Hepimiz Sorumluyuz!





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/25/2022
Clap

Müslüman’ın aksiyonu da, sabrı da, ümidi de imanından kaynaklanır. Onun inancına göre, günler Allah’ın (cc) elindedir ve dilediği gibi evirip çevirmektedir. O’nun (c.c.) bu tasarrufu ise, inananların liyakatlerine göre değişmektedir. Bu yüzden muvakkat sıkıntı ve zorluk zamanlarında müminlerin dinde sabır ve sebat göstermeleri gerekir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

Allah’ın menettiği hududu koruyan ile korumayan kimsenin misali, bir gemide kur’a ile yerlerini belirleyen kimselerin misali gibidir. Buna göre, bazıları geminin üst katına, bazıları ise, geminin alt katına yerleşirler. Geminin alt katında olanlar, susadıkları zaman üst kattakilere uğrayarak, “kendi bulunduğumuz kattan bir delik açsak ve üst kattakilere zarar vermesek” derler. Bu durumda, eğer üst kattakiler, onları bu istekleriyle baş başa bırakırlarsa, hepsi birlikte batmaya mahkumdur. Eğer onlara engel olurlarsa, hem onlar hem de kendileri kurtulur.” (Buharî, Şerike 6)

Peygamberimiz'in (s.a.s.) bu hadis-i şeriflerinde, toplum bir gemiye benzetilir. İnsanlar da geminin içindeki birer yolcu misalidir. Bu geminin alt katında bulunanlar, su ihtiyaçlarını gidermek bahanesiyle gemiyi delmeye yeltendiklerinde, şayet üst katta olanlar buna engel olmazlarsa, hepsi birlikte batmaya mahkûmdur. Yani, bir kötülüğe sebep olanlar kadar, imkan ve sorumluluk dairesi içinde olduğu halde onu önlemeyip işlenmesine göz yumanlar da sorumludur. Bu sebeple, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, bütün peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri olmuştur ve her Müslüman’ın hayat felsefesini oluşturur. En azından Müslümanlardan bir grubun bu görevi îfâ etmesi, dînî bir sorumluluktur. Fasit daire karşısında salih daire oluşturmaya çalışma, bu sorumluluğun gereğidir.

Toplumları kemiren ve yok eden faktörlerin hepsi, Kur’ân terminolojisinde bir yönüyle zulüm kelimesiyle ifade edilir. Ayrıca iktisadî ve insanî boyutlarıyla fesat kelimesi, insanlığın bozulmasına ve bir kaosa sürüklenmesine yol açan ahlâkî çözülme ve içtimaî tefessühle ilgilidir. Salâh ise, fesadın zıddıdır ve insan onuruna yaraşır bir hayat oluşturma ameliyesidir. Maalesef bir çok müfsit insan, yaptığı ifsadı salâh olarak göstermeye çalışmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu yerde iman ve salih amel peş peşe zikredilir. Çünkü gerek ibadetlerde, gerek helal ve haramlarda, gerekse ahlâkî ve içtimaî nitelikli amellerde hep iman esas alınır. Belki de bu sebeple, Kur’ân-ı Kerimde ısrarla ihlas ve samimiyetin önemine vurgu yapılır; Allah’tan sakınma, korunma ve korkma anlamlarına gelen “takva” ile, Allah’ın her an gördüğü ve gözettiği şuurunu ifade eden “ihsan” müminlerin vasfı olarak ön plana çıkarılır.

Bunun tam aksi bir durum olarak, kalpleri hastalıklı olanlardan ve münafıklardan da bahsedilir. Münafıkların namaza tembel tembel kalkışları anlatıldığı gibi, içtimaî nitelikli amellerdeki ihmalleri de çoğu zaman iman zaafına bağlanır. Tembel tembel namaza kalkmak bir münafık sıfatıdır. Esasen, iman ve İslâm ayrımı bu noktada yapılır.

İman deruni duyguyu, İslâm ise tezahürü ifade eder. Normalde iç ve dışın uyumlu ve ahenkli olması gerekir ve bu uyum “mümin müslim” sıfatıyla tanımlanır. Eğer kişinin ibadet kategorisinde değerlendirilen amelleri imanından kaynaklanmıyorsa, “münafık” olarak adlandırılır. Münafıkların İslâm toplumuna zararları fazla olduğu için, ahiretteki azapları da daha büyük olacaktır. Yalnız münafık sıfatının, üçüncü şahısları suçlamadan ziyade, öncelikle Müslümanların vicdan muhasebesiyle ilgili olduğu unutulmamalıdır.

Bilindiği gibi, ayet ve hadislerdeki münafık tiplemesinde hep sıfatlar ve davranışlar esas alınır. Bu sebeple, bu sıfatları her müminin kendisini devamlı sorgulayacağı davranış kriterleri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu da, kişilerin imanlarıyla doğru orantılı olacaktır. Büyük zatların kendi nifaklarından endişe etmelerini, elbette onların kılı kırk yaran dînî hassasiyetlerinde aramak gerekir. Esasen toplumu ayakta tutan da, bu hassasiyettir. Çünkü, nefis sorgulamasındaki ihmaller, topluma ve toplumla ilgili bütün sistemlere ergeç yansıyacaktır. Sonuçta, Allah’ın “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, Allah o toplumda olan hali değiştirmez” (Ra’d sûresi, 13/11; bkz. Enfal sûresi, 8/53) hükmü işleyecektir ki, buna tarih felsefesi de denebilir. Zaten, değişmez sosyal yasaları ifade eden “sünnetullah” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de benzeri vakalar için kullanılır.

Dinimizde namaz, oruç, hac ve zekat ibadet kategorisinde değerlendirildiği gibi, Allah yolunda gayret göstermek de ibadet kategorisinde değerlendirilir. Bu özelliğiyle her Müslüman’ın dinini hem yaşaması hem de yaşatması için çabalaması inancının gereğidir. Elbette yaşatma ideali için maddî ve manevî gayret göstermek gerekecektir. Bu da, malla ve canla olacaktır. Allah yolunda malla ve canla gayret gösterenler, Allah’ın övgüsüne mazhar olur. Bu uğurda servet ve imkan sahibi Müslümanların mazeret beyan etmeleri ise, yerilir.

Bazen müminlerden geride kalıp kadınlar gibi oturanlar, bazen de münafıklardan baygın baygın bakan ve çeşitli bahaneler ileri süren tipler anlatılır. Bu tiplerin mevsimin sıcaklığına itirazları, evimiz açık türü mazeretleri hep iman zaafına bağlanır. Bazen de Peygamberimiz’in (s.a.s.) seferlerinden birini, dönüşü olmayan gidiş zannettikleri durumda, “Peygamber ölecek de, siz ölmeyecek misiniz?” şeklinde hakikati görmeye çağıran ifadeler kullanılır ve “sanki ölüm insana kendi evinde bile gelmiyor mu?” ihtarı yapılır.

Ka’b b. Malik (r.a) gibiler ise, Tebük seferine katılamadığı için elli gün süreyle adeta cehennemî bir hayatı bu dünyada yaşamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de onların vicdan azapları, “olanca genişliğine rağmen dünya onlara dar gelmişti” (Tevbe, 9/119) ifadeleriyle tanımlanır.

Bu duyguyla sorumluluklarını ifa eden inananların, ahlâkî ve içtimaî davranışlarında herhangi bir olumsuzlukları olmasa bile, yine de, zaman zaman ideolojik suçlamalarla çeşitli tehditlere, hak mahrumiyetlerine, sürgünlere, hatta işkencelere maruz kaldıkları tarihî bir gerçektir. Zamanın zorba güçleri tarafından, ateş ve mancınık Hz. İbrahim (a.s) için hazırlanır. Hz. Zekeriya (a.s) şehit edilir. Oğlu Hz. Yahya (as) için testere eğelenir ve vücudu baştan ayağa biçilir. Hz. İsa (a.s) için çarmıh dikilir.

Hz. Yusuf (a.s) ise, ayrı bir destandır. Rüyasında 11 yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. Babası, rüyasını yorumlar ve endişelerini belirtir. Daha çocukluk dönemindeyken, kardeşlerinin hasediyle karşılaşır. Ölümüne ferman verirler. Fakat kuyuya atmakla yetinirler. Mısır’da kaçan bir köle olarak değersiz birkaç dirhem paha biçerler. O ise, reva görülen her şeye sabırla ve ümitle katlanır. Hatta, hapis hayatını iffetsiz yaşamaya tercih eder. Allah’ı anlatmaya orada da devam eder. Gerçekler anlaşılınca, aklanır. Babasının ümidi içinde saklıdır. Kardeşlerine kavuşunca, “bugün size kınama yok” (Yusuf sûresi, 12/92) ifadesini kullanır. Aynı söz bir kez de, Kainatın Efendisi (s.a.s.) tarafından Mekke fethinde tekrarlanır. Zaten, Yusuf sûresi Peygamberimiz’e (s.a.s.) hitapla başlar ve O’na hitapla sona erer.

Bu olaylara tarihî perspektiften bakıldığında, sonuç bazılarının beklentilerinin tam tersi tecelli etmiştir. Elbette diri diri yakmak için zevkle odun taşıyanlar, Hz. İbrahim’in (a.s) bütün semavî dinlerin ortak paydası olacağını düşünmemişlerdi. Haksız olarak peygamberleri öldürenler, kendilerine zillet ve meskenet vurulacağını beklememişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s) öldürülmesine bahaneler arayanlar, O’nun (a.s) küçüklüğünden itibaren Allah’ın korumasında olduğunu anlayamamışlardı. Çarmıhta işkenceyle asılmasına hükmedenler, Hz. İsa’nın (a.s) en çok tâbîsi olan peygamberlerden biri olacağını ummamışlardı. Başına ödül koyarak Mekke’de yaşamasına bile tahammülleri olmayanlar, Allah’ın (c.c.) Hz. Muhammed’i (s.a.s.) tekrar anavatanına izzetle döndüreceğine ihtimal vermemişlerdi.

Kur’ân-ı Kerim’de, dînî inancı uğruna önceki milletlerin gösterdikleri fedakarlıklar da anlatılır. Firavunun iman eden sihirbazlara karşı savurduğu tehditler (A’raf sûresi, 7/124; Tâhâ sûresi, 20/71; Şuarâ sûresi, 26/49), ashab-ı uhdud (Burûc sûresi, 85/4) ve ashab-ı kehf olayları (Kehf sûresi, 18/9-26) fikrî sukutun kaba güç gösterisine dönüşmesini sergiler. Peygamberimiz (s.a.s.) de, Habbab b. Eret’in (r.a) müşriklerden karşılaştığı eziyetleri şikayet etmesi üzerine şöyle buyurur:

Sizden önce öyleleri vardı ki, yakalanıyor, kendisi için hazırlanan çukura konuyor, sonra bir testere ile vücudu başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazılarının etleri, demir taraklarla taranıyordu. Ama bütün bunlar yine de onları dinlerinden döndüremiyordu. Yemin ederek ifade ediyorum ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir kadın devesine binecek, San’a’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek, Allah’tan başka hiçbir şeyden korku ve endişe duymayacaktır. Sadece, koyunu için saldıran kurt müstesna. Fakat siz acele ediyorsunuz.” (Buhari, Menakıb 25)

Müslüman’ın aksiyonu da, sabrı da, ümidi de imanından kaynaklanır. Onun inancına göre, günler Allah’ın (c.c.) elindedir ve dilediği gibi evirip çevirmektedir. O’nun (c.c.) bu tasarrufu ise, inananların liyakatlerine göre değişmektedir. Bu yüzden muvakkat sıkıntı ve zorluk zamanlarında müminlerin dinde sabır ve sebat göstermeleri gerekir. Böyle davrananlar, “sadık ve takvalı olanlardır” (Bakara sûresi, 2/177). Zaten Kur’ân-ı Kerim’deki sadakat kelimesini sadece “doğru sözlü” olarak yorumlamak eksik bir anlayıştır. Dikkat çekicidir ki, dinini terk eden dönek tipleri tanımlayan irtidat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bazen sadakat, genelde vefa kelimelerinin karşıtı olarak kullanılır.

Dinî duyarsızlık karşısında ise, “Allah yolunda malınızı harcayın da, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın. Allah güzel davrananları sever” (Bakara sûresi, 2/195) uyarısı yapılır. Dine karşı vefasız milletlerin yerine, yeni bir milletin getirileceği vaat edilir. Böyle milletler koflaştıkları için, Kaf dağının arkasına atılmayı zaten hak etmişlerdir. Bunların dünyaları da ahiretleri de hüsrandır. Doğrusu, dünyevî zillet veya izzet de, uhrevî ceza veya sevap da inananların ferdî ve içtimaî amellerine bağlanır. Allah’ın hoşnutluğu da, bu amellerle kazanılır. Elbette kim Allah yolunda gayret gösterirse, kendisi için gayret gösterir. Aksi takdirde, “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de mi helak edeceksin Allah’ım!” (A’raf, 7/155) demenin vakti geçmiş olabilir ve Allah korusun batan geminin yolcuları arasında biz de olabiliriz.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Ekim, 2005; 70. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/25/2022