İnfakta Yarışan Güzel İnsanlar
Hayatın kendine ait olmadığının farkında olan, aczini, zaafını, fakrını Allah'a arz eden kullara gelince onlar; dünyayı fesada vermek isteyen müfsitlere karşı, ıslahçı bir rol oynamışlar; dâima, iyiden, güzelden, doğrudan, haktan, hukuktan, barış ve sevgiden yana olmuşlar; gittikleri her yere, huzur ve mutluluk götürmüşlerdir.
Sevmek, gerçekten tanımaya bağlıdır. Tanımadan sevgi oluşmaz. Fedakârlık yapılamaz. En büyük infak kahramanlarının, Allah (celle celâlühü) ve Resülûllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisini her şeyin üstünde tutan kimseler olduğunda şüphe yoktur. Onlar, Allah'ın lütfettiği ilim ve itibarlarını, haysiyet ve şereflerini insanlığın dünya ve âhiret saadetine adamış en büyük fedakârlardır. Onlar vesilesiyle hakikate uyanan nice kahraman vardır. İnfak noktasında örnek fedakâr davranışları, hem tarihe geçmelerine vesile olacak hem de, öbür tarafta kendilerini mesrur edecektir. Bunların infak yarışındaki model davranışları o kadar güçlüdür ki, birkaçını hatırlamak bile bizi bu konuda ikna etmeye yeter.
Topraktan yaratılan insan, tevazuu temsil etmesi gereken, Allah'ın inayeti olmazsa elinden hiçbir şey gelmeyen aciz, zavallı bir varlıktır. Bir musibete, hastalığa maruz kaldığı zaman acizliğini hemen idrak eder. Gel gör ki; imandan mahrum oluş, onun bunu fark etmesini engelliyor. Neticede bu konuma düşen insan, Rabb'ini bilmez; kanun, nizam, hukuk tanımaz; kendi çıkarı ve menfaati uğruna her şeyi yakar, yıkar; kendine ve topluma büyük zararlar verir. Sahip olduğu, Allah'ın muvakkaten emanet ettiği imkânları, fırsatları, nimetleri, ihsanları, lütufları ve kabiliyetleri Karun gibi hep kendinden bilir ve "Bunları ben kendi gücümle elde ettim." der, Rabb'ine karşı baş kaldırır, isyan eder. Karun'un en önemli özelliği, sahip olduğu her şeyi kendi nefsine harcaması ve infaka kapalı olmasıdır. O, Allah'ın kendisine lütfettiği hiçbir nimeti, hiçbir kimseyle paylaşmak istemez. Böyle bir konumdaki insan, nefsinin esiridir ve nefsinin arzularını tatmin dışında hiçbir şey düşünmez. Bundan dolayı bu tür insanlar, tarih boyunca ve günümüzde, ortalığı fesada vererek, en küçük menfaatleri için dünyayı kana bulamışlar; barışı, huzuru, adaleti ve insanlığı yok etmişlerdir.
Hayatın kendine ait olmadığının farkında olan, aczini, zaafını, fakrını Allah'a arz eden kullara gelince onlar; dünyayı fesada vermek isteyen müfsitlere karşı, ıslahçı bir rol oynamışlar; dâima, iyiden, güzelden, doğrudan, haktan, hukuktan, barış ve sevgiden yana olmuşlar; gittikleri her yere, huzur ve mutluluk götürmüşlerdir.
Bunun en taze, en güzel misâli 'Kimse Yok Mu' Avrupa temsilciliğinin başlattığı infak hareketidir. Dünyaya örnek olacak bu güzel infak yarışı, Avrupa Samanyolu TV'de yayımlanmıştır. Allah (celle celâlühü) ve Resülûllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) hoşnut ve razı edecek bu infak programını seyreden herkesin gözleri yaşarmıştır. Bu programda Asya ve Afrika'da bir tas çorba içemeyen, bir ayakkabı alamayan, başını sokacak bir evi olmayan, hastalarına ilâç bulamayan, bulsa dahi alamayan, ayağına giyecek çorabı, sırtını örtecek bir battaniyesi bulunmayan her yaştan birçok insanın, gözyaşlarını silecek, mağdur, mazlum kardeşlerimizin yüzünü güldürecek örnek bir yardımlaşma tablosunu heyecanla takip ettik. Dünyanın ve Müslümanların geleceği adına umutlandım ve çok sevindim.
Bu vesileyle milletimizin infak yarışında gösterdiği centilmenlik ve fedakârlık konusunda iki örnek vermek istiyorum.
Endonezya'nın Açe bölgesinde vuku bulan tsunami hâdisesinden sonra, Türkiye'den infak duyguları coşan, felçli bir bacımız, bana bir mektup göndermiş. Mektubu açtığımda içinde 500 TL ile şu notu gördüm: "Ben bu parayı, yarım vücudumla, tek elimle örgü yaparak kazandım. Ne olur, bunu Açeli kardeşlerimize ulaştırabilir misiniz?" Bacımızın pusulasıyla beraber yardımını, eyalet valisine ulaştırdım. Açe Eyalet Valisinin, bu bacımızın fedakârlığı karşısında televizyonda ağlayarak: "Şu Türkiyeli kardeşlerimizin fedakârlığına hayranım." dediğini duyduğumda milletim adına çok duygulandım.
Bu konuda diğer bir örnekle de Endonezya'da karşılaştım. Oradaki bir Japon profesör bana dedi ki: "Anadolu insanı ne müthiş bir millet, dünyanın neresinde bir musibet varsa, onların orada olduklarını görüyorum. Bu durum, beni bu millete, bu medeniyete ve bu güzel insanlara hayran ediyor."
Yukarıdaki örnekler açıkça bir defa daha gösteriyor ki, dünya sadece kendimizi düşündüğümüz ve kendimize çalıştığımız, nefsanî arzularımızı tatmin ettiğimiz bir yer değil; Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşanılan ve O'nun verdiği nimetlerin diğer insanlarla cömertçe paylaşıldığı geçici bir meskendir. Dolayısıyla insan, bütün bunların farkına varır ve Allah'ın emanet ettiği canını, malını, ilmini, enerjisini, makamını, hattâ yetiştirdiği evlâtları da dâhil her şeyini, insanlığa hizmet yolunda, Allah'ın rızasını kazanmaya sarf ederse, bundan büyük bir mutluluk duyar. İşte bu, dünyanın ufkunda yüzyıllar sonra bir kere daha yeniden doğmaya başlayan gerçek insanlık ve gerçek Müslümanlıktır.