İslâm’da Tevbe





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/01/2023
Clap

Tevbe; yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati, Allah yönünden, affedip bağışlamak, kul yönünden, yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak suretiyle, Allah'a sığınarak, O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak demektir.

 

A- TEVBENİN TANIMI, GEREKLİLİĞİ VE UNSURLARI

 

A- TEVBENİN TANIMI

  1. Dilde Tevbe:

Tevbe, Arapça bir kelime olup, tâbe-yetûbû maddesinden mastardır. Allah'a dönüş ve yöneliş anlamına gelmektedir. Bu kelime daha çok, masiyetten Allah'a dönme anlamıyla meşhur olmuştur.[1] Tâbe fiili, günahından Allah'a dönen kul hakkında "ilâ" harfi cerri ile kullanılmaktadır. Aynı fiil "alâ" harfi cerri ile, Allah'ın günahkâr kullarının tevbesini kabul etmesi anlamına gelmektedir.[2]

Tevbe eden kul tâib adını alırken, Allah hakkında kullarının tevbesini fazl-ı keremi ile kabul eden anlamında bir vasıf olarak, tevvâb sıfatı kullanılmaktadır.[3]

 

  1. Terim Olarak Tevbe:

İslâm âlimleri, tevbenin tanımını çok değişik şekillerde yapmışlardır. Özellikle mutasavvıflar, bulundukları makamlara göre tevbeyi tanımladıklarından, çok farklı tevbe tarifi ortaya çıkmıştır. Biz burada, birkaç tevbe tanımı vermekle yetinmek istiyoruz.

Tevbe; geçmiş hataların verdiği iç sancısıdır.[4]

Tevbe; kötü huyları iyi huylara değiştirmektir.[5]

Tevbe; Allah'a muhalefetten dönmek, kişinin zimmetinde oluşmuş, başkalarının haklarından edaya güç yetirdiğini sahiplerine ödemektir.[6]

Tevbe; günahı çirkinliği için terketmek, yapılan fiile pişman olmak, onu tekrarlamamaya azmetmek ve mağdura hakkını vermektir.[7]

Tevbe; Allah'ın gerekli kıldığı fiillere sarılmak ve kerih gördüklerinden kaçınmaktır.[8]

Tevbe; mü'min varlığın inhilâl ve çözülmesinden sonra, Yaratıcı'nın huzurunda, yeniden bir inşa ve bina olunmadır. Günahtan sonra, Allah ile yeniden uzlaşma da diyebileceğimiz bu hareket, bir tazeleniş, bir filizleniştir.[9]

Tevbeyi, daha şümullü bir tarifle şöyle tanımlayabiliriz: Tevbe; yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati, Allah yönünden, affedip bağışlamak, kul yönünden, yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak suretiyle, Allah'a sığınarak, O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak demektir.[10]

 

B- TEVBENİN GEREKLİLİĞİ VE KABULÜ

  1. Tevbenin Her Fert İçin Gerekli Olduğu:

İnsan, beşer fıtratında yaratılmıştır. Günah işlemek, belki de insanı meleklerden ayıran bir özelliktir. İnsan, günahtan tamamen uzak kalamayacağına göre, tevbeden de uzak duramayacaktır.

Hiç günah işlememek, insanlar için bir fazilet değildir. Asıl fazilet, kişinin yaptığı günahtan pişmanlık duyarak tevbe edebilmesidir. Nitekim Hadîste; "Bütün ademoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlısı ise tevbe edenlerdir"[11] buyurulmuştur.

İslâm fıtrat dinidir. Günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılan insanın, günah işleyeceği kabul edilmiş ve bundan kurtulma ve etkisini azaltma yollarına dikkat çekilmiştir. İnsan fıtratını en güzel şekilde belirten bir hadîste; "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyen, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı"[12] buyurulmuştur.

Tevbe, her fert için, vakit geçirmeden, yapılması gereken bir farzdır.[13] İslâm âlimleri, tevbenin herkes için farz olduğunda icma etmişlerdir.[14]

Yüce Allah; "Ey iman edenler, toptan Allah'a tevbe ediniz ki, kurtulasınız" (Nur suresi, 31); "Gerçek bir tevbe ile Allah'a dönün" (Tahrim suresi, 8) buyurmuştur.

Hz. Peygamber de; "Ey insanlar, Allah'a tevbe ediniz"[15] şeklinde ümmetini tevbeye çağırmış ve kendisi de, bu hususta ümmetine örnek olmuştur.

Resulullah (sas) her gün 70[16] veya 100[17] defa Allah'a tevbe-i istiğfar ettiğini belirtmiştir. Bu ifadeler, Hz. Peygamberin bile, tevbeden müstağnî kalmadığını ve ümmetine tevbe dersi verdiğini göstermektedir. Zira o masum da olsa, Kendisinin de ifade ettiği gibi,[18] kalbe gelen bir kısım şeylerden müstağni kalamamakta ve onlar için tevbe etmiş bulunmaktadır.[19]

İnsan büyük günahlardan uzaklaşsa, küçüklerinden kaçamamış olabilir. Onlardan kaçınsa, kalbi ile bazı günahlar işlenebilir. Onlardan da kaçınsa, günah işleme düşüncesi veya gaflet bir an kendisini meşgul edebilir.[20] Hulâsa insan, günahtan tamamen soyutlanamayacağı[21] için, tevbeye de ihtiyacı bitmeyecektir.

Nitekim Gazzâlî (ö.505/1111), tevbenin gerekliliği hakkında Hz. Âdem'i örnek vererek şöyle istidlalde bulunmaktadır: "İnsanoğlunun babası bile tevbeden müstağni kalamamıştır. Babanın yaratılışına uymayan ve babanın güç yetiremeyeceği şeye, çocukları hiç güç yetiremez."[22]

Tevbenin gerekliliğine bir başka aklî delil de, kalbin heva ve masiyetlerle paslanması görüşüne dayanmaktadır. Kalp aynasını bu paslardan korumak için herkese tevbe gereklidir.[23] "Tevbe etmemek, Rabbi, O'nun hukukunu ve nefsin kusurunu bilmemekten kaynaklanır. Bu sebeple, en büyük zâlim (haksız), Rabbine tevbe etmeyen kuldur."[24]

 

  1. Tevbenin Kabûlü:

Bütün insanların günah işleyebileceğini, ancak faziletin ve hayrın tevbede olduğunu[25] biliyoruz. Yüce Allah, kendisini kullarına tanıtırken, tevbeleri kabul edici özelliğini şöyle belirtmiştir: "O kulların tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir" (Şûrâ suresi, 25); "..günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden.. Allah'tandır.." (Mümin suresi, 3).

Diğer taraftan Allah, tüm kullarının kurtuluşları için tevbe etmeleri şartını koşarak; "Ey mü'minler, hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz" (Nur suresi, 31; Tahrim suresi, 8) buyurmuştur.

Ayrıca Yüce Allah'ın tevbe edenleri methetmesi (Tevbe suresi, 112) ve tevbe kapısını çalan kullarını sevdiğini ifade etmesi (Bakara suresi, 222) tevbelerin kabul edileceğinin birer delilidir.

Allah biz kullarını, cehennem azabından önce, tevbelerimizle, günahlarımızın kirlerinden temizlemek istemektedir. İnsanlar yaptıkları tevbelerle hem günahlarından temizlenmiş olacaklar, hem de Allah'ın sevgisini kazanacaklardır.[26]

Hz. Peygamber, kullarının tevbesi karşısında Allah'ın ne kadar sevineceğini şöyle bir örnekle anlatmaktadır: "Allah'ın kulunun tevbesine sevinmesi şuna benzer: Bir insan azığını, su tulumunu bir deveye yüklemiş, sonra yolculuğa çıkmıştır. Nihayet çorak bir yere vardığında, uykusu gelmiş, inerek bir ağaç altında istirahat etmiştir. Kalktığında, devesinin kaybolduğunu görmüş ve değişik tepelere koşarak onu aradığı hâlde bulamamış ve yorgun bir vaziyette, altında dinlendiği ağacın gölgesi altına gelip, devesinden ümit kestiği hâlde, yanı üzerine yatmıştır. Böyle ümitsiz hâlde iken, birdenbire devesinin yanında durduğunu görüp de yularından yapışıp, son derece sevinmesinden dolayı şaşırarak; 'Ey Allah, sen benim kulumsun, ben senin Rabbinim' dediği andaki sevincinden daha fazladır."[27]

Bir diğer hadîste de; "Allah gündüz günah işleyenin tevbe etmesi için geceleyin, gece günah işleyenin tevbesi için gündüzleri elini açar (tevbesini bekler). Tâ ki güneş batıdan doğuncaya kadar Allah'ın bu hareketi devam eder."[28] buyurulmaktadır.

Şartlarında eşiklik olmadan yapılmış ve ancak kabul edilmemiş bir tevbenin gösterilmesi herhalde mümkün değildir.

Maalesef, konuyu iyice araştırmamış birçok din görevlisinin, bazı gün ve gecelerde, Allah adına tasarrufa yeltenerek, bir kısım günahkâr Müslümanları tevbe kapısından kovduklarına şahit olmaktayız. Halbuki, hiçbir günahkâra tevbe kapısı kapatılmamıştır.

Ehl-i Sünnet[29] ve İmamiyye'ye[30] göre; Allah kullarının tevbesini kabul edeceğini vâdetmişse de, tevbeleri kabul etmek mecburiyetinde değildir. Mu'tezile ise, tevbeleri kabul etmenin, Allah hakkında vacip olduğu görüşündedir.[31]

Gazzâlî,[32] sahih tevbenin kabul edileceğinde şüphe edilmemesini belirtmektedir. O, tevbenin kabul edilmesini, tevbenin zorunlu bir sonucu olarak görmesiyle, sanki, Mu'tezile'nin görüşüne yaklaşmaktadır. Ona göre, kirli elbisesini sabunla yıkayan kişinin, elbisesi temizlendiği ve bunda şahsın kuşkusu kalmadığı gibi, tevbe ile de ferdin günah kirleri kuşkusuz gitmiş olmaktadır.

 

C- TEVBENİN UNSURLARI

Bu kısımda, tevbede birer öğe olmaları bakımından, tevbe eden; kendisinden tevbe edilen, günah ve tevbe olgusu ele alınacaktır.

 

  1. Tevbe Edenle İlgili Unsurlar:

Tevbe eden insanın, günah öncesi, günah sonrası gibi önce iki hâlini ele almak uygun olacaktır.

 

a. Günah Öncesinde Durumu:

Daha önce belirtildiği gibi tevbe, tekrar yapmamak şeklinde, kesin bir karar vererek günahlardan dönmektir. Genelde tevbe öncesinde bir günah mevcuttur.

Günahkâr kullarını tevbeye çağıran Yüce Allah, herkesin tevbesini kabul edecek midir? Mesela, yalnız, bilmeyerek, sehven günah işleyenlerin tevbesi mi kabul edilecektir? Yoksa, yaptığı şeyin günah olduğunu bilerek kasdî olarak zevk duyarak günah işleyenlerin tevbeleri de kabul edilecek midir? Yani, insanın günah öncesinde, o şeyin günah olduğunu bilip bilmemesinin, günah işlemesinde kastı olup olmamasının, tevbenin kabul edilmesinde bir etkisi var mıdır?

Bu problemi çözmede, bir âyet ve onun yorumu bize ışık tutacaktır. Yüce Allah buyuruyor ki; "Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de, sonra yakın bir zamanda tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbesini kabul eder." (Nisa suresi, 17). Âyette günah öncesi ile ilgili olarak "bicehaletin: cehâletle kötülük işleyenler" lafzı kullanılmıştır. Burada, cehalet kavramından neyin anlaşıldığı, yukarıdaki sorulara cevap teşkil edecektir.

Âyetteki cehalet kavramı hakkında; Allah'a isyan eden her âsî;[33] günah işleyen, fânî lezzeti bakiye tercih eden kişi;[34] cahillerin yaptığı gibi amel ortaya koyan fert[35] şeklinde görüşler mevcuttur. Bursevî (ö.1137/1725) cehalet ifadesinin; gaflet, cehalet göstermek ve olayın nereye götüreceğini düşünmemek anlamına geldiğini belirtmektedir.[36] Alûsî (ö.1270/1854) ise; bu kelimeyi, isyanda nefisleri tehlikeye atmak şeklinde anlamıştır.[37] Bir başka görüşe göre; âyetteki cehalet kasıt anlamındadır.[38]

Şâtıbî (ö.790/1388), âyette zikredilen cehaleti "bilgisizlik sebebiyle işlenilen günah" şeklinde anlayan görüşü tercih etmektir.[39]

Ancak, âyetteki cehalete bilgisizlik mânâsı vermek uygun değildir. Zira, bilmeden yapılan bir işten sahibi özürlüdür, tevbeye muhtaç değildir. Buradaki cehalete bilgisizlik değil de; cehalet göstermek, ne olacağını, nereye götüreceğini düşünmemek anlamının verilmesi uygun olacaktır.

Bazı Araplar buradaki cehaleti, azabın künhünü bilmekten cahil anlamında kullanmışlar ve günahı işleyen kişi, âlimin bilmesi gibi, günahtan oluşacak azabı takdir edemedi demişlerdir.

Bu görüş de makul değildir. Zira durum böyle olsaydı, işin iç yüzünü çok iyi bilen âlimlerin tevbesinin kabul edilmemesi gerekirdi ki, böyle bir şey doğru değildir. Yani tevbe kapısı herkes için, her zaman açıktır.[40]

"Cehalet" kavramı ile ilgili, tüm bu görüşlerden sonra, âyete tekrar bakıldığında denilebilir ki; Allah bilerek, bilmeyerek, gafletle veya kasdî olarak günah işleyen günahkârın tevbesini kabul edecektir.

 

b. Günah Sonrasındaki Durumu:

Günah işlemiş insan, zehirlenmiş fert gibidir. Bir an önce bu günahından kurtulmak isteyecektir.

Günahın akabinde, hemen tevbe edilmesi, herkes için farzdır.[41] Tevbeyi geciktirmeden dolayı, insan ayrıca tevbe etmelidir.[42]

Zaten Müslüman, işlediği kötülük karşısında huzursuzluk duyacak, rahatsız olacak ve bir an önce tevbeye koşacaktır. Nitekim hadîste, günah sonrasındaki huzursuzluğun iman belirtisi olduğu anlatılmıştır: "Kişi kötülük yapar da, bu ona rahatsızlık verirse işte o mü'mindir."[43]

Bir diğer hadîste; "Mü'min günahlarını, sanki dibinde oturup da üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür."[44] buyrulmuştur.

 

Günah sonrasında insanları birkaç grup olarak ele almak istiyoruz.

Günahlardan Bazılarına Devam Ettiği Hâlde, Diğerlerinden Tevbe Edenler:

İslâm bilginleri, bir kısım günahlara devam edildiği hâlde, bazılarından yapılacak tevbenin sahih olup olmadığı konusunu tartışmışlardır. Şimdi konu hakkındaki üç görüşü görelim:

1) Mu'tezilenin[45] kabul ettiği görüşe göre tevbe, parçalanma kabul etmemektedir. Tevbe, muhalefetten itaata dönüştür.

Allah'ın bazı emirlerine riayet etmeyen kişiye itaatkâr denmez. Tüm günahlardan uzaklaşmayan kişi, muhalefetten dönmüş olamaz. Dolayısıyla bazı günahlara devam eden ferdin, diğerlerine tevbesi sahih değildir. Zira kötü olması açısından günahlar arasında fark yoktur.

2) Ehl-i Sünnete göre; insan, bir kısım günahlara devam ederken, diğer bazılarına tevbe edebilir. Bu şekilde yapılacak tevbenin sahih olduğunda icmâ mevcuttur.[46]

Bu görüşe göre, tevbe tecezzi (parçalanma) kabul etmektedir. Tevbenin keyfiyetinde derecelenme olduğu gibi, kemmiyetinde de vardır. İbadetlerden bazılarını terkedip, bazılarını yapan insanın, yaptıklarının karşılığını göreceği gibi, tevbe ettiği günahlarından dolayı tevbesi de sahih olacaktır.

3) İbnu'l-Kayyımi'l-Cevziyye (751/1350) ise, günahları aynı ve ayrı grup şeklinde sınıflamıştır.[47] O, aynı grup içindeki günahların bazısına devam ederken, diğerlerinden yapılacak tevbenin sahih olamayacağını savunmaktadır. Örnek olarak, fazlalık faizine devam ederken, gecikme faizinden tevbe etmek; viskiye devam ederken, diğer içki türlerinden tevbe etmek sahih olmayacaktır.

Birbirine bağlı olmayan, ayrı grup günahların bir kısmına devam ederken, diğerlerinden yapılacak tevbe sahihtir. Örneğin; içkiye devam ederken, zina, kumar, faiz gibi günahlardan tevbe etmek sahihtir.

Bu üçüncü görüş, üzerinde icma bulunan ikinci görüşün açıklaması mahiyetindedir. Mutezile'nin görüşünün aksine, bu iki görüşün, beşer tabiatını gözardı etmemesi sebebiyle, tercihe şayan olduğu söylenebilir.

 

Âciz İnsanların Tevbesi:

Tevbe kapısına gelip gelemeyeceği tartışılan insanlardan biri de âcizdir. Burada âcizden maksat; işlediği bir suça ceza olarak, kendisine had uygulanmış ve bu sebeple bazı uzuvları kesilmiş veya yaşı ilerlediğinden dolayı, istese de kötülük edemez olmuş şahıstır. Bu insanın, geçmişte işlediği günahlarından dolayı yapacağı tevbesinin, sahih olup olmadığı tartışılmış ve iki görüş[48] ortaya çıkmıştır:

 

1) Âcizin tevbesi sahih değildir. Bu görüşün delilleri şöyledir:

I. Tevbe ancak, bir işi yapıp yapmamaya imkânı olan fertten kabul edilir. Bu imkâna sahip olmayan şahsın tevbesi sahih değildir. Yani, mümkün olan şeyden tevbe kabul, muhal olan şeyden ise kabul değildir, âciz bir insanın günah işlemesi muhal hale gelmiştir ve tevbesi makbul değildir.

II. Tevbe, nefsin davetçilerine muhalefet etmek, Allah'ın davetçisine icabet etmektir. Kör bir şahsın nefsi için bir davet yoktur. Bu nefsin, günah olan fiili yapmayı veya terketmeyi tercih etme gibi bir seçeneği yoktur. Bu insan, günahı kendisinde mevcut olan bir arızadan dolayı, mecburi olarak terketmektedir.

III. Son nefeste tevbe edenin tevbesinin kabul edilmeyişi,[49] âcizin tevbesinin kabul edilmeyeceğine delildir. Çünkü günahkârın son nefesteki tevbesi zaruretten olup, kendi ihtiyarı ile değildir. Âciz olan insan da, zaruretten dolayı tevbe etmektedir ki, tevbesi makbul değildir.

 

2) Âcizin tevbesi sahihtir, sahih olarak kabul edilen bu görüşün[50] delilleri ise şunlardır:

I. Tevbenin temel unsuru pişmanlıktır. Günahkâr pişmanlık uyup, nefsini kınadığında, tevbe gerçekleşmiş olmaktadır, âciz bir insan da, günahlarından pişmanlık duymuş, ağlama, sızlanma ve gözyaşı ile bunu teyid etmiştir. Acizlik sebebiyle kötülüğün işlenemeyişi, yapılan tevbeye zarar vermemektedir.

II. İslâm'da niyetin önemi büyüktür. Kişi, niyeti sayesinde, iyilik yapanlarla birlikte olabilecektir. Günah işlemekten âciz olan insan da, günahtan kaçınma, uzaklaşma ve bir daha yapmama niyeti sebebi ile, günahı kendi ihtiyarı ile terkeden kişiler arasında sayılacaktır.

III. Allah'ın azabının tahakkuk edeceği günah, bazen yapılmasına azmedilen kötülükten, bazen de o kötülüğün yapılmasından kaynaklanmaktadır. Kötülük yapmaktan âciz olan şahıs, ne kötülüğe azmetmekte ne de onu yapmaktadır. Öyle ise niçin azap olunsun?

Son nefeste yapılıp da kabul görmeyen tevbe ile, günah işlemekten âciz olan kişinin tevbesi farklıdır. Çünkü tevbe, insanın sorumluluğunun devam ettiği bir ortamda yapılmalıdır. Son nefeste insandan mükellefiyet kalkmaktadır. İnsanın âciz olması hâlinde ise, sorumluluğu devam etmektedir. Zira bu şahıs, emirleri yapmak, yasaklardan kaçınmakla yükümlüdür.

Bu tartışmadan sonra denebilir ki; âciz olan şahıs, önceki günahını tekrar işlemeyi tasavvur etmiyor, tekrar yapamadığına üzülmüyor, aksine pişmanlık ve üzüntü ile günahlarına ağlıyorsa, tevbesi sahihtir.

 

Tevbe Öncesinde İç Huzursuzluğu ve Pişmanlık:

İnsan vicdanında, işlenen günahın bir kötülük olduğu ve kul ile Allah arasında bağlantıyı zedelediğine karar verildiğinde, bir huzursuzluk[51] ve pişmanlık başlayacaktır.

Günah işleyen kul, tevbe kapısına, günahlarını itiraf ederek, bu günahların verdiği huzursuzluk ve pişmanlıkla silkinmiş, uyanık bir kalp ve gönülle gelecektir.[52] Sözü edilen huzursuzluk, şahsı tevbe etmeye iten bir etkendir.

Pişmanlık, tevbenin ilk şartıdır.[53] Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz, önemine binaen, "tevbe pişmanlıktır" buyurmuştur.[54] Bu hadîste, pişmanlığın tevbedeki yerine dikkat çekilmiştir. Ancak, tevbenin yalnız pişmanlıktan ibaret olduğu, bir diğer ifadeyle, her pişmanlık duyanın tevbe etmiş olacağı söylenmemiştir.[55] Bu hadîse dayanarak, pişmanlık olmadan tevbe yapılamayacağı söylenebilir.

Pişmanlık, tevbenin ön belirtisi ve hazırlayıcısıdır. Pişmanlık, sükûnetle bitecek tevbe sürecini başlatacaktır. Bazense aksi olup, pişmanlığın etkisi, bir titreyiş ve ürpertiden öteye geçmeyecektir. Yani, bir prensip gibi, pişmanlığın sonunda daima tevbe meydana gelmez. Pişmanlık duygusu, iç çatışmanın tabiî bir devamıdır. Ama bir sükûnet durumu değildir. Tevbe ise, derûnî çatışmanın bir uzantısı olmayıp, bir uyumdur, bir ahenktir.[56]

 

Tevbe Öncesinde Kesin Karar:

Tevbe, günaha dönmeme azmini ve kesin kararını gerektiren bir pişmanlıktır. Yâni, geçmişteki günahlarından pişmanlık duyan şahsın, tevbe etmiş olması için, o günahı tekrar işlememeye kesin karar vermiş olması gerekmektedir.[57]

Belli gün ve gecelerde yapılan pişmanlık gösterileri ve gözyaşları ile geçmişteki günahlarını temizlemeye çalışarak, bir sonraki mübarek günde de, bundan sonra işlenecek günahlara tevbe etmeyi düşünerek mâsiyete devam etmek doğru değildir. Pişmanlığı geçmişe şâmil kılıp, gelecekle ilgili olarak, günaha dönmemeye kesin kararın bulunmadığı pişmanlık, tevbe olarak gerçeklik kazanamayacaktır.[58]

Pişmanlık ve tevbe edilen günaha dönmeme kararı, birer kalp işi olduğundan, bunları gerçek anlamıyla yalnız Allah bilecektir. Dolayısıyla, kimin gerçek mânâda tevbe etmiş olacağı insanlar tarafından bilinemeyecektir.[59]

Araştırmamızın ileriki kısımlarında, tevbe sonrasında şahsın durumu ele alınırken, ferdin verdiği sözde (kesin karar) durup durmamasının tevbesine etkisi görülecektir. Ancak burada, şuna dikkat çekmek isteriz:

Tevbenin sıhhat bulması için, şahsın tevbe ettiği günaha tekrar dönmeyeceğine dair Allah'a söz vermesi gerekmektedir.[60] Gazzalî, bu durumu şöyle örneklendirmektedir; "Bu söz veriş, hasta bir insanın kendisine zarar verdiğini bildiği için, bazı meyveleri, iyileşinceye kadar yememeye azmedip, söz vermesi gibidir. Bu azim (karar), o an için kuvvetlidir. Belki ileride kişi, heveslenerek kararını bozabilir. Ancak, tevbe ettiği anda, günahından uzaklaşıp, tekrar yapmamaya karar vermedikçe, kişi tevbe etmiş sayılmaz."[61]

 

Tevbe Ettiği Esnadaki Durumu:

Daha önce belirtildiği gibi tevbe; yalnız bir kalp işi, bir ürperti, irkilme ve gözyaşı dökme şeklinde, soyut bir pişmanlık değildir. Yâni tevbe, bir takım iç duygulardan ibaret değildir. Aksine tevbe, derûnî duygular üzerine bir takım eylemlerin bina edildiği bir süreçtir. Örneğin, tevbe eden, Allah'ın yasak kıldığı günahı terk etmeli,[62] imkân ölçüsünde emirlerini yerine getirmelidir.[63] Tevbe ettiği günaha devam etmemelidir.[64] Günahlarına tevbe ettiği hâlde, onları işlemeye devam eden fert, kendisi ile tezata düşmüş demektir. Böyle bir tavır, pişmanlık olgusu ve ferdin günahı tekrar işlemeyeceğine dair sözü ile bağdaşmayacaktır. Halbuki şahsın, tevbe ettiği günahları hemen terk etmesi, pişmanlığın ve aynı günahı tekrar işlememedeki kararlılığının bir belirtisi olacaktır.

Tevbe edilen günah, bir insanın hakkını yeme şeklinde ise, hemen hak sahibi bulunup, hakkı geri verilerek, helallik alınmalıdır.[65]

Tevbe, suçlu insanı harekete geçirmeli, Allah ile veya insanlarla arasında mevcut olan engelleri kaldırmaya, hoşnutsuzlukları gidermeye sevk etmelidir. Tevbe öncesi ile, tevbe edilen günler arasında, şahısta bir değişikliğin gözlenmesi tabiîdir. Zira tevbe eden fert, içinde bulunduğu an, tevbe ettiği kötülüklerden uzaklaşmak, kaçırdığı farzları eda ediyor olmak şeklinde müsbet tavır ve hareketler sergileyecektir. Tevbe eden şahısta bu tür olumlu hareketler görülmüyorsa, tevbenin sıhhat şartlarından yoksun[66] olduğuna hükmedilir.

 

Tevbeden Sonraki Durumu:

Burada, tevbe eden şahsın hâlini düzeltmesi ve tevbe ettiği günaha tekrar dönmesinin tevbenin şartından olup olmadığı tartışılacaktır.

 

Tevbekârın Durumunu Düzeltmesinin Tevbesine Etkisi:

Tevbe eden şahıs, tevbeden sonra hâlini düzeltmeli, yaptığı kötülükler yerine iyilikler koymaya çalışmalıdır. Nitekim tevbe ile ilgili âyetlerde bu duruma dikkat çekilmiştir.[67] Ancak tevbe sonrasında kişinin durumunu düzeltmesinin, tevbenin sıhhat şartlarından olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmaları üç maddede özetleyebiliriz:

1) Tevbenin bölünme kabul edeceği görüşünde bulunan ehl-i sünnet âlimlerine göre, tevbe sonrasında şahsın durumunu düzeltmesi (ıslâh-ı hâl), tevbenin şartlarından değildir. Ancak fert, tevbe ettiği günahı tekrar işlememeye çalışmalıdır.

2) Tevbenin bölünme kabul etmeyeceğini benimseyen Mu'tezile'nin görüşüne göre, bazı günahları işlemeye devam edenin, diğer günahları adına yapacağı tevbe sahih değildir. Yani onlara göre, şahsın tevbe sonrasında durumunu düzeltmesi, tüm günahlardan uzaklaşması (ıslâh-ı hâl), tevbenin sıhhatinin şartındandır.[68]

3) Kâsımî (ö. 1332/1914) de tefsirinde;[69] "Kim tevbe edip, iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner" (Furkan suresi, 71) âyetini delil getirerek, sözlü ve fiili olarak salih amel işlemenin, tevbenin sıhhati ve kabulü için şart olduğunu belirtmektedir.

 

Tevbe Edilen Günaha Tekrar Dönmenin Tevbeye Etkisi:

Yukarıda belirtildiği gibi, tevbenin şartlarından birisi, hakkında tevbe edilen günahı tekrar işlememeye kesin karar vermektir.[70] Tevbe edilen günaha hiç dönmemenin, tevbenin bir şartı olup olmadığı ise tartışılmıştır.

İslâm âlimlerinden bazıları, tevbe edilen günaha tekrar dönülmemesini tevbenin şartı kabul etmişlerdir. Bu görüşe göre, insan tevbe ettiği günahını tekrar işlerse, önceki tevbesi batıl olmaktadır.[71]

Âlimlerin birçoğuna göre, kendisinden tevbe edilen günahın tekrar edilmemesi, tevbenin şartı değildir. Ancak, aynı günahı işlememe kararı tevbenin şartlarındandır.[72] Eğer şahıs, tevbe ettiği günaha dönmemeye azmetmiş fakat aynı günahı tekrar işlemişse, sanki o günahı ilk defa yapmış gibidir ve önceki tevbesi batıl olmaz.[73] "İnsanın tevbesinde sebat göstermesi, tevbenin sıhhati ile değil, kemâli ve faydası ile ilgilidir."[74]

Bu görüşe delil olarak şunlar söylenmiştir: Tevbe etmek bir iyiliktir, günaha dönmek ise günah (seyyie)'tır. Küfür dışında, kötülük iyiliği yok edemeyeceği gibi,[75] günaha dönüş de tevbe iyiliğini iptal edemeyecektir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, bir şahısta, Allah'ın sevdiği ve kızdığı özelliklerin birlikte bulunabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim âyette; "..onlar o gün, imandan çok kafirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı..." (Âl-i İmrân suresi, 167) denmiştir. Bir diğer âyette; "Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler."(Yusuf suresi, 106) buyrulmuştur.[76] Görüldüğü gibi, Allah onları şirkleri ile birlikte, mü'min olarak nitelendirmiştir.[77]

Gazzâlî[78] insanları, tevbelerine sebat gösterme açısından üçe ayırarak, durumlarını şu şekilde açıklamıştır:

I. Tevbesinden sonra istikamet üzere bulunup, sözünde sebat gösterenler. Bu tür insanlar, gerçek anlamda tevbe (nasuh tevbesi) yapmış olandır. Bu tevbe, Allah tarafından kabul edilecek, ayrıca dünya ahkâmı açısından, birtakım had veya tazir cezalarının düşmesinde etkili olabilecektir.

II. Temel vazifeleri yerine getirmekte ve büyük günahları terk etmekte sebat göstermekle birlikte, kayıtsız olarak, bir kısım tesirler altında bazı kusurlar (günahlar) yapanlar: Bunlar her defasında işledikleri hatalardan dolayı kendilerini kınamakta ve bir daha bu gibi tehlikelere düşmemeye azmetmektedirler. Bu da üstün mertebedir. İnsan bu hâlde de tevbesini bozmuş sayılmaz. Bu şekilde tevbelerinde sebat göstermeyenlerin yukarıda sayılan şartlar çerçevesinde, yine tevbe etmeleri gerekmektedir.

III. Tevbelerinde bir müddet sebat gösterdikten sonra, şehvetlerinin artması sebebiyle, bazı günahlara geri dönenler ve bunun yanında, birtakım günahları da terk ederek, ibadetlerine devam edenler: Bunların günah işlemeleri, şehvetlerine hâkim olmamaları sebebiyledir. Halbuki diğer taraftan yaptıklarına pişman olup, keşke elime bu imkân geçmeseydi derler. İbadete devam etmeleri ve isyanı kötü görmeleri bakımından, bunların affı umulursa da, gerçek anlamda tevbeyi geciktirmeleri nedeniyle gelecekleri korkulu olur.

Buraya kadar, tevbe sürecinde önemli yeri bulunan ve tevbenin üç boyutundan biri olan, tevbe eden insanla ilgili hususlar incelendi. Şimdi ise, kendisinden tevbe edilen günahla alâkalı hususlar ele alınacaktır.

 

C- TEVBE EDİLEN GÜNAHLA İLGİLİ UNSURLAR

Günahın çeşidi ile orantılı olarak, tevbenin de sıhhat şartları farklılık arz etmektedir. Bu sebeple, burada kısaca günahı ve çeşitlerini tanıttıktan sonra, bu günahlardan tevbenin nasıl olacağına geçmek faydalı olacaktır.

 

Günahın Tanımı:

Eski Ahid'de günah, Allah ile olan ittifakın parçalanıp bozulması olarak tanımlanmaktadır: "Sizinle Allah'ınız arasına fesatlarınız ayrılık koydu ve suçlarınız O'nun yüzünü gizledi ve sizi işitmiyor."[79]

Hz. Peygamber Efendimiz de günahı; "İçini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir."[80] diye tanıtmıştır. İslâm bilginleri bu "rahatsızlığı", içteki istikrarsızlık, tereddüt ve göğsün inşirah bulamayışı, serinleyemeyişi, kalbte bir tereddüt hâlinin ortaya çıkması, bu iş günah mı korkusunun hasıl olması diye açıklamışlardır.[81]

İslâm düşünürlerinden Şah Veliyyullah (ö.1176/1762) günahı şöyle tarif etmektedir: "Günah, insanın şeytana uyarak yaptığı ve arzusunda fâni olduğu, dünyada ve âhirette cezasını çektiği, bütün mükemmellikleri fesada uğratan, Allah'a boyun eğmeye (inkıyad) muhalif olan ve Allah ile kul arasındaki engel perdesini kuvvetlendiren her fiildir."[82]

Günah; "Beşerin beşerî arzusunun ilâhî arzuya katlanmasını, O'na uymasını reddediştir." şeklinde de tarif edilmiştir.[83]

 

Günah Çeşitleri:

Günah, günahın kendisine göre; büyük ve küçük şeklinde; günahın kendisine karşı işlenene göre, Allah hakkı, kul hakkı kısımlarına ayrılmaktadır.

 

Büyük Günahlar:

Hangi tür günahın büyük günah kapsamına girdiğinde, herkesin ittifak ettiği bir ölçü mevcut değildir.

İbn Abbas'ın (ö. 68/687) büyük günah tarifinde üç görüşü vardır:

  1. Allah'ın yasak ettiği şey büyük günahtır.
  2. Allah'a isyan demek olan şey büyük günahtır.
  3. Allah'ın, hakkında azapla, lanetle veya gazapla hükmünü bildirdiği her fiil büyük günahtır.[84] İbn Mesud (0. 32/652)'dan gelen bir rivayete göre; büyük günahlar, Allah Teala'nın Nisa Suresi 4/1-31. ayetleri arasında yasakladığı günahlardır.[85] Bir görüşe göre de, işleyenin tevbe etmeden bağışlanmayacağı günah[86] büyük günahtır.

İbn Salah (ö. 643/i245)'dan ise, büyük günahlar hakkında şöyle bir değerlendirme nakledilmektedir:[87] "Kendisine büyük günah ismi tatbik edilebilecek kadar büyük olan her günah, büyük günah (kebire)'tır." Ona göre büyük günahın bazı belirtileri şunlardır:

  1. Kendisine bir cezanın terettüp etmesi.
  2. Kur'an veya Sünnette azap veya ateşle tehdidin varlığı.
  3. Günahı işleyenin fasık olarak isimlendirilmesi.
  4. O günahı işleyenin lanetlenmesi.

Akidetü't-Tahaviyye şarihi Ebu'l-İzz, "büyüklüğü hakkında nassın sabit olduğu her günah büyük günahtır" ölçüsünü tercih eder ve tercih sebeplerini zikreder.[88]

İbn Teymiyye (ö.728/1327) büyük günahlarla ilgili şöyle bir ölçü koymaktadır: "Haklarında dünya veya ahiretle ilgili bir had, özel bir vaîd, yahut cennete yaklaşmama ikazı bulunan her günah büyük günahlardandır."[89] Dihlevi (ö. 1176/1762), hakkında ahirette azabın varlığı, salih kulluğu bozmayı ve fıtrata aykırı olmayı, büyük günahın özellikleri olarak belirtmektedir.[90]

Vahıdi'ye (ö.468/1075) göre, insanların bilebileceği şekilde büyük günahlar için bir ölçü mevcut değildir. Eğer böyle olsaydı, bu türün dışında kalan küçük günahları mubah görürlerdi. Halbuki Allah, kulların günahların tümünden kaçınmaları için, büyük günahları net bir şekilde saymayarak gizlemiştir. Nitekim namazlar arasında orta namazı ve geceler içinde Kadir Gecesini gizlemesinde de böyle bir hikmet mevcuttur.[91]

Büyük günahların sayısı hakkında da mevcut, sabit bir liste bulunmamaktadır. Büyük günahların sayısı ile ilgili, 7, 9, 17, 70 olduğu şeklinde görüşler mevcuttur.[92]

 

Küçük Günahlar:

Kur'an'da "lemem" (Necm suresi, 32) ve "seyyie" (Nisa suresi, 31) kelimeleriyle ifade edilen küçük günah[93] şöyle tarif edilmektedir: Büyük günahların alanı dışında kalan, yani; hakkında bir ceza (had) bulunmayan veya lanet, gazap ve cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahtır.[94]

Şah Veliyyullah (ö.1176/1762) küçük günahları; büyük günahlara götüren veya bir yönden büyük günahı gerektiren, bir yönden de gerektirmeyen günahlar şeklinde tanımlamaktadır.[95]

Küçük günahlar belli bir sayı ile sınırlandırılmamıştır. Ancak çeşitli nedenlerle küçük günahlar büyük günaha dönüşebilmektedir. Nitekim üzerinde ısrar edilen bir günahın küçük olarak kalmayacağı söylenmiştir.[96] Bir defasında Resulullah (s.a.s); "Ey Aişe! Göze önemsiz gibi görünen günahlardan sakın! Çünkü bunlar için, Allah tarafından görevlendirilmiş bir görevli vardır."[97] buyurarak, küçük günahlara dikkat çekmiştir. Bu hadis Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in Müsned'inde şu ziyade ile mevcuttur: "...Çünkü küçük günahlar bir araya gelince, insanı helak eder. Tıpkı çöl bir arazide bulunup da, yanına kavmin işçileri gelen şu adamın hali gibi; O adam ve diğerleri, odun taşıyıp, üst üste yığarlar ve bir yığın meydana getirirler. Sonra odun yığınını ateşe verirler ve (küçük olan, ama bir araya gelince kocaman bir yığın olan bu çalı-çırpının ateşiyle) o çölde bulunan bütün canlıları yok ederler."[98]

Küçük günahları önemsememek, bunlarda ısrar etmek insanda, büyüklerini yapmaya iten psikolojik ve ruhi bir değişiklik oluşturur. Bu etkisi de gözardı edilmeyerek, günahın küçüklüğüne değil, kendisine karşı gelinen Allah'ın azamet ve büyüklüğüne bakarak, tüm günahlardan kaçınılması gerekmektedir.

Gazzali'ye göre;[99] kalbi karartma hususunda, devamlı olarak yapılan küçük günahlar, bir defa işlenen büyük günahtan daha etkilidir. Ayrıca, ani olarak işlenen ve kendisine devam edilmeyen büyük günahın affı, devamlı olarak işlenen küçük günahlardan daha da çok ümit edilmektedir.

 

Allah ve Kul Hakkı ile İlgili Günahlar:

İnsanların fiillerinden ortaya çıkan maslahat, ya umumi ya da hususidir. Eğer bu fiillerden maksat, umumi olarak cemiyetin menfaati ise, fiil Yüce Allah'ın hakkı, hususi ise kulun hakkıdır. Bazen de, fiilde Allah'ın hakkıyla kul hakkı bir arada bulunup, ya Allah hakkı ya da kul hakkı daha fazla olabilmektedir.[100]

Bu tür hakları çiğnemek, ihlal etmek, Allah'a veya bir kula karşı işlenmiş günahı oluşturacaktır. Günahın kime karşı işlenmiş olduğu, onlardan kurtulmak için tevbe yapılırken önem arz etmektedir.

 

Günahın Tevbe ile Silinmesi

Allah Hakkı ile İlgili Günahlardan Tevbe:

Allah hakkı ile ilgili günahlardan tevbe etmek isteyen kimse, yaptığı günaha pişman olmalı, içinde bulunduğu an aynı günahı yapmamalıdır. Şahıs bir emri yerine getirememesinden dolayı tevbe ediyorsa, artık, o emri yerine getirmelidir. Örneğin, fert kılmadığı namazlardan tevbe ediyorsa, namazlarını kılmaya başlamalıdır.

Kaçınması gereken yasakları işlediğinden dolayı tevbe eden kişi, artık onları bırakmış olmalıdır. Buna da içki ve kumar örneğini verebiliriz.

Tevbe eden şahsın, yerine getirmediği emirlerin kazası mümkünse -namaz, oruç, zekat, gibi- onları kaza etmeye çalışmalıdır.[101] Yani kul, genel anlamda, tevbe öncesinde mevcut olan ilahi emirlere muhalefetten uzaklaşıp Allah'a dönmelidir. Daha önce yapılan kötülükler yerine, iyiliklere ağırlık vermelidir.

Bu tür günahlardan tevbe edecek şahsın, o günahlarını ifşa etmesi gerekmemektedir. Aksine bu günahları işleyenlerin[102] ve görenlerin[103] onları insanlardan gizlemesi daha uygundur. Nitekim Hz. Peygamber; "Çirkin bir iş işleyen, Allah'ın örttüğü gibi örtsün"[104] buyurmuştur. Hadisin şerhinde, burada Allah hakkı ile ilgili olan günahın kastedildiği belirtilmiştir.[105] Başka bir hadiste de kardeşinin (Allah hakkı ile ilgili) günahını örtenin, Allah da kıyamet günü, günahlarını örteceği müjdesi verilmektedir.[106]

 

Kul Hakları ile İlgili Günahlardan Tevbe:

Daha önce belirtildiği gibi, insanın kul haklarından birini ihlal etmesi, kul hakkı ile ilgili bir günahtır. Bu tür günahlardan nasıl tevbe edilmesi gerektiğine geçmeden, bir hususu burada hatırlatmanın uygun olacağını düşünmekteyiz.

Bir Müslümanın, kardeşlerinin tüm haklarına saygı göstermesi gerektiği ve bunları ihlal etmesinin haram olduğu gibi, bir başka din mensubunun haklarına da saygılı olması gerekmektedir.[107] Zira Müslüman, zımmilerin[108] haklarından dolayı ahirette azap görecektir.[109]

 

1) Mal ile İlgili Haklar:

Kul haklarından tevbenin ilk şartı, hakkı gasbedilen şahsın hakkını iade etmektir.[110] Kul hakları mal nevinden ise, aşağıdaki ihtimallerle karşılaşılabilecektir.

I. Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa geri verilmelidir.[111] Burada suçu gizleyerek tevbe etmeye çalışmak doğru değildir.

II. Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasadduk edilerek zimmetten çıkarılır.[112]

III. Bir şahısta önceki yıllara ait kul hakları var ve sahipleri de belli değilse, gasbedilen mallar kadar tasadduk eder, hayır-hasenat yapar.

Malında ne kadar haram mal bulunduğunu bilmeyen şahıs, zannı galibine göre, bir miktar ayırır ve onu önceki kul haklarını elinden çıkarma niyeti ile dağıtır.[113]

Suçlunun yediği bir mal, misli değil de; kıymeti belirlenebilen cinstense ve şahsın imkanı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir.[114] Buna gücü yetmiyorsa, imkan bulduğunda vermeye niyet etmelidir. İmkân nisbetinde, malı sahibine ulaştırmaya çalışıp da bunu başaramayanı Allah'ın affetmesi umulur.[115]

 

2) Bedenle İlgili Haklar:

Eğer suç, bir insanı kasten veya hataen öldürme şeklinde ise, bu tür günahtan kurtulmak için, cinayeti işleyen, kendisini maktulün (öldürülenin) yakınlarına teslim etmelidir.[116]

Ancak, kendisini maktulün vereselerine teslim etmeden tevbe eden, Allah'ın hakkından tevbe etmiş olup, kısası talep hakkı olanlardan hakkı saklaması dolayısıyla günahkârdır. İşte bu hak sebebiyle kendini teslim etmeli, böylece[117] kısas olayında birleşen iki hak için de tevbe etmiş olmalıdır. Öldürülenin vereseleri, kasten cinayet işleyenin kısasını ister veya kan tazminatı alarak helalleşirler ya da bir karşılık istemeden affederler.[118]

Hataen adam öldüren de, suçunu itiraf ederek, kan parası (diyet) vermek için, kendisini öldürülenin yakınlarına teslim etmelidir.[119]

Kasten veya hataen öldürülen insanın yakını yoksa cinayeti işleyen suçlu pişman olmalı, tekrar işlememeye kesin karar vermelidir. Yani, Allah hakkını ilgilendiren günahtan nasıl tevbe edilmesi lazımsa, o şekilde tevbe etmesi gerekmektedir.

Buraya kadar zikredilen kul haklarını gizlemek doğru değildir. Hakkı gasbedilen şahıstan helallik alınmadan, bu tür günahlardan tevbe edilmiş olunmayacaktır. Bu tür günahlardan kurtulmak için mazlumun kapısını çalmadan, suçlunun kendi başına duyacağı pişmanlık ve dökeceği gözyaşları, tevbesi için yeterli görülmeyecektir.

 

3) Namus ve Şeref ile İlgili Haklar:

Tevbe edilmek istenen hak, insanın namusu ve şahsiyeti ile ilgili olduğunda; yapılması gerekenler hakkında âlimlerimiz farklı görüşler belirtmişlerdir. Örneğin, bir insanın gıybeti edilmiş, zina iftirasında bulunulmuş, toplum içinde küçük düşürülmüş, mahkemede kişi aleyhine yalan şahitlikte bulunulmuş vb. günahlardan nasıl tevbe yapılacaktır?

Bu tür suçları işleyen insan tevbe ederken, günahını hak sahibine söylemeli midir? Yoksa hak sahiplerine durumu bildirmeden, Allah'tan af dilemesi yeterli midir? İşin bir diğer boyutu da, hak sahipleri durumdan haberdar edilecekse, yapılanlar genel olarak mı, özel olarak mı söylenmelidir? Şimdi bunları görelim:

I. Ahmet b. Hanbel'den[120] zina iftirası (kazf) suçundan tevbe edecek olanın, suçunu kendisine iftira edilene duyurmasının gerekli olup olmadığı hakkında iki rivayet mevcuttur. Gıybet, alay, şahsa küfretmek gibi insan şahsiyetini ilgilendiren günahlardan tevbe, kaziften yapılacak tevbe ile ilgili hükme kıyaslanmıştır.

II. Diğer üç mezhep imamı ve Taberi (ö.310/922)[121] bu tür günahları hak sahiplerine bildirmenin ve helallik almanın şart olduğunu söylemişlerdir. Delilleri ise şöyledir:

III. Bunlar birer kul hakkıdır ve ancak sahiplerinden helallik almakla onlardan kurtulunur.

Meçhul bir haktan beraet sahih değildir. Sahibi, hakkını miktarını bilmelidir. Belki affedecek, belki de onu çok gördüğünden affetmeyecektir.

Hadiste; "Kimde, başkasının malı ve namusu ile ilgili bir hakkı varsa, kıyamet gelmeden önce ondan helallik alsın."[122] buyurulmaktadır. Bu da hakkın sahibinden helallik alınmasının gerekli olduğuna delildir.

Gazzali de bu görüşü benimsemekte ve bu tür hakkı ihlal edilen şahıs ölmüş ise, sevabı onun olmak üzere, hayır-hasenat yapılmasını tevsiye etmektedir.[123]

Namus ve şeref ile ilgili suçları hak sahibine bildirmek gerekmez. Bunlardan tevbe etmek için Allah'a dönerek, pişmanlık duymak yeterli olacaktır. Bundan sonraki günlerde ise, insan, namus ve şerefi ile ilgili kötü sözler söylediği şahıs hakkında, güzel şeyler söylemeli, onun iffetli, namuslu birisi olduğunu anlatmalıdır.

Bu görüş İbn Teymiyye'nin de tercih ettiği bir görüştür.[124]

Ebu'l-Leys Semerkandi ve Alusi (ö.1270/1854...)'ye göre; namus ve şeref ile ilgili haklar, hakları ihlal edilen insanın kulağına gitmişse, kendisine müracaat edilip, itiraf edilerek helallik alınmalıdır. Değilse, şahsa duyurmadan, Allah'a arz edilen pişmanlıkla tevbe edilebilecektir.[125]

Son görüş sahipleri, namus ve şeref ile ilgili hakların, mal ve bedenle ilgili haklardan ayırımını şöyle açıklamışlardır:

Mal nevinden bir hakkı yenen şahsa hakkı geri dönünce, ondan faydalanacağı için sevinecektir. Bu sebeple bu hakları gizlemek caiz değildir. Ancak gıybet, zina iftirası, alay gibi haklar ise böyle değildir. Yani insana, gıybetinin edildiği, namusu ve şerefi hakkında söz söylendiği itiraf edilecek olsa, bu ona fayda değil, zarar verecektir. Belki kızgınlığı artacak ve taşkınlık edecek, bir suç işleyebilecektir.

Sonuç olarak denebilir ki; beden ve mal ile ilgili hakların aksine, şahsiyet ile ilgili haklar (sözler), eğer mağdurun kulağına gitmemişse, tıpkı Allah hakkı olan bir günahta olduğu gibi tevbe yapılabilecektir. Bu tür sözler, mağdurun kulağına gitmiş ise, o zaman şahsa müracaat edilerek, helallik alınması görüşünü tercih etmekteyiz. Zira diğer hallerde bu tür günahları ifşa ederek helallik dilemek, belki de, yeni ve daha büyük günahların işlenmesine sebep olabilecektir. Daha büyük günahın işlenmemesi için, tevbede böyle bir yolun tutulması daha makul görülmektedir.

 

D- TEVBE İLE İLGİLİ UNSURLAR:

Bu kısımda, tevbe eden insanla, tevbe edilen günah arasında bir bağ kurma fonksiyonu gören tevbe olayı ele alınarak, sıhhat şartları, tevbede ifade, zaman ve mekân unsurlarının rolü görülecektir.

 

Şartlarını Camii Tevbe (Nasuh Tevbesi):

Buraya kadar tevbenin birer öğesi olmaları nedeniyle, fert ve günah unsurları görülmüştü. Şimdi bu bilgiler ışığında, nasuh tevbesi diye meşhur olan tevbenin özelliği ve şartları ele alınacaktır.

Tanımı: "Nasuh" nesaha maddesinden ismi fail olup, fesad, noksanlık, hile ve tüm şaibelerden uzak anlamına gelmektedir.[126]

Nasuh tevbesi; her türlü şaibelerden uzak bir şekilde, şartlarına titizlik gösterilerek günahtan pişman olmak ve tekrar aynı günahı işlememektir.[127]

Hz. Peygamber nasuh tevbesini; "Kulun işlediği günahtan pişmanlık duyması, Allah'a tam rücu edip, sütün memeye dönmediği gibi, kişinin tekrar günaha dönmemesidir."[128] şeklinde tanımlamıştır.

Hasan Basri (ö.110/728); "Kişinin günahlara pişman olması, ona dönmemeye azmetmesidir" derken, Said b. el-Müseyyeb (ö.93/711) nasuh tevbesini; "Kendisi ile nefsinize nasihat etmenizdir."[129] diyerek, bu tevbeyi tevbesi için bir nasihatçi olarak değerlendirmiştir.

Gazzali, nasuh tevbesini tanımlarken şunlara yer vermiştir: "Nasuh tevbesi yapanlar, tevbe edip ölünceye kadar tevbesinde duranlardır. Bunlar geçmişteki eksiklerini tamamlar ve bir daha günaha dönmeyi hatırdan bile geçirmezler, zelle ve sürçmeler müstesna. İşte tevbede istikamet budur. Günahlarını sevaplarla değiştirip hayırlarda müsabaka edenler bu tür tevbe sahipleridir."[130]

Şartları: Hz. Ali gerçek tevbe (nasuh tevbesi) için şunları öngörmüştür:

1) Geçmişte işlenilen günahlardan pişmanlık duymak.

2) Yerine getirilmeyen farzları kaza etmek.

3) Başkalarını ilgilendiren hakları iade etmek.

4) Nefsin günah içinde geliştirilip büyütüldüğü gibi, tevbe sonrasında da nefsi ibadette fırınlamak.

5) Günah işlerken nefse isyanın lezzeti tattırıldığı gibi, tevbe sonrasında nefse taatın çilesini tattırmak.

6) Günah sezonundaki her gülmeye karşılık, (tevbe sezonunda) ağlamak.[131]

İbnu'l-Kayyım (ö. 751/1350) nasuh tevbesinin şartları olarak şunları sıralamaktadır:[132]

1) Ferd, işlediği hiçbir günah dışarıda kalmamak şartıyla, umumi bir tevbe etmelidir.

2) Tüm azm ve doğrulukla kaplanmış olan bu tevbede tereddüt olmamalıdır. İnsan bütün irade ve kararlılığı ile tevbenin gereklerini yapmaya çalışmalıdır.

3) Tevbe, şahsın ihlâs ve samimiyetini zedeleyen bütün şaibe ve illetlerden korunmuş olmalıdır. Tevbe eden fert, malını, makamını korumak için değil, Allah korkusu ve O'nun rızası için tevbe etmelidir.

Konuyu bitirirken, "Nasuh tevbesi" diye bilinen gerçek tevbede bulunması gereken şartları şöylece bir arada görmek mümkündür:

1) Tevbe edecek şahıs, yaptığı günaha pişman olmalıdır.[133]

2) Günah sonrasında iç huzursuzluğu duyarak, günahına hemen tevbe etmelidir.[134]

3) Tevbe ettiği günahı tekrar işlememeye kesin karar vermiş olmalıdır.[135]

4) Tevbe edeceği günah, Allah hakkı ile ilgili olup kazası mümkünse kaza etmelidir.[136]

5) Günah bir kulun hakkı ile ilgili ise, haklar sahiplerine iade edilmeli ve helallik alınmalıdır.[137]

İşte bu şekilde şahıs, günahlarından utanarak Rabbinden bağışlanmasını ister ve bu şartlarını yerine getirirse, Allah böyle tevbe edenin tevbesini kabul ederek bağışlayacak ve ona azap vermekten hayâ edecektir.[138]

Sonuç olarak denebilir ki; nasuh tevbesi, belli bir şahsa ve zamana has, diğerlerinden farklı, tılsımlı bir tevbe değildir. Aksine, tevbe için gerekli şartları içinde bulunduran,[139] farklı bir dua ve ifade gerektirmeyen gerçek bir tevbedir.

 

Tevbede İfade Unsuru:

Tevbede ifade unsurunu görmeden önce, tevbe ile özdeş bir terim haline gelen, "Tevbe-i istiğfar" terimi hakkında bilgi vermek her halde faydalı olacaktır.

 

Tevbe-i İstiğfar:

İstiğfar: "Bağışlanma isteği" anlamına gelmekte[140] olup, geçmiş günahlarla ilgilidir[141] ve dil ile yapılmalıdır.[142]

Tevbe ise, önceki kısımlarda görüldüğü gibi; dönüş, günahları terk ederek Allah'ın affına yöneliş anlamına gelmekte ve genellikle bir kalp işi olarak görülmektedir.[143]

Mutlak olarak tevbe ve istiğfar kelimelerinin her biri diğerini kapsadığından, birbirleri yerine kullanılabilmektedir.[144] Ancak günahlardan uzaklaşılmadan, bağışlanma dileğinde bulunulması, istiğfar olarak nitelendirilirse de, tevbe değildir.[145]

Bu iki kavram birleştirildiğinde (tevbe-i istiğfar), istiğfar; geçen günahların şerrinden korunma talebini ifade etmektedir. Günahkârın hiç usanmadan bağışlanma isteğinde ısrarlı olması teşvik edilmektedir.[146]

Tevbe ise; gelecekle ilgili olup, tevbe edilen günaha tekrar düşülmemesini istemek ve onlardan korunabilmek için Allah'a sığınmaktır.[147] Burada iki günah vardır. Birincisi geçmiş bir günah, ondan istiğfar ile bağışlanmak istenmektedir. Bir diğer günah, vukuundan korkulan günahtır. Tevbe, işte bunu işlememeye azmetmektir.

Allah'a dönme; geçmiştekilerden muaheze etmemesi ve istikbalde, nefsinin şerrinden ve amellerinin kötülüklerinden koruması için Allah'a dönüş[148] şeklinde iki yönü içermektedir. İstiğfarda kötülüklerden ayrılık, tevbede ise, Hakk'a dönüş vardır. Nitekim Yüce Allah "Önce Rabbinize istiğfar edin sonra da O'na tevbe edin" (Hud suresi, 3) buyurmuştur.

 

Tevbenin Sözle yapılması: Buraya kadar, tevbe ile ilgili olarak anlatılanlardan da görüldüğü gibi, tevbenin sözlü olarak ifade edilmesi, tevbenin şartlarından değilse de, çoğu defa fert bağışlanma talebini dili ile yapmaktadır.

Bazen, yalnız suçun cezası olarak ortaya konan müeyyideyi yerine getirme tevbe olarak görülür. Örneğin kişinin bir mü'mini yanlışlıkla öldürmesi halinde, yükümlü olacağı cezalar anlatıldıktan sonra, bunları bulamayanın, tevbe etmiş olmak için iki ay peşi peşine oruç tutması emredilmektedir (Nisa suresi, 92). Benzeri keffaretlerin de birer tevbe yerine geçtiği olduğu kabul edilir.[149]

Birçok peygamberin Yüce Allah'a günahlarını dilleri ile arz ederek bağışlanma isteklerini görmekteyiz. Örneğin; Hz. Âdem ve Havva, "Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamazsan hüsrana uğrayanlardan oluruz." (Araf suresi, 23) demişlerdir.

Yunus (a.s), "Senden başka ilah yoktur, Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben kendime zulmettim," şeklinde Allah'a niyazda bulunmuştur. Hz. Musa da; "Rabbim doğrusu kendime zulmettim, beni bağışla..." (Kasas suresi, 16) diye bağışlanma talebinde bulunmuştur.

Dil ile yapılan bağışlanma talebine kalbin mutlaka iştirak etmesi gerekmektedir. Kalbin iştirak etmediği hiçbir istiğfar duası, sözlerinin özgün, içerikli ve üslubunun güçlü olmasına bakılmaksızın, Allah nezdinde bir kıymet görmeyecektir.

Bir hadiste, "Günahlarda ısrar etmekte olduğu halde (dili ile) estağfirullah diyen, sanki Allah ile alay eden gibidir."[150] buyurulmuştur.

İbn Teymiyye, günahta ısrarın tevbe ile tezat teşkil ettiğini belirterek, günahta ısrar edenin bağışlanma talebine "istiğfar" dense de, tevbe denemeyeceği görüşündedir.[151]

Yalnız dil ile yapılan tevbe, Allah'ın kabul etmeyeceğini belirttiği tevbeler kapsamında olup, münafığın tevbesi diye nitelendirilmektedir.[152] Mescidde hızlı hızlı Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunan bir bedeviyi gören Hz. Ali ona, dilin istiğfarda hızlı olması, -dil ucuyla istiğfar- yalancıların tevbesidir, demiştir.[153]

Günahlara ısrarı bırakmadan dil ile bağışlanma isteği beyhude bir harekettir ve faydası olmayacaktır.[154] Bu gibi tevbe-i istiğfar yapanların tevbelerini kastederek Rabiatü'l-Adeviyye; "bizim tevbelerimiz yeni birçok tevbelere muhtaçtır" demiştir.[155]

Nitekim dualarda olsun,[156] tevbe-i istiğfarda olsun, ifadeler değil, onlardaki samimiyet önemlidir. İçinde samimiyet bulunmayan söylemlerin, duaların, istiğfar ifadelerinin Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.

Birtakım ibadetlerde,[157] toplu halde bulunma şartı aranırken, tevbede böyle bir şart yoktur. Hz. Peygamber, peygamberliği boyunca, özellikle namaz ibadetini cemaat halinde kılmaya titizlik göstermiş ve genelde, kendisi cemaate imamlık yapmıştır. Ancak toplu halde ümmetine tevbe verdirdiğine, bazı gün veya gecelerde, koro halinde cemaate tevbe ettirdiğine rastlamadık ve böyle bir rivayet bilmiyoruz.

Kanaatimizce, Resulullah bunu tasvip etmiyor ve hoş karşılamıyordu. Zira görevi de değildi. Ancak böyle bir istek üzerine, istek sahibine, yapması gereken şeyi söylüyor, görevinde sınırı aşmıyordu.

Hz. Peygamber'in, ümmeti ile Allah arasına girmeyi hoş karşılamadığını, kaynakların naklettiği şu olayda görmek mümkündür "Günün birinde, güzelliğine dayanamadığı bir kadını öpen sahabi pişman olur ve koşarak Hz. Peygambere gelir. Bir suç işlediğini belirterek, kendisine had uygulamasını ister. Hz. Peygamber o taraflı olmaz. Sahabenin birkaç defa ısrarlı talebi karşısında, ne had uygulamış, ne de otur tevbe vereyim demiştir. Ancak o şahsa, '(git) namazını kıl'  demiş ve 'iyilikler kötülükleri giderir.' ayetini okumuştur."[158] Bir diğer rivayette, Resulullah o şahsa; "Bizimle kıldığın namaz ona kefarettir." demiştir.[159]

Görüldüğü gibi, günah ve hatalar yalnız Allah'a arzedilecek ve başka hiç kimse itirafa ortak olmayacaktır. Hıristiyanlık başta olmak üzere, bazı dinlerdekinin aksine, İslam bu konuda kul ile Allah arasına hiçbir vasıta koymamıştır. Bu temel prensip, insan psikolojisi açısından da oldukça önemlidir.[160]

Günah çeşitleri ve onlardan kurtulma yollarının halka anlatılması yerine günümüzde, tevbe-i istiğfar lafızları ile ilgilenilmekte, özün bırakılmış olup, kabukla meşgul olunduğu görülmektedir.

Arapça kelime ve ifadelerle tevbe-i istiğfar yapmanın faziletine dair hiçbir bilgiye rastlamadık. Tevbede aslolan, pişmanlık duyup, bir daha aynı hatayı yapmamaya dair söz vermek ve hak sahiplerine haklarını vermektir. İşin özü böyle olunca, tevbenin, herhangi bir dilin kelimeleri ile yapılmasının ayrıcalığı olmayacaktır. Tevbenin dilden öte bir kalb hareketi olması, tevbe ile ilgili olarak meşhur olmuş çeşitli duaların hiçbir kıymet ifade etmeyeceğinin delilidir. Her millet kendi dili ile her şahıs kendi bilgi ve kültürü ile yaptığı günahına tevbe edebilecektir. Allah, kuluna en yakın (Kaf suresi, 16; Vakıa suresi, 85) olan ve kulunun kalbinden geçenleri dahi bilendir (Bakara suresi, 77; Ahzab suresi, 54).

 

Tevbede Zaman Unsuru:

Günahlar Allah'a giden yolda birer engeldir. Günahkâr, zehirlenmiş bir insan gibidir. Zehirlenen kişi için, vakit geçirmek ne derece tehlikeli ise, günah işleyenin de tevbede gecikmesi o derece risklidir.

Daha önce belirtildiği gibi, günah işleyen şahıs, imanının bir belirtisi olarak rahatsızlık duyacak ve hemen ondan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Günahın akabinde hemen tevbe etmenin farz olduğu hususunda icma mevcuttur. Ayrıca tevbeyi geciktirenler bu sebeple günah kazanmaktadırlar.[161]

Biz burada konu ile ilgili ayet ve hadisler ışığında, tevbe için ilk ve son şeklinde bir zaman çizmeye çalışacağız.

Kur'an'da kabul edilen tevbe açıklanırken: "Cehaletle günah işleyip sonra yakın zamanda "karib" tevbe edenlerin tevbesini Allah kabul eder." (Nisa suresi, 17) buyurulmaktadır.

Ayette geçen ve "yakın" diye tercüme ettiğimiz "karib" lafzına birçok değişik anlam verilmiştir:

İbn Abbas bu kelimeyi; "Ölümden ve hastalıktan önce sağlık ve sıhhat içinde" diye anlamıştır.[162]

Dahhak (ö.105/723); ölüm meleğinin belirmesinden önce[163] şeklinde; İkrime (ö.105/723); ölümden önce diye anlamış ve dünya hayatının hepsinin yakın "karib" anlamı içine girdiğini belirtmiştir.[164]

Herevi (ö.250/864) "karib" lafzını, günaha ısrar etmeksizin en yakın zamanda tevbe etmek biçiminde anlamıştır.[165]

Fahreddin er-Razi (ö.606/1209) ise, "karib" lafzını; çok geçmeden manasında anlamış, ölüm öncesine kadar tevbeyi geciktirenin günahta ısrar edenlerden olacağını ve bu tür tevbenin kabul edilmeyen tevbe grubuna gireceğini belirtmiştir.[166]

Gazzali'ye göre; kişi günah olduğunu anladığı an, derhal nedamet duymalı ve onun tesirini iyi amel ile silmelidir. Aksi halde, kötülükler kalbi istila eder ve bir daha izalesi mümkün olmaz.[167]

Nitekim hadiste; "Mü'min günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke olur. Tevbe eder, günahı terk eder ve istiğfar ederse, bu siyahlıktan kurtulur, günah artarsa siyahlık da artar..."[168] buyurulmaktadır.

Tevbe için geçerli olan zamanın son sınırı hakkında şu hadis bize bir fikir vermektedir: "Allah, kulunun tevbesini, can boğaza gelmedikçe kabul eder."[169] Ölüm kesinleşip, can boğaza geldiğinde ise, tevbe kabul edilmeyecektir.[170]

Son nefeste tevbenin kabul edilmeyişinin sebepleri şunlardır: İnsan o andan ümitsizlik halindedir. Halbuki tevbe, kişinin yaşamdan ümidini kesmediği bir ortamda olmalıdır.

Son nefeste fertlerden teklif kalkar. O anda yapılan işleri için iyi veya kötü denmez. Halbuki tevbe dünya işlerindendir ve teklif kalkmadan yerine getirilmelidir. Ahirette herkes pişman olacaktır, ancak bu halleri tevbe olarak nitelendirilmeyecektir.[171] Zira pişmanlık duydukları an, teklifin olmadığı andır. Son nefestekilerin hali de öyledir.[172]

Nitekim Kur'an'da, son nefeste tevbe edenin durumu anlatılırken "tevbe ettim dedi" (Nisa suresi, 17) şeklinde ifade edilmiş ve kabul edilmeyeceği belirtilmiştir. Yani onun tevbesinden, "tevbe etti" şeklinde dahi bahsedilmeyerek, bu andaki dönüşün tevbe olmadığı vurgulanmıştır.[173]

Diğer taraftan, son nefese kadar kötülüklerine pişmanlık duymadığı halde, son nefes heyecanı ile tevbe etmek isteyen ile tevbe etmeksizin ölen kâfirler birbirine benzetilerek, son nefeste tevbenin kabul edilip edilmeyeceği hususundaki şüpheler tamamen izale edilmiştir. Yani, son nefeste yapılan tevbe kabul edilmediği gibi, o bir yok hükmündedir ve sonuç olarak hiçbir şey ifade etmemektedir.[174]

Ömrü boyunca hiç tevbe etmeyenle, ölümü anında tevbe eden, sonuç itibarıyla aynı görülmektedir.[175]

Bu rivayetlerden sonra, tevbe ile ilgili şöyle bir zaman dilimi çizebiliriz: Tevbe için zaman; günahın peşinden başlamakta, ileriki günlerde herhangi bir vakte bağlı kalmadan devam etmekte ve ölüm alametleri belirince son bulmaktadır. Yani, tevbenin son sınırı olarak; yaşama ümidinin bitmesi, ölüm alametlerinin belirmesi ve şahsın son anlarını yaşamasıdır, denebilir.

 

Tevbede Mekan Unsuru:

Tevbe ile ilgili tanım, şart ve özelliklerden, tevbe için bir mekanın şart olmadığı anlaşılmaktadır.

Namaz, hac gibi bazı ibadetlerin, belli mekânlarda yapılması, faziletli veya gerekli olduğu[176] halde, tevbe için böyle bir mekân şartı yoktur. Zira tevbe, çok yönlü bir eylem olduğu için, yalnız, bir mekânda başlayıp sona eremeyecektir.

Bu sebeple, tevbe edebilmek için, şahsın camide bulunması, tekke veya zaviyede olması şeklinde bir şart yoktur. Ayrıca tevbe edebilmek için, Allah sevgililerinin evine gitmek, onların dizinin dibine oturmak mecburiyeti de yoktur. Diğer taraftan; cemaat halinde, bir araya toplanarak, koro halinde tevbe etmek de şart değildir.

Günah işlemiş insan, tevbesini her mekânda gerçekleştirebilecektir. Şahıs için, günahlarını göz önüne getirdiği, onların çirkinliklerinden kurtulmaya karar verdiği her yer tevbe mekânıdır. Yani, işçi işinin başında, çiftçi tarlasında, evde kalanlar evlerinde, bu kararı verebilir ve tevbe sürecini başlatabilir.

Nitekim Yunus (a.s) balığın karnında veya denizin karanlıklarında[177] günahını itiraf ederek Allah'tan af dilemiştir.[178]

Tekrar ifade edelim ki, tevbe süreci, günahlardan kurtulmaya kalbin kesin olarak karar vermesiyle başlamaktadır. Bu kararın verilebildiği her yerde tevbe sahihtir. Tevbeyi bir mekâna hasretmek, tevbe için kutsal bir mekân şartını ileri sürmek, tevbe olayını bilmemek ve konu ile ilgili İslam'ın esprisini yakalayamamak demektir.

 

Sonuç:

Tevbe; geçmişle, gelecekle ve yaşanılan anla irtibatlı, üç boyutlu, birtakım hakların sahiplerine iade edilmesini gerektiren bir pişmanlık eylemidir.

Günahkâr insanın, dünyada temizlenme yollarından birisi tevbedir. Her insanın tevbeye ihtiyacı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Tevbe, günahın hemen peşinden olabileceği gibi, ölüm döşeğine düşüp, ölüm emarelerinin belirmesi öncesine kadar devam eden bir zaman içinde de yapılabilecektir. İnsanın eceli belli olmadığı için, bir an önce tevbe etmelidir.

Tevbe etmek için, insanın bir aracıya ihtiyacı olmadığı gibi, belirli zaman ve mekânda tevbe eylemini gerçekleştirmek gibi, bir zorunluluğu da yoktur.

Gerçek tevbe için; kişi geçmişe pişmanlık duymalı, gelecekte aynı hatayı işlememe kararı ile birlikte, yaşadığı ortamda günahı terk etmelidir. Kul haklarının, sahiplerine iade edilmesi tevbenin en önemli rüknüdür.

Yapılan tevbeler sonucu, günahlardan temizlenip temizlenilmediği kuşkusu yersiz olup, Allah her türlü günah işleyeni temizlemek için tevbe kapısını açık bulundurmaktadır. İnsanların dikkatli olması gereken husus; tevbenin sahih olarak ortaya konulup konulmadığıdır.

 

[1] Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhah fi'l-Luga ve'l-Ulûm, Beyrut 1974, I, 146, I, 46; İbn Manzur, Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1990, I, 233; Firûzâbâdî, Muhammed b. Yakup, El-Kamusu’l-Muhit, Beyrut 1991, I, 166; Zebîdî, Muhammed Murtaza el-Huseynî, tahk. Abduh’l-âlim et-Tahavi, Tâcu’l-arûs min cevahiri’l-kamus, Beyrut 1984, II, 77; Sadi Ebu Ceyb, el-Kâmusu’l-Fıkhî Lugaten ve Istılahen, Dımeşk 1988 s. 49, 50.

[2] aynı yerler.

[3] Bkz. Bakara 2/37, 54, 128; Tevbe 9/104, 118; Nûr 24/10; Hucurat 49/12.

[4] Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyâu Ulûmiddin, terc. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul 1974, IV, 10; Muhammed Allân es-Sıddîkî, Delilu'l-Falihîn li Turuki Riyazu's-salihin, Kahire 1987, 1,78.

[5] Gazzâlî, ihya, IV, 10.

[6] Muhyiddin İbn Arabî, el-Futûhâtü'l-Mekkiyye, tahk. Osman Yahya, Kahire 1988, XIII, 298.

[7] İbn Hacer el-Askalanî, Şihabüddin Ahmet b. Ali, Fethu'l-Bari bi Şerhi'l Buharî, Kahire, 1987, XI, 106.

[8] İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, Medaricü's-Salikin, Kahire ts.1:331.

[9] Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Konya 1984,5.368.

[10] Kılıç, a.g.e., s. 376.

[11] İbn Mace, Zühd 30.

[12] Müslim, Tevbe 9, 10, 11.

[13] İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, X, 309.

[14] Gazzâlî, İhya, IV, 20; Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu'l-Kadir, Kahire 1994, I, 1654; Sıddikî, Delilü'l-Fâlihîn, I, 78; Bursevî. Ruhu'l-Beyân, III, 517.

[15] Buhari, Deavât 3; Müslim, Zikr 42.

[16] Buhari, Deavât 3; İbn Mâce, Edeb 57.

[17] Müslim, Zikr 42.

[18] Müslim, Zikr 41.

[19] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul 1983, XI, 35.

[20] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XI, 104, 105.

[21] Gazzâlî, İhya, IV, 21.

[22] Gazzâlî, İhya, IV, 20.

[23] Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 131

[24] Ateş, İslâm Tasavvufu, s. 158.

[25] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, III, 198.

[26] Allah'ın tevbeleri kabul edeceği ile ilgili hadîsler için bkz. Buhari, Şehâdât 15; Meğâzi 34; Müslim, Zikr 43; Zekat 116; Tevbe 56; Ebu Davud, Eşribe 5; Nesâî, Sârik 1; İbn Mâce, ikâme 78.

[27] Buhari, Deavât 4; Müslim, Tevbe 3; Tirmizî, Kıyame 49; İbn Mâce, Zühd 3.

[28] Müslim, Tevbe 31.

[29] Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmet, el Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1959, V. 90; Aliyyu'l-kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, terc: Yunus Vehbi Yavuz, İstanbul 1979, s. 408.

[30] Tabersî, Ebu Ali el-Fadl b. Hasan, Mecmeu'l-Beyân fi Tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut ts.. I, 197.

[31] Zemahşeri, Cârullah Muhammed b. Ömer, el Keşşaf an hakâik't-tenzil, Beyrut ts. 1,412.

[32] Gazzâlî, İhya, IV. 26.

[33] Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu'l-beyân an te'vili âyî'l-Kur'ân, Beyrut 1988, 300; Kurtubi, el-Câmi, V, 92.

[34] Kurtubi, el-Câmi, V, 92.

[35] Zemahşeri, Keşşaf, I, 512.

[36] Bursevî, Ruhu'l-beyan, IV, 178.

[37] Alûsi, Ebu'l-Fadl Şihabübdin Mahmud, Ruhu'l-Meânî fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kur'ân’il-Azim ves seb’il-mesani, Beyrut ts., IV, 238

[38] Maverdi, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habib, en-Nüket ve'l-Uyûn, Beyrut 1992, 1, 464.

[39] Şâtıbî, Ebû İshak, el-Muvafakât, IV, 205

[40] Taberi, Câmiu'l-Beyan, IV, 300.

[41] Maverdi, en-Nüket, I, 464; Kurtubi, el-Cami, V, 92.

[42] İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ, X, 308.

[43] Ahmed b. Hanbel, IV, 12.

[44] Buhari, Deavât 4; Tirmizî, Kıyame 49.

[45] Kurtubi, el-Câmi, V, 90; ibn Teymiyye, X, 320; A. Fethi el-Behnesi, el-Mevsûâtu'l-cinâiyye fi'l-fıkhil-islâmî, Beyrut 1991, I, 398.

[46] Kurtubi, el-Câmi, V, 90; İbn Teymiyye, Mecmuu fetava, X 320; İbnü'l-Kayyım, Medâriku's-Sâlikin, I, 298; Aliyyu'l-kârî, Şerhu'l Fıkhı'l-Ekber, s. 409.

[47] İbn'l-Kayyım, Medâricü's-Sâlikin, I, 298-300.

[48] Bkz. İbn'l-Kayyım, Medâricü's-Sâlikîn, I, 308-312; Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, s. 421.

[49] Bkz. Nisa 4/18.

[50] İbnu'l-Kayyım, Medâric, I, 311; Aliyyü'l-Kârî, s. 421.

[51] Bu huzursuzluğun imanın bir alameti olduğu hakkındaki hadîs için bkz. Buhari, Deavât 4; Tirmizî, Kıyame 49; Ahmed b. Hanbel, IV, 12.

[52] Gazzâlî, İhya, IV. 9.

[53] Kurtubi, el-Câmi, V, 91; es-Sıddîkî, Delilu'l-Fâlihin, I, 79.

[54] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, I, 376, 423.

[55] İbn Hacer, Fethu'l-bâri, XI, 107.

[56] Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, s. 370.

[57] Kurtubi, el-Câmi, V. 91.

[58] Sıddîkî, Delîlu'l-fâlihin, I, 79.

[59] Ebu Zehra, el-Cerîme ve'l-Ukûbe fi'l-Fıkhı'l-İslâmî, Kahire ts., s. 223.

[60] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 106; Alûsî, Ruhu'l-meânî, IV, 240.

[61] Gazzâlî, İhya, IV. 71.

[62] Kurtubi, el-Câmi, V, 91.

[63] Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü't-te'vil, tahk. M. Fuad Abdulbâki, Kahire ts., XII, 4597.

[64] İbnü'l-Kayyım, Medâric, I, 301; Sıddîkî, Delilü'l-fâlihin, I, 78.

[65] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 106.

[66] Sıddîkî, a.g.e., I, 78.

[67] Bkz. Mâide suresi, 39; En'am suresi, 54; Tâ-hâ suresi, 22, Furkan suresi, 70.

[68] Kurtubi, el Cami, V, 90; Behnesi, el-Mevsûa, I, 398.

[69] Kâsımî, Mehâsinü't-Te'vil, XII, 4597.

[70] Bkz. Bu yazı, Tevbe Öncesinde Kesin Karar.

[71] Ebu Zehra, el-Ukûbe, s. 223.

[72] Alûsî, Ruhu'l-Meânî, IV, 240.

[73] İbn Teymiyye, Mecmuu, XI, 700; İbnu'l-Kayyım, Medâricü's-sâlikîn, i, 301; Alûsî, Rûhu'l-Meâni, XXVIII, 159.

[74] İbnu'l-Kayyım, Medâricü's-sâlikîn, I, 306.

[75] Aliyyu'l-Kâri, Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber, s. 412.

[76] İbnu'l-Kayyım, Medâricü's-sâlikîn, I, 306.

[77] İbnu'l-Kayyım, Medâricü’s-sâlikin, I, 207.

[78] Gazzâlî, İhya, IV. 81, 82.

[79] Tevrat, İşaya 59/2.

[80] Müslim, Birr 15; Tirmizî, Zühd 52.

[81] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Ankara, VI, 346, 347.

[82] Dihlevi, Şah Veliyyullah b. Abdurrahim, Huccetullahi'l-Bâliğa, 1992, I, 174.

[83] Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, s. 27. Değişik günah tarifleri için bkz. Aynı eser s 27, 28.

[84] Şevkani, Fethu'l-Kadir, 1, 458.

[85] Razi, Mefatih, II, 426.

[86] a.g.e.,VI, 105

[87] Kılıç, Kur'an'da Günah Kavramı, (İbn Salah, Fetava, s.8'den naklen), s.322.

[88] Ebu'l-İzz, Şerhu'l-Tahaviyye, s.526.

[89] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava,XI,658.

[90] Dihlevi, Huccetullahi'l-Baliğa, 11,231.

[91] Razi, Mefatih, II, 427; Alusi, Ruhu'l-Maani, V,17.

[92] Ebu'l-Izz, a.g.e., s.525; Daha geniş bilgi için bkz.,Razi, Mefatih, 11,425-29.

[93] Kurtubi, el-Cami', XVII,106 vd., Razi, a.g.e., VI,105; Şevkani, Fethu'l-Kadir,V,113.

[94] Ebu'l-Izz, a,g,e.,s.525; İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava, XI,650.

[95] Dihlevi, Huccetullahi'l-Baliğa, 11,231.

[96] Gazzali, İhya, IV,32. 137.

[97] İbn Mace, Zühd, 29.

[98] Ahmed b. Hanbel, I, 402;V,331; VI,70,151.

[99] Gazzali, İhya, IV, 59. 139.

[100] Şatıbi, el-Muvafakat, III, 230 vd.; Abdulkerim Zeydan, el-Veciz fi usuli'l-fıkh, Daru'r-ravza ts., s. 62-66.

[101] İbn Hacer, Fethu'l-bari, XI, 106; Aliyyu'l-kari, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, s. 415.

[102] Bkz. Buhari, Edep 60; Müslim, Zühd 52; Tevbe 42.

[103] Bkz. Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58,72; Tirmizi, Hudud 3.

[104] Buhari, Edep 60.

[105] Sadıki, Delilü'l-falihin, II, 17.

[106] Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58, 72.

[107] Geniş bilgi için bkz. İbnu'l-Kayyım, Ahkamu ehli'z-zimme. I, 34.

[108] Zımmi; İslam ülkesinde Müslümanların himayesini kabul eden ve onların bu korumasına karşılık cizye verme taahhüdünde bulunan gayr-i müslüm azınlıklar.

[109] Aliyyu'l-Kari, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber. s.415.

[110] Gazzali, İhya, IV, 68; Aliyyu'l-kari, Şer-hu'l- Fıkhı'l-Ekber, s. 415.

[111] Serahsi, el-Mebsut, IX, 176; Kasani, Bedayi', VIII, 96; Alusi, Ruhu'l-meani, VII,96.

[112] Aliyyu'l-kari, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, s.415.

[113] Gazzali, İhya, IV. 68, 69; Şevkani, Neylü'l-evtar, VII, 68.

[114] Muhyiddin İbn Arabi, Futuhat, XIII, 298.

[115] İbn Hacer, Fethu'l-bari, XI, 106.

[116] İbn Abidin, Haşiye, III, 140.

[117] Alüsi, "Ruhu'l-meani, XXVIII, 159.

[118] Kasani, Bedayi, VII, 241.

[119] Kasani, Bedayi, VII, 256.

[120] İbnu'l-Kayyım, Medaricüs-Salikin, I, 316.

[121] Taberi, Camiu'l-beyan, XVIII, 80; İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kur'an, III, 1336; Kurtubi, el-Cami, XII, 177.

[122] Buhari, Mezalim 10.

[123] Gazzali, İhya, IV, 69.

[124] İbnu'l-kayyım, Medaricü's-salikin, I, 319.

[125] Aliyyu'l-kari, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, s.417; Alusi, Ruhu'l-meani, XXVIII, 159.

[126] İbn Manzur, Lisanü'l-Arap, II, 617; Zebidi, Tacu'l-arus, VII, 175.

[127] İbn Manzur, Lisanu'l-Arap, II, 617; İbnu'l-Kayyım, Medaricu's-Salikin, I, 356.

[128] Ahmed b. Hanbel, I, 446.

[129] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-salikin, I, 356.

[130] Gazzali, İhya, IV, 78.

[131] Alusi, Ruhu'l-meani, XXVIII, 160

[132] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-salikin, I, 336, 337.

[133] Muhyiddin ibn Arabi, Futuhat, XIII, 277, Alusi, Ruhu'l-meani, XXVIII, 157.

[134] Kurtubi, el-Cami, V, 91; Kasımi, Tefsir, XII, 4597.

[135] Gazzali, İhya, IV, 71; İbn Hacer, Fethu'l-bari, XI, 106; Alusi, Ruhu'l-meani, XXVI-II, 157.

[136] İbn Hacer, Fethu'l-bari, XI, 106.

[137] Muhyiddin İbn Arabi, Futuhat, XIII, 298; Aliyyu'l-kari, Şerhu'l-fıkhı'l-kber, s. 415.

[138] Muhyiddin İbn Arabi, Futuhat, XIII, 273.

[139] Kurtubi, el-Cami, V, 91.

[140] İbn Manzur, Lisanü'l-Arap, V, 26; Alüsi, Ruhu'l-meani, VI, 207.

[141] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kurani'l-Azim, II, 435.

[142] Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf, s. 170.

[143] Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf, s. 170.

[144] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-salikin, I, 333; Alusi, Ruhu'l-meani, XI, 207.

[145] İbn Teymiyye, Mecmuu fetava, X, 319.

[146] Ebu Davud, Vitr 26; Tirmizi, Deavat 106.

[147] Alusi, Ruhu'l-meani, XI, 207.

[148] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-salikin, I, 333.

[149] Şevkani, Fethu'l-kadir, 1745.

[150] Beyhaki, Şuabu'l-İman; V, 436.

[151] İbn Teymiyye, Mecmuu fetava, X, 319.

[152] Suyuti, Abdurrahman Celaleddin, ed-Dürru'l-Mensur fi Tefsiru'l-me'sur, Beyrut, 1414.

[153] Razi, Mefatihu'l-ğayb, V, 536; Alusi, Ruhu'l-meani, XXV, 36.

[154] Gazzali, İhya, IV, 86.

[155] Gazzali, İhya, IV, 86.

[156] Bkz. Acluni, Keşfu'l-hafa, I, no, 756.

[157] Bkz. Buhari, Ezan 9, 32; Müslim, Salat 129 Nesai, Mevakit 22.

[158] Müslim, Tevbe 42.

[159] Müslim, Tevbe 44

[160] Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, İstanbul 1992; 130.

[161] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-salikin, I, 297, 298.

[162] Alusi, Ruhu'l-meani, XXVIII, 159.

[163] Alusi, Ruhu'l-meani, IV, 239.

[164] Maverdi, Tevsir, I, 464.

[165] Kurtubi, el-Cami, V, 93.

[166] Razi, Mefatihü'l-ğayb, II, 338.

[167] Gazzali, İhya, IV, II, 13.

[168] İbn Mace, Zühd 29.

[169] Tirmizi, Deavat 100; İbn Mace, Zühd 30.

[170] Mübarekfuri, Tuhfetu'l-ahvezi, IX, 521.

[171] Alusi, Ruhu'l-meani, XXVIII, 158.

[172] Taberi, Camiu'l-beyan, 303; Kurtubi, el-Cami, V, 93; Taberi, Mecmeu'l-beyan, II, 52.

[173] Ebu's-Suud, İrşadu akli's-selim, II, 157; Alusi, Ruhu'l-meani, IV, 270.

[174] Suyuti, ed-Durru'l-Mensur, II, 458.

[175] Maverdi, Tefsir, I, 456.

[176] Bkz.Buhari, Cuma 37; Müslim, Cuma 13,14; Tirmizi, Cenaiz 72.

[177] Taberi, Camiu'l-beyan, XVII, 80.

[178] Bkz.Enbiya 21/87.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan-Temmuz, 1998; 40-41. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/01/2023