanın fazla sayıdaki unsurları arasında ahenk kurmak bakımından Kur’ân’ın en yüksek i’caz derecesinde olduğu, şu temsil ile anlatılabilir: Geniş bir gayb perdesinin arkasında saklanmış, etrafa dal budak salmış muazzam bir ağaç tasavvur edelim. Malûmdur ki, her insanın azaları arasında irtibat ve tenâsüb bulunduğu gibi, ağacın da uzuvları olan dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri arasında tenâsüb vardır; her bir cüz’ü o ağacın mâhiyetine göre bir şekil alır. İşte, hiç görünmeyen -ve halâ görünmüyor- o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun her bir azasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüple bir resim çizse, ve birbirinden alabildiğine uzak olan mebde ve müntehasının (başı ile sonunun) ortasında, uzuvlarının ayrı şekil ve sûretlerini gösterecek münâsip çizgilerle resmi tamamlasa, elbette şüphe kalmaz ki o ressam, o gaybî ağacın her tarafını, gaybı gören nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder. Aynen bunun gibi Kur’ân-ı mûciz beyan dahi, varlıkların mâhiyetleri hakkında beyanatta bulunmaktadır. Bunu yaparken, kâinatın başlangıcından tut, tâ âhiretin en nihâyetine kadar uzanmış hilkat ağacına dair bilgi verirken, her bir cüz’e, uzva ve meyveye öyle münâsip bir sûret vermiştir ki, bütün tahkik erbabı neticede “Mâşaallah, kâinatın muammasını keşfeden yalnız sensin ey Kur’ân-ı Kerim!” demişlerdir.[8]
Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinden en küçük bir âdaba kadar, Kur’ân’ın, tenasübü muhafazasına küllî delil, Kur’ân-ı camiin naslarından ve işaretlerinden çıkan şeriat-i kübra-yı İslâmiyede bulunan mükemmel nizam ve müvazanedir.
Hâlbuki beşerî eserler, insanlığın en büyük zekâlarından çıkan fikirlerin neticeleri de olsa, bu büyük hakikat ağacının yalnız bir iki dalına yapışıyor, onun sadece meyvesi veya yaprağıyla meşgul oluyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor. Evet, mutlak (sınırsız) hakikat, mahdut nazarlarla ihata edilemez; ihata etmek için Kur’ân’ınki gibi bir küllî nazar lâzımdır. Kur’ân’dan ders alanlar dahi, cüz’î zekalarıyla küllî hakikatin yalnız bir iki tarafını tamamen görüp, onunla meşgul olur, yahut ifrat veya tefritle hakikatler arasında olması gereken tenasübü bozar. Meselâ çeşitli cevherlerle dolu olan bir definenin denize düştüğünü ve dalgıçların o defineyi aradıklarını tasavvur edelim. Dalgıçların gözleri kapalı olunca, birinin eline uzunca bir elmas geçtiğinde hazinenin elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder; arkadaşlarından daha başka cevherler olduğunu da işitince, kendisinin bulduğu elmasın değişik nakış ve kaşlarından ibaret olduğunu düşünür. Dalgıçlardan birinin eline yuvarlak bir yakut, birinin eline kehribar parçası vs. geçer. Herbiri, eliyle dokunduğu cevheri o hazinenin aslı, diğerlerini ise teferruatı zanneder; o takdirde de hakikatlerin dengesi bozulur. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin gerçek rengini görmek için te’villere ve tekellüflere mecbur kalır. Hatta bazen, inkâra kadar giderler. İşte Kur’ân’ın âyetleri de o deniz içindeki definenin dalgıcıdır. Fakat gözleri açık olduğundan, o definenin her tarafını ihata eder, ne var ne yok görür. O defineyi, öylece tenâsüble tasvir eder. Hakikatleri Kur’ân’dan ders aldıkları halde işrakiyyûn feylesoflarının, Mu’tezilenin, keza Sünnetin mizanlarıyla tartmaksızın sırf keşfiyyat ve meşhûdatına istinad eden mutasavvıfenin kitaplarını dikkatle okuyanlar, bu hükmü tasdik ederler. Sünnete ittiba etmeyerek meselelerin derinliğine dalan ve yarı yoldan dönerek birer fırkanın başına geçen sapık fırkaların imamları, hakikatler arasında muvâzene kuramadıklarından, bir kısım müslümanları yanlış yollara sevketmişlerdir. İşte onların bu aczleri, Kur’ân’ın i’cazını gösterir.
Bazıları, Kur’ân’ın, kâinattan tabiî bilimler gibi bahsetmediğini, onun da bazı taraflara ağırlık verdiğini ileri sürebilirler. Buna verilecek cevap şudur:
Vahiyden kaynaklanmayan beşerî telâkki, mevcudatın mâhiyetlerini ve hasiyetlerini tafsilâtlı şekilde anlatır, fakat Yaratıcılarına karşı vazifelerinden pek bahsetmez. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakışlarından ve harflerinden bahseder, mânasına ehemmiyet vermez. Kur’ân ise dünyaya geçici, aldatıcı, kararsız nazarıyla bakar. Mevcudatın mâhiyetlerinden, sûrî ve maddî hasiyetlerinden çok kısa bir tarzda sözeder fakat Yaratıcı’larının onlara verdiği vazifelerden, Ona delâletlerinden ve Ona karşı durumlarından, tafsilatlı bir şekilde bahseder. Nasıl ki elimizdeki (saniye ve dakika ibresi olmayan) saat, görünüşte, sabit zannedilse de, içindeki çarklarda devamlı hareket vardır. İlahî kudretin büyük bir saati olan dünya da, zahiren sabit olduğu halde, zevale doğru yuvarlanmaktadır. Zaman unsuru araya girdiğinden, gece ve gündüz, o büyük saatin saniyeleri, seneler dakikaları, asırlar ise saatleri hükmündedir. Bundan başka, mekân itibariyle de kâinatta bir değişme vardır. İşte dünya, hakikatte akan su gibi göçmekte olduğu halde, gafletle sûreten donmuş, tabiat fikriyle kesafet ve bulanıklık peyda edip âhirete perde olmuştur. Sakat felsefe, tabiat fikri yanında, sefih medeniyetin çekici ve eğlendirici unsurlarıyla dünyanın donukluğunu artırıp gafleti kalınlaştırarak, Yaratıcıyı ve âhireti unutturuyor.
Kur’ân ise {مَا الْقَارِعَةُ} {الْقَارِعَةُ}“Kapıları döven... Nedir o kapıları döven?” gibi âyetleriyle kıyameti kopararak dünyayı hallaç pamuğu gibi atar. “İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? (bilip de) inanmıyorlar mı?” (Enbiya, 30) gibi beyanlarıyla dünyaya şeffâfiyet verip bulanıklığını giderir. “Bu dünya hayâtı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir” (Ankebût, 64) gibi uyarmalarıyla buzlaşmış dünya hayatını eritir. “Gök yarılıp parçalandığı zaman, yıldızlar etrafa saçıldığı zaman, denizler kaynatıldığı zaman, kabirlerin içi dışına getiril(erek ölüler çıkarıldığı zaman... İşte o zaman, her can ne yapıp öne sürdüğünü ve ne yapmayıp geride bıraktığını bilir” (İnfitar, 1-5) gibi tabirleriyle, dünyanın mevhum ebedîliğini param parça eder. “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Hadîd, 4) “Ve de ki: “Hamd Allah’ındır, O size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız, Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Neml, 93) gibi gök gürlemesi heybetinde sayhalarıyla, tabiat fikrini doğuran gafleti dağıtır.[9]
Demek Kur’ân, kâinatın, yaratıcı nazarındaki gerçek mâhiyetinden, reel ve dinamik durumundan, mânasından bahseder. Maddeci görüş ise harflerinden, nakışlarından söz edip, hayalî ve statik bir dünya tasavvuruna göre yürür, malâyanîlerle oyalanmaya sevkeder.
- İhtiva Ettiği Esasların İnsanlığa Yetmesi
Bu gün insanlığın elinde, tahminen otuz milyon kadar kitap bulunmaktadır. Bunlardan hangisi daha üstün, daha tam, daha güzel ve daha şümullüdür? suali karşısında, insanlık kültürünün belli başlı kısmını incelemiş bulunan insaflı bir şahıs düşünelim. O, beşeriyet içinde derin tesir bırakmış din kitapları bulacaktır: Tevrat, İnciller, Avesta, Hind vedaları, Konfüçyüs’ün yazıları gibi. Edebiyat kitapları bulacaktır: Homeros, Shakespeare (Şekspir), Moliere, Dante, Tolstoy, Tagore vs. İlmî-felsefî kitaplar okumuştur: Eflâtun’un Cumhuriyet’i, Sokrat’ın Diyaloglar’ı, Aristo, Descartes, Kant, Hegel, Darwin, Einstein, Freud, Marx v.s. düşünürlerin kitapları gibi. (Müslüman âlimlerin kitaplarını kasten zikretmiyoruz; Kur’ân’dan kaynaklandıkları, biz ise Kur’ân’ı tanımayan bir kimseyi tasavvur ettiğimiz için).
Dinlerin kutsal kitaplarından bazılarında, çalışmayı ve serveti kötülemek, akla değer vermemek, arzulara karşı çıkmakla pasifliğe sevketmek vs. sûretlerinde fıtrata aykırı taraflar bulacaktır. Toplum için ferdi öldüren tarihî materyalizm hurafesini öğreten kitaplar görecektir. Zamanın geçmesiyle ihtiyarlayan ilmî-fikrî kitaplara rastlayacaktır. Bugünün bir üniversite öğrencisi tıbbı Hipokrat’tan, geometriyi Oklit’ten, astronomiyi Kopernik’ten daha çok bilmektedir. Hatta ilmî eserlere göre daha kalıcı olan edebî ve ahlâkî kitaplardan da ışığı ve ateşi sönenleri görecektir.
Onları bırakıp Kur’ân’a baksa ne bulacaktır? Öz bir ifade de söyleyecek olursak, her sahada, beşeriyeti yüceltecek olan temel prensipleri ihtiva ettiğini görecektir. Bütün kitaplar içinde fert ve toplum, ruh ve beden hayatının mükemmel bir tarzda düzenleyen prensipleri, sadece Kur’ân’ın bir arada ihtiva ettiğini görecektir.! Kur’ân, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı için gerekli manevî, içtimaî, ahlâkî, idarî ve iktisadî esaslara sahip olduğu gibi, gelecek âhiret hayatına âit esasları da kapsamaktadır. Hatta bu esasları, bütününde açıklamanın yanı sıra, on dört kelimelik en kısa sûrelerinden birinde (Asr sûresinde) toplaması, Kur’ân’ın nâdir hususiyetlerinden biridir: “Andolsun asra ki, insanlar ziyandadır; ancak iman edip faydalı işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler (bundan) müstesnadır.” (Asr, 1-3)
İnsana, kendisinin ve diğer varlıkların kim ve ne olduklarını, vazifelerini, gayelerini ve istikbâllerini bildiren, böylece ayağını yere sağlamca basmasını temin eden, toprağı ayağının altında kaymaktan kurtaran, hülâsa her şeyi yerli yerine oturtan, ancak Allah’a imandır. Ondan sonra da, bu imandan kaynaklanan, orada müeyyidesini ve mükâfaatını bularak, bereketli sularıyla cemiyeti feyizlendiren “faydalı işler” gelir. Bu faydalı işleri, hakikati sâdece ferd olarak kabul edip yaşamak yeterli değildir. Bu iman ve aksiyon hakikatini, bundan uzak olanlara da anlatmak lâzımdır. Fakat bu çağrı, hak ve hakikati tebliğ, her zaman kolay yürümez, meşakkatlerle, imtihanlarla doludur. İşte gerek bu durumda olanlara, gerekse kulluk icabı bu dünya misafirhanesinde musibet ve çilelere mâruz kalanlara, sabırla bilenip ışıldayacaklarını, yabancı maddelerden arıtılıp hâlis hâle geleceklerini, böylece Allah’a lâyık kul, cennete münâsip bir sakin olacaklarını, insanların birbirlerine tavsiye etmeleri gerekir. Bu sûrenin, ânî ve kısa bir tefekkürle ortaya çıkan bu meali de İmam Şafiî’nin şu sözünü tasdik etmiyor mu?
“Kur’ân’dan, başka hiçbir sûre inmeseydi bile, bu pek kısa sûre (insanların dünya ve âhiret saadetlerini te’mine) yeterdi. Bu sûre, Kur’ân-ı Kerim’in bütün ilimlerini kucaklıyor.”
Kur’ân hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır; fakat bu demek değildir ki onda, öğrenci defterindeki matematik problemlerinin çözümü, dilbilgisi kitaplarındaki cümle tahlilleri, çeşitli kimya ve fizik formülleri ve keşifleri vardır. Şöyle diyelim: Kur’ân size bir sandık elma vermez; onun yerine size yeryüzünü sunup, elma ağacına sahip olacak yeteneği verir. Fizik kanunlarını sıralamaz, ama fizik kanunlarını öğrenmeye ve kullanmaya sevkeder. Bir Fransız atasözü der ki: “Balık hediye ettiğin kimseyi bir günlüğüne doyurursun, ama balık avlamayı öğrettiğin kimseyi her gün (hayat boyu) duyurursun.” İşte Kur’ân buna yöneltir.
Kâinatın sırlarını anlamak için Kur’ân, iyi düşünmeyi, aklı çalıştırmayı ister. Kesin delile tabi olmayı şart kılar. Emir ve hükümlerinin sebeplerini, devamlı sûrette gösterir. Hurafelere inanmayı yasaklar. İçtimaî kanunlara olduğu gibi, tabiat kanunlarına da işaret eder.
Birçok ilim meyanında Ulûhiyet hakkında bilgiler, dînî akaid esasları, ibâdet ahkâmı, faziletler ve âdablar, siyâsî, Medenî ve içtimaî düsturlar ihtiva etmektedir. Ruh tehzîbi, kalb riyazeti, vicdan terbiyesi, beden sağlığı, ev idaresi, hukuk, muamelât vs. gibi ilimlerin esas prensiplerinin katalogu, Kur’ân’dadır. Birçok durumda Kur’ân, esas prensipleri koymuş, fakat onlardan alınacak hükümleri veya o esaslara bina edilecek detayları, akla ve tecrübeye havale etmiştir.
Böyle bir kitabın ihtiva ettiği ilimlerin üçte biri bile, beşerî seviyenin hayli ilerlemiş olduğu bir muhitte de olsa, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insafla bezenmiş olan zat, bu kitabın, bütün zamanlarda, bilhassa bundan önceki asırlarda, beşer tarafından yazılmasının imkânsız olduğunu tasdik eder.
Kur’ân’ın, insanlığın ihtiyaçlarına kâfi gelmesinden maksat, her asırda ve her yerde, başka hiçbir dinde ve nizamda görülmeyecek şekilde, insanlara doğruyu göstermesidir.
Kur’ân, insanları irşad yolu ile mebde ve meadın, dünya ve âhiretin hakikatlerine yöneltmiş; Allah’a, meleklere, kitaplara, resullere, âhirete iman hususunda gerçeği bildirip hurafeleri kaldırmıştır.
İnsanları; nefisleri temizleyen, ruhları gıdalandıran, irâdeyi kuvvetlendiren, hem ferde hem de topluluğa fayda sağlayan, kolay ve sâde ibâdetlere yöneltmiştir.
Ahlâk sahasında insanlara başlıca fazîletleri emredip kötülüklerden uzaklaştırmış, insandaki akıl, şehvet ve şiddet gibi temel kuvvelerin ifrat ve tefrit hallerini reddederek, vasat ve itidal cihetini göstermiştir.
İnançta olduğu gibi içtimaî nizamda da insanları tevhide sevk etmiş, farklılıkları ve imtiyazları tanımamış, aksine onları aynı ailenin eşit fertleri saymıştır. Üstünlüğün tek sebebi, Allah’a olan bağlılıktır.
Mutlak adalet ve müsâvaatı yerleştirerek, emeğin karşılığını hak kabul ederek, ahde vefa, muamelelerde fazilete riâyeti emredip, zulüm, hıyanet, aldatma, haksız yollarla kazanç sağlama, rüşvet, riba, din ve hurafe ticareti yapmak gibi kötü işleri yasaklamıştır.
İsrafı kaldırıp tutumlu olmayı, keza malı korumayı, meşru kazancı emrederek malî ıslahatı gerçekleştirmiştir.
Akılları ve fikirleri hürriyete kavuşturup, hele din hususunda zorlamayı, işkenceyi yasaklamıştır.[10]
Bunları bilen bir kimse, İslâm’ın “dinlerden bir din” olmadığını, diğer dinlerle arasındaki benzerliğin, sadece isimde olduğunu ânlar.
Meselâ dinlerin, aslî hallerinde müşterek oldukları inanç sahasını ele alalım. İslâm’la Yahudiliği ve Hıristiyanlığı karşılaştıralım ve Kur’ân’ın, hangi hususlarda onları reddettiğini araştıralım. Bunların hayli fazla olduğunu göreceğiz. Bunun yanında, akaid esaslarında Kur’ân’ın onları tekrar ettiği iddiasının asılsız olup, bilâkis onun bir hakem durumunda olduğunu anlarız.[11]
Bu noktada bazılarının hatırına belki şöyle bir sual gelebilir: Kur’ân çeşitli ilimlerden bazı fezlekeler (sonuçlar, özetler) almıştır. Bir kimsenin yalnız fezlekeleri bilmekle olağanüstü sayılması lâzım gelmez?”[12] Bu şüphe şöyle reddedilebilir: Kur’ân’daki fezlekeler, rastgele özetler değildir. Ancak, tam bir isabetle, münâsip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri ihtiva etmekle kullanılan ve tohum gibi ekilebilen fezlekelerdir. Böylesi sonuçlar, tam bir ihtisas ve melekeden sonra hâsıl olabilir. Öyle ki her bir fezleke, âit olduğu fennin veya ilmin hülâsası hükmünde olur. Bütün bunlar ise, bir tek şahısta bulunamaz.
İmdi, şu gelecek kaideleri iyice düşünüp Kur’ân’ı onlara göre anlamak gereklidir:
- Bir şahıs çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.
- İki ayrı şahsın söyledikleri aynı söz, durumlarına göre farklı hüküm taşıyabilir; yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olabilir.
- Fenler, fikirlerin birleşmesinden hâsıl olup zamanın geçmesiyle tekâmül eder. Yoksa, bir dâhinin bile, bir hamlede bir fenni icad edip geliştirmeye gücü yetmez. O fen, büyüyen bir çocuk gibi yavaş yavaş kemâle erer.
- Eski zamanda nazarî ve hayalî olduğu halde, şimdiki zamanda artık normal sayılan çok meseleler vardır.
- Geçmiş zaman, şimdiye kıyas edilmez, aralarında çok fark vardır, hükümleri değişiktir.
- Çöl sakinleri, saf ve sâde insanlar olduklarından, Medenîlerin medeniyet ve nezaket perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri mertçedir, kalpleri ile dilleri birdir.
- Çok ilim ve fenler vardır ki âdetlerin telkiniyle, artan tecrübelerin öğretmesiyle ve muhitin yardımıyla husule gelirler. Halbuki Kur’ân’da bu tecrübelerle izah edilemeyecek nice taraflar vardır.
- Beşeriyetin tabiî bir ömrü olduğu gibi, yaptığı kanunların da tabiî bir ömrü vardır. Kur’ân’ın hükümlerini zaman eskitemiyorsa, bu, onun ilâhî olmasındandır.
İşte bu itiraz edilemez kesin kaideleri akla iyice yerleştirip zamanın hayâl ve hülyaları ile, muhitin evham ve hurafelerinden sıyrılıp, bu asrın sahilinden dalarak on dört asır önceki bir insanın haliyle Hicaz’a gidip Mekke mihrabından ve Medine minberinden Kur’ân dinlenirse, mesele en güzel tarzda anlaşılabilir.
- Gaybi Haberler ihtiva Etmesi
Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber gibi bir insanın bilmesi mümkün olmayan durumları bildirdiğinden, Allâmu’l-ğuyûb’dan (bütün gizli halleri bilenden) geldiğini göstermiştir. Gaybdan haber vermesini ikiye ayırmak mümkündür:
a. Maziye âit gaybî durumları bildirmesi:
Kur’ân, ümmî bir kavim içinde yetişmiş ümmî bir zatın lisanıyla, Hz. Âdem’den asr-ı saadete kadar birçok peygamberin, ümmetleriyle aralarında cereyan etmiş olan çeşitli vak’aları ihtiva etmektedir. Bunların büyük ekseriyetinin, Hz. Peygamber’in memleketinde bilinmediği kesindir. Nitekim Kur’ân, Hz. Meryem’in doğum kıssasından (Âl-i İmran, 44), Hz. Yûsuf’un kıssasından (Yûsuf, 102) sonra, oralarda anlatılan olayların gayb olduğunu bildirdiği gibi Hz. Nuh’un kıssasını müteakip şöyle buyurur:
“Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce, onları ne sen, ne de kavmin bilmiyordunuz.” (Hûd, 49) Kur’ân’ın, bu hususiyeti müşriklere karşı delil olarak zikretmesi ve onlardan herhangi bir itirazın gelmemesi de, o meselelerin o muhitte bilinmediğini açıkça göstermektedir.
Gayr-i müslimlerin, İncillerin, özellikle Tevrat’ın zaman bakımından önce olmaları sebebiyle, bu bilgilerin onlardan alındığı iddialarının tutar tarafı yoktur. Zira birçok durumda, Kur’ân’ın anlatışı, mevcut fakat tahrife mâruz kalmış Tevrat’ın anlatışından, bazen az bazen çok farklılık göstermektedir. Ve farklı hususlarda tarih, Kur’ân’daki bilgilerin doğruluğuna şahitlik etmektedir. Meselâ Dr. Maurice Bucaille Kitab-ı Mukaddes, Kur’ân ve Bilim adı ile dilimize tercüme edilmiş olan kitabının 315-354. sahifeleri arasında bu meseleyi misallerle inceleyip göstermiştir. Kâinatın yaratılışı, Nûh tufanı, Hz. Musa’nın İsrâiloğullarıyla beraber Mısır’dan çıkışı, Mısır Firavunu’nun akıbeti konularında teferruatlı bir incelemeden sonra, o, mezkûr iddianın tutunacak tarafının bulunmadığını göz önüne sermiştir. Zira müteaddit bilgiler, Tevrat veya İncillerde yer aldığı halde, Kur’ân’da bulunmamaktadır. Aksine onlarda bulunmayan bazı bilgiler, Kur’ân’da bildirilmektedir. Kıssaların o kitaplardaki anlatımına ciddî itirazlar yöneltildiği halde, Kur’ân’daki naklini reddedecek hiçbir itiraz vâkî’ olamıyor. Bu da onun, Allah tarafından vahyedildiğini ortaya koymaktadır.
Hem sonra Kur’ân, mazide cereyan etmiş halleri, karşısında görüyor gibi anlatmaktadır. Çünkü o, uzun bir hâdisenin en can alıcı noktasını ve ruhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Demek Kur’ân’daki bu fezlekeler gösteriyor ki, o hâdiseyi böylesine özetleyen, bütün maziyi bütün taraftarıyla görüyor. Zira bir zatın, herhangi bir sahada mütehassıs olduğu, özetleyici bazı hüküm ve değerlendirmeleriyle anlaşılır.
b. İstikbale dair gaybî haberler:
Kur’ân’ın, indiği zamana göre müstakbelde gerçekleşecek gaybî haberlerinden, herkes tarafından anlaşılabilecek olanları bile büyük bir yekûn tutar. Haber verilen durumların aynen gerçekleşmesi Kur’ân’ın, âlemi idare ve bütün zamanları ihata eden Zâtın buyruğu olduğunu gösterir. Çünkü beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez. Pek şiddetli muhalefet ve itirazlara hedef bulunan, en küçük bir hatası sebebiyle dâvasını kaybedebilecek olan Hz. Peygamber’in lisanından, en ufak bir tereddüt duyulmaksızın tam bir güvenle, birtakım hâdiselerin olacağının bildirilmesi, onun Allah’tan öğrenip tebliğ ettiğini ispat eder.
Kur’ân, risâletin ilk yıllarında (mîladî 614’de), bir daha ayağa kalkacağı ümit edilemeyecek tarzda Sâsanîler tarafından mağlûp edilen Bizanslıların, çok yakında onlara galip geleceklerini bildirmiş ve yedi sene sonra bu galibiyet gerçekleşmişti (Rûm sûresi, 1-5. Buradaki 4. âyet, bu galibiyetin olacağı sırada, müminlerin de müşriklere karşı zafer kazanacaklarını bildirmekle, sebepler âleminde hiç tahmin edilemeyecek olan Bedir zaferini de haber vermiştir.[13]
Etrafı düşmanlarla, sûikast tertipleriyle dolu olan, hemen hemen devamlı sûrette harp hâlinde bulunan -ve Hz. Ali’nin tabiriyle-, harbin kızıştığı sıralarda gölgesine sığınılan Resûlullah, “Allah, seni insanların şerrinden koruyacaktır” (Mâide, 67) teminâtı ile müjdelenmiştir. Bu haberi ve bu teminâtı Allah’tan başka kim verebilir ki?
Kur’ân, metninin eksiksiz muhafaza ve intikâl edeceğini haber vermiştir (Hicr, 10). Ümmî bir kavimde 600 sahifelik bu uzun metin 1400 yıl önce, bir kelimesi eksilmeksizin ve bir tek kelime eklenmeksizin, halk içinde Hakk’ın hücceti olarak kalmıştır; halbuki üç yüz sene önceki metinlere bile nice şüpheler girebilmektedir.
İslâm’ın muzaffer olacağını (Nûr, 55) bildirmiştir. Bu sırada Medine şehrinde, bütün dünyanın düşmanlığına hedef ve maddeten onların karşısında hiç denilebilecek bir avuç müslüman, otuz sene geçmeden İslâm’ın sancağını bir yandan İspanya’ya, diğer yandan Hindistan’a dikmişlerdir.
Mekkî olan Kamer sûresinde, henüz üç beş müslüman varken ve âkibetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle harp olacağı -demek ki müslümanların sayısının artacağı- üstelik şirk ordusunun hezimete uğrayacağı (Kamer, 45) haber verilmiş ve bu, ilkin Bedir’de gerçekleşmiştir.
İslâm’ın muzaffer olup Mekke’yi fethedeceğini ve daha başka gaybî haberleri, Feth sûresi ihtiva etmiştir (Feth, 27, keza 16).
Müslümanların arasında tefrika ve savaş olacağını bildirmiş (En’âm, 65) ve bu, sahabe zamnında bile, maalesef gerçekleşmiştir.
Hz. Musa’yı takib ederken boğulan Firavun’un cesedinin muhafaza edileceğini bildirmiş (Yunus, 92), Tevrat’ta bulunmayıp Kur’ân’a mahsus olan bu haber, Kur’ân’ın inişinden ondört asır sonra gerçekleşmiştir.[14]
- Kur’ân’ın Daima Yeni Kalması
Kur’ân, bütün asırlardaki her seviyeden insana yöneltilen ezelî bir hitap olduğundan, her asırda yeni nazil olmuşçasına dâima taze kalması gerekmiştir. İnsanların eserleri ve kanunları gibi ihtiyarlamıyor. Kur’ân’ın hükümleri öylesine sabit ve köklüdür ki, asırlar geçtikçe daha da kökleşip kuvvetlenmektedir.
Kendisine pek güvenen ve Kur’ân’a karşı kulağını tıkayan şu asrın ehl-i kitap (aydın) insanları, Kur’ân’ın “yâ ehle’l-Kitâb - Ey Ehl-i Kitab!” mürşidâne hitabına öyle muhtaçtır ki, Ehl-i Kitab ile birlikte ehl-i mektebe de hitabı tazammun eder. “De ki: “Ey kitap ehli! Niçin hakkı (hakikati) bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakikati gizliyorsunuz?” (Âl-i İmran, 71) yahut “De ki: Ey kitap ehli! Yalnız Allah’a kulluk etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve Allah’tan başka birbirimizi Rab olarak benimsememek üzere bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin” (Âl-i İmran, 64) gibi çağrılar, yahudi ve hıristiyan Ehl-i Kitabla beraber, aynı zamanda ehl-i mektebe, ilimlerin ilerlemesiyle gerçeğe nüfuz etme imkânları artan aydınlaradır.
Şahısların ve cemaatların karşı çıkamadıkları Kur’ân’a karşı bütün insanlığın bilgilerinin, belki cinnîlerin fikirlerinin neticesine dayanan şimdiki Batı medeniyeti, Kur’ân’a karşı muâraza vaziyetini almıştır. Fakat Kur’ân’ın “De ki: İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yine de benzerini yapamazlar.” (İsra, 88) meydan okumasına karşı koyamayıp mağlûp düşmüş, insanlığa ne fert ve ne de cemiyet plânında saadet getirememiştir.
Sâdece maddiyatı gören tek gözlü dehası ile, Deccal gibi maneviyat gözü kör olarak, dünyanın büyük bir kesiminde hükmeden modern Batı medeniyetinin, hakikat ve insaniyet bakımından Kur’ân’a muâraza edemediği, onun temel prensipleri ile Kur’ân’ın düsturları arasındaki şu mukayesede ortaya konulabilir:
Batı medeniyeti, toplum hayatında istinat noktası olarak kuvveti kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Hayat prensibi olarak mücâdeleyi tanır. İnsan topluluklarının rabıtasını menfi milliyet açısından ele alır. Gayesi, nefsin heveslerini doyurmak ve insanlığın ihtiyaçlarını artırmak için bazı lehviyatı üretmektir.
Hâlbuki kuvvetin şe’ni (yani yapacağı iş) tecâvüzdür. Menfaatin şe’ni herkesin arzusuna kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaya yol açmaktır. Mücâdelenin şe’ni çarpışmaktır. Irkçılığın, menfî milliyetin şe’ni başkasını küçümseyip fırsat buldukça onu yutmakla beslenmek, sömürmek olduğundan tecâvüzdür. İşte bu temel prensipleri yüzündendir ki, Batı medeniyeti kemiyet ve teferruattaki birçok güzelliklerine rağmen, insanlığın ancak yüzde yirmisine, bir nevi sûrî saadet verip yüzde seksenini sıkıntıya ve sefalete atmıştır.
Kur’ân’ın hikmeti ise istinat noktası olarak kuvveti değil hakkı kabul eder. Gayede menfaat yerine fazilet ve Allah rızası esasını arar. Hayatta mücâdele yerine yardımlaşma prensibini esas tutar. Milletlerin münâsebetlerinde ırkçılık ve milliyet yerine din, meslek ve vatan rabıtalarını kabul eder. Gayesi, nefsin meşru olmayan tecâvüzlerine mâni olup ruhun yüce duygularını tatmin etmek ve insanlığı kemalâta sevketmektir.
Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesânüddür. Yardımlaşmanın neticesi birbirinin imdadına yetişmektir. Dînin şe’ni kardeşliktir. Nefs-i emmâreyi gemleyip ruhu kemalâta yöneltmenin neticesi iki cihan saadetidir.[15]
İşte böylece, Batı medeniyetinin felsefesi, eski semavî dinlerden ve Kur’ân’ın irşatlarından aldığı güzel taraflarına rağmen, hakikat nazarında Kur’ân karşısında mağlûp düşmüştür. İnsanlık tarihinin bütün vahşetine denk bir vahşeti, birinci ve ikinci dünya harpleriyle bir defada kusarak, insanlık nazarında iflâsını imzaladıktan sonra “hak, hukuk, hürriyet, fazilet, yardımlaşma” gibi prensipleri dâva etmeye başlamış görünmüş ise de, neticenin değişmediği yaşadığımız fecî bir gerçektir.[16]
- Modern Keşifleri Haber Vermesi
Kur’ân’ın nüzulünden sonraki ilmî çalışma ve buluşların, onun işaret ettiği bazı hususları meydana çıkarması da gaybı bildirmesi cümlesindendir. Bu konuda oldukça fazla âyet vardır. Yalnız, bu âyetlerden misaller vermeden önce, Kur’ân’ın tabiî bilimlerle münâsebeti konusunda genel bir açıklama yapmayı lüzumlu buluyoruz.
Kur’ân’ın tabiat bilimlerinin meselelerine temas etmesinde başlıca beş hususiyet vardır ki bunlara, değil ümmî bir toplumun ümmî ferdi olan milâdî 7. asrın bir insanında, hiçbir insanda rastlanması mümkün değildir.
- Kur’ân, tabiî ilimlerin meselelerini esas mevzuu yapmamıştır. Mevcudata kendileri için değil, mûcidleri yani onları var eden Allah için, O’nu tanıtmak için bakmıştır. Bu hususlardaki beşerî bilgiler, hem zamanla değişmekte, hem de görünüşlerin tesirinde kuvvetle kalan geniş kitlenin zihniyetine ağır gelmektedir.
Keza Kur’ân’ın “insanlığı hidâyet etme” esas maksadı yanında, insanların tecrübe ve çalışmaları ile elde edebilecekleri bu bilgileri vermek, pek önemli olmayan bir konu haline gelmektedir. Esas maksat ise tevhîddir. Kâinattaki nizam da tevhidin delilidir. Kur’ân bu nizam fikrini ve kâinattaki varlıkların, Yaratıcı’larının tasarrufunda bulunduğu fikrini zihinlere yerleştirmek için; insanların onları niçin düşünmeleri gerektiğini, nasıl düşüneceklerini, hangi hususlarda düşünmek gerektiğini anlatmak üzere, doğru tefekkür yollarını göstermek istemiştir.
- Gökte ve yeryüzünde bulunan varlıklar hakkında çeşitli hurafelere saplanan insanları uyarıp, gösterecekleri dikkat ve çalışma ile onların gerçek mâhiyetlerini öğrenmeye teşvik etmiştir.
- Kur’ân, Halik Teâlâ’nın kudretine ve hikmetine delil olarak, tabiattaki bir meseleye temas ettiğinde, ilmiyle ve kudretiyle bütün kâinatı ihata eden Zatın, yeryüzünden, gökten, dağdan, denizden, buluttan, sudan, nebattan, hayvandan, insandan, cemaddan bahsedişi tarzında, Ona lâyık bir şekilde bahseder.
- Kur’ân bu mevzularda öyle bir üslûp ve ifade kullanır ki, esas maksadı olan Yaratıcı’ya delâlet ve insanı hidâyet etme yönünden açık olduğu halde, o şeyin gerçek mahiyeti bakımından mücmel ve müteşabih bırakılmakta, gerçek mâhiyetini bildirmek teferruat kabilinden sayıldığından, insanların kendi bulundukları seviyelere göre anlamalarına imkân verilmektedir.
Meselâ güneşi, yeri, göğü ve kudret, ilim, hikmet ve iradeyi izhar eden kâinattaki bu nizamın yüce Yaratıcıya delâletini sık sık gözler önüne serer. Maksat bu olunca, kâinatın her tarafında bu nizam görülebilir, matlûb hâsıl olur. Mevcudatın teşekkülü ve gerçek mâhiyeti ne olursa olsun, bu matlubumuza tesiri yoktur.[17] Âyetler, geniş kitlenin zahirî görünüşlerin tesirinde kalmalarından dolayı onların o hislerini ve idrâklerini okşar, yoksa kasten o hissiyatlarına delâlet etmek söz konusu değildir; o ifâdeler, kinaye kabilinden onların anlayışlarını okşamak içindir. Bununla beraber, ihtisas ehlini işin hakikatine sevkedecek işaretlerden, karinelerden hâli bırakmaz. Böylece geniş kitlenin hidâyetlerine mâni olunmadığı gibi, bilginler de ihmâl edilmemektedir. Halbuki bu meselelerden insanlar bahsedecek olsaydı, bildiklerini birden söyleyip, muayyen bir seviyeye hitap edecek, birçok muhatap tabakalarını şaşırtacak, dalâlete düşmelerine sebep olacaklardı.
İşte bu hakikatlerin ışığında:
- Kur’ân’ı, tabiat bilimlerinin hakemliği önüne çıkarmamak,
- Kesinleşmemiş nazariyelere göre onu tefsir ederek tutarsız duruma düşmemek,
- Müslümanları, Kur’ân’ın değişmez gerçekler ihtiva ettiği inancında şüpheye düşürmemek,
- Lügavî delâletlerin sınırında kalıp soğuk tekellüflere, zorlamalara düşmemek, kayıtlarıyla, tabiî ilimlerin keşiflerine Kur’ân’ın işaret etmesini anlatabiliriz.
Bu konuda ülkemizde 1981’de tamamlanıp yayınlanan “Kur’ân-ı Kerim ve Modern İlimler” adlı tezi hazırlayan muhterem Celal Kırca şöyle demektedir:
“Modern ilimlerin gelişmesiyle artan ilim, birçok Kur’ânî hakikatlerin kapısını bize açmakta; mazide anlaşılamayan birçok sırr-ı âyet,[18] bu gün bize sır olmaktan çıkmakta ve bu vesile ile bir çok âyet daha iyi anlaşılmaktadır. Kur’ân’ın ruhuna ve İslâm’ın özüne aykırı olmamak şartıyla, îmana ve ahkâma âit âyetlerin dışındaki kevnî âyetlerin, tecrübî ilimlerle yorumlanması ve bu vesîle ile de mânalarının daha iyi anlaşılması için yapılan tefsir ve te’viller, makbul ve meşru sayılmalıdır. Yeter ki bu tefsirler, haddi aşmadan yapılsın ve ma’kûl ölçüler içinde olsun.”[19]
- Kur’ân’da Haber Verilen Modern Keşiflere Bazı Misaller
Astronomi:
Kâinatın ilk maddesinin nasıl meydana geldiği bugün kesin bir şekilde bilinememektedir. Bu, belki de hep böyle devam edecektir. Ancak, doğruluk ihtimali olan ve bazı dayanakları bulunan birkaç nazariye geliştirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu konu ile alâkalı beyanları, bu nazariyelerle daha iyi anlaşılabilmekledir.
“İnkârcılar bilmezler mi ki göklerle yer birbirine bitişik idi; onları Biz ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. (Bilip de) hâla iman etmezler mi?” (Enbiya, 30).
“Sonra (Allah’ın irâdesi) göğe yöneldi; o zaman gök duman hâlinde idi” (Fussilet, 11).
Şimdilerde astrofizikçilere genel olarak hakim olan kanaat da, bu âyetlerin çizdiği çerçevede dönüp dolaşmaktadır.[20]
Dünyanın yuvarlak olduğuna müteaddit âyetlerde işaretler vardır. Ezcümle:
“Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor” (Zümer, 5) âyetinde geçen tekvîr (yukevviru), baş gibi kürevî bir cismin etrafında, bir şeyi meselâ sarığı döndürerek sarmak, tam Türkçe tabiriyle “dolamak” demektir.[21] İlmî nazariyelere göre Kur’ân’ı tefsir etmekten çekinen Seyyid Kutub bile bu âyetin tefsirinde şöyle diyor:
“Bu tekvîr tâbiri, yeryüzünde görülen müşahhas bir hakikati tasvir etmektedir. Yer küresi kendi mihveri etrafında güneşe karşı dönmektedir. Arzın müdevver (yuvarlak) olan sathından, güneşe karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz olur. Fakat bu aydınlık kısım devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yeryüzü hareket ettikçe gece başlar ve üzerinde gündüz bulunmayan kısım, karanlığa bürünür. Arzın sathı yuvarlak olduğu için üstündeki gündüzler de müdevverdir. Tabiatıyla onu takip eden gece de müdevver olacaktır. Bir süre sonra öbür taraftan gündüz başlar ve gecenin üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam eder: “Geceyi gündüze, gündüzü de geceye dolar.” Kullanılan kelime, şekli çizmekte, durumu belirtmekte, arzın mâhiyetini ve hareketini açıklamaktadır. Arzın küre şeklinde oluşu ve dönmesi, bu tâbiri (tekvir tâbirini) son derece dakik bir tarzda tefsir etmektedir.”[22]
Mahmûd es-Savvâf’a göre, dünyanın döndüğüne veya dönmediğine dâir Kitab veya Sünnette kat’î delil yoktur. Ancak dünyanın döndüğüne işaret eden âyetler vardır. O, “Sen dağları görür, onları hareketsiz, sabit sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçerler” (Neml, 88) âyetini, birçok âyet meyanında, dünyanın döndüğüne işaret eden âyetlerden sayar.[23]
Fizik:
Göğe doğru yükseldikçe havadaki oksijen miktarı azalıp hava basıncı her 100 metrede 1 derece düştüğünden nefes darlığı, konuşma ve görme zorlukları, baygınlık halleri meydana gelir. 20.000 metreyi geçince özel cihaz olmadığı takdirde nefes alınamayıp ölüm durumu vaki olur. Bundan dolayı yüksek uçuşlarda teneffüs cihazları kullanılır. Kur’ân şu âyetinde bu gerçeği bildirir: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, o kimse gökte yükseliyormuş gibi dar ve tıkanık yapar” (En’âm, 125).
Jeoloji:
Jeoloji, dağların yer üstündeki kısmı miktarınca yeraltında da temelinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Kur’ân: “Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı? Dağları da kazıklar (gibi) yapmadık mı?” (Nebe’, 6-7) âyetinde, dağları kazıklara benzetir. Zira çadır kazığının yarısına yakın bir kısmı yere çakılmaktadır. Başka bir âyette: “Dağları da (Allah) sapasağlam çaktın.” (Nâziat, 32) buyurulmaktadır.
Dağların, atmosfer denizinde yüzen yer küresinin dengesini sağladığı da şu âyette gösterilir: “(...) Sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sabit dağlar attı” (Lokman, 10). Jeolojide dağların, isostasy denilen yer dengesi kanununun mühim bir unsuru olduğu, asrımızda anlaşılmıştır.[24] Jeo-fizikte, “sıcak noktalar” (hot spots) denilen ve dünyada 110 kadar olarak belirlenen büyük dağ kitleleri vardır. Bunlar, yerkabuğunun hareketine mâni olmakta olup yerin çok derinliklerinden (mantodan) yükselen ve yerkabuğunu deldikten sonra yüzeyde katılaşarak âdeta bir perçin şeklinde kabuğu tespit eden (bazalt bileşiminde) büyük magma kitleleridir. Âyetlerin bildirdiği ile, tekvînî âyetlerin yorumu durumunda olan bilimin, şimdiki sonuçları arasındaki uygunluk meydandadır.
Botanik:
Ağaçların aşılanması öteden beri bilinmekte ise de, yakın bir zamana gelinceye kadar, rüzgârların aşılama ile herhangi bir ilgisi bilinmemekte idi. “Allah, her meyveden yine kendilerinin içinde ikişer çift yaratmıştır” (Ra’d, 3) âyetinin bildirdiği hakikat keşfedilip bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyvelerin meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, döllenmenin ve aşılanmanın rüzgârlar vasıtasıyla olduğu tespit edilmiştir.[25]
Genetik:
“Rabbin, Âdem oğullarından, onların sulblerinden (bellerinden) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti). “Evet, (buna) şahidiz” dediler. Kıyamet günü “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz.” (A’raf, 172).
Seyyid Kutub bu âyeti açıklarken şu izaha da yer veriyor: “Gerçekten Kur’ân-ı Kerim, varlığın en derin noktalarından, insan fıtratının derinliklerinde gizlenmiş olan bu son derecede derin müthiş hakikati, bu derecede parlak, eşsiz ve hayret verici bir sahne içinde sergiliyor. Hem de bunu, içinde yaşadığımız zamandan ondört asır kadar önce insanların menşei ve tabiatlarının gerçek mahiyeti hakkında vehimlerden başka bir şey bilinmediği bir ortamda bildiriyor. Bunca asırlar geçtikten sonra insanlık, bu hakikatler ve insan tabiatı hakkında bir kısım şeyleri öğrenme imkânı buluyor. Bir de görüyoruz ki ilim, genlerin (insanın bütün hayatını içerisine alan bir katalogu durumunda olan irsiyeti nakleden hücrelerin) bir sicil (kayıt) defteri olduğunu ve insanlar, daha sulblerde hücreler hâlinde iken onların bütün hususiyetlerinin o genlerde saklı olduğunu öğretiyor. Ve üç milyar insanın kaydını muhafaza eden ve onların bütün hususiyetlerini ihtiva eden genlerin hacim itibariyle 1 cm3 (bir santimetre küp)’ü geçmediğini, yani bir dikiş yüksüğü kadar bir yere sığdığını ifade ediyor. Bu öyle bir iddiadır ki, eskiden bunu söyleyen kimsenin hemen deli olduğu söylenirdi. “Biz, onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde, Kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, tâ ki kendileri de onun gerçek olduğunu iyice bilecekler” (Fussilet, 53) buyuran Yüce Allah, elbette doğru söyler.[26]
Daktiloskopi:
Bu bilim dalı, parmak izlerini inceler. Parmak izleri, ömür boyunca aynı kalmakta, hiç değişmemektedir. İnsanların diğer uzuvlarında benzerlik olabilirse de, parmak uçlarındaki izlerde iki insanın benzer olduğu vaki değildir. Bundandır ki en emin hüviyet, tespiti, gerçek imza olarak emniyet ve hukuk makamlarınca kullanılmaktadır. 19. asrın son çeyreğinde İngiltere’de kullanılmaya başlamış ve sonra her tarafa yayılmıştır.
Kur’ân, öldükten sonra insanın bütün teferruatıyla diriltileceğini bildirirken, insanın bu en ince özelliğine şöylece işaret eder: “İnsan, Bizim, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını bile düzgünce, yerli yerinde yapmaya gücümüz yeter” (Kıyâme, 3-4).
Biyoloji:
İnsanın üremesi konusunda Kur’ân’da geçen müteaddit âyetlerden özellikle Hacc, 5 ve Mü’minûn, 11-13 âyetlerini ele alıp, modern biyolojinin bu konudaki tespitleri ile karşılaştıran bir tıp profesörü, sonunda ikisi arasında tam bir mutabakat bulunduğunu, Kur’ân’da bildirilenlerin 19. asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde malûm olmadığını ifâde edip sözlerini şöyle bitirir: “Kur’ân, insanların keşfetmek için yüzyıllarım harcayacakları, insanın üremesi konusundaki temel gerçekleri, sâde bir anlatımla insanlığa açıklıyordu.”[27]
Hıfz-ı sıhha (Koruyucu hekimlik):
Kur’ân-ı Kerim her sahada koyduğu hükümlerle, insan neslinin, beden ve rûh sağlığının korunmasını sağladığı gibi, inişinden çok sonra anlaşılıp kesinlik kazanan mükemmel hıfzı sıhha kanunlarını da bildirmiştir.
“Kur’ân-ı Kerim’de, hıfzı sıhha açısından da önemli olan örtünmeden, elbise temizliğinden, yeteri derecede istirahat etmekten, iyi bir beslenmeden, kötü ve bozulmuş yiyeceklerin yenilmemesinden bahsedilmekte ve bu konularda insan oğlunun dikkati çekilmektedir.”
Yine Kur’ân-ı Kerim’de özellikle bitkisel yiyecekler ve bunların faydalarından söz edilmekte; iyi ve kötü içecekler hakkında bilgi verilmekte ve mutlak zararından ötürü içki içilmesi kesinlikle yasaklanmaktadır. Beslenme ile tedavi ve genel sağlık kurallarından olan ölülerin gömülmesi de Kur’ân’ın zikrettiği konular arasındadır.”[28]
Yemede içmede ifrat ve tefritten uzak, itidal emreden Kur’ân, Elmalılı M. H. Yazır’ın ifadesiyle, bir âyette (A’raf, 31) tıbbın yarısını telhîs etmiş (özetlemiş)tir.[29] Zina yasaklanmakla zührevî hastalıkların önü alınıp nesillerin güzelce muhafazası sağlanmaktadır. Leş, kan, domuz etinin yenilmesi yasaklanmıştır ki, bunların tıbben çok zararları bugün iyice tespit edilmiştir. Alkollü içkilerin yasaklanması, beden ve ağız temizliğinin, abdestin ve namazın, orucun ruhî olduğu kadar bedenî faydalarını da inkâr etmek mümkün değildir.
Bu kitapta kendimiz için çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkmamak düşüncesiyle, pek çok misâlden seçtiğimiz ve çok kısaca açıkladığımız numunelerden, Kur’ân’da tabiî bilimlerin sahasına giren ve onun nazil olduğu zaman gayb olan birçok gerçeğe işaret edildiği anlaşılmaktadır. Yalnız şunu unutmamalıdır ki, tabiat bilimlerinin gayesi, kâinattaki olayları gözlem ve deney metotlarıyla sınıflandırıp kontrol etme olduğu halde Kur’ân’ın gayesi, bütün ilimlere âit prensipleri keşfeden ve onlardan faydalanan insanın hidâyeti, doğru düşünmesi, dünya ve ahiret saadetidir.
“Netice olarak diyebiliriz ki, “ilimlerin vardığı sonuçlar, tecrübeye dayanan gerçeklerdir. Bununla beraber ilim de, insanın hayal ve vehimlerinin tesiri altında kalabilir. Hatta insanın düşüncesindeki dikkatsizlikleri de, elde ettiği neticelere tesir edebilir. İşte ilmî neticeleri, bu sınırlar ve ölçüler dahilinde kabule şayan görmek lâzımdır. Bu durumuyla ilmî neticeler de, sayı itibariyle bilgi ve tecrübenin sınırları içinde kalmaya mahkûmdur.”
“Netice itibariyle, ilimler, ihtimallerle başlamakta ve ihtimallerle sona ermektedir. İlimde nihaî muvaffakiyet yoktur. Binaenaleyh elde ettiği neticeler yaklaşık sonuçlardır. Ölçü ve değerlendirmelerde hata ihtimali her zaman söz konusu olabilir. Varılan sonuçlar genellikle ferdî kanaatlerdir, her zaman artma ve eksilme yolu ile bir değişikliğe mâruzdur, asla nihaî bir sonuç değildir. Bugün görüyoruz ki insanlık âlemi, bir kanun veya bir nazariyeye ulaşınca “bugüne kadar ulaştığımız en son ilmî gerçekler, bunlardır” diyor ve her zaman ihtimâl kapısını açık bırakıyor. Çünkü ileride değişiklikler gerektirecek bilgiler ve keşifler ortaya çıkabilecektir.”[30]
- Kur’ân’ın, Hz. Peygamberin Arzusuna Uymaması
Hz. Peygamber’in, Kur’ân karşısında takınmış olduğu hürmetkar tavır, âdeta bir talebenin hocasına karşı içinde bulunduğu tutum gibi olup, O’nun, Kur’ân’da en küçük bir hissesinin olmadığına şahitlik etmektedir. Bu da onun beklediği durumlarda vahyin gelmemesi yahut onu ikaz eden birtakım âyetlerin gelmesi şeklinde tezahür eder.
a. Beklediği durumlarda vahyin gelmemesi:
Peygamber efendimiz meşakkatli, üzüntülü, sabır tüketici uzun risâleti boyunca, zaman zaman öyle olaylar karşısında kalmıştı ki onlar, derhal bir hüküm vermesini, bir şeyler söylemesini gerektirmişti. Böyle durumlarda bir şeyler söylemeye o derecede muhtaç bulunuyordu ki, söz kendisine âit olsaydı söylememesi tasavvur olunamazdı. Buna rağmen günler ve günler geçtiği halde, insanlara okuyacağı bir kaç Kur’ân âyeti bulamadığı çok olmuştur.
İfk hâdisesi, bu hususta en bariz misallerdendir. Beni Mustalik gazvesinden dönerken Hz. Âişe, kaybetmiş olduğu emânet bir gerdanlığı aramaya daldığından biraz geri kalmıştı. Bu gecikmeyi bahane eden bazı münafıklar, onun aleyhinde namus iftirası atarak, gizliden gizliye yaymışlar, sonra sûi zan ilerlemişti. Münafıklar, dedikodu kazanını alabildiğine kaynatıp fikirleri altüst etmeye çalışıyorlardı. Günler geçiyor, kalpler ağızlara geliyor, iftira çığ gibi büyüyordu. Peygamberimiz şayia çıkar çıkmaz. Hz. Âişe’nin, babasının evine gitmesine izin vermişti. Vahy gelmediği için kesin bir şey söyleyemiyor, sâdece: “Ben şimdiye kadar Âişe’de iyi halden başka bir şey tecrübe etmedim (görmedim)” diyordu. İşi sorup soruşturmada, yakın ashabının fikrini almada bütün gayretini gösterdikten sonra tam bir ay geçti. Herkes onun lehinde şahitlik edip şüpheli hiçbir davranışına rastlamadığını söylüyordu. Buna rağmen onun söylediği son söz şu oldu:
“Bak, Âişe! Hakkında şöyle şöyle söylendiğini işittim, eğer masum isen Allah seni temize çıkaracaktır. Yok, eğer bir günaha teşebbüs ettiysen Allah’tan mağfiret dile.” Bu, böyle bir durumda, ancak bir Peygamber’in söyleyebileceği bir sözdür.
Bunu söylemesinden hemen sonra Nûr sûresinin baş tarafı nazil olarak, Hz. Âişe’nin masumluğunu şöylece ilân etmiştir:[31]
“11- O yalan haberi ortaya atanlar, içinizden bir topluluktur. Siz onu sizin için bir şer sanmayın. Bilâkis o, sizin için hayırdır. Onlardan her kişiye, kazandığı günah(ın cezası) vardır. İçlerinden elebaşılık yapana ise büyük bir azap vardır.
12- Onu işittiğiniz zaman, mümin erkek ve kadınların kendiliklerinden hüsnü zanda bulunup da: “Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
13- Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.
14- Eğer size dünyada ve âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu yaygarada size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
15- Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu ehemmiyetsiz bir şey sanıyordunuz, oysa o, Allah katında büyük (bir günah)tı.
16- Onu işittiğiniz zaman “bunu konuşmamız bize yakışmaz, hâşâ bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?
17- Eğer mümin kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir şeyi asla yapmamanızı tavsiye (emr) eder” (Nûr, 11-17).
Şuna dikkat edilsin ki bu âyetlerdeki dirâyetli, âmirane (otoriter) üslûp ile Hz. Peygamber’in çekingen, ihtiyatlı ifâdesi arasında hiç münâsebet var mıdır? Şâyet onun Kur’ân’da en ufak bir hissesi olsaydı kendi mevkiini, namusunu, keza refikasının namus ve şerefini iftiradan temizlemek için, bu sözü hemen işin başında söyler ve iftiracıların ağızlarını bağlardı. Fakat Allah Teâlâ adına yalan söylemenin mesuliyetini en çok bilen o olduğundan, insanların ne söylediğine bakmaksızın, tam bir teslimiyetle O’nun hükmünü beklemişti.[32] Bir saat beklemeye bile tahammülü olmayan bu iftira üzerinden, tam kırk gün geçtikten sonra semadan haber gelmişti.
Başka bir hâdiseye geçelim: Resûlullah, Kâ’be’nin kıble olmasını içten içe istiyor, bir vahiy gelir mi diye iştiyakla bekliyordu. Bu şekilde on yedi ay bekledikten sonradır ki Kâbe’ye yönelmeyi bildiren âyet (Bakara, 144)[33] gelmişti. Kur’ân kendisine âit olsaydı, hem kendisinin, hem de kendisine bağlı olanların bu arzularını hemen gerçekleştirip sıkıntıyı gidermez miydi?
Peygamber efendimizden Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûh sorulmuş o da “Yarın cevap veririm” deyip “inşaallah” demeyi unutmuştu. Cevap çok gecikti. Kureyş müşrikleri adını yalancıya çıkardılar. Bununla ilgili olarak: “Hiçbir şey hakkında “Yarın bunu yapacağım” deme; ancak Allah dilerse (yapacağım) de (...)” (Kehf, 23-24) âyetleri indirildi.
Vahy birkaç gün gecikince Peygamberimiz, Cibril’e sebebini sormuştu. Cenab-ı Allah da Cibril’e şöyle demesini vahyetmişti: “Biz ancak Allah’ın emriyle ineriz. Geçmişimizi, geleceğimizi ve ikisinin arasındakileri bilmek O’na mahsustur. Rabbin asla unutan değildir.” (Meryem, 64).
Bakara, 284 ve Tevbe, 80 âyetlerinin nüzul sebeplerine ve tefsirlerine bakmakla, vahyin Peygamberimizin arzusuna uymadığının başka misallerini görmek mümkündür.
- İkaz ve itab âyetleri:
Kur’ân-ı Kerim müteaddit âyetlerinde, Resûlullah’a bazı içtihadlarında hata ettiğini[34] bildirip onu ikaz eder, bazen tatlı, bazen şiddetli itabda bulunur. Kur’ân (hâşâ) Hz. Peygamber’in kelâmı olsaydı, insanların devamlı sûrette tilâvet tefsir ve izah edecekleri, hatta ibâdetlerini vasıtasıyla yapacakları Kitap’larında, kendisinin kusurlu taraflarını ebediyyen tescil etmesini, akıllı ve insaflı bir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir.
Vahiy, bazen onun arzusuna aykırı bir şekilde gelip, kendisinin fikrinin hatalı olduğunu bildiriyor, yahut istemediği bir hususa izin veriyordu. Bazen en küçük bir sebepten dolayı, şiddetli bir şekilde tenkit ve itaba mâruz kalıyordu. Buna dâir misalleri nakledelim:
Peygamber efendimiz bal şerbetini çok severdi. Hanımlarından Hz. Zeyneb’in hücresinde iken o, kendilerine bal şerbeti ikram etmişti. Peygamberimiz de orada, mûtadından biraz daha fazla kalmıştı. Bu durum, Hz. Âişe’nin kıskanmasına yol açmış ve ezvac-ı tâhirattan Hz. Hafsa’ya Hz. Peygamber’e bir şaka yapmak maksadıyla, yanına gelmesi hâlinde, kendisinden meğafir kokusu geldiğini söylemesini teklif etmiş ve bu hususu aralarında kararlaştırmışlardı. Meğafir, kötü kokan bir ağacın reçinesidir. Onlar kararlaştırdıklarını yaptılar. Peygamberimiz, mağafir yemediğini, bal şerbeti içtiğini söyledi. Bunun üzerine, balı yapan arıların, o fena kokulu ağaçtan almış olabileceğini ileri sürdüler. Peygamberimiz de bir daha bal şerbeti içmeyeceğini ifade etti. Bunun üzerine şu âyetle başlayan Tahrîm sûresi indi:
“Ey Peygamber, hanımlarını memnun etmek için, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? (Bununla beraber üzülme) Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Tahrîm, 1)
Bedir zaferinde esir alınan müşriklere ne yapılacağı konusunda Peygamber efendimiz ashabıyla istişare edip, neticede galip olan fikre göre hareket ederek, fidye karşılığında onları salıvermişti. Bunun üzerine indirilen âyetler, inkâr cephesinin ileri gelenlerinin öldürülmelerinin, öteki kâfirlere daha iyi bir ders olacağını beyan buyurdu:
“Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir Peygamber’e esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) âhireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. Eğer Allah’tan, (yanılarak verilen hükümlerden dolayı azap etmemek şeklinde) bir hüküm geçmemiş olsaydı, aldığınız fidye sebebiyle size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl hoş olarak yeyin ve Allah’tan korkun; şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Enfâl, 66-68)
Bu pasajda çarpıcı bir durum vardır. Önce hata bildirilip bu iş, şiddetli bir tarzda reddolunuyor, hemen arkasından kabul edilip, Resûlullah’ın gönlü alınıyor; hatta bu tutum, daha sonra bir kaide hâline getiriliyor. Gazap kükremesiyle rıza gülümsemesinin, araya hiçbir fasıla girmeksizin bir şahıstan aynı anda sâdır olması mümkün değildir. Mümkün olduğu düşünüldüğü takdirde, ikinci rıza fikri, birinci olan gazabı silmiş demektir. Bu durumda vazedilen hüküm de o istikamette olunca, kızgınlık ifade eden sözü söylemesi düşünülemezdi. Psikoloji bilginleri burayı okuyunca, burada birbirinden ayrı iki şahsiyetin bulunduğunu, bu sözün, şöyle diyen bir hâkime âit olduğunu kabul ederler: “Yaptığın şey pek doğru değil, bununla beraber seni affettim ve bu hususta sana izin verdim.”[35]
Kur’ân’ın aile hayatında yaptığı inkılâblardan biri de evlâtlık alma (tebennî) geleneğini kaldırıp, aile münâsebetlerini tabiî esasa göre düzenlemiş olmasıdır. O zamana kadar Araplar, evlâtlığı, asıl babasına göre değil, evlât edinenin adına göre isimlendirirlerdi. Bu âdet, Ahzab, 5 âyetiyle kaldırılmıştı.
Zeyd İbn Hârise’yi Resûlullah çok severdi. Nübüvvetten önce onu evlât edinmiş, sonra âzad edip azatlı cariyesi Ümmü Eymen ile evlendirmiş, daha sonra halasının kızı Zeyneb ile nikahlamıştı.
Zeyneb, Zeyd ile geçinemedi. Zira kendisi gibi asîl birini, azatlı köle olan Zeyd’e lâyık görmüyordu, sırf Hz. Peygamber’in hatırı için Zeyd’i kabul etmişti. Ona bir türlü ısınamadı, asaletiyle övünüyordu. Evlilikleri bir seneden fazla sürdü. Zeyd bir müddet sabretti ise de, sonunda Peygamberimiz’e gidip ayrılmak istediğini belirtti. Hz. Peygamber de; beraber yapamayacaklarına kani olmakla birlikte, bunu Zeyd’e açıkça ifade etmedi, “Karını yanında tut.” dedi.
Allah Teâlâ, Resulüne, Zeyd’in onu boşayacağını ve kendisinin onunla evleneceğini ilham etmişti. Resûlullah da, sırf kendisinin teşebbüsü ile tahakkuk eden bu evlilikten dolayı halası kızı Zeyneb’in ve ailesinin kırılan şerefini tamir etmek için, boşanma halinde, bunu münâsip görmüş olmalıydı. Keza Cenab-ı Allah, tebennî âdetini iyice ortadan kaldırmak için, evlâtlığın boşadığı karı ile babasının evlenmeme âdetini de kaldırmak istiyordu. Âdetler, ruhların derinliklerine kök saldıklarından onları değiştirmek kolay değildir, bazen önderlerin, aksine tatbikatlarını gerektirir. Peygamberimiz, İslâm’ın, eşitlik prensibini ve verasete dayanan sınıf farklarını kabul etmediğini göstermek için, evlâdı olarak bilinen Zeyd’e, halası kızını almıştı. (Kendisi onunla evlenmek isteseydi, bunu kolayca yapabilirdi ve zaten halasının kızı olan Zeyneb’in ailesi de bundan şeref duyardı.)
İlâhî hikmet, Resulüne yüklediği risâlet yükleri arasında, bir de evlâtlık sisteminin sonuçlarını ortadan kaldırma ve evlâtlığı Zeyd’in boşadığı kadınla evlenmek külfeti ile onu imtihan etti. Demin dediğimiz gibi, Allah bunu kendisine ilham etmişti. İnanç konusunda hiçbir şeyden çekinmeyen şecaatlı Resûlullah’ın, meselenin şahsı ile ilgili olması sebebiyle, bu işte, kavmine karşı koymak içinden gelmiyordu, bunu geciktiriyordu.[36] Allah’ın ilhamı ile, işin varacağı âkibeti görse de, O’ndan açık bir emir olmadığı için, kavmine bu pek ciddî karşı çıkıştan geri duruyordu; yoksa ne tereddüt eder, ne de tehire çalışırdı.
Nihâyet Zeyd, Zeyneb’i boşadı; ikisi de kendilerini bekleyen âkibetten habersizdiler. Zeyneb, iddetini tamamladıktan sonra Hz. Peygamber, Allah’ın emriyle onunla evlendi. Bu sırada Peygamberimiz 54, Zeyneb ise 36 yaşında idi. İşte şu itab âyetleri bu hâdise hakkında indirilmiştir.
“37- Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine nimet verdiğin kimseye: “Eşini yanında tut, Allah’tan kork,” diyordun; fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; hâlbuki asıl çekinmene lâyık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince Biz onu sana nikahladık ki bundan böyle, evlâtlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestikleri zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın buyruğu her zaman yerine getirilmiştir.
38- Allah’ın farz kıldığı (takdir veya helâl ettiği) bir şeyi yerine getirmek hususunda Peygamber’e herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah’ın adeti böyle idi. Allah’ın emri olup bitmiş bir kaderdir.
39- Onlar (peygamberler) Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar. Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Ahzab, 37-39).
Hz. Âişe bu mesele hakkında: “Eğer Resûlullah kendisine vahyedilen Allah’ın kitabından bir şey saklamış olsaydı, işbu “(...) fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun, halbuki asıl çekinmene lâyık olan Allah’tır” kısmını saklardı” demiştir.[37]
Son olarak bir başka hâdiseyi misâl verelim. Hz. Peygamber, Kureyş Kabîlesi’nin ileri gelenlerinden bazılarına dînî telkinlerde bulunuyordu. Onun bu meşguliyetinden haberdar olmayan ve gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmi Mektûm isimli müslüman onun yanına varıp:
“Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, yâ Resûlallah!” diye bağırdı ve bu sözünü birkaç defa tekrar etti. Hâlbuki Peygamberimiz Velîd veya Umeyye İbn Halef gibi sözlerine çok itibar edilen reislerden birini ikna etmeye çalışıyordu. Bu adamlar, kendilerinin yanında fakirlerin bulunup söze karışmalarından hoşlanmazlardı. Hz. Peygamber bu nâzik durumda onun böyle söyleyip kendi sözünü kesmesinden sıkıldı, yüzünü ekşitip öteye çevirdi. Bunun üzerine şu sûre indi. (Bundan sonra bu zâtın yanına her gelişinde Peygamberimiz ona: “Ey hakkında Rabbimin beni itab ettiği zat, merhaba!” buyurur ve cübbesini onun altına yayardı.)
“Surat astı ve yüzünü çevirdi,
Kendisine o âmâ geldi diye.
Ne bilirsin belki o (senden öğrendikleriyle) arınacak,
Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine fayda verecekti. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince Sen ona yöneliyorsun. Hâlbuki onun arınmamasından sana ne?
Fakat koşarak sana gelen,
(Allah’tan) korkarak geldiği halde,
Sen onunla ilgilenmiyorsun” (Abese, 1-10)
Bu itab âyetlerinin daha başka bazı örnekleri de vardır.
İtab vâki’ olan bütün bu durumlar gözden geçirilirse, bunların şundan ileri geldiği anlaşılır: Resûlullah, mübah olan iki ihtimâl arasında kaldığında, muhataplarının hidâyetine, yakınlarına merhamete ve düşmanlarının kalplerini kazanmaya en müsait, kabalıktan, katılıktan ve dîne şüphe getirmekten daha uzak olanı tercih etmiştir. Açık emir olmadığı için bu mülâhaza ile hatalı bir müçtehid veya evlâ olanı terk eden biri durumundadır, yani mazur ve me’cûrdur. İnsanî mülâhazalarla olmuş ve neticede en isabetli hükmü Allah göndermiş ve o da buna tâbi olmuştur.[38] Kur’ân-ı Kerim ise, ilahî hikmet mizanında daha isabetli olanı bildirmiştir. Aslında aklen, bu itablara sebep yoktur. Sâdece, Rubûbiyet makamının ubudiyeti irşadı, öğretim ve eğitim basamaklarında yükseltmesi söz konusudur. Netice itibariyle de, Kur’ân’ın sâdece vahiy olduğunu ortaya koyarlar.
Hz. Peygamber, kendi görüşünün isabetsizliğini müşahede etmesi hâlinde, kendisi hakkında hiç bu şekilde acı ifadeler kullanıp, böyle şiddetli bir tarzda itab eder miydi? Bilâkis bu hususlarda sükût etmekle kendisinin kusurunu örtmek ve çevresinin kendi fikirlerine olan saygı ve itibarını korumak endişesine düşmez miydi? Kur’ân kendisinden kaynaklanan bir kelâm olsaydı, en azından bunları gizlerdi.[39]
* * *
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Kur’ân:
- Âlemlerin Rabbi sıfatıyla, Allah’ın kelâmıdır. Onun münezzeh hükümranlığının ezelî buyruğudur; başında bazen şifreler bulunan pek mühim mesajlarının dergisidir.
- Varlık bilmecesinin sırrını ve ilâhî definelerin kapısını açan anahtardır.
- Görünen âlemde, görünmeyen âlemin lisanıdır. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritasıdır.
- Rübubiyyetin en büyük tecellisi ile, semâdan sarkarak ezeli ebede, ferşi (yeri) arşa bağlayan nuranî zincirdir, Allah’ın sağlam ipidir.
- İslâmiyet manevî âleminin temeli, plânı ve hendesesidir.
- İnsanlığa hem bir fikir ve hikmet kitabı, hem bir ahlâk ve ubudiyet kitabı, hem bir ahkâm ve şeriat kitabı, hem bütün manevî ihtiyaçlarına merci olacak, çok kitapların özünü ihtiva eden, âdeta mukaddes bir kütüphanedir.
- Büyük kâinat kitabının, beşer ifadesine ezelî bir tercümesidir.
- Kaynağı ilâhî vahiy, hedefi insanlığın dünya ve âhiret saadeti, içi hâlis hidâyet dolu olup, güzellikleri tükenmeyen, tekrarından usanılmayan, zamanın geçmesiyle aşınmayıp hep yeni kalan, akılları ve kalpleri fetheden hakikî mürşiddir.
- Hayat, bu kâinattan süzülmüş, bir hülâsa, bir öz olduğu gibi, Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’ın maddî ve manevî hayatı da hayattan ve kâinatın ruhundan süzülmüş hülâsanın hülâsasıdır. Hz. Muhammed’in risâleti, kâinatın şuurunun şuuru ve nuru olduğu gibi, Kur’ân vahyi de, bu hayatdar hakikatlerinin şehâdetiyle, kâinatın hayatının ruhu ve kâinatın şuurunun aklıdır.
Evet, evet, evet... Eğer kâinattan Hz. Muhammed’in risâletinin nuru çıksa gitse, kâinat vefat edecektir. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divaneye dönecek ve yer küresi kafasını, aklını kaybedecek; belki de şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacak, bir kıyameti koparacak, müthiş sekeratiyle vefat ederek bu imtihan diyarı büsbütün kapanacaktır.[40]
[1] M. Abduh - M. R. Rıda, Tefsîru’l-Menâr, I, 198.
[2] B. Said Nursi, Sözler, s.384-385; İşârât, s.106-107.
[3] “Güneş de kendi müstekarrına doğru (yahut kendine âit bir müstekarda) akıp gider”.
[4] B. Said Nursî, Sözler, s.141.
[5] Necm kelimesi (çoğulu: nücûm) Arapçada “yıldız” mânasına geldiği gibi, Kur’ân’ın ayrı ayrı inen her parçasına da denir.
[6] Aynı eser, s. 144.
[7] Aynı eser, s. 416.
[8] Aynı eser, s.146, 458, 462.
[9] Aynı eser, s.457-458
[10] Zerkanî, Menahil, II, 351-352.
[11] Aynı eser, II, 343-351.
[12] B. Said Nursi, İşarat, s.98, Sözler, s.425.
[13] Zerkani, Menahil, II, 369.
[14] Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes, Kur’ân ve Bilim s. 350 vd.
[15] “Asıl fazilet, düşmanların da ikrar ettiği fazilettir” gerçeğine -bu kitaptaki prensibimize istisna olarak- kulak verip, binlerce yabancı itirafından, din fikrine toptan karşı olan E. Renan’ın (ö.1892) bir cümlesini nakledelim: “Bir medeniyetin değeri, yaratıcılığında, ilim ve sanat hayatına kattığı zenginliklerde, gerçekleştirdiği refah ve içtimaî adalette ise, İslâmlığı, bilhassa ilk beş asrında ve yer yer XVIII. asra kadar, dünya tarihinin en parlak devirleri arasında görmek icap eder” (Renan’ın İslâmlık ve Bilim konferansından, Ziya İşhan’ın tercüme ettiği Mektuplar ve Konferanslar, Ankara, 1946, s. 183-205).
[16] B. Said, Nursi, Sözler, s.428, 756-757.
[17] B. Said Nursi, İşarat, s.103-104.
[18] Kitapta böyle çıkmış. Dizgi hatası olduğunu zannediyorum. Herhalde aslında “bir çok sırlı âyet” idi.
[19] C. Kırca, Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler, s.125.
[20] Geniş bilgi için aynı eser, s.130-133.
[21] Aynı eser, s. 138 ve Tefsîru’l-Menar, I, 211.
[22] S. Kutub, Fî Zılali’l-Kur’ân, Zumer sûresi, 5. âyetin tefsirinde.
[23] C. Kırca, s.141-142. n. 42’den.
[24] Vahîduddîn Han, s.218 vd., M. H. Yazır, VII, 5532; S. Kutub, Zilal, Nebe’ 7. âyetinin tefsirinden.
[25] Tefsîru’l-Menar, I, 210; M. H. Yazır, IV, 3053; M. Bucaille, s 280-281; C. Kırca, s.166.
[26] S. Kutub, Zilal, A’raf sûresi, 172. ayetin tefsirinde.
[27] M. Bucaille, s.293-306 ve bilhassa 306.
[28] C. Kırca, s.176-177 (İlgili ayet referansları için aynı yere bkz.)
[29] M. H. Yazır, III, 2153.
[30] S. Kutub, Zilal, III, cüz-7, s.229.
[31] Bu hâdiseyi tafsilatlı olarak bildiren hadis Buharî ve Müslim’de vardır (Buharî, K. Tefsir, Nûr sûresi tefsirinin ilgili yerinde).
[32] M. A. Dıraz, en-Nebe’u’l-azîm, s.17.
[33] “(Ey Resulüm,) Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni memnun olacağın kıbleye yönelteceğiz. Haydi (bundan böyle) yüzünü Mescid-i haram tarafına çevir (...).”
[34] Resûlullah’ın içtihadı neticesinde yanılması, isyan olmadığından bu, onun günahtan masumluğuna zarar vermez. Resûlullah, insanların her bakımdan rehberi olarak gönderildiğinden, ilahî hikmet, onun da içtihad edip bazen isabet edememesini dilemiştir. Böylece insanlar, akıllarını çalıştırıp fikrî ilerlemeden geri kalmamaya sevkedilmişlerdir. En mükemmel rehber olan Hz. Peygamber bile içtihad ve icabında -vahy gelmedikçe- hata edebildiğine göre, insanların onu bu hususta da örnek almaları telkin edilmiştir. Şu mühim farkla ki, Hz. Peygamber hata üzerinde devam etmemiştir, hatası mutlaka Allah tarafından düzeltilmiştir; diğer müçtehidler için ise böyle bir te’minat yoktur. Onun içtihadında yanılması ayrıca, beşeriyetini ve kulluğunu da hatırlatıp, vahye mazhar olmadıkça, en yüksek insanın bile hatadan salim olamayacağını gösterir. Allah Teâlâ’nın talimatının olduğu hususlarda ise nebilerin hatası olmaz. Terk-i evla (en isabetli olanı yapmamak) veya nihâyet, zelle söz konusu olabilir.
[35] Aynı eser, s.17-18.
[36] S. Kutub, Zilal, Ahzab sûresinin tefsiri, cüz: 22, s.27.
[37] Taberi, Tefsir, XXII, 11.
[38] Bedir zaferi esirlerine muamelede olduğu gibi, bir iki hususta Hz. Ömer’in isabeti, onun mizacındaki sertlikle ilgilidir. Bu şiddet, nerdeyse Hudeybiye’de ilahî emirden uzaklaştıracaktı. Şu halde muvafakat etmesi tesadüfi olup, yoksa yalnız Allâmu’l-guyûb olan Allah’ın bilebileceği hakikî gerekçeleri bilmesinden ileri gelmiyordu (Muhammed A. Draz, en-Nebe’u’l-azîm, s.19).
[39] M. A. Draz, en-Nebe’u’l-azim, Nebe’, s.18.
[40] B. Said Nursi, Sözler, s.115,140.