KUR’ÂN’IN İ’CÂZI





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 12/26/2022
Clap

İnsanların, Kur’ân’ın benzerini söylemekten âciz kalmalarından maksat; üslûbu ve ifâde tarzı nasıl olursa olsun, belagat ve beyanca, hakikati etkili bir tarzda ifade etmek bakımından, Kur’ân’ın seviyesinde bir kelâm getirmeleridir.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber aleyhissalâtü ve’s-selâmın en büyük mûcizesidir. Allah Teâlâ’nın hikmeti, insanlığa kıyamete kadar rehber olarak gönderdiği son mesajı, mu’ciz kılmasını dilemiştir. Dilemiştir ki Kur’ân, beşerî âlemde Hakk’ın halk üzerindeki hücceti olsun; ulûhiyyet âleminden geldiğine dâir nişanlar taşısın.

İnsanı diğer canlılardan ayıran başlıca vasıflar, akıl ve beyandır. Kur’ân’ın i’cazı da işte akıl ve beyan sahasında olmuştur:

{الرَّحْمَنُ} {عَلَّمَ الْقُرْآنَ} {خَلَقَ الإِنْسَانَ} {عَلَّمَهُ الْبَيَانَ}

Rahman, Kur’ân’ı bildirdi. İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti” (Rahman, sûresi, 1-4).

Kur’ân Niçin Mu’cizdir?

Zira Kur’ân, şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesidir. Kâinatın, tekvini âyetlerini okuyan mütenevvi dillerinin ebedî tercümanıdır. Görünmeyen ve görünen âlemin müfessiridir. Allah’ın isimlerinin ve vasıflarının, yerde ve gökteki gizli manevî hazinelerinin kâşifidir. Hâdisat satırlarının altında saklı olan gerçeklerin anahtarıdır. Görünen dünyada, görünmeyen âlemin lisanıdır. Şu şehâdet âleminin perdesi arkasından gelen ebedî rahmanî iltifatların ve ezelî sübhanî hitapların hazinesidir. İslâmiyet manevî âleminin güneşidir, temelidir, hendesesi (plânı)dır. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritasıdır. Allah’ın Zat, sıfat, esma ve şuunatının tercümanı, açıklayıcısı ve delilidir. İnsanlık âleminin mürebbîsidir. İnsanlığın en ileri derecesi olan İslâmiyet’in suyudur, ışığıdır. Bütün beşer nev’inin uyması gereken hakikî hikmet ve fikirdir. İnsanlığı mutluluğa götüren hakikî mürşiddir. Ve insana hem bir şeriat kitabı, hem bir dua, zikir ve ibâdet kitabı, hem bir fikir ve hikmet kitabı, hem bir emir ve davet (tebliğ) kitabıdır. Hülâsa bütün insanlığın her türlü manevî ve fikrî ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları ihtiva eden kutlu bir kitaptır.[1]

Arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zam mertebede tecellisinden geldiği için Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi vasfıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem bütün göklerin ve yerin yaratıcısı nâmına yapılan bir hitaptır. Hem Allah’ın mutlak rubûbiyeti itibariyle, insanlıkla mükâlemesidir. Hem münezzeh hükümdarlığı hesabına bir ezelî hutbesidir. Hem her şeye şâmil geniş rahmetin rahmânî iltifatlarının bir defteridir. Hem ulûhiyetin haşmetinin azametine işaret olarak, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır... Bundan dolayıdır ki, Kelâmullah unvanı, tam bir liyakatla Kur’ân’a verilmiştir.

İcâzu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın, benzerini yapmaktan insanları âciz bırakmasıdır. Mezkûr özellikleri hâiz olan böyle bir kitabın benzerini mümkün müdür ki, beşeriyet getirebilsin? İşte bundandır ki Kur’ân, on dört asırdır şöyle meydan okumuş ve okumaktadır:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

Âyetin (İsra, 88) mefhumu, şudur: “Kur’ân’dan sızmayan ve Kur’ân’ın malı olmayan, insanların ve cinlerin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ın benzeri olamaz. Keza cin ve insin, hatta şeytanların fikirlerinin neticesi ve gayretlerinin muhassalası olan medeniyet, Kur’ân’ın hükümlerine ve hikmetlerine karşı âcizdir.”[2]

Vahye ilk muhatap olan Araplar, Peygamber efendimizden risâletinin doğruluğuna delil istediler. Allah Teâlâ, en büyük delil ve mucizenin Kur’ân olduğuna dikkati çekti: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?” (Ankebût, 50-51). Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, muvakkat bir zamanda, muayyen bir yerde, mahdut kimseler tarafından görülen ve delâlet yönünden de daha geri planda kalan mucizeleri onların nazarlarına vermek yerine, devamlı ve meseleye delâleti kuvvetli, ileri seviyeye hitabeden[3] bir mucizeyi gözler önüne serdi.

Kur’ân, nazil olduğu muhitin en fazla ileri olduğu belagat sahasının bir mucizesi kılınmıştır. Bunu ispat etmek için o, edîblere önce benzeri bir kelâm ortaya koymak hususunda meydan okudu:

“Doğru iseler,[4] haydi onun gibi bir söz getirsinler” (Tûr, 34). Onlara uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız, uydurma şeyler dahi olsa tesir ve belâğat bakımından on sûrenin benzerini yapmaları ile iktifa edeceğini bildirdi:

Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: “Öyle ise siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin. Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın!” (Hûd, 13). Bunu da yapamayınca, bu defa bir sûre getirmelerini istedi:

Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!” (Yunus, 38). Bunu, daha sonra Bakara, 23 âyetinde de tekrar etti. Bundan sonra da ortaya çıkan aczlerini şöyle ilân etti:[5]

De ki: İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki yine de benzerini yapamazlar.” (İsra, 88)

Bu meydan okuma karşısında, nazire getirip rekabet etmeleri için ciddî sebepler vardı: Arapların en çok önem verdikleri mesele, güzel ifade idi. İçtimaî hayatlarında en mühim mevkii zengin, kumandan, zâhid veya sanatkâr değil şâir alıyordu. “Bilen” demek, şâir demekti. Bir şâirin bir mısraı ile kabileler savaşa başlayabilir, savaşa tutuşanlar, yine bir şâirin şiirinin tesirinde kalarak sulh yapabilirlerdi. Meselâ Tarafa’nın bir beyti, mağrur bir kabileyi mahcup ve kabahatli bir duruma düşürmüştü. Efkâr-ı umûmiye (kamuoyu) silâhı, şâirlerin elinde idi. Panayırlarında başka mallar gibi beyan, belagat ve şiir teşhir edilirdi. Belagat ve edebiyat meclisleri kurulur, meşhur edebiyat tenkitçilerinden hakemler, jüri üyeleri teşkil edilir, parçalara not ve baha biçilirdi. Belagatta yarışma bir âdet idi. Binaenaleyh Kur’ân meydan okumasaydı bile rekabet için sebep vardı.

Kaldı ki bazıları sırf işi geçiştirmek veya o anda “vaziyeti kurtarmak” için mücerret bir iddia olarak, “istersek, biz de benzerini söyleyebiliriz” (Enfâl, 31) diyerek, “bizim de var” diye iddialaşan çocuk durumuna girmiş ve iddialarını ispat mecburiyetini yüklenmişlerdi.

Susturmak istedikleri bu yeni sesi, boşlukta yankısız bırakmak, değerini düşürmek arzuları da yine rekabet etmelerini icap ettiriyordu. Malûmdur ki, en ateşli ifâdeler, ciddî rahatsızlık çeken, ciğeri yanan, kin veya sevinç gibi hissiyatın kuvvetli bir şekilde etkisi altında olan kimseler tarafından dile getirilir. İşte müşriklerin bu kinleri de onları muârazaya sevketmeliydi.

Bu noktada şunu hatırlatmak ehemmiyet arzetmektedir: Kur’ân’ın meydan okuması, aynı lâfızlarla, aynı üslûpla, onun nazmında ve takti’lerinde olarak, belagat yönünden benzerini istemek demek değildir. Başka kelâmlarda da, böyle bir nazire getirmek imkânsızdır. Zira, -denildiği üzere- ifâde tarzı, söyleyenin sıfatıdır, aynasıdır. Herkesin kendisine mahsus söyleme tarzı vardır. Kendi ifâdesini, başkasınınkine benzetebilenler pek ender çıkabilir. Onlar da, onun üslûbuna tam vâkıf olanlar nezdinde, taklit yönlerini açığa vururlar. İnsanların, Kur’ân’ın benzerini söylemekten âciz kalmalarından maksat şudur: Üslûbu ve ifâde tarzı nasıl olursa olsun, belagat ve beyanca, hakikati etkili bir tarzda ifade etmek bakımından, Kur’ân’ın seviyesinde bir kelâm getirmeleridir. Zaten edibler ve şâirler arasındaki mukayese de, bu mânada olarak yapılmış, ve yapılmaktadır.

 

[1] B. Said Nursi, Sözler, s.382-383.

[2] Aynı eser, s.432.

[3] Mucize denilince, ekseri insanların aklına ilk gelen “Birtakım harikulade icraatın gösterilmesi” de, Peygamberin ilahî te’yide ve tasdike mazhar olduğunu gösterir. Fakat Peygamberin vazifesi ve davet ettiği hakikat ile bunlar arasında, delâlet cihetinden gerçek bir ilgi yoktur. Hâlbuki Kur’ân’ın mûcizeliği hidâyet, hikmet ve fikir yönlerindeki rehberliği, kemal mertebede gerçekleştirmesi itibariyle, risaletin esas maksadı olan “beşeriyeti irşat!” etmekle doğrudan ilgilidir. Diğer mucizelere itiraz eden hür fikirlilerin ve dini red edenlerin bu konudaki iddialarına fırsat vermez.

[4] Yani “müşrikler, Kur’ân’ın, Allah kelamı olmadığı iddialarında doğru iseler.”

[5] Suyuti, İtkan, II, 117.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 12/26/2022