KUR’AN ÜSLÛBUNUN BAŞLICA HUSUSİYETLERİ
Beşer ifadesi, akıl ve duygu arasında dengeyi, mümkün değil, kuramaz. Zira insanlarda düşünen kuvve ile duyan kuvve tam denge hâlinde bulunmaz. Kur’ân’da bu muvâzene mevcuttur. Zira Kur’ân, bir işi diğer işlerine mâni olmayan Zâtın, ruhla bedeni bir arada yaratan Zâtın Kelâmıdır.
- Mevcut Edebi Türlerden Ayrı Olması
Araplarca bilinen edebî neviler, nazım ve nesir idi. Şiirin vezinli ve kafiyeli olması şart idi. Nesir ise, seci veya irsal tarzında olurdu. Kur’ân bunlardan hiçbirinin çerçevesine girmez. Bununla beraber, Kur’ân’dan kısa bir parça okuyan kimse, âyetlerin ard arda gelişinden, ahenkli bir tesirin kendisini sardığını hisseder.
Bu hüküm Kur’ân’ın tamamı için geçerlidir. Hemen her müslümanın ezberinde olan Fatiha sûresini, Yasîn, Rahman, Tâha sûrelerinin baş taraflarını misâl olarak hatırlatalım.
“Kur’ân’da çok miktarda seci vardır; seci de Arap nesir nevilerinden biri değil midir?” diye sorulabilir.
Cevap şudur: Seci, cümleyi veya makta’ı bir kafiye ve vezinle bitirmek olmayıp, bu işin erbabının dediği gibi, sözün aynı vezinle devamıdır. Şâyet meselâ, bazı mısraları iki, bazıları dört kelimeden, meydana gelmek sûretiyle, vezinleri ve usûlleri değişirse bozuk bir söz sayılır.[1] Hâlbuki Kur’ân bu kayıtlardan azadedir. Bir kısım âyetlerin vezinde ve harfte uyuşması ile seci tahakkuk etmez.
Muasır Arap edebiyatının en bariz üç dört şahsiyetinden biri olarak kabul edilen Seyyid Kutub,[2] Kur’ân’ın büyüleyiciliğini, esas itibariyle onun, hem şiirin hem nesirin meziyetlerini bir araya toplayan nazmına irca eder.
Tâha Hüseyn’in “Kur’ân ne şiirdir, ne nesirdir; o Kur’ân’dır” sözünü naklederek, “Bizim bu kabil kelime oyunlarına ihtiyacımız yoktur. Kur’ân nesirdir ama kendine has, harika bir nesir sanatını havi mümtaz bir çeşittir”[3] der. Böylece o da, neticede Kur’ân’ın ilk nazarda farkedilen “mümtaz bir nevi” olduğunu söylemektedir.
“Kur’ân-ı Kerim, nesrin ve şiirin özelliklerini bir araya getirmiştir. İfadeyi tek kafiyenin kayıtlarından ve tam tef’ilelerden âzad ederek bütün umumî maksatlarını ifadede tam bir hürriyete kavuşmuştur. Aynı zamanda, şiirin özelliklerinden olan iç mûsikiyi, tef’ilelere ihtiyaç bırakmayan vezinde birbirine yakın fasılaları ve kafiyelerden müstağni kılan takfiye’yi (peşpeşe getirmeyi) almış ve bunları, zikrettiğimiz diğer özelliklere eklemiştir. Böylece nesir ve nazım özellikleri bir araya gelmiştir.”[4]
İnsan, ne zaman Kur’ân okusa, iç mûsikinin tesirini duyar. Kısa sûrelerde, süratli fasılalarda, umumî olarak tasvir ve teşhis yerlerinde bu mûsiki açıkça görülür, uzun sûrelerde az çok gizlenirse de Kur’ân’ın her tarafında, bu mûsiki açık veya gizli olarak mevcuttur. Meselâ Necm sûresinin baş tarafını okuyalım:
{وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى} {مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى} {وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى} {إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى} {عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى} {ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى} {وَهُوَ بِالأُفُقِ الأَعْلَى} {ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى} {فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى} {فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى} {مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى} {أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى} {وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى} {عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى} {عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى} {إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى} {مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى} {لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى} {أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى} {وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الأُخْرَى} {أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الأُنْثَى} {تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى}
Burada fasılalar, vezinde takriben eşittir. Fakat bu vezin Arap şiir nizamına uymaz. Takfiye harfi daima birdir; her fasılanın kendine mahsus bir mûsikisi vardır. Ancak, bu mûsiki, vezin ve kâfiyedeki gibi açığa çıkmıyor. Zira bu mûsiki, kelimelerdeki harflerin birbiriyle ülfetinden ve cümlelerdeki kelimelerin âhenginden doğuyor. Âyetlerin kelime dizileri mûsiki üslûbu ile tam bir birlik temin eder. Fasıla harfleri, sözün atmosferine uygundur. Kıssa üslûbu gibi bir akış ve vardır. Bunların hepsi mevcuttur. Ama bu, bazı fasılalarda gâyet açıkça görülmektedir:
أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الأُخْرَى
gibi. Eğer أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ denilseydi fâsıla uymaz ve âhenk zarar görürdü. Eğer, أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى وَمَنَاةَ الاخرى denilseydi vezin bozulurdu.
{أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الأُنْثَى} {تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى} sözünde de {أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الأُنْثَى} {تِلْكَ قِسْمَةٌ ضِيزَى} denilmesi halinde, إِذًا kelimesiyle hâsıl olan ölçü bozulurdu. الاخرى yahut الثالثة ya da إِذًا kelimelerinin, sırf kâfiye veya vezin için ilave edildiğini söylemek istemiyoruz.
Bunlar, özel mâna inceliklerinden dolayı, sözün siyakında lüzumludurlar. Nazmı zarureti sebebiyle olmamak ve diğer özellikleri bozmamak şartıyla, mâna veya ahenk yönünden fonksiyonu bulunan bir kelimenin kullanılması da, ayrı bir edebî hususiyettir.
Bu ahenk, demin belirtilen tarzda veya ona yakın bir sûrette, hemen bütün âyet fasılalarında mevcuttur. Fesâhete halel getirmeksizin Kur’ân’da, bazen kelimelerin kaideden ayrılıp özel bir tarzda kullanılması, bunun delilidir. Kur’ân nazmında en ufak bir takdim tehir veya herhangi bir değişiklik yapmak, ahengi derhâl bozar.[5]
Hülâsa Kur’ân’daki etki böyledir: Onun fasılası, şiirin kafiyesinde olduğu gibi tef’ilelerle ve vezinlerle, harekelerle ve sükûnlarla ölçülmez. Onun nazmı haşv ve tekrarla veya hazf ve noksanla doğrultulmaz. Aksine, fasıla bütün bu kayıtlardan, nazm yapmacık sanatlardan, lâfızlar ta’kîdden[6] uzak olarak, maksadını noksansız ifâde eden, yerinde sakin, yerinde azametli bir üslûptur.[7]
Kur’ân’ın inceliklerini büyük bir vukufla anlayıp anlatan muasır âlimlerimizden B. Said Nursî bu mevzuda şöyle diyor: “Kur’ân-ı Mûcizü’l-beyandaki mükemmel ifade nizamı, kâinat kitabındaki sanat intizamını, muntazam üsluplarıyla tefsir ettiği halde, manzum olmamasının bir sebebi de şudur: İlahî hikmet dilemiştir ki, Kur’ân âyetlerinin her bir necmi, (s.97’ye bkz.) vezin kaydı altına girmeksizin, ekseri âyetlere bir nevi merkez olsun, ve onların kardeşi olsun (...) Serbest her bir âyetin, âdeta diğer birçok âyete bakan birer gözü, ona müteveccih birer yüzü vardır, onunla arasında bir münâsebet hattı vardır. Saatin saniye, dakika ve saatleri sayan millerinin hareketleri birbirini tamamladığı, birbirini hatırlattığı, biri diğerine baktığı ve ondan ayrı mütalâa edilemediği gibi, Kur’ân cümlelerindeki kelimelerin nazmında (dizilmesinde) ve cümlelerin yerleştirilmesinde de böyle bir metanet vardır.
Meselâ İhlâs sûresinde altı cümle bulunup bunlardan üçü müsbettir (olumlu):
“De ki: O Allah’tır. O birdir. O Sameddir.” Diğer üçü ise menfîdir (olumsuz): Doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbir kimse de O’na denk olmadı.” Bu cümleler, tevhidin altı mertebesini ispat, şirkin altı çeşidini de reddeder. Her bir cümle ötekilere hem delil, hem de netice durumundadır. Şöyle ki:
“De ki: hakikî ilâh (Allah) O’dur. Zira O tektir. Zira O Sameddir.[8] Zira doğurmamıştır. İlh.” Sonundan başlarsak: “Hiç kimse Ona denk olmadı. Zira o doğurulmamıştır. Zira doğurmamıştır. Zira Sameddir. Zira Tekdir. Zira O hakikî İlâh (Allah)’dır.” Bir başka nizamda şöyle olur:
“O hakikî İlâh (Allah)’dır. Öyleyse tekdir. Öyleyse Sameddir. Öyleyse doğurmamıştır. Öyleyse doğurulmamıştır. İlh.” Böylece İhlas sûresinde, âdeta 30 İhlâs sûresi vardır. Âyetler ve cümleler arasında birçok münâsebet hatları, kombinasyon imkânları vardır.
Semaya bakıldığında, yıldızların dizilişi intizamsız gibi göründüğü halde, hakikatte tam bir nizam içindedirler. Kur’ân semasının her âyeti de necm-i sakıb gibi hidâyet nurunu neşredip küfrün karanlığını dağıtıp giderir.[9] Deminki misallerde görüldüğü üzere, onun hiç bir cümlesi veya kelimesi yerinden oynatılamaz. Nasıl ki semadaki yıldızlara el yetişmezse...
- Kur’ân’ın Eşsiz Ahengi
Kur’ân’ın ifadesinde büyüleyici bir ahenk vardır. Bu ahenk:
- Ses nizamından,
- Lügavî güzellikten ileri gelir.
a. Ses nizamı: Kur’ân’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med veya kasırların (uzun ve kısa hecelerin) nizamında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmeyen birisi bile, Kur’ân okuyandan biraz uzakça bir yerde -harflere ve kelimelere dikkat etmeyip- sadece okunuştaki âhenge kulak verse, bildiği mûsiki ve şiir nağmelerinin ötesinde, etkili ve değişik bir ahenk hisseder. Zira mûsikinin nağmeleri birbirine benzer, çok geçmeden dinleyici usanır. Şiirde de hep aynı vezin ve kafiye devam edip gider ki bu da dinleyene bir süre sonra bıkkınlık verir.[10] Hâlbuki Kur’ân’ın ahengi biteviye değildir, ekseriya bir sesten diğerine geçilir ve bu ahenk, kalp tellerini ihtizaza getirir.
Kur’ân nazil olur olmaz, Arapların kulakları bu ahengi zevk edip de bildikleri secili veya mürsel nesre benzetemediklerinden, tesirli ahengi sebebiyle, daha başka bir yere koyamadıklarından, şiire benzetmişler, fakat buna kendileri de samimi olarak inanmamışlardı.
b. Lûgavî güzellik: Bundan, harflerin yerleştirilmesinde ve kelimelerin sıralanmasındaki harika durumu kastediyoruz. İnsan, harfleri tabiî mahreçlerinden çıkararak Kur’ân okuyan bir zatı dinlediğinde, âyetlerde bulunan kelimelerin ve harflerin birbirine eklenmesindeki fonetik özellikten, devamlı sûrette tazelenen bir zevk alır. Kimisi tok sesli, kimisi ıslık sesli, bazısı hafî, bazısı zahir, kimisi mehmûse, kimisi mechûre tarzında tecvîd ilminde gruplandırılan harf nevileri peşpeşe gelir.[11] Böylece Kur’ân, lîn ile şiddeti, sertlikle yumuşaklığı, muhkem ve dakik bir tarzda bağdaştırır. Harfleri ve harf sıfatlarının her birini, âdeta ölçü ile öylesine tam yerine koyar ki, toplamından hayranlık veren bir ses armonisi meydana gelir. Bu lâfız düzeninde, bedevîliğin haşin olmayan ciddîliği ile Medenîliğin, gevşekliğe varmayan yumuşaklığı imtizaç eder. Bu ses kompozisyonu öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, insan kelâmı girmiş olsaydı, hem okuyanın ağzında, hem de dinleyenin kulağındaki ahenk hemen kaybolurdu.
Fonetik hususiyet, ekseriya mânaya da uygunluk gösterir. Meselâ ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı cidal ve tehdit temasının hâkim olduğu Kâf sûresinde, diğer yerlerde rastlandığından çok daha fazla kâf, bâ’, dal, cim gibi kalkale harfleri bulunur. Mushaf sahifeleriyle iki sahife gibi az bir yerde fazlasıyla bulunan (kaf: 64, bâ: 74, dâl: 53, cim: 22 defa) bu tarrakalı kelimeler, mânalarıyla olduğu gibi sesleriyle de münkirleri sustururlar.
İman ederek kendisini terk eden sihirbazlarına Firavunun tehditlerini ifade eden ve kaf, ayn, ti, kâf, cîm, hı, sâd gibi şiddet ve isti’lâ harfleriyle, keza teşdîd ve te’kîd unsurlarıyla dolu olan şu sözleri, onun ateş püsküren tehdit naralarını, sesleriyle de aksettirmektedir.
فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلاَفٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَى
“(...) öyleyse, yemin ederim ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, ve sizi hurma dallarına asacağım; hangimizin azabının daha çetin ve sürekli olduğunu (o zaman) anlayacaksınız” (Tâha, 71).
Cennetliklerin refah ve sürurlarını tasvir eden şu âyetler ise, Kevser ırmağının tatlı tatlı akışı, Selsebil suyunun içimi gibi hoş sesli değil midir?
{وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاعِمَةٌ} {لِسَعْيِهَا رَاضِيَةٌ} {فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ} {لاَ تَسْمَعُ فِيهَا لاَغِيَةً} {فِيهَا عَيْنٌ جَارِيَةٌ} {فِيهَا سُرُرٌ مَرْفُوعَةٌ} {وَأَكْوَابٌ مَوْضُوعَةٌ} {وَنَمَارِقُ مَصْفُوفَةٌ} {وَزَرَابِيُّ مَبْثُوثَةٌ}
“Yüzler de vardır ki, o gün nimet içinde mutlu, yaptıklarından memnundurlar. Yüksek bir cennettedirler. Orada boş söz işitmezler. Orada akan pınar vardır. Orada yüksek tahtlar, dizilmiş kadehler, sıra sıra yastıklar, serilmiş yumuşak tüylü halılar vardır.” (Ğâşiye, 8-16).
Kıyamet günü hakkında Kur’ân الصاخة (es-Sâhhatu) ve الطامة (at-tâmmetu) vasıflarını kullanır. es-Sâhhatu kelimesi, öyle bir kelimedir ki ağırlığından ve nağmesinin şiddetinden az daha kulağın zarını patlatır. Kulağın zarını yırtıp o sert sayhayı (es-Sâhhâtu) sokar. et-Tâmmetu de uğultulu ve çınıltılı bir lâfızdır. Zannedersin ki, uğulduyor, mahvediyor. Her şeyi mahveden tufan gibi. Şimdi bu lâfızları, وَالصُّبْحِ إِذَا تَنَفَّسَ (Tekvîr, 18) âyetindeki o tatlı, güzel تَنَفَّسَ (teneffese) lâfzının yanına koy, o zaman o lâfızların yerinde seçilisindeki i’cazı ve bu kelimelerin kullanıldığı konuların resimlerini tasvir edişlerindeki mucizeyi göreceksin.”
Kelimelerin melodisiyle tasvir edilen ahengin diğer bir çeşidi de Nâs sûresindedir:
{قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ} {مَلِكِ النَّاسِ} {إِلَهِ النَّاسِ} {مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ} {الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ} {مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ}
Bunları birbiri peşi sıra sür’atle oku, göreceksin ki ses, sûrenin atmosferine uydu, tanı bir “vesvese: fısıltı” çıkarıyor.[12]
- Mana ve Lafız Dengesi
Kur’ân lâfızları, hem israftan hem de taktirden (cimrilikten) uzak olarak, mânayı tam îfa edecek bir surettedir. Aslî veya tamamlayıcı unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da bulunmaz. Bu iş kolay görünürse de Kur’ân’dan başka kelâmlarda gerçekleştiğine pek rastlanmaz. En belîğ bir edip bile “yeterli mâna” için “yeterli lâfız” gayeleri arasında, “iki kuma arasındaki koca gibi”dir: Birini hoşnut ettikçe öbürünü kızdırır. Az ve öz söylemek arzusu, mânanın aleyhine işler, kelâmı bilmece hâline getirir. Mânayı etraflıca anlatmaya yönelse, sözün uzadığı görülür. Bu da kelâmın parlaklığını nisbeten giderir ve muhatap, asıl mâna ile zaid mânayı ayırd edemeyecek duruma gelir. Edîbler bazen dengeyi kurabilirlerse de, ekseriya bunu başaramazlar.
İsterseniz, Mushaf-ı Şerifi açınız. Kur’ân’dan herhangi bir cümleyi alıp kelimelerini sayınız. Sonra aynı uzunluktaki başka bir sözü alıp mâna yönünden bu sözleri, mâna ve lâfız ölçüleriyle muvazene ediniz. Neticede şunu göreceksiniz: Kur’ân lâfzında atılacak hiçbir lâfız bulunmadığı halde, diğerinde çıkarıldığı veya değiştirildiği takdirde zarar vermeyecek kelimeler bulacaksınız.[13]
Meselâ
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
5 4 3 2 1
(Bakara, 3) cümlesini alalım. Bu cümlenin meali şöyledir:
Kendilerini ‘4’ rızıklandırdığımız ‘3’ şeyler ‘2’ den ‘1’ infak ederler ‘5’[14] Burada şunları tespit edeceğiz:
- مما’daki ba’ziyyet ifâde eden من (aslında منما olup idğam vaki’ olmuştur) malın tamamının değil, bir kısmının verileceğini, sadakaya muhtaç hâle gelinecek kadarının verilmemesini bildirir.
- رزقناهم “kendilerine” kısmı, başkasınınkinden değil, kendi malından verilmesi gerektiğini bildirir.
- Malı Allah’ın malı bilip, verdiğini minnet etmemek gerekir. Burada “rızıklandırdığımız” kelimesi, verenin Allah, kulun ise vasıta olduğunu gösterir.
- Yardımın makbul olması için, ihtiyaç mahalline verilmelidir. İnfâk ينفقون “ihtiyaç gidermek için vermek” mânasına gelir. Nitekim “zaruri ihtiyaç” demek olan nafaka, bu fiilin ismidir.
- İnfak sâdece mal ile değil, ilim ve fikirle, bedenen yardım etmekle de olabilir. Buna da ما “şeyler”deki umumiyet delâlet eder.[15]
Görüldüğü üzere fazla olan hiçbir harf yok. Atılabilecek veya değiştirilebilecek hiçbir harf de yok. Bu kısa cümle, gramer esaslarına göre, yardımın makbul olma şartlarının hepsini toplamaktadır. Aynı maksadı ifade için, bir insanın kullanabileceği Arapçadaki yüzlerce ihtimalden hangisi bunun yerini tutabilir ki?
İbn Atiyye (ö.542/1148) gibi bir büyük müfessir, ihtisasının verdiği otorite ile şu neticeye ulaşmıştır: “Kur’ân’dan bir lâfız çıkarılacak olursa, bütün Arap lisanı altüst edilse bile, onun yerini tutabilecek tek kelime bulunamaz.”
Kur’ân üslûbunun tartıldığı ince mizanı bilmeyenlerin, etraflıca düşünmemekten veya acelecilikten dolayı “zaide”, “mukhame”, “te’kîd” dedikleri bazı lâfızların, işin erbabının göstermiş oldukları mânaları vardır.[16]
- Edebi Türlerin Hepsinde Mükemmel Oluşu
Teşri, kıssa, cedel ve münazara, mev’iza, tarih, âhiret halleri gibi birbirinden farklı edebî nevilerin hepsinde söz söylediği halde, Kur’ân ifadesi, nazmının metanetinde, güzelliğinde, fesahatinde hep aynı yüksekliği gösterir. Bu da beşerî takatin üstündedir.
Zira anlatılmak istenen mâna şümullü, misalleri ve hususiyetleri zengin olduğu nispette onu ifade etmek rahat olur. Buna karşılık mâna mahdut, bilinen tarafları ve misalleri az olduğu ölçüde anlatmak zorlaşır, kelimeler bulunamaz olur. Bu sebeptendir ki Arap ediplerinin en çok söz söyledikleri saha fahr, hamâse, mev’iza, medh ve hicâ’[17] olmuş; felsefe, teşri’ ve muhtelif ilimlerin sahaları ise, az cevelân ettikleri meydanlar olmuştur. Bu, diğer milletler için de aşağı yukarı aynen geçerlidir.
Anlatım ne kadar güzel olursa olsun, herhangi bir belîğin muhtelif edebî türlerin hepsinde aynı yüksek beyan tarzına sahip olması mümkün değildir.
Hâlbuki Kitabullah’ta bu farklılık görülmez. Bakarsınız ki Kur’ân, bir pasajında tasvir tarzında bir anlatımda bulunuyor. Sonra bir kıssaya geçer. Müteakiben teşrîî (hukukî) bir kısım gelir. Bütün bu ayrı sahalarda Kur’ân üslûbunun, aynı yüksek ve parlak ifadeyi devam ettirdiğini müşahede edersiniz. Bütün Kur’ân buna misâl teşkil eder. Bir misâl vermek üzere Bakara, 164-186 pasajını zikredelim. Burada sırasıyla tasvir, mev’iza, teşrî, zühd ve ahlâk, teşrî, ibâdet nevilerinden ibaret bir anlatım tarzı çeşitliliği görürüz. Bu değişik nevilerden birinden diğerine geçmek maharetle olduğu gibi, her bir nevide de mükemmel bir beyan kendini gösterir.
164- Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp süzülen gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerinde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen kimseler için (Allah’ın varlığına ve birliğine) deliller vardır.
165- İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı severcesine onları severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!
166- İşte kendilerine uyulanlar, uyanlardan uzak durdular; azabı gördüler, aralarındaki (bütün) bağlar kesildi.
167- Uyanlar, şöyle dediler: “Ah keşke dünyaya bir daha gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bize uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!” Böylece Allah, onlara yaptıkları işleri hasretler (pişmanlık ve üzüntüler kaynağı) olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değillerdir.
168 Ey insanlar! yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.
169 O size dâima kötülük ve çirkin iş (yapmanızı), Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder,
170 Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun!” dense, “Hayır, biz atalarımızın gittiği yola uyarız!” derler. Peki ama ataları bir şey düşünemeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?”
171- O, inkâr edenleri (Hakka çağıranı)n durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen (işittiği sesin mânasını anlamayan hayvanlar)a haykıran, kimsenin durumu gibidir. (Onlar), sağır, dilsiz ve kördürler, onun için düşünmezler.
* * *
172- Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yeyin, Allah’a şükredin, eğer yalnız Ona kulluk ediyorsanız.
173- Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, başkasının hakkını yemeden ve sınırı aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir.
174- Allah’ın indirdiği Kitabda, bir şey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak, ve ne de onları temize çıkaracaktır. Onlar için acı veren bir azap vardır.
175- Onlar hidâyet karşılığında sapıklık, mağfirete bedel azap satın almışlardır. Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdırlar!
176- (Onlara) böyle (azap edilecek)dir. Çünkü Allah, Kitabı gerçekle indirmiştir. Kitabda ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlık içindedirler.
177- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olanlar, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inananlar, Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere, köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât verenler, sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerdir; işte doğru olanlar onlardır, (Allah’ın azabından) korunanlar da onlardır.
* * *
178- Ey iman edenler, öldürmede size kısas farz kılındı (Binaenaleyh katilin de öldürülmesi gerekir). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Öldüren, ölenin velisi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe göre uygun olanı yapmak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra da saldırıya kalkarsa artık ona elem verici bir azap vardır.
179- Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece (Allah’a karşı gelmekten) sakınmanız gerekir.
180- Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir borçtur.
181- Kim işittikten sonra vasiyyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenlerin boynunadır, Allah şüphesiz işiten, bilendir.
182 Kim de vasiyyet edenin hata veya günah işlemesinden endişe eder de (tarafların) aralarını düzeltirse ona günah yoktur, Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
* * *
183- Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi (günahlardan ve azaptan) korunmanız için size de oruç farz kılındı.
184- (Oruç) sayılı günlerde (tutulur). Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca güç dayananların fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır. Kim gönülden iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir. Bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır.
Aynı sûrenin 246-253 pasajındaki tarih ve kıssa, 255. âyetlerindeki ilâhiyyat bahislerine de bakınız. Bütün bunlarda, verilen hükmün doğruluğunun şahitlerini bulacaksınız.
- Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi
Kur’ân’ın mânalarına, o tarzda lâfız kalıbı giydirilmiştir ki, aynı anda değişik zamanlarda ve diyarlarda yaşayan, ilmî seviyeleri çok farklı olan bütün insanlara hitaba elverişli olur. Kur’ân’ın birçok âyeti, değişik seviyeden birçok kimsenin bulunduğu bir mecliste okunduğunda, orada bulunanlardan her bir şahıs, ilmî durumuna göre farklı şeyler anlar. Bu demek değildir ki, âyetten mütenâkız mânalar çıkar, nereye çekersen oraya götürülebilir. Gerçek şudur: mânası aynı kalmakla beraber, bir kısım âyetlerin sathı, derinliği ve kökleri bulunabilir. Âyetin üslûbu, bu üç unsuru da ihtiva edip onlara şâmil bulunmaktadır. Avam (geniş kitle), zahirî görünüşteki ilk sathî mânayı, aydınlar derinlikteki muayyen bir mânayı, ihtisas ehli ise mânanın köklerinin çoğunu anlar ve hatta daha sonra gelen nesillere de yeni taraflar kalabilir.
Farklı anlayışlara kabil bir âyeti, ilk müslümanlar kendi durumlarına göre, daha sonra gelenler ise ulaştıkları ilmî seviyelere göre anlarlar. Ama her durumda da bu anlayışlar, âyetin yakın medlulleridirler, yoksa tekellüfle, lâfza yüklenemeyecek mânaların zorla yüklenmesi kabilinden değildir. Ancak şu var ki, önce yaşayanların devirlerinde, sonra gelenlerin anladıkları mânaya dikkati çekecek hususlar mevcut olmadığından, eskilerin bilmeleri elbette beklenemez.
Kur’ân’da bunun çok misalleri vardır: Önce zaman farkı olmaksızın zekâ, kültür ve dikkat seviyesi île ilgili bir misâl verelim: Her müslümanın bildiği İhlâs sûresinde لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ kısmını ele alalım. Geniş kitle (avam) buradan şunu anlar: “Cenab-ı Hak, babası ve çocuğu olmaktan, dengi ve eşi bulunmaktan münezzehtir.” Nispeten orta seviyede bir kültür ve dikkate sahip olanlar, bundan fazla olarak şunu da anlarlar: “Ayet-i Kerime aynı zamanda meleklerin, Hz. İsa’nın veya doğan her hangi bir varlığın Tanrı olabileceğini de reddetmektedir.” Zira muhal (imkânsız) olan bir şeyi nefyetmek faydasız olduğundan, belagatta, faydaya medar olacak bir lâzım-ı hükm murad olunur, yani zaten bilinen bir hükmün, zımnen gerektirdiği mâna kasdedilir. İşte cismâniyete mahsus olan çocuk ve babayı nefyetmekten maksat zımnen, anası, babası, çocuğu, dengi bulunanların Tanrı olamayacaklarını bildirmektir.
Daha ileri bir tabaka ise şunu anlar: “Cenab-ı Allah, mevcudata karşı, doğurmayı veya doğmayı hatıra getirebilecek her türlü ilgiden münezzehtir. Şerikten, yardımcıdan, hemcinsten münezzehtir. Varlıklarla ilgisi, sâdece onların Yaratıcısı olmaktan ibarettir. Onları var edişi, ezelî iradesiyle sâdece o ol” demek sûretiyledir. Yoksa bazı felsefî ve dînî telâkkilerin iddiaları gibi îcabî, ıztırarî veya iradî olmayan sudur (émanation) tarzlarından biri ile varlık sahasına çıkmış değillerdir.”
Bunlardan da yüksek seviyede olanlar şöyle anlarlar: “Cenab-ı Allah ezelî ve ebedîdir, evvel ve âhirdir, hiçbir sûrette ne zatında, ne sıfatında, ne de fiillerinde nazîri, dengi, eşi, benzeri, misli, misali yoktur.
Zikredilen tabakalara, ariflerin, sıddîkların, aşk ehlinin ayrı ayrı anlayışları da ilâve edilebilir.[18] Görüldüğü üzere aynı âyet, birbirine zıt olmaksızın, iç içe halkalar hâlinde, değişik mâna dâirelerini ihtiva edebilmektedir.
Bir de zaman, bilgi ve zevk unsurlarına göre değişik anlayışlara müsait bir misâl verelim: Nebe’ sûresinde Yüce Rabbimiz bu âyetiyle, “dağları yere kazık” yaptığını bildirmektedir. Avam, zahiren yere çakılmış kazıklar gibi duran dağları görür, onlardaki faydaları ve nimetleri düşünüp Halikına şükreder.
Bir şâirin bu sözden hissesi şudur: Zemini bir taban, gök kubbesini elektrik lambalarıyla süslenmiş muhteşem yeşil bir çadır ve semanın eteklerinin, başlarına indiği dağları o çadırın kazıkları durumunda tahayyül edip Yaratıcısına perestiş eder.
Coğrafyacı bir edîbe göre yer küresi, hava okyanusunda yüzen bir gemi olup, dağlar da o geminin üstüne, muvâzeneyi sağlamak üzere yerleştirilmiş kazıklar ve direklerdir. O da, yer küresini, muntazam bir gemi tarzında yaparak bizleri de içine koyup, kâinat denizinde dolaştıran sonsuz kudret sahibi Rabbimize şükreder.
İçtimaî hayatla ilgilenen muasır bir mütefekkire şu düşünceyi telkin eder: Yeryüzünün hayatı, bir ev hayatı gibi olup bu evin orta direği, canlıların hayatıdır. Canlıların hayatının direği de onların hayat şartları olan su, hava ve topraktır. Su, hava ve toprağın direği ve kazığı ise dağlardır. Zira dağlar suyun deposudur, havayı zararlı gazlardan tasfiye etmeleri itibariyle havanın tarağıdır. Bataklık hâline gelmekten ve denizin istilâsından korumak sebebiyle de toprağın hamisidir. Keza insan hayatının diğer levâzımatı için de birer hazinedirler. Böyle düşünerek koca dağları, hayat hanemiz olan yeryüzüne direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden celâl ve ikram sahibi Yaratıcımıza hamd ve ta’zim eder.
Tabiî ilimlerle meşgul olan biri ise şöyle anlar: Yer küresinin içinde ateş bulunması sebebiyle, bazı inkılâblar ve imtizaçlar neticesinde hâsıl olan sarsılmalar, dağların baca gibi zuhuruyla sükunet bulur. Yerküresinin yörüngesindeki istikrarına ve zelzelenin sarsmasına rağmen yıllık yörüngesinden ayrılmamasına sebep olan şey, dağların çıkmış olmasıdır. Böylece yer küresinin hiddetinin, dağ menfezleriyle teneffüs ettiğini düşünür, dağların âdeta emniyet sübabı durumunda olduklarını anlar. Modern coğrafyanın, ancak son zamanlarda anladığı ve isostasy adını verdiği “yeryüzünün denge kanunu”nda, dağların en mühim unsur olduğunu hatırlar.[19]
Kazığın, yer üstündeki kısmı kadarının yere çakıldığını düşünürsek bu âyetin, dağların yere çakıldığını bildirdiğini söyleyebiliriz. Zaten bir başka âyette “Dağları da sapasağlam çaktı” (Naziât, 32) buyurularak bu tasrih edilmiştir. Nitekim çağımızda, bir dağ engebesine mukabil, yer altında yer kabuğunun aynı nispette bir çökmesinin olduğu, yani Kur’ân’ın bildirdiği üzere dağların “sağlam kazıklar gibi” olduğu iyice tespit edilmiştir.
Ayet-i Kerime, bütün bunlara açıkça delâlet etmektedir; fakat eşsiz üslûbu ile, insanlara, ilmî seviyelerine göre, anlayışlarını okşayarak, bütünün bazı taraflarını göstermekte, böylece bütün bir insanlık için faydalar vermektedir. Bu durum, yani yanlış olmaksızın aynı sözle bu kadar geniş zaman, mekân, ilim ve muhatapların sayısız derecelerine, ihlâl etmeyecek şekilde hitap etmek, tek başına bir mucizedir.
- Edebi Türlerin İçice Olması
Kur’ân’ın bahisleri ve mevzuları, ekseriya içice girmiş durumdadır. Diğer kitaplarda rastlandığı üzere, konulara göre sıralanmamıştır. Ele aldığı konuların hemen hepsi, aralarında bir birlik olmaksızın birbirine eklenir, birbiriyle kenetlenir.
İslâm’a muarız kimselerin ağızlarına bakan bazı kimseler, Kur’ân’ın bu hususiyetini bir eksiklik olarak gösterip şüphe uyandırabileceklerini sanmışlardır. Önce bu tedahülün ve kaynaşmanın neden ileri gelmiş olabileceği şeklinde bir suâl çıkarıp, cevap da kendilerine düşermiş gibi, şöyle cevaplandırmışlardır: “Bu, bedeviyetten ve te’lifteki sadelikten ileri gelmiştir.” Bu sözlerinin altında, açıkça söyleyemedikleri bir şüphe yatmaktadır ki o da Kur’ân’ın, bir insanın fikrinin ortaya çıkardığı, dağınık fikirler mecmuası olduğudur.
Hâlbuki aslında, bu özellik de Kur’ân’ın orijinalitesi cümlesindendir. O’nun, mûtad dışı tek tarafı bu değildir ki! Nitekim Kur’ân’ın kendisine has bazı hususiyetlerini arzetmiştik. Bu bir...
İkincisi şudur ki: Kur’ân’ın metodunu ve üslûbunu incelerken insanlığın bugün, dün veya ileriki bir zamanda benimsediği yahut benimseyecekleri te’lif ve tanzim usûllerinin hakemliğine başvurmak yanlıştır.
Yazarların kitaplarını, konularına göre birtakım bölümlere ve alt bölümlere ayırmaları zarurî bir iş değildir. Bu tasnif işi, kitaplarında takip ettikleri maksatlarına bağlıdır. Bu, daha ziyade bir âdet ve görenek meselesidir ve zamanla değişebilen şeylerdendir. Yoksa Allah’ın Kitabını hükmüne tabi kılacak sabit ve değişmez bir hakikat değildir.[20]
Bunu da belirttikten sonra işin esasına girip deriz ki: Demin ifade ettiğimiz gibi bir kitaptaki meselelerin aynı başlık altında tasnif edilmesi, takip edilen maksatlara râcidir. Şimdi bu prensibi ölçü alarak bakarsak görürüz ki, Kur’ân’ın bu hususiyeti, Kur’ânî mânanın tamamının etrafında döndüğü üstün bir hikmetten ileri gelmiştir.
O hikmet de şudur: Kur’ân’ın ihtiva ettiği bu çok çeşitli mevzuların ve cüz’î mânaların hepsi, bir tek küllî mânanın etrafında dönmektedir: Bu mihver de, insanları, kendi fikir ve iradeleriyle Allah’a kulluğa çağırmaktır. Evet, nasıl Allah, kendilerini cebren kul olarak yaratmışsa, iradeleriyle de bu kulluklarını kabul etmelerini, kendilerini, Yaratana göre tanzim etmelerini ve önlerinde, mutluluğu ve bedbahtlığıyla bu dünya hayatının, yanında bir hiç durumunda kalacağı bir baki hayatın bulunduğunu bilmelerini istemektedir. İşte Kur’ân, bütün kâinatın merkezini teşkil eden bu küllî mânayı teşri, kısas, tarih, cedel, tasvir, va’d ve vaîd gibi mütenevvi mevzuların hepsine bir ruh kılmıştır. Bu ruh, o muhtelif mevzulara sirâyet ederek onlara hayat vermektedir. İşte bu da Kur’ân’da karşılaştığımız, mânaların tedahül edip kaynaşmalarının meydana getirdiği bir kompozisyonla olabilir.
Bundan ötürü Kur’ân bir kıssa naklettiğinde, ona dalıp da merkezî gayeyi unutmaya fırsat bırakmaz. Bir öğüt, bir va’d, bir vaîd vb. bir tarzda, bu gayeyi ustaca kıssanın arasına yerleştirir. Böyle yapması, kıssanın nakledilmesinden güdülen maksadı gerçekleştirmek içindir. Aklı ve fikri, teferruatta dağılmaktan kurtarıp, kutbuna döndürmek içindir. “Ve keza, maksud sırf ifâde etmek değildir. Fakat maksud, zihinde hazır eylemek ve tekrarlanmakla birlikte fâidelendirmektir. İşte bu mâna, tertipsiz, yani kısımları sıra ile dizilmemiş olanda daha kuvvetli ve daha tamamdır.”[21]
İbâdete veya dünya muamelelerinden herhangi birine âit bir hüküm koyarken de Kur’ân aynı usûlü takip eder. Bu ahkâmı, bir kanun kitabı gibi, bizatihi müstakil bir ilim disiplini imişcesine okumanıza imkân tanımaz. Bahsedilen mesele ile ilgisi olmayan, Allah’ın varlığını ve azametini, görüp gözettiğini, yahut âhiretin bir hâlini hatırlatmak sûretiyle, teferruatı asla bağlar.
Faraza Kur’ân, meselelerini anlatışında beşerî telif usûllerine göre hareke edip de akait esaslarını bir bölümde, cennet ve cehennem ahvalini bir bölümde, teşrîî ahkâmı bir bölümde, tarih ve kıssaları bir bölümde ilh. toplasaydı... evet Kur’ân bu tutumu izleseydi, merkezî gayeyi gerçekleştiremeyecek ve bu ayrı fasıllar rûhsuz kalacak ve hepsinin aksettirmesi matlûb olan bu külli mâna, ekseriya sönük kalacaktı. Okuyucu onu bir yerde görecek, ama diğer bölümlere geçince çok geçmeden unutacaktı.
Mevzuları ve meseleleri, mânaları ve üslûpları ve birtakım güzellikleri itibariyle, Kur’ân’ın muazzam bir câmiiyyeti vardır. İlâhî bilgilerin fihristlerini, tevhîd ve marifetullahın cedelî ispatlarını, birçok muamelâtın ahkâmını, birçok tarihî hakikati ve kıssaları, güzel ahlâkın başlıca esaslarını, çeşitli ilimlerin sahalarına giren birçok ilmî gerçeklerin prensip ve çekirdeklerini, insanın gerek ferdî gerek içtimaî hayatının bütün faydalı prensiplerini, çeşitli uhrevî halleri ve benzeri hakikatleri... Bu kadar muhtelif cinsleri, bir araya toplamakla beraber Kur’ân, tutarsızlıktan, insicamsızlıktan ve karışıklıktan uzak bulunmaktadır. Uzmanlaşmanın doğurduğu eksiklikten, bütüncü külli bakıştan mahrumiyetten ve bunalımdan insanı kurtarmaktadır.
Kur’ân’ın âyetlerine insafla dikkat edilirse görülür ki onun sunuşu, diğer kitaplarınki gibi, bir iki maksadı takip eden tedricî bir fikir silsilesinin takdimine benzemiyor. Aksine def’î ve ânî bir hususiyeti, hayatiyetin nabız atışları tarzında, ilka olunan bir gidişatı vardır. Beraber gelen parçaları bile, müstakil olarak uzak bir yerden gelen gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir sûrette geldiğinin nişanlarını taşır.[22] Vücudu meydana getiren ve ilk nazarda dağınık duran birçok uzuv nasıl organik bütünlüğe mâni değillerse bilâkis ayrı ayrı bulundukları yerlerde olmaları organizmanın devamının şartı ise, Kur’ân’daki çeşitli mevzuların arasına siyakla uyum sağlayacak şekilde, merkezî mânanın serpiştirilmesi de canlılık veren ruhun, vücudun her tarafına sirâyet etmesi kabilindendir.
Allah’ın sayısız, mahlûkatından oluşan mükevvenatındaki tasarrufları ayrı ayrıdır. Kur’ân, “her an bir işte olan” âlemlerin Rabbinin, mükevvenatıyla konuşmasını ve ondaki tasarruflarını sergilemektedir. Öte yandan, tek tek insan olarak bizim de ferdî hayatımız (karışık değil) karmaşıktır (complèxe). Kendimize hakim iken ve bütünlüğümüzü tamamen korurken, bazen ardarda parça parça meselelerle ilgileniriz. Böylece objeler yününden bir dağınıklık, aralarında bir kopukluk görülür. Fakat önemli olan süjenin durumudur ve süjede de dağınıklık değil, bütünlük (tamamiyet) vardır; ayrı ayrı durumlar hakkında, onların gerektirdiği ayrı ayrı tasarruflarda bulunmuştur, o kadar. Dolayısıyla Kur’ân, ilgili olduğu her iki tarafın hususiyetleriyle tam bir uyum içindedir. Şöyle ki: bir taraftan Kur’ân’da konuşan ve Kur’ân’la kâinatı konuşturan Rabbûlâlemin ile, öbür taraftan Kur’ân’ın kendisine öğretildiği muhatap insanın özellikleriyle ahenk içindedir. Kur’ân’ın şu pasajı, bize öyle geliyor ki, bu gerçeği ilham ediyor: “Rahman, Kur’ân’ı bildirdi. İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti” (Rahman sûresi, 1-4). Rahman-Kur’ân-insan (beyan). Kur’ân bu iki plân arasında ittisal vâsıtası olarak semadan gelen ve oraya yükselten hablullahu’l-metîndir (Allah’ın sağlam ipidir). Evet, Kur’ân’da -ki insanda da öyledir- analytique (analitik) bütünlük ve birlik değil, synthétique (sentetik) bütünlük ve birlik vardır. İnsan hayatının karmaşıklığı, ayrı ayrı tarafları aynı (denilebilecek kadar yakın) anlarda iç içe bulunduran organik bütünlüğü, Kur’ân’la uyum halindedir. Şu halde Kur’ân’da parça değil, hayat vardır; matlup olan da budur.
Ayrı şartlarda, ayrı zamanlarda ve farklı konularda ânî ve def’î, âdeta ilka olunan tarzda, açıkça başka alemin nişanlarını taşıyan, ehemmiyetli muhabere kayıtları olan vahiyler mecmuası Kur’ân, ayrı ayrı halkalardan ibaret olduğu halde bir tek sebîke (külçe) gibidir. Onun her halkası haddizatında müstakil bir vahdet (ünite) arz eden bazı cüzlerden teşekkül eder; her cüz’ün bu halkada kendisine mahsus bir konumu vardır. Kıssa, teşrî’, cedel, tasvir tarzındaki halkalardan birinden öbürüne nasıl geçildiği, yani aralarındaki tenasüb, tefsirlerde güzelce gösterilmiştir, onlara bakılabilir.
“Bazı câhiller, Kur’ân’daki bu ifâde bütünlüğünün ehemmiyetsiz ve dikkat çekilmeye değmez olduğunu zannederler. Hele i’cazın temel unsurlarından sayılmasına hiç akıl erdiremezler. Bunlara cevap vermek üzere diyeceğiz ki buyursunlar, edîblerin ve kalem erbabının sözlerine dikkatle bakıp incelesinler. Şâyet kendilerinde inceleyecek kültür veya edebî zevk yoksa, edebiyat tenkitçilerinin onlar hakkında söyledikleri sözlere kulak versinler. Bu söz sarrafları, beliğlerin, birçok durumda, maksatlarını sıralamakta yaptıkları hataları göstermiş ve ifadelerinin bölümlerinin bütünlükten mahrum olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu yüzdendir ki şâirler aynı kasidede, bir maksattan diğer maksata intikâl etmelerinde su-i tahallus (bozuk, tutarsız bir geçiş yapmak) ile kınanmışlardır. Yazarlar, âlimler ve müellifler bu noksanlığı gidermek için, maksadlarından birinden öbürüne geçerken ism-i işâretler, tenbîh edatları kullanma (هذا، ألا، إن gibi),[23] numaralama, bölümlere ayırma, başlıklar koyma cihetine gitmeye mecbur kalmaktadırlar. “Kitap, çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Birinci bölüm, şu konuyu ele almaktadır ilh. Bu bölüm de birtakım paragraflara ayrılmış olup birincisi ilh., “Not”, “rica”, “Netice”, “...e gelince”, “imdi” tarzındaki ifadeler bu kabildendir.[24]
- Tekrarların Bulunması
Kur’ân, bazı mevzuları tekrar eder. Tekrara, Câhiliye devri Arap edebiyatında da rastlanmakla beraber, Kur’ân’ın tekrardan maksadı, câhiliye Araplarından kısmen farklı olmuştur. Zira onlar tekrarı, sadece tehvîl, te’kîd, tahvîf ve tefeccu’ gibi[25] mühim durumlarda kullanırlardı.
Kur’ân-ı Kerim’de rastlanan tekrarlar, bazı lâfız veya cümlelerin yahut bazı mânaların tekrarları olarak iki kısımdır.
Birinci nevi tekrar, tekit gayesiyle getirilmekle beraber aynı zamanda tehvîl, inzâr, tecsîm ve tasvir gibi belagat nüktelerinden birini temin etmek için de olabilir. Fakat, rasgele tekrarın bu maksadı sağlayacağı, ustaca tekrarın öyle kolay bir iş olduğu zannedilmemelidir. Tekrarla bu belagat nükteleri arasındaki ilgiyi göstermek üzere şu âyetleri misal verebiliriz:
“Kapıları döven...
Nedir o kapıları döven?
Kapıları döven o müthiş hâdiseyi
Sen nereden bileceksin ki?” (Karia, 1-3). Buradaki tekrar, ta’zîm ve tehvîl maksadıyla yapılmıştır. Yani kıyametin dehşetini, henüz evsafını tasvir etmeden, muhataba hissettirmektedir.
“Zira, o düşündü taşındı,
Ölçüp biçti.
Kahrolası, nasıl da ölçtü, biçti?”
Hay kahrolası nasıl da nasıl da ölçtü, biçti!” (Müddessir, 18-20). Burada taaccüb nüktesi vardır; bahsi yapılan münkirin meseleyi ölçüp biçmesine ve maksadına ulaşmasına bakarak muhatabın hayreti uyandırılmaktadır.
“Hayır, (dedikleri gibi değil) (Gerçeği) ileride bilecekler.
Hayır, hayır... ileride bilecekler.” (Nebe’, 4-5).
Âhirette karşılaşılacak durumlar, tehdîd gayesiyle, böylece vurgulanmaktadır.
“İşte onlardır Rab’lerini inkâr edenler,
İşte onlardır boyunlarına demir halkalar vurulanlar,
Ve işte onlardır cehennemlikler...” (Ra’d, 5).
Bu tekrarlardaki güzelliği ve tasvir özelliğini, azıcık edebî zevki olan herkes anlar.
Aynı cümlenin tekrarına gelince bu, bazen müteallâk’ın yani ilgili olduğu yerin çokluğundan ileri gelebilir. Nitekim Rahman sûresinde otuz bir defa tekerrür eden her “Öyleyken, Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz?” cümlesi, kendisinden önce zikredilen hususa taallûk etmektedir. Allah Teâlâ insanlara ve cinlere hitapla onlar için yarattığı nimetleri sayıp dökmekte ve her nimet faslından sonra, onların bu nimetleri itiraf etmelerini isteyip şükür vazifelerini hatırlatmaktadır.
Mürselât sûresinde on defa tekerrür eden وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ ’lerden her biri, bir kıssayı müteakip gelerek “(...) yalan sayanların vay haline!” demektedir. Belli ki her kıssa, diğerlerinden farklıdır. Onun için müfessirler, bu cümlenin geçtiği her yerde, muhtevadaki mefhumu izhar edip “Hüküm gününü”, “Allah’ın âyetlerini”, “Kudretimizi”, “Bu nimetleri”, “Cehennemi”, yahut “Cenneti yalan sayanların vay haline!” şeklinde izah ederler.
Böylece, son iki misaldeki âyetlerin mihveri “Allah’ı bir tanıyıp şükretmek ve âhiretteki hesabı düşünmek”ten ibaret olan iki esas maksattır.[26] Kâinatın yaratılış gayelerini bozan, ilahî hükümranlığı inkâr edip küçümseyen kâfirlerin küfür, küfran ve zulümlerini göklere ve yere haykıran bu âyetler, yüzlerce hakikatle ilgili olup, siyaklarında tekrar edilmeleri elbette lüzumludur.
Mânaların tekrarı, ekseriya bazı kıssalarda olur. Bunun müteaddit maksatları varsa da en barizleri şunlardır: Birincisi, dinin gayelerini, ruhlara, alışkın oldukları bir tarzda yerleştirmektir. İnsan, birtakım meselelerin muhtelif şekillerde ve değişik üslûp ve ifâdelerle tekrarlanmasıyla onları kendisine mal eder. Bu hikmete işaret ederek Cenab-ı Allah şöyle buyurur: “Biz sana, onu böyle Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda tehditleri tasrif ettik ki (inkârdan ve günahlardan) korunsunlar” (Tâha, 113). Zerkeşî’nin (ö.794/1391) dediği gibi tasrif: “Zamanın geçmesiyle, birincisinin unutulması endişesiyle, bir mânayı zihinlere iyice yerleştirmek için, o lâfzı veya müteradifini tekrar etmek” demektir. Böylece tekrar, Kur’ân’ın eğitim usûllerinden biri olmaktadır.
İkinci maksat ise, aynı mânayı değişik ifâde kalıplarıyla ve çeşitli üslûplarla ortaya çıkarmaktır.[27] Böylece Kur’ân’ı Allah’ın indirdiği ve insanların onun benzerini yapamayacakları bu sûretle de ispatlanmış olur. Şöyle ki: Aynı kıssa özetle veya tafsilâtlı olarak (icmal veya tafsil ile) değişik sûretlerde muhtelif yerlerde geçmektedir. Bir tek yerde vâki’ olsaydı tehaddi (Kur’ân’ın, benzerini yapmak için meydan okuması) tam yerine getirilmiş sayılmazdı. Zira herhangi bir Arap bir söz söyler veya bir kıssa anlatır ve “söyleyebilirseniz, siz de benzerini söyleyin” diyebilirdi. Bir sözün tamamen aynısını söylemek mümkün olmayacağından, bu iddia Kur’ân hakkında da ileri sürülebilirdi. Hâlbuki Kur’ân’ın meydan okuması aynı lâfızlarla, aynı üslûpla istenilen bir söz için değil, çeşitli üslûplara, keza icmal ve tafsile imkân veren bir nazire getirilmesi hususunda idi. Kur’ân’ın çeşitli üslûplarla yapılan tekrarlarının her birinde erişilmez bir belagat vardır. Hâlbuki insanlar, her türlüsünün benzerini yapmaktan âciz kalmakla, tehaddînin cevapsız kaldığı ortaya çıkmış olmaktadır.
Kur’ân’da, aynı üslûpla ve aynı ifâde kalıbı ile tekrarlanan yer göstermek imkânsızdır. Tekrar gibi gelen yerlerde, üslûp değişmekte ve meselenin muayyen bir yönüne ağırlık verilmektedir.
Mesela Hz. Nuh’un kıssasını Hûd sûresinde (25-49) okuyalım. Sonra aynı kıssaya Kamer sûresinde bakalım (9-15). Sonra da her iki metindeki arz ve tasvir üslûbunu, ifadelerin ağırlığını teşkil eden mâna cihetini mukayese edelim. Göreceğiz ki ikincisinde, kıssayı yeni işitiyor gibi olacağız. Keza Kur’ân, değişik seviye ve zihniyetlere hitap etmektedir. Bazı insanlara hülâsalar yeterken, bazıları tafsilâttan alırlar; bu da konunun değişik ifadelerle anlatılmasını gerektirmiştir.
Kur’ân, hakikate davet kitabıdır; davet ve tebliğ halkasında bütün insanlık ve onların içinde de çok değişik mizaçlar bulunduğundan, farklı üslûplarla beyan etmek gerekir ki mesele şümullü olarak anlatılabilsin.
Kur’ân aynı zamanda bir dua ve zikir kitabıdır; dua ve zikir ise tekrar ile tenvir eder.
Hem herkes Kur’ân’ın tamamını -ya gafletinden veya imkân bulamadığından- okuyamaz; fakat bir sûreyi çoğu zaman okuyabilir. Onun için Kur’ân’ın en mühim maksatları, kısa sûrelere dercedilerek, her bir sûre küçük bir Kur’ân hükmüne getirilmiş, zahirî bir tekrar bunun bir neticesi olmuştur. Her bir sûrenin bir çerçevesi ve bir esas maksadı vardır. Tekerrür eden mesele, her sûrede münasip muhtevasına yerleşir. Aynı kıssa, aynı sûrede tekrarlanmaz.
Hem Kur’ân müessistir; inkâr ve küfran karanlığındaki insanlığın kâinat, hayat ve insan anlayışlarını değiştirip düzelten en büyük inkılâbı yapmaktadır. Müessis (kurucu) en mühim noktaları zihinlere yerleştirmek için tekrar etmelidir.
Kur’ân’daki tekrarların, elbette daha başka hikmetleri vardır. Fakat yazdıklarımızın, bunların kusur sebebi değil, bilâkis i’caz ve hikmetin ta kendisi olduğunu göstermeye yeterli olduğunu düşünerek bu kadarla iktifa ediyoruz.
- Beyan Tarzının Çeşitliliği
Kur’ân-ı Kerim beyan tarzının çeşitliliği yönünden, hiçbir beliğde görülmemiş bir servet ve bera’ata (üstünlüğe) sahiptir. Bunu şu misalle izah edelim:
Yapılmasını istediği işi beyan tarzlarının zenginliği:
- Açık emir tabiri ile: “Allah, size emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder يَأْمُرُكُمْ (Nisa, 58).
- Emir sigasıyla istemek: “Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 119). “Nezirlerini ifâ etsinler” (Hac, 29).
- Fiilin, mükelleflere hükmedildiğini bildirmekle: “Sizin üzerinize oruç tutmanız yazıldı (hükmedildi)” (Bakara, 183).
- İnsanların üzerine düştüğünü belirtmekle: “Yol bulabilen insana, Kâ’be’yi Allah için haccetmesi gereklidir (üzerine düşer)” (Âli İmran, 97).
- Mükellefin o fiili yaptığını bildirmekle: “Boşanmış kadınlar (tekrar evlenebilmek için) kendi kendilerine üç aybaşı beklerler” (Bakara, 228). Bu, beklesinler demenin daha belîğ şeklidir. Zira verilen emrin, icra safhasında olduğunu belirtmektedir.
- Durumunu bildirmekle: “Kâ’be’ye giren güvenlik içinde olur” (Âli İmran, 97). Yani “ey muhataplar, onun emniyetini sağlamakla mükellefsiniz” demektir.
- Fiilin hayır olduğunu bildirmekle: “Sana yetimleri sorarlar. De ki onların işlerini düzeltmek hayırlıdır” (Bakara, 220).
- O işin farz olduğunu bildirmekle: “Allah’ın, peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur” (Ahzab, 38).
- Bahsedilen işten dolayı mükâfat va’dederek: “Kim Allah’a güzel bir ödünç takdim ederse, Allah karşılığım kat kat verir” (Hadîd, 11).
- Fiili, daha önceki bir şarta bina etmekle: “Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Engellenirseniz, kolayınıza gelen bir kurban (kesmeniz gerekir)” (Bakara, 196).
- Olumsuz soru şekliyle: “Yaratan hiç yaratmayan gibi olur mu? İbret almaz mısınız” (Nahl, 17) Bu “ibret alınız” demenin bir başka şeklidir.
- Fiilî, (tereccî) bildiren bir kelimeden sonra getirmekle: “Şükredesiniz diye Allah, size âyetlerini böylece açıklıyor” (Mâide, 89) Yani “Allah size âyetlerini açıklıyor. Öyleyse şükrediniz.
- Fiili yapmamayı, çirkin bir tarzda tasvir etmekle: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 44). Yani “Allah’ın indirdiği ile hükmedin.”
Bir şeyin haramlığı, mübahlığı hususunda, şâir terğîb ve terhîb hususlarında da buna benzer ifade zenginliğinin misalleri vardır.[28]
- Akla ve Duyguya Dengeli Hitabetmesi
Kur’ân üslûbu hem akla, hem duyguya aynı anda hitap ve her ikisini de tatmin eder. Meselâ Nebe’ sûresinde, Kaf sûresinde ba’s ve haşri; Kasas, 68-75 veya Rûm, 20-30 pasajlarında Allah’ın varlığını ve birliğini Kur’ân’ın nasıl ispat ettiğini, sayısız misaller arasında okuyabilirsiniz. Burada sadece, haşre dâir Nebe’ sûresi ile arkasından Rûm sûresinden bir pasajın mealini vereceğiz.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla:
1- Birbirlerine neyi soruyorlar? 2-3- Hakkında ihtilâf ettikleri mühim hâdiseyi mi? (ölümden sonra dirilmeyi mi?) 4- Hayır (dedikleri gibi değil, gerçeği) yakında bilecekler, 5- Hayır, hayır (gerçeği) yakında bilecekler.
6-7- Biz, yeryüzünü bir beşik, dağları da birer kazık (gibi) yapmadık mı? 8- Sizi çift çift yarattık; 9- Uykunuzu dinlenme yaptık; 10- Geceyi (sizi örten) elbise yaptık; 11- Gündüzü geçiminiz için çalışıp kazanma) zamanı yaptık. 12- Üstünüzde yedi kat sağlam gök bina ettik; 13- Isı ve ışık saçan bir lamba astık (oraya). 14-16- Taneler ve bitkiler, ve ağaçlan sarmaş dolaş olan bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik.
17- Doğrusu, hüküm günü, elbette tespit edilmiş vaktinde olacaktır. 18- Sûra üfürüldüğü gün hepiniz bölük bölük gelirsiniz. 19- Gök kapı kapı açılmış, 20- Dağlar yürütülmüş, serap olmuştur. 21-22- Cehennem -ki azgınların varacağı yerdir- hep onları bekleyip durmaktadır. 23- Orada çağlar boyu (devamlı) kalacaklardır. 24-25- Orada kaynar sudan ve irinden başka ne serinlik ne de içecek bir şey tadamazlar, 26- Yaptıklarına uygun bir karşılık olarak (kendilerine böyle muamele edilecektir). 27- Çünkü onlar bir hesap (görüleceğini) ummuyorlardı. 28- Âyetlerimizi de tamamen yalanlamışlardı. 29- Biz de her şeyi yazıp saymıştık. 30- Şimdi tadın (yaptıklarınızın cezasını) artık sizin azabınızdan başka bir şeyinizi artırmayacağız.
31- Doğrusu (Allah’a karşı gelmekten) sakınanlara kurtuluş vardır. 32- Bahçeler, bağlar, 33- Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar. 34- Dolu dolu kadehler. 35- Orada ne boş söz ne de yalan işitmezler. 36- Bunlar, yeterli bir bağış olarak, yaptıklarına karşılık verilir (...). 39- İşte bu, gerçek gündür, artık dileyen Rabbine varan bir yol tutar. 40- Biz sizi yakın bir azapla uyardık; o gün herkes yapıp ettiği şeyleri görür ve kâfir: “Keşke toprak olaydım!” der.”
Rûm sûresinin gelecek pasajı da tehvîdi ispata dâirdir:
20- Sizi topraktan yaratması O’nun kudretinin delillerindendir. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz. 21- İçinizden, kendileriyle kaynaşacağınız eşler yaratıp aranızda sevgi ve şefkat var etmesi, O’nun varlığının delillerindendir. Bunda, düşünen kimseler için elbette alınacak dersler vardır. 22- Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için ibretler vardır. 23- Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O’nun lütfundan nasibinizi aramanız, yine O’nun varlığının delillerindendir; bunlarda kulak veren kimseler için dersler vardır. 24- O’nun kudretinin belgelerinden biri de size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Bunlarda aklını kullanan kimseler için dersler vardır. 25- Göğün ve yerin O’nun buyruğu ile ayakta durması, yine O’nun varlığının delillerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz. 26- Göklerde ve yerde olanlar (varlıklarını) O’na medyundurlar, hepsi O’na (O’nun tekvînî buyruklarına) boyun eğmektedirler. 27- Yaratmaya başlayan O’dur; sonra Onu evirip çevirip yeniden yapar. Bu, O’na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en üstün sıfatlar O’nundur. O azizdir, hâkimdir. 28- Allah size kendi hayatınızdan bir misal veriyor: (Bakın) Size verdiğimiz rızıklarda (imkânlarda), emrinizde bulunan kölelerinizin, hizmetçilerinizin de eşit sûrette hak sahibi olmalarına hiç razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bu ortaklarınızı sayar mısınız (ki, bizzat yaptığımız işlerde Bize ortaklar koşulmasına razı olasınız?) İşte Biz, düşünen topluluk için âyetleri böylece uzun uzadıya açıklıyoruz. 29- Hayır, zulmedenler körü körüne kendi heveslerine uymuşlardır. Allah’ın (gönderdiği hidâyete uymadığı için, düştüğü sapıklık içinde) saptırdığı kimseleri kim doğru yola getirebilir? Onlara yardım ‘edecek kimse yoktur. 30- Sen yüzünü, (bütün varlığını) hâlis bir muvahhid olarak, dine, Allah’ın insanlara, yaratılışlarında verdiği fıtrata yönelt; Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
Beşer ifadesi, akıl ve duygu arasında dengeyi, mümkün değil, kuramaz. Zira insanlarda düşünen kuvve ile duyan kuvve tam denge hâlinde bulunmaz. Olsa bile aynı anda dengede olmaz, değişik zamanlarda olabilir. Fakat her cümlede bu dengenin bulunması vaki değildir. Kur’ân’da ise bu muvâzene mevcuttur. Zira Kur’ân, bir işi diğer işlerine mâni olmayan Zâtın, ruhla bedeni bir arada yaratan Zâtın Kelâmıdır.
Kur’ân Üslûbu ile Hadis Üslûbunun Mukayesesi
Kur’ân üslûbu ile Hadis üslûbu arasında bir karşılaştırma yapmak da faydadan hâli değildir. Binlerce hadisi okumuş bulunan ve Arapça ifade tarzlarına vâkıf olan bir zat, âyetlerle hadisler arasında bariz bir fark bulunduğunu ve Kur’ân’ın beyanlarının daha üstün ve azametli olduğunu hemen anlar. Hz. Peygamber’in kelâmı gibi en üstün insana yakışan ve Kur’ân âyetlerinin tebliğcisi olan bir zâtın kelâmı bile Kur’ân’ın beyanından böylesine geri kalırsa, diğerlerinin ne durumda olacağı buna kıyas edilebilir.
Bu iddiamızı bir misalle müşahhas hâle getirelim. Sahabeden Ubey İbn Kâ’b’ın hususî mushafında yer alan iki kunut duasının[29] bazılarınca iki sûre zannedilmesi karşısında Nöldeke isimli müsteşrikin bile üslûp mukayesesi ve tahlili yaparak nasıl bir cevap verdiğine bakalım. Özetle diyor ki:
Bu metinlerin muhtevaları ve biçimleri Kur’ân’ı değil, duayı andırmaktadır. Başlarında قل (De ki) yoktur. Gerçi قل olmayışı başlı başına bir sebep sayılmaz. Zira Fâtiha’nın başında da yoktur. Kunut dualarında, Kur’ân’da alışık olmadığımız tâbirler vardır. Gramer yönünden de ufak bir fark bulunur. Sena etmek (esna) fiili, Kur’ân’da hiç geçmez; bu mânada başka kelimeler kullanılır (hamide, sebbeha, kebbere gibi). Se’â نسعى fiili, Kur’ân’da Allah’a ulaşma yolunda çabalamak mânasında kullanılmaz. Fecara (yefcuruk) يفجرك Kur’ân’da mef’ul almadığı halde, bu duada akuzatif şahıs zamiriyle karşımıza çıkmaktadır. Hala’a نخلع fiili ise, Kur’ân’da yalnız bir defa, o da yalnız ayakkabıyı çıkarmak hakkında (Tâhâ, 12) geçer; halbuki burada çok daha başka bir mânada, yani Allah yolunda olmayanları terketmek mânasında kullanılmıştır. Keza kefere ولا نكفرك kâfir olmak mânasına geldiğinde Kur’ân’da bâ” (be) harf-i cerri ile müteaddi olur; ancak küfran (nankörlük) mânasına geldiği takdirde burada olduğu gibi mefulün bih alır. Hâlbuki burada kâfirlik mânasına geldiği halde be kullanılmamıştır.[30] Bu karşılaştırma da gösteriyor ki, Kur’ân ile Hadis arasında öyle bir fark vardır ki, az çok ihtisas ehli olan herkes bunu kolayca anlayabilir.
Kur’ân’ın indirilişine ilk muhatap olan Arap cemiyetinde en değerli metaın güzel ve etkili ifâde olduğunu daha önce söylemiştik. Sırf şâirin bir beyti üzerine, itibarlı bir kabile, mahcup ve ezik bir duruma sokulabildiği gibi bunun aksi de olabiliyordu. Bu ortamda, tabiatıyla, son derecede ileri bir edebî tenkit gelişmişti, hatta bu kritik, müesseseleşmişti. Câhiliye Araplarının şiir tenkitçiliğine, şu vak’a güzel bir örnek teşkil eder:
Hanım şâir Hansa’, Ukaz fuarında şâir Hassan İbn Sabit’in,
لَنَا الْجَفَنَاتُ الْغُرُّ يَلْمَعْنَ بِالضُّحَى
وَأَسْيَافُنَا يَقْطُرْنَ مِنْ نَجْدَةٍ دَمَا
“Bizim, kuşluk vakti parıldayan beyaz leğenlerimiz vardır.
Kılıçlarımızdan da galibiyetten dolayı kan damlamaktadır.”
beyitlerini şöylece tenkit etmişti:
Sen cömertliğiniz ve kahramanlığınızla övünmek istiyorsun, ama sekiz yerde iftiharına za’f getirmişsin: Cefenât, on adetten az olan çokluğu ifade eder, fazlalığı göstermek için cifân demeliydin. Ğurr alındaki beyazlığa denir, daha şümullü olması için bîd البيض demeliydin Leme’ân azar azar, peş peşe gelen parıltıları ifade eder; يشرقن (ışıldadı) deseydin daha kuvvetli olurdu, zira işrâk daha devamlıdır. Duhâ (kuşluk vakti) yerine ikindi vakti deseydin daha güçlü bir övgü olurdu; çünkü misafir sabahtan ziyade akşam üstü gelir (eski hayat şartlarında bunun daha çok geçerli olduğu aşikârdır). Kanın damladığını يقطرن ifâde ettin; bu, az öldürdüklerini gösterir, çok öldürmek sûretiyle kahramanlıklarını ifâde için يجرين demeliydin ki kanın, boşanırcasına aktığı tasvir edilebilsin vs.[31]
Müşrikler, Hz. Peygamber’in, Kur’ân vahyinden önce kelâm gücünü biliyorlardı. Bundandır ki, onlardan hiç biri, onun Kur’ân’ı tebliğ etmesi karşısında “Bu Kur’ân, Muhammed’in kelâmıdır” dememiştir. Zira onun sözleriyle Kur’ân arasındaki uzak mesafeyi görüyorlardı. Üstelik onun, hayatında şiir, hitabet ve yazı ile meşgul olmadığını da, hatta beyan ve belagatta yarışma için kurdukları kelâm fuarlarına ilgi duymadığını da biliyorlardı. Hakkında bilip tecrübe ettikleri tek tarafı, doğruluğu ve güzel ahlâk sahibi olduğu idi. Çocukluğu, gençliği ve olgunluk dönemi doğrulukla geçen, insanlara karşı bile yalan söylemeyen bu zatın, -insanlardan ve dünyadan fazla bir şey beklenmediğinden ötürü- artık doğru söylemenin en çok görüldüğü çağ olan kemâl yaşında, Allah Teâlâ hakkında yalan söyleyeceğini akıl kolay kolay kabul edemez.
Kur’ân, Hz. Muhammed’in sözü olsaydı, onun diğer sözlerine benzemesi gerekirdi. Çünkü bir insanda iki ayrı tabiat ve fıtrat bulunamaz. Hâlbuki Kur’ân, Hadîse benzemediği gibi, diğer sözlerden hiçbirine de benzememektedir. Hikmetli bir söz karşısında onun nübüvvet kelâmı mı, yoksa sahabe veya tabiîne mi ait olduğu hususunda tereddüde düşülebilir. Peygamberimizin sözü de belîğ olduğu halde diğer güzel sözlerden onunkini ancak son derecede mahir olanlar ayırt edebilir. Fakat Kur’ân üslûbunun öyle bir damgası vardır ki başka bir söze benzemediğini, az çok Arapça zevki olan herkes anlayabilir.[32]
[1] S. Ramadan, Revâ’i’il-Kur’ân s. 111.
[2] Sıhahul-Cevherî mukaddimesi, Nşr. Abdulgafûr Attar.
[3] Kutub, Kur’ân’da Edebî Tasvir, s. 155-156.
[4] Aynı eser, s.155.
[5] S. Kutub, Kur’ân’da Edebî Tasvir, s. 156-158.
[6] Haşv: İfadede mânâsız ilave; hazf, aradan kaldırma, giderme; ta’kîd: Muğlak ve girift ifade etmek.
[7] S. Salih, Mebahis, s. 340.
[8] Samed: İhtiyaçlarını temin için mahlukların, kendisine yöneldikleri Zat, demektir.
[9] B. Said Nursi, Sözler, s. 144, 388.
[10] “Şâirlerce itibar edilmekte olan vezin ve kafiye (Kur’ân tarafından) niçin tercih edilmedi? Çünkü şiirlerin vezin ve kafiyeleri Kur’ân’ın bu ölçü ve kafiyesinden daha hoştur?” diye sorarlarsa biz buna şöyle cevap veririz:
Şairlerin vezin ve kafiyesinin daha hoş olması, kavimlerin ve zihinlerin muhtelif olmasıyla değişir. Bunun kabul edilmesine göre ise, Peygamber ümmî olduğu halde, O’nun dili üzerinde bir vezin ve kafiyesinin icat eylemek, O’nun peygamberliğine apaçık bir âyet, bir delil olurdu. Şâyet Kur’ân, şâirlerin vezin ve kafiyeleri üzere inmiş olsaydı, elbette kâfirler onu Arap kavminde meşhur ve ma’rûf bulunan şiirden ibârettir, sanacaklardı ve bu zandan dolayı hiçbir fâyda alamayacaklardı” diyen çok sevip saydığımız Şah Veliyyullah Dihlevînin (el-Fevzu’l-Kebîr, trc. M. Sofuoğlu, s. 98-99) bu fikrine tamamen iştirak edemiyoruz. Zira o, nakledilen sözlerinden ve devamından, dinlenilmek için sırf farklı olmak meselesi üzerinde durmakta, mevcut nazmın güzelliğini, burada bahis konusu etmemektedir.
[11] Zerkani, Menahil, II, 312.
[12] S. Kutub, Kur’ân’da Edebî Tasvîr, s. 139-141.
[13] Zerkanî, Menahil, II, 324.
[14] İzah, âyet metnindeki kelime sırasına göre yapılacaktır. Metindeki lâfza, mealde tekabül eden kısma, onun rakamı verilmiştir.
[15] B. Said Nursi, Sözler, 387-388; İşârât, 37-38.
[16] M. A. Draz, Nebe, s. 125; Zerkanî, Menahil, II, 326.
[17] Bunlar, klâsik Arap şiirinin, maksat yönünden başlıca kısımları olup, kelime mânaları sırasıyla ve kısaca; öğünme, kahramanlık, öğüt, övme ve yermedir.
[18] B. Said Nursi, Sözler, s.433.
[19] Vahîduddîn Han. el-İslâmu yetehaddâ, s. 218.
[20] Şah Veliyyullah Dihlevî bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor: “Yüce Yaratıcı, bir avuç topraktan ibaret olan insana söz söylemek irade edince, bir kısım kavimce güzel sayılmayıp diğer bir kısım kavimce güzel sayılmış birtakım kalıplara değil de, bu icmâlî (genel) güzelliğe nazar buyurdu. Mâlikü’l-mülk olan Allah, Âdem evlâtlarının açık yolu üzere söz söylemek irâde edince, devirlerin ve tavırların (çevrelerin) değişmesiyle değişici olan bu kanunları değil de bu basit ve sade aslı zabt eyledi. Üzerlerinde ittifak edilmiş kanunlara sıkıca tutunmanın menşei, ancak acizlik ve cahilliktir.
Bu belirli kaidelere bağlı kalmadan, ifade ve beyanın girintili çıkıntılı sahalarında, düz ve yüksek beyanlardan kaçıp zayi olmayacak şekilde toplu güzelliği meydana getirmek, ayrı bir şey ve kabiliyettir.” (el-Fevzu’l-Kebîr, Trc. M. Sofuoğlu, s.91).
[21] Şah Veliyyullah, Fevz, s.98.
[22] B. Said Nursi, Sözler, s.423-424.
[23] Türkçede bunların mukabilleri şunlar olabilir: İşte, böylece, şu halde, demek ki, nitekim vs.
[24] Zerkani, Menahil, II, 317-318.
[25] Tehvîl: dehşetli göstermek; tahvîf: korkutmak tefeccu’: hüzün izhar etmek.
[26] B. Said Nursi, Sözler, s.250-252 ve 475-479.
[27] Zerkeşi, Burhan, III, 26.
[28] Zerkani, Menahil, II, 319-322.
[29] Her gün namazda okunmaları itibariyle mühim dualar olduğundan, Ubey (r.a.), Kur’ân’dan saymaksızın, bunları hususî mushafına derc etmiş olabilir.
[30] Nöldeke, Kur’ân Tarihi, s. 46-48.
[31] M. S. Rafiî, İ’câz, s.225
[32] M.A. Dıraz, en-Nebeu’l-azîm s. 91-93.