Kur'ân Perspektifinden Zaman
Vakti bildiren hâdiselere çok sık atıf yapılmasına rağmen, Kur’ân-ı Kerîm’de zaman kavramı doğrudan zikredilmez. Bunun yerine zamanı, vakti ifade eden, tedai ettiren birçok kelime tekrar tekrar kullanılır.
Kur’ân-ı Kerîm’de; Güneş ve Ay’ın bir hesaba göre hareket ettiği (Rahmân, 55/5) ve birer hesap ölçüsü kılındığı (En’am, 6/96), yılların hesabının bilinmesi için Ay’a menziller tayin edildiği (Yunus, 10/5), gökler ve yerin yaratılma ânında, on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam ve ölçü konulduğu (Tevbe, 9/36), Ay’ın yeryüzüne hilâl şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve Hac için bir vakit tayini olduğu (Bakara, 2/189) hususlarına dikkat çekilir.
Vakti bildiren hâdiselere çok sık atıf yapılmasına rağmen, Kur’ân-ı Kerîm’de zaman kavramı doğrudan zikredilmez. Bunun yerine zamanı, vakti ifade eden, tedai ettiren birçok kelime tekrar tekrar kullanılır. Meselâ, “geçmiş zamanları çağrıştıran ‘karn’ ve ‘kurun’ (çağ, çağlar) kelimesi 20, ‘ay’ (şehr) kelimesi 21, ‘yıl’ (sene, âm, hıcec ve havleyn) kelimesi 30 yerde geçer.”[1] Büyük İslâm âlimi el-Taftazani, Akaidü’n-Nesefi adlı eserinde zamana dâir şu tespitleri yapar: “Zaman, başlangıcı olan şeyler için tabir edilir. Başlangıcı olan şey ise belli ölçülere bağlıdır. Allah ise bütün ölçü ve sınırlamaların ötesindedir.”[2]
Zamanı “dünyevî-fizikî” ve “gaybî-metafizikî” olarak ikiye ayıran büyük İslâm âlimleri, şahsî tecrübelerle yaşanan zamanı “psikolojik zaman”, ‘genişleyen zaman’ veya ‘varoluşa ait zaman’ şeklinde tarif etmişlerdir. Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman ise zamanı, “madde ve hâdiselerin düzenini sağlamada vazifeli esrarengiz, esrarlı garip bir koordinat olarak; biyolojik zamanı da, faaliyet, hareket, büyüme, gelişme ve hız olarak tarif eder. O’na göre, görünüşte saat, sabittir. Fakat içindeki çarkların hareketiyle devamlı bir hareketi vardır. İşte şu dünya da, Kudret-i İlâhiye’nin büyük bir saatidir. Görünüşte sabittir. Ama dâimi zelzele ve değişimde, yokluk ve batmakta yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o büyük saatin saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise o saatin saatlerini sayan bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı, yokluk dalgaları üstüne atar, bütün geçmiş ve geleceği yokluğa verip, bütün varlığı ve hayatı yalnız şimdiki varoluş anıyla sınırlandırır.”[3]
Bediüzzaman’ın bu tespitlerinden, uzaydaki cisimlerin (Ay, Güneş, gezegen ve yıldızların) sürekli bir hâlde akıp gitmesiyle farklı zamanların meydana geldiğini anlıyoruz. Gaybî (metafizik) zamanı da değerlendiren Bediüzzaman, kainattaki bütün varlıkların, gayb (görünmeyen) âleminden giydirilen kendilerine has ve uygun varlık elbiseleriyle bir surete kavuşarak zaman nehri içerisinde aktığını belirtir. O, bütün varlıkların, Rabbin emriyle, sürekli gelecekten gelip, şimdiki zamana uğrayarak teneffüs ettiğine, sonra da geçmişe döküldüğüne ve bu sırada zaman nehrinin de oluştuğuna dikkati çeker. “Şu yaratılanlar, İlâhî izinle, zaman nehrinde sürekli akıyor, gayb (görünmeyen) âleminden gönderiliyor, fizikî âlemde her varlığa görünen, ölçülebilir bir maddi elbise, suret dikiliyor, sonra tekrar gayb âlemine geri gönderiliyor.”[4] Zaman hakikatinin her ânı, ‘yaratılma/kün/ol’ emrine sahne olur.
Varlık âleminde eşya ve hâdiselerin yaratılması, kuantum dünyasında her bir zerrenin hadsiz imkân ve ihtimaller zincirinin bir halkası olarak varlığa katılmasıyla başlatılır. Maddenin şehadet âlemine, yani algılanan şekle (makroskobik durum) girmeden önceki hâlini, Bediüzzaman, imkân dairesi olarak tarif ederken; modern bilim, ihtimalî gerçeklerin üst üste çakıştığı n sayıda mikro durumlardan oluşan bu imkân dairesini, kuantum dünyası ve gerçekliği olarak isimlendirir. Kuantum dünyasında, her ‘ân’ zincirleme faz geçişleriyle ve artan mikro durum sayılarıyla karakteristik ihtimalî yaratılışın gerçekleştiği levhaları (fazlar) Bediüzzaman, “Levh-i Mahv ve İspat” olarak isimlendirir. Ona göre, “Levh-i Mahv ve İspat, sabit ve daim olan Büyük ve asılların bulunduğu Defterin (Levh-i Mahfuz-u Azam), ölüm ve hayata, varlık ve yokluğa daima mazhar olan kainattaki (mümkinat dairesi), kararsız değişkenlik gösteren bir küçük defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır. Kâinatta cereyan eden Zaman isimli büyük nehrin hakikati şudur: Zaman, Cenab-ı Hakk’ın, yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası hükmündeki kâinat kitabının sayfalarında (Levh-i Mahv ve İspat) sonsuz kudretiyle yarattığı/yaratacağı varlıkların mürekkebine benzer.[5] İslâm varlık düşüncesinde kâinat bir kitap; uzay-zaman beraberliği de, dolmakalem-mürekkep beraberliği olarak temsil edilmiş ve bunlar üzerinden varlık ve hâdiselerin mahiyeti açıklanmıştır.
İlâhî hikmetin kanunları gereğince, sonsuz ihtimaller içerisinde devridâim eden her zerrenin öz ve asıllarının kayıtlı olduğu, bütün incelik ve ayrıntılarıyla varlık âlemini içine alan bir Levh-i Mahfuz isimli büyük bir defter vardır ki bu, İmam-ı Mübin ismiyle de bilinir. Bu ilmî defterin içinde kayıtlı varlık ve hâdiselerin, imkân dairesinden (ihtimaller uzayı) geçerek, zerreler âlemine yansıtılması, Levh-i Mahv ve İspat isimli yaz-boz tahtasına benzeyen kuantum dünyasında gerçekleşir. Buradaki iç içe geçmiş ihtimalî durumlar ve üst üste çakışık misalî görüntüler, faz geçişleri, asıl gerçeklik değil, onun geçici, değişken, ihtimali mikro durum yansımalarıdır. Levh-i Mahfuz-u Âzam’daki asıllarının imkândan vücûda, melekuttan mûlke, gaybtan şehadete geçerek yaratılmaları, zerrelerin bir hâlden başka hâle geçmelerini (tahavvülat-ı zerrat) gerektirir. Ölçülebilir-gözlenebilir âlemin (mekân) sınırlarındaki bu faz geçişleri (titreşimler), ‘zaman’ fenomenini ortaya çıkarır. Esasında zaman, mekânda oluşa (kevn) uyar. Varlık diye isimlendirilen, âlemdeki bütün görüntüler ve oluşlar, mekânın belirleyicisidir. Yani mekân, sürekli yenilenen bir yaratılışla yokluktan varlığa geçen bir uzaydır. Bu şekilde kâinat adeta bir yaz-boz tahtası hükmüne geçer ve içinde akan zaman nehrinde, her ân yeni bir tecelli yaşanır. Tasavvufî ifadesiyle ‘dem bu demdir dem bu dem/ân bu andır ân bu ân’ şeklinde ser levha olarak da zikredilen bu hakikat, İbn Arabî’ye göre bir ân-ı dâimden ibarettir ki, zamanın hakikati, Esma-i İlâhî’nin varlıktaki tecelli ânlarına karşılık gelir. Ona göre; “... âlem/dünya, çokluk üzerindeki Ehadiyetin (birliğin) ezici gücüyle, her ân yokluk eliyle yok olup gitmektedir. Ve her ân âlemin yeni bir benzeri (fraktallar) ortaya çıkmaktadır. Çünkü âlemin var oluşu, onun yokluğunun ‘ân’ hâline dönüşmesi demektir. Böylece ez-Zâhir, zuhurunu ilk gizli şey üzerinde kabul ettirir. Sonra el-Bâtın, batınlığını ilk zuhur eden üzerine kabul ettirir; böylece âlem durmadan yok olur ve durmadan var olur. Bu noktada Evvel ve Âhir isimleri varlık ve hâdisenin şimdiki ânını, geçmiş (Evvel) ve geleceğe (Ahir) sarar. Sonra otorite ez-Zâhir’e geçer; sonra el-Bâtın’a geçer; Kıyamete kadar yaratılış, bu şekilde sürüp gider. İşte buna, ‘durmadan yenilenen yaratılış’ denilir. Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın isimlerinin girift tecelli karışımlarından zerrelerin hareketine ve titreşimine bağlı olarak, zaman denilen itibari fenomen yaratılır. Bu yüzden zamanın ölçümü, cisimlerin ve zerrelerin hareket ve hızı üzerinden yapılır.”[6]
Zamanın mahiyeti hususundaki enfes tespitlerine devam eden büyük mutasavvıf, “... zaman tarafından tespit edilen benzerliklerin durmadan yenilenmesi, o tarzda cereyan eder ki, bir şey yok olup sona ererken aynı anda bir başka benzer şey (fraktal) yaratılmaya başlar. Sürekli faz geçişleri şeklinde, bir beyaz yok olurken, ne aynısı ne de gayrısı olan bir başka beyaz yaratılır. Eğer bir beyaz yok olsaydı ve ardından onun zıttı olan bir siyah meydana gelseydi, bu durum eşyanın tabiatını bozardı.”[7] diyerek, varlığın ve yaratılışın ‘zamanın akışı’ ve mekânın oluş sırrı ile birlikte ‘her dem/ân’ tazelendiğini belirtir. Zîrâ “Allah her ân bir şe’ndedir, tecellidedir, yaratıştadır.” (Rahman/29).
Sûretlerin geçici ve hakikatlerin bâki olmasının arka plânında, zamanın sırlı işleyişi ve eşyanın hakikatinin ne olduğu hususu vardır. Zamanın en küçük diliminde yaratılarak, zamanı doğuran ve doğurmaya vesile olduğu zaman nehri içerisinde akan her bir zerrede, pek lâtif bir sır ve umumi bir mânâyı (esmâ) okutturan bir gaye, zıtlıklar içerisinde bir bütünlük, yokluk içerisinde bir varlık, maksatsızlıklar içerisinde bir maksad, kanun-u İlâhî’yi gösteren bir hikmet mevcuttur. İmkân dairesindeki bu oluş ve surî görüntülerin değişim, bozulma ve dağılma şeklinde görünen aldatıcı mücadele ve cüz-î iradelerin farazî tasarrufunun neticesi ortaya çıkan durumların hiçbirinde, hikmete münafi, abes bir durum görünmez. İmam Gazzali’nin: “imkân dairesinde, (kün emri ilahisiyle) olandan, vücuda gelenden daha mükemmeli yoktur.” mealindeki ifadesi, zaman sayfasında dizilen bütün varlıkların, art arda oluşumunun kemâl-i hikmetinin ve bütünlüğünün güzel bir beyanıdır.
[1] İbrahim Canan, İslâm’da Zaman Tanzimi, s. 28, Akademi Yay., (3.Baskı), İzmir 2009.
[2] L.A.Goodman’ın “Time in İslâm” isimli eserinden naklen, Asian Philosophy, 2:1 (1997),17.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Işık Yayınları, (İkinci Ziyâ) s. 580, İzmir 2002.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, (10. Mektup) s. 61, İstanbul 2004.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 62.
[6] İbn-i Arabi, Nurlar Risalesi, İnsan Yay., s.33, İstanbul 2004. Baskı-cilt; Kurtiş Matbaası (Çeviren; Mahmut Kanık).
[7] İbn-i Arabi, age. s. 33.
* Sızıntı Dergisi arşivinden (Şubat, 2013)