Günah ve Tevbe





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/01/2023
Clap

Günah, muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usulüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir ifade ile günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, ruhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması; böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Sahabe-i Kiram, Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunurken kalben daha huzurlu ve uhrevî âleme daha meyilli bir ruh iklimine bürünürlerdi. Huzurdan ayrılıp; eşlerinin ve çocuklarının yanına döndüklerinde huzurdaki atmosferi kaybetmenin hüznünden ve dünyaya meyletmelerinden şikâyet eder, rahatsızlık duyar hatta helâk olacakları korkusuna kapılırlardı. Yine bir gün böyle bir hâl zuhur etmiş ve durumlarını Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) arz etmişlerdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları dinledikten sonra, yaşadıkları bu hâlin gayet tabiî olduğunu; şayet, kendi huzurundaki halet-i ruhiyelerini devam ettirmiş olsalardı, meleklerin kendilerini evlerinde ziyaret edip musafaha edeceklerini beyan ederek, şöyle buyurmuştur: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah, sizi götürür ve yerinize, günah işleyecek bir kavim yaratırdı, onlar (günah işlemelerini müteakip) Allah'tan bağışlanma talep ederlerdi, Allah da onları affederdi." (bkz. Müslim, Tevbe, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/415; Beyhaki, Şuabu'l-imân, V/409).

 

Günaha Rağmen Yeşeren Ümitler

Ashaptan Hz. Ebû Hureyre vasıtasıyla değişik tariklerle bize kadar ulaştırılan bu hadîs-i şerîf, büyük yıkımlara hattâ küfre kadar sürükleyen ümitsizlik ve suçluluk duygusuna kapılan insanın, âdeta okyanusun ortasında sulara gark olmak üzereyken ona uzanan güçlü bir el gibi imdadına yetişmiştir. Hadîsin sebeb-i vürûduna bakıldığında, sahâbenin dünyaya meyletmeleri ve yeni nâzil olan inzâr âyetlerini işittiklerinde endişelenip ümitsizliğe düşmeleri üzerine, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkûr hadîsi irad ederek onları rahatlatmış ve inzâr ve tebşir dengesiyle hareket etmiştir. Bunun üzerine sahâbe de, elde etmeyi umdukları Cennet nimetlerini arzulayarak ümitsizlik ve endişelerinden sıyrılmaya çalışmışlardır.

Sahabî Hz. Hanzale el-Üseydî yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"Bir gün Ebû Bekir'le karşılaşmıştım;

‘Nasılsın yâ Hanzale!' dedi. Ben de:

‘Hanzale münafık oldu!' dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir:

Sübhanallah! Sen ne söylüyorsun? dedi. (Hanzale);

‘Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında bulunduğumuzda bize Cennet'i, Cehennem'i öyle anlatıyor ki onları müşahede etmiş gibi oluyoruz. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanından ayrıldıktan sonra ise çoluk çocuğumuzla, maişet dertleriyle meşgul olmaya başlıyoruz. Bu sebeple çok şey unuttuk', dedim. Ebû Bekir:

‘Vallahi biz de aynı şeyleri yaşıyoruz', dedi. Ebû Bekir'le birlikte yürüdük ve Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına geldik. Ben hemen:

‘Hanzale münafık oldu yâ Rasûlallah!' dedim. Rasûlullah:

‘O ne demek öyle?' diye sordu.

‘Yâ Rasûlallah! Sen'in yanında bulunuyorken bize Cennet'i ve Cehennem'i anlatıyor, hatırlatıyorsun. O derecede ki, gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımız vakit eşlerimiz, çoluk-çocuğumuzla ve geçim derdiyle meşgul oluyoruz ve çok şeyi unutuyoruz', dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

‘Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz benim yanımda bulunduğunuz hâli muhafaza edip zikirle meşguliyete devam edecek olsanız, melekler sizinle yattığınız döşeklerinizde ve yürüdüğünüz yollarınızda musafahaya dururlar. Lâkin yâ Hanzale 'bazen öyle, bazen böyle' buyurdu. Ve bunu üç defa tekrarladı." (Müslim, Tevbe, 12, 13; Tirmizî, Kıyâme, 59)

İbn Ebî Müleyke "Ben kendisinin münafık olduğundan ürperen otuz sahabeyi idrak ettim" der.[1] Onların korktukları husus itikadî nifak yani gerçekte kâfir olup küfrünü gizleyen münafıklık değil, Allah'ın emirlerini anladıktan sonra gerçekten kendisinden beklenen kulluğu yerine getirememekten kaynaklanan amelî nifaktır. Bu tabiî ki yüksek bir haslettir.

Birçok hadîste, Yüce Allah'ın, kulun günahlarını, dağlar kadar, hattâ gökleri dolduracak kadar da olsa, tevbe etmesi hâlinde affedeceği (Müslim, Tevbe 51), inanarak ve ecrini Allah'tan umarak ramazan orucunu tutması şartıyla geçmiş günahlarını bağışlayacağı (Nesâî, Sıyâm 40; Tahrim 1; Ebû Dâvûd, Fiten 6), keza günde yüz kere ‘sübhanellah vebihamdih' demesiyle, denizin köpüğü kadar da olsa hatalarını sileceği, aynı şekilde bazı ibadetleri yapması durumunda günahlarını bağışlayacağı belirtilmektedir (Buhârî, Daavât 65; Müslim, Zikir 28; Tevbe 31).

Bu tür hadîsler insanları ibadete teşvik etmenin yanında günahların affedileceği mânâsını da ihtiva etmektedir. "Eğer yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir mevkie yerleştiririz." (Nisâ, 4/31) âyetinde büyük günahlardan uzak durulduğunda küçük günahların affedileceğine işaret edildiği gibi değişik hadîslerde de beş vakit namaz, iki Cuma, iki Ramazan -büyük günahlardan sakınıldığı takdirde- aralarında işlenen günahlara kefaret olacağı ifade edilmektedir. Yeter ki kul, defalarca da olsa, günah işledikten sonra, içtenlikle günahlarını bağışlayacak bir Rabbi olduğuna inansın ve ona yönelmiş olsun… (Müslim, Tevbe 29, 30)

Vakıada bunun böyle olduğuna, yani günahların tevbe ile affedilebileceğine bir delil olmak üzere, Tebük Gazvesi'nden, gerçek mazeretleri olmadığı hâlde geri kalan Ka‘b b. Mâlik ve arkadaşlarının tevbelerinin kabul edildiğini örnek gösterebiliriz (Tevbe, 9/102, 117-118; Müslim, Tevbe, 53).

Ayrıca günah işleyip de tevbe edenlerin günahsız gibi olacağı hususu da bir hadîs-i şerîfte ifadesini bulmuştur (Heysemî, Mecma‘u'z-Zevâid, X/200). Bunun yanında bir taraftan, hadîslerde Yüce Allah'ın affı sevdiği (Buhârî, İman 40), tevbeleri çokça kabul ettiği (Tevvâb olduğu) belirtilirken (Buhârî, Rikâk 10), diğer taraftan da her bir âdemoğlunun çokça hata işleyebileceği, hata işleyenlerin de en hayırlılarının çokça tevbe edenler olduğu beyan edilmiştir (İbn Mâce, Zühd 30).

 

Kur'ân Perspektifinden Günah

Kur'ân-ı Kerîm de, küçüğünden büyüğüne, gizlisinden açığına kadar bütün günahlardan şiddetle sakındırmış ve işleyenlere de ağır cezaların verileceğini beyan buyurmuştur (Bakara, 2/276; Mâide, 5/2, 62, 63; Nûr, 24/11; Hâkka, 69/36-37).

Önce şuna işaret etmek gerekir ki, Kur'ân'da günah ve kötülük kavramları mutlak olup, hem inananlara hem de inkârcılara nispet edilmektedir. Yani, günah veya kötülük kavramlarının muhtevasında, Yüce Allah'ın yasakladığı yalan, iftira, her tür kötülük, zina, adam öldürme vb. söz ve fiiller olduğu gibi, Allah'ı inkâr, şirk koşma, peygamberlere karşı gelme ve onları kabul etmeme gibi, inancın temellerini dinamitleyen davranışlar da yer almaktadır. Bir yerde iftira etme büyük günah sayılırken (Bakara, 2/81; Mâide, 5/29), bir başka yerde şirk koşma da büyük günah sayılmıştır (Nisâ, 4/48; En‘âm, 6/151). Her türlü günahın akıbetinden sakındırılmış; failleri ya dünyada felâketlere uğratılmış yahut, sürekli Cehennem'de kalmakla tehdit edilmişlerdir (İsrâ, 17/39; Nûr, 24/11).

Diğer taraftan Kur'ân'da, bir yerde mutlak olarak Yüce Allah'ın bütün günahları affedeceği (Zümer, 39/53), başka bir yerde kendisine ortak koşma müstesna diğer bütün günahları bağışlayacağı (Nisâ, 4/48) beyan edilmiş, büyük günahlardan sakınanların ufak tefek kusurlarının affedilerek Cennet'le mükâfatlandırılacakları belirtilmiştir (Nisâ, 4/31; Necm, 53/32).

Dolayısıyla, günahtan sakındırma ve günahkârların cezalandırılmasının zikredildiği yerde aftan ve tevbeden bahsedilmiş olması son derece dikkat çekicidir. Şayet Yüce Allah, kulunun asla günaha düşmesine müsaade etmeseydi, ne tevbeden, ne Tevvâb sıfatından ve ne de Gafûr, Rahîm, Afüv gibi sıfatlarından söz ederdi. Tevbeden ve afvtan söz edilen yerde günah var olacak demektir.

 

Kibirden Kaynaklanan Günahın Fecaati

Başta zikrettiğimiz hadîsin zâhirinden ilk bakışta, sanki günaha dalan gafilleri teselli etmek gibi bir mânâ çıkıyor gibi görünmektedir. Hâlbuki peygamberler, ancak insanların günaha düşmelerine engel olmak için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla hadîs de, günahkârları tevbeye teşvik etmek için, Allah'ın affedici olduğunu ve günahkârlardan vazgeçeceğini beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Yüce Allah, iyilere vermeyi sevdiği gibi, günahkârları bağışlamayı da sever. Buna Allah'ın, Gaffâr, Halîm, Tevvâb ve Afüv gibi birçok sıfatları işaret etmektedir. Yoksa kulları, melekler gibi günah işlemeye müsait olmayan yapıda bırakmak için değildir. Bilakis kulları içinde, tabiî olarak heva ve hevesine meyleden; tabiatının gereğine tutunanları da yaratır, sonra da onları günahtan korunma ile mükellef tutar ve günahla yargılamaktan sakındırır. Bu kulları bazen günah işlemekle ibtilâ/imtihan eder, sonra da tevbeyi öğretir. Şayet kul, Allah'ın emirlerini tastamam yerine getirirse ecri Allah'a aittir; yok eğer yoldan saparsa, tevbe onu beklemektedir.

Hadîste kastedilen bir mana da şu olmalıdır; şayet siz, melekler gibi yaratılmış olsaydınız, elbette Allah Teâlâ bir topluluk getirirdi ki onlardan günah işleyenler de olurdu, böylece hikmet gereği, mezkûr sıfatlarla onlara tecelli ederdi. Çünkü Gaffâr, mağfûru gerektirir. Nitekim Râzık da merzûku gerektirir…[2]

Diğer taraftan hadîs daha çok, günah işlemeyen ve kendisini ibadete adamış olanların kibir ve gurura kapılabilecekleri noktasından ele alınarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir seferinde; "Şayet siz günah işlemeseydiniz, bundan daha büyüğü/tehlikelisi olan kibre düşmenizden korkardım kibre!" (Deylemî, Firdevsü'l-ahbâr, III/417) buyurmak suretiyle bu hususun önemine dikkatleri çekmiştir.

Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî (v. 862/1457), zahidleri uyarma maksadıyla diyor ki; "Bazı insanlar âbidlerin giysileriyle süslenir, tâat ve ameline düşkünlük gösterirler. Ancak maksatları Hakk değil halktır. Amellerini kibirden,‘ucbdan (gururdan), gıybetten ve nemîmeden (koğuculuk) arındırmazlar. Hâlbuki her kim amelini bunlardan arındırırsa, onun Allah Teâlâ Sübhânehu ve Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklandığına inanılır. Çirkin amellerden sakınırsa onun hâiflerden (dertlilerden) olduğu anlaşılır ki, o eminlerden sayılır ve ona güvenilir."[3]

Kibrin en tehlikelisi, en yıkıcısı da, ibadet etmiş olmaktan doğan kibirdir, denilmiştir. Cübeyr b. Nüfeyr (v. 80/699)'e, "Hangi kibir daha kötüdür?" diye sorulunca, "ibadet kibridir" cevabını vermiştir.[4] Bu kanaat bütün İslâm büyüklerince paylaşılmıştır. İnsan mânevî mertebesi ne olursa olsun kendisini başkalarından üstün, herkesi batmış, kendisini kurtulmuş görmemelidir. Avn b. Abdillah der ki: "Kendini başkalarından az da olsa üstün görmen, sana kibir olarak yeter."[5] Bir başka İslâm büyüğü de bu gerçeğe şöyle temas ediyor: "İbadete güvenmek, sülûk erbabının başlangıçta karşılaştıkları en büyük tehlikedir. Bu güven, kuruntunun insana galip gelmesi ve hayalin akıl aynasını paslatması yüzündendir. Sâlikin bu vehim ve hayalden kurtulmasıı ileri derecede iç aydınlığı sayesinde mümkün olur. Demek oluyor ki ibadetten doğan kibir sonsuzluk yolunda bir geriliği belgeliyor."[6]

Kibir-günah mukayesesi yapılırken, insanı Allah'a tevbeye, tazarru ve niyaza götüren günahın, kibre sevkeden ibadetlerden daha üstün olduğu bile dile getirilmiştir (Beyhakî, Şuabü'l-İmân, V/453). Özellikle tasavvuf ehli, kişiliğin yıkımına yol açan, gem vurulmamış kibre karşı dikkatli olmuş, bu korku yüzünden kendilerini –iman hâriç– hayvanlardan ve kâfirlerden bile üstün görmemeye özen göstermişlerdir. Çünkü hayvanlar Hakk'ın huzurunda hesaba çekilmeyecek, kâfir için yaşadığı müddetçe tevbe ve af edilme kapısı açıktır. O halde bir yönüyle mü'minin işi onlardan daha zordur. O hâlde korkulması gereken, günahlar değil; kibirdir, günahtan tevbe etmemektir, günahı hafife almaktır. Bir hadîs-i şerîfte şöyle denilmiştir: "Şu üç şeyden beri olarak ruhu cesedinden ayrılan kimse cennete girecektir: Bunlar kibir, kin ve borçtur." (Tirmizî, Siyer 21; Ahmed b.Hanbel, Müsned, V/276, 277, 282) bu tür hadîsler tergib eksenlidir.

Başta zikrettiğimiz hadîs-i şerîfte dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus daha var ki, o da, günah işleyenin, günahını müteakip Allah'tan bağışlanma talep etmesidir ki günahı, gurura götüren ibadetten üstün kılan da bu yönüdür. Yoksa boyun büktürmeyen, sığındırmadan azade günahın ne kıymeti olabilir; günaha, bir anlamda önem kazandıran da budur, denilebilir.

Ağlamasına sebep olan günahlara sahip olmayı, gurur getiren ibadetlere sahip olmaya tercih edenlerden biri olan Yahya b. Muâz'ın (v.258/871) şu beyanı da oldukça mânidardır: "Rabbim! Günahlarım eşliğinde sana sığınmayı, ibadetlerime güvenerek sana yönelmeye tercih ediyorum."[7]

Bu ifadelerden, ibadetin bir kıymetinin olmadığı neticesi çıkarılmamalıdır. Ancak her şeyde olduğu gibi ibadette de ihlâslı olmak ve ibadetin tek başına kulu kurtaramayacağını dikkatten uzak tutmamak gerekir. Zîrâ ibadetler Allah'ın lütuflarına bir şükran ifadesidir. Hiç kimse yaptığı amellerle Cennet'i kazanamaz. Cennet lütf-u İlâhîdir. İbadete ihtiyacı olan Allah değil biziz. Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde bu hususu şöyle ifade eder: "Ashâbım! Sizden hiçbirinizin ibadeti asla sahibini kurtaramaz." Ashâb-ı kiram: ‘Ya Resûlüllah! Seni de mi ibadetin kurtaramaz?' diye sormuşlardı da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Evet, beni de. Meğerki Allah beni rahmeti ve fazlı ile korumuş olsun. Ashâbım! Doğruluğa sarılınız, ibadetlerinizde dengeyi elden bırakmayınız. Gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyünüz (ibadet ediniz). Gecenin bir saatinden de istifade ediniz. (Her hâl ve hareketinizde) itidale yapışınız, itidalli olunuz ki, muradınıza eresiniz." buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Münafıkîn 71-73)

 

Günah-Tevbe ve Af Münasebeti

Günah kavramı, ulûhiyet düşüncesi ve inancıyla beraber mütalâa edildiğinde, genel bir vasıf olarak menfî yönlü bir kavramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Sünnet-i Seniyye'de, günahtan kaçınma hususunda şiddetli bir ikaz vardır. Zîrâ "Her günah içinden küfre giden bir yol vardır." Başta zikrettiğimiz hadîsi istisna tutacak olursak, günahın müsbet yönünden bahseden herhangi bir âyet ve hadîs bulmak imkânsızdır. Dolayısıyla mezkûr hadîs, âdeta tek başına bu hususu açıklığa kavuşturmaktadır ki, o da neticesi itibarıyla insanı Allah'a ulaştırması, insana kendi acziyetini hatırlatması itibarıyladır.

Biz kullar, Yüce Allah'ı ancak Kur'ân ve Sünnet'te bildirilen sıfatlarıyla tanıyoruz. Bu tanıma ise O'nun sıfatlarının tecellisi sayesinde olmaktadır. Bu itibarla sanki Allah'ın sıfatlarının tezahürünün iktizası ve O'nu hakkıyla tanımamız adına günah yaratılmasına müsaade edilmiştir denebilir. Sem‘anî'nin de ifade ettiği üzere, Hz. Âdem Cennet'teyken, Allah'ın kendisine öğrettiği bütün isimlerin anlamlarını henüz tam olarak kavramış değildi. Sadece güzellik ve rahmet vasıflı isimlerini biliyordu; ama celâl ve gazap ağırlıklı isimlerini bilmiyordu. Bu hususiyeti kazanmak için yeryüzüne, Allah'ın kahır evine inmesi gerekiyordu.[8]

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de, insanı, hem üstün yönleriyle hem de bütün zaaflarıyla tanıtmış; bir taraftan onu en güzel surette yarattığını, diğer taraftan da aşağıların aşağısına sukut etme potansiyeline sahip olduğunu beyan etmiştir (Tîn, 95/4-5). Dolayısıyla Yüce Yaratan, insanı terakki ve tedenni zembereğini kendi eline vererek günahı ve sevabı tercih edebilecek hüviyette yaratmıştır. Nasıl ki, Allah'ın temel sıfatı olan Rablığın tezahür etmesi için zulüm ve belâ zarurîdir ve ahlâkîdir, aynı şekilde Rahmân, Rahîm, Gafûr, Afüv ve Vedûd gibi sıfatlarının tezahürü de günahların varlığını iktiza etmektedir. Başka bir ifadeyle, afüv ve gufrân sıfatlarının eseri ancak günahkârlar üzerinde tecelli edecektir. O hâlde günahkârların bulunması kaçınılmaz olacak; onlar Allah'a sığınacaklar ve Allah da onları affedecektir.[9] Ancak Allah küfre razı olmadığından kullarının günahlarından, şerlerinden, zulümlerinden hoşnut değildir, imtihan sırrından ve kulun iradesine saygısından onları yaratmaktadır. Allah'ın tevvâb sıfatının tecellisi için günahkâr bir kul ve bu kulun tevbe etmesi gerekmektedir. Ardından da tevbenin kabulü ile Allah'ın afuv sıfatı tecelli edecektir. Bu itibarla günah merkezde olmak üzere tevbe ve af üçgeni, insanoğlunun sürekli muhatap olduğu; beşer olma vasfının nirengi noktalarını belirlemektedir.

İmam Kuşeyrî, bu hususta iltibasa açık bir beyanla diyor ki; ‘Allah kendisine Afüvv ve Gafûr (af ve mağfiret edici) ismini verince, kullarını günaha düşürmüş oldu.'[10] Yani Allah'ın affedici olması için kulun günah işlemesi icap eder; kul da işlediği günahın akabinde Allah'ın affına güvenir. İbrahim b. Edhem Hazretleri'nin şöyle dediği nakledilir: "Bir hac esnasında ortalık tenhalaşsın da tavaf yapayım, diye bir müddet bekledim. Gece karanlığı bastı, şiddetli yağmur yağıyordu. O sırada ortalık tenhalaşmıştı. Hemen tavafa başladım. Tavaf esnasında Allah'ım, beni masum kıl; Rabb'im, beni günahtan koru diye niyazda bulunuyordum. Hâtiften (gaib) bir ses bana dedi ki: Ey İbrahim, seni masum kılmamı istiyorsun, herkes benden ismeti (günahsız olmayı) istemektedir. Fakat siz günahsız olunca ben kime rahmet ve mağfiret edeceğim?"[11]

Şu da bir hakikattir ki, Kur'ân'ı-Kerîm'in beyanına göre Cenâb-ı Hak en çok Rahmân sıfatıyla tecelli etmek ister (bkz. A‘râf, 7/156; Mü'min, 40/7). Zîrâ o tecelli, O'nun ulûhiyyetine en fazla yakışan ve kulluk için en çok zaruret duyulan tecellidir. Rubûbiyyet (ilâhlık) merhamet, şefkat, bağışlamak, ubûdiyyet (kulluk) acınmak, bağışlanmak ister. Aynı zamanda, tabir caizse Yaratıcı, Rahmân sıfatının tecellisini istememizden memnuniyet duyar, razı olur (Bkz., A'raf, 7/156).

 

Netice

Günah-tevbe-af kavramlarının birbiri ile olan münasebeti o derece güçlüdür ki, bunların her biri tek başına ele alındığında anlam sahalarının daraldığı ve anlaşılmalarının zorlaştığı görülür. Günah tevbeyi gerektirir, başka bir deyişle tevbe ancak günah ile mana kazanır. Tevbenin ardından da af gelir ki, af olmadığında tevbenin de bir anlamı kalmaz. Bu itibarla Kur'ân, günahtan bahsettiği ölçüde tevbeden de bahseder ve Allah'ın bağışlayıcı, affedici olduğuna sık sık vurgu yapar.

İnsan, her ne kadar fıtraten bir olan Allah'a inanma eğiliminde olsa da, maddesiyle bir avuç çamura bakan, mânâsıyla İlâhî nefhadan beslenen ikili bir yapıya sahiptir. Maddî yönünü etkileyen bir yığın olumsuzluklar karşısında, mânâsını güçlendirecek ve nihai zaferi elde etmesini sağlayacak eşsiz güzellikler ve fırsatlara da maliktir. Bir taraftan özünde taşıdığı, ikili yapısının menfi cephesi, diğer taraftan irsiyet yoluyla kendisine intikal eden menfilikler ve bunlara ilâveten çevrenin tesiriyle günaha-kötülüğe sürüklenen insan, Yaratan'ına yöneldiği sürece yine de değerinden bir şey kaybetmiyor. Zîrâ günah işleyip de samimi bir tevbe ile Yüce Yaratan'ına yönelen ve günahları karşısında gözyaşı dökenler, Hakk katında hiç günah işlemediğini düşünerek tevbe etmeyenler hele hele ibadetlerine güvenip de kibre-gurura kapılanlardan daha üstün bir konuma sahiptir. En büyük günah insanın kendisini günahsız kabul etmesidir. "Zîrâ bazen insan kendini günahsız sanmakla gurura düşüp aldanabilir. Bu da insanın farkına varamayacağı ledünnî bir hastalıktır. Bu ledünnî hastalık daha tehlikeli olduğundan insan, kendi nefsini levmedeceği, kınayacağı, beğenmeyeceği yola kendisini sevk edecek bir kısım vesileler bulması lâzımdır. O da, küçük bir iki zelleyle insanın bilerek veya bilmeyerek sürçmüş veya düşmüş olması gibi şeyler olabilir. Bu durumda insan, kendini beğenme hastalığına da düşmemiş olur."[12]

İnsanda var olan eksiklik, insanî mahiyetin bir parçasıdır ve Allah bu durumu çok iyi bilmektedir, dolayısıyla Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkûr hadîsine göre, hiç kimsenin Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesine gerek yoktur. Bununla birlikte insanın, meleklerden de ders alması ve yaptığı iyi işlerden dolayı asla gururlanmaması gerekmektedir; çünkü kendini iyi olarak görme ve nefsini temize çıkarma hatalı bir bakış açısıdır; zîrâ bütün iyiliklerin kaynağı Allah Teâlâ'dır.

 

[1] Buhârî, cenâiz 34.

[2] Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V/193.

[3] Kazvînî, Müfîdü'l-Ulûm ve Mübîdü'l-Hümûm, s. 281.

[4] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, III/180.

[5] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IV, 247.

[6] Muhammed b. Abdillah Hâni, el-Behcetü's-Seniyye, s.23.

[7] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.272.

[8] W. Chittick, Tasavvuf-Kısa Bir Giriş, s. 242.

[9] Mansûr Alî Nâsıf, et-Tâcü'l-Câmi‘,V/148; bkz., Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-ahvezî, V/193.

[10] Kuşeyrî, Risâle, s.274.

[11] Kuşeyrî, Risâle, ay.

[12] M. Fethullah Gülen, Çizgimizi Bulma Yolunda, 245.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan, 2013; 100. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/01/2023