Hadiste Tedlîs Yapmanın Hükmü ve Müdellis Râvinin Durumu
Hiç görüşmediği veya kendisinden hadis duymadığı hocasından bu lafızlarla nakilde bulunan râvi yalancı konumuna düşer, bu durum onun bütün rivayetlerinin reddine yol açar.
Konuya giriş mahiyetindeki Hadiste Râvi Tenkidi (Cerh ve Ta'dîl İlmi) yazısını okuyabilirsiniz...
Sözlükte “bir şeyin kusurunu gizlemek” anlamındaki tedlîs, terim olarak “râvinin, görüşmediği ya da görüştüğü halde kendisinden hadis işitmediği hocasından işittiği zannını uyandıracak biçimde rivayette bulunması” demektir. Tedlîs yapan râviye müdellis, tedlîsle rivayet edilen hadise müdelles denir.
Hadis rivayetinde râvilerin "semi’tü” (işittim), “haddesenî” (bana söyledi) ve “ahberenî” (bana haber verdi) gibi hadisi hocasından kesin olarak işittiğine ve onunla görüştüğüne delâlet eden edâ sîgaları kullanması gerekir. Hiç görüşmediği veya kendisinden hadis duymadığı hocasından bu lafızlarla nakilde bulunan râvi yalancı konumuna düşer, bu durum onun bütün rivayetlerinin reddine yol açar. Bu sebeple müdellisler daha çok “an fülân” (falandan) ve “kâle fülân” (falan dedi) gibi lafızlar kullanır. Çünkü bu lafızlar semâa (işitmeye) delâlet ettiği kadar hadisin bizzat hocadan işitilmeden rivayet edildiğini de gösterir. Fıkıhta tedlîs, akit sırasında malın kusurunu gizlemeyi ifade eder.
Hicrî II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren kullanılmaya başlandığı anlaşılan tedlîsi ilk olarak tarif edenlerden birisi de İmam Şâfiî’dir. O, haber-i vâhidin delil kabul edilebilmesi için taşıması gereken şartları sayarken haber-i vâhidi rivayet eden kişinin görüştüğü şeyhten işitmediği hadisi rivayet eden bir kimse (müdellis) olmaması gerektiğini söylemek suretiyle tedlîsin tanımını yapmıştır (İmam Şâfiî, er-Risâle, s. 371). İbn Nümeyr ve Ebû Dâvûd gibi III. (IX.) yüzyıl muhaddislerinin râvinin tedlîs yaptığını açıklayan ifadelerinde de aynı tanıma rastlanmaktadır (İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-Cerh ve’t-ta’dîl, I, 322; Ebû Dâvûd, Talak 31). III. yüzyılda ayrıca, râvinin rivayet ettiği şeyhini herkesçe bilinen isim, künye ve lakabıyla değil bilinmeyen isim, künye ya da lakapla anmasıyla meydana gelen tedlîse tenkitçi muhaddislerce işaret edilmekle birlikte (Fesevî, II, 424) bu nevi tedlîsler için daha sonraki dönemlerde kullanılacak olan “tedlîsü’ş-şuyûh” tabirine rastlanmamaktadır. Müteahhirîn dönemi âlimlerinden İbnü’s-Salâh, tedlîsi, “râvinin görüşmüş olduğu hocasından işitmeden ya da aynı asırda yaşadığı halde görüşmediği hocasından işittiği zannını uyandıracak şekilde rivayette bulunması” diye tanımlarken (ʿUlûmü’l-ḥadîs̱, s. 73) Nevevî, “hoca ile aynı asırda yaşamış olup ondan işitmediği halde ‘kâle fülân’ veya ‘an fülân’ diyerek işittiğini ima edecek biçimde rivayet etmesi” şeklinde tarif etmiştir (Süyûtî, Tedrîb, s. 139-140). Gerek İbnü’s-Salâh gerekse Nevevî, râvi ile şeyhinin görüşüp görüşmediğini dikkate almadan aynı asırda yaşamış olmalarını yeterli görmüş ve tedlîsi ona göre tarif etmiştir. İbn Hacer el-Askalânî ise tedlîsi “râvinin bir hocadan duyduğu hadisi kendisiyle görüştüğü, fakat o hadisi işitmediği başka bir hocasına isnad etmesi” şeklinde tanımlar (İbn Hacer, Nüzhetü’n-naẓar, s. 82-83).
Başlıca tedlîs türleri şunlardır:
- Tedlîsü’l-isnâd: Râvinin görüştüğü ve kendisinden hadis dinlediği hocasından doğrudan duymadığı hadisleri de ondan işitmiş gibi nakletmesidir. İsnad tedlîsi yapan kimsenin maksadı, ya isnad zincirini kısaltarak âlî isnad elde etmek veya aradaki zayıf râviyi (müdelles anh) düşürmek yahut büyük bir muhaddisten o hadisi bizzat duyduğu intibaını vermektir. Bu tedlîsi yapan râvi hadisi rivayet ederken “işittim” ve “haber verdi” gibi kesinlik bildiren sîgalar yerine “kâle” ve “an” gibi duyduğu zannını uyandıracak ifadeler kullanır.
- Tedlîsü’ş-şüyûh: Râvinin, hocasını bilinen adı dışında fazla bilinmeyen bir isim, künye, lakap ya da nisbe ile zikretmesidir. Bu nevi tedlîs yapan kimsenin amacı, hep aynı hocadan nakletmediği, zayıf ya da yaşı kendisinden küçük râvilerden hadis almadığı kanaatini vermektir.
- Tedlîsü’t-tesviye: Güvenilir râviler arasındaki zayıf bir râviyi atlamak suretiyle hadisin hep güvenilir râvilerden rivayet edildiği zannını uyandırmaktır.
İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449), tedlîs yapan râvileri Yahyâ b. Saîd el-Kattân gibi nâdiren tedlîs yapanlar, Süfyân b. Uyeyne gibi güvenilir olup sadece sika kimselerden ve çok az tedlîs yapanlar, rivayetlerinde fazlaca tedlîs yapanlar, zayıf veya meçhul râvilerden rivayet ederken tedlîs yapanlar ve tedlîsle birlikte başka bir sebepten dolayı cerh edilerek zayıf râvi durumuna düşenler olmak üzere beş grupta inceler (İbn Hacer, Tabakâtu’l-müdellisîn, s. 13-14). Bunlardan ilk iki gruptakilerin tedlîsleri kabul edilirken son iki gruptakilerin tedlîsleri reddedilmiş, üçüncü gruptakilerin rivayetleri ise rivayet şekline göre kabul veya reddedilmiştir.
İbnü’s-Salâh’ın belirttiğine göre Buhârî ve Müslim’in el-Câmiu’s-sahîh’leri başta olmak üzere muteber hadis kitaplarında tedlîsü’ş-şüyûh cinsinden birçok tedlîs bulunmaktadır (İbnü’s-Salâh, Ulûmu’l-hadîs, s. 75). Ancak hadis münekkitleri bu tür tedlîsleri genellikle fark etmiş ve bunları tedlîs yapanın durumuna ve amacına bakarak değerlendirmiştir. Hadis tarihinde tedlîs en çok Kûfe’de ve Dımaşk’ta, nâdiren de Basra’da görülmüştür. Bağdat, Hicaz, Mısır, Horasan, İsfahan, İran, Hûzistan ve Mâverâünnehir muhaddislerinin nâdiren tedlîs yaptığı belirtilmektedir (Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma’rifetu ulûmi’l-hadîs, Beyrut 1424, s. 356).
Sahabîler diğer sahabîlerden duydukları hadisleri çok defa bizzat Hz. Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duymuş gibi rivayet etmişlerdir. Bu husus zâhiren tedlîs gibi görünse de hadis âlimleri, sahabe devrinde gerçek anlamda tedlîs faaliyetinin bulunmadığını, onların bu tür rivayetlerinin mürsel olacağını, sahabe mürselinin ise sahih kabul edildiğini söylemiştir. İbn Hacer el-Askalânî, aynı asırda yaşadıkları halde görüştükleri bilinmeyen iki râvinin birbirinden yaptıkları rivayetlerin müdelles değil mürsel-i hafî olduğunu belirtir. Müdelles ile mürsel-i hafî arasında çok ince bir fark vardır. Şeyh ile görüştüğü bilinen râvinin ondan işitmeden rivayet ettiği hadise müdelles, şeyhle aynı asırda yaşamakla birlikte onunla görüştüğü bilinmeyen râvinin şeyhten rivayet ettiği hadise mürsel-i hafî denir (İbn Hacer, Nüzhetü’n-nazar, s. 82). Buna göre Hz. Peygamber’le aynı asırda yaşadığı halde onunla görüşmemiş olan muhadramûnun rivayet ettiği hadisler müdelles değil mürsel-i hafîdir. Bazı muhaddisler tedlîsi mürsel-i hafîyi de kapsayacak biçimde tanımlamışsa da Hatîb el-Bağdâdî iki kavramı birbirinden ayırmanın daha doğru olacağını belirtmiştir (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 395).
Hadis âlimleri, tedlîsi önemli bir cerh sebebi kabul etmiştir. Şu’be b. Haccâc ve İmam Şâfiî, tedlîsi yalanın kardeşi diye niteler. Tedlîs yapmanın kesinlikle câiz olmadığını söyleyenlerin yanında tedlîsi bazı şartlarla câiz sayanlar da vardır. Nitekim Hatîb el-Bağdâdî, İbn Abdilber en-Nemerî, İbnü’s-Salâh, Nevevî ve Alâî gibi âlimler müdellis râvinin rivayette kullandığı sîgalara bakmak gerektiğini söylemiş, sika bir müdellisin hadisi işittiğine kesin biçimde delâlet eden rivayet lafızları kullandığı durumlarda bu tür rivayetlerin delil olarak kullanılabileceğini söylemiştir (Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî, et-Tedlîs fi’l-ḥadîs, s. 105). Buna göre râvinin tedlîs yapması onun bir kısım rivayetlerine zarar verse de güvenilirliğini ortadan kaldırmamakta, diğer rivayetleri kabul edilebilmektedir. Nesâî, çok tedlîs yapmakla tanınan Bakıyye b. Velîd’in “haddesenâ” ve “ahberenâ” sîgalarıyla aktardığı diğer rivayetlerinde sika olduğunu söylemiştir. Ancak müdellis râvi şeyhinden bizzat işitmediği bir hadisi “semi’tü, haddesenâ, ahberenâ, kâle lî fülân” gibi cezim sîgasıyla rivayet ediyorsa o takdirde yalan söylediği gerekçesiyle onun bütün rivayetleri terk edilir (Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübela, XIV, 134).