Kevnî Âyetler Kapsamında ‘Oku!’ Emrini Yeniden Okumak





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/11/2022
Clap

Canlı-cansız her varlık bir kitaptır. Bu yönüyle bu âlem/varlık, İlâhî bir kütüphane gibidir. İnsan ise bu kütüphanenin hem başta okunması gereken sırlı bir kitabı hem de onun en mühim okuyucusudur.

Yazımızda Kur’ân-ı Hakîm’in ilk hitabını teşkil eden اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ âyet-i celilesini[1], takip eden diğer dört âyetin ışığında, farklı pencerelerden okumaya/anlamaya çalışacağız.

Bu âyete meal vermeden önce بِاسْمِ  kelimesinin başında yer alan بِ cer harfinin (edatının) üzerinde durmamız yerinde olacaktır. Bu edat ‘ile’ mânâsında kullanıldığı gibi, ismin ‘..e, ..a’ hâlini ifade anlamında da kullanılır.[2] Meselâ,

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ

بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ

âyetlerine ve أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ şeklinde sabah akşam okumakta olduğumuz istiâze cümlesine, ikinci tevcih üzerinden, sırasıyla

Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler)[3];

(O Rasul) müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.[4];

İlâhî huzurdan kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” mânâlarını veririz. Bu noktadan hareketle mezkûr âyet için ‘Yaratan Rabbin adıyla oku.’ anlamı yanında ‘Yaratan Rabbin(in) adına oku’ manasını da düşünmeliyiz. Hattâ bu şekildeki bir tercüme Kur’ân’ın oku emriyle alakalı evrensel mesajını daha kapsamlı bir şekilde dile getirmesi bakımından sürekli hatırda tutulması gereken bir mealdir.

‘Oku!’ emrini, ‘Yaratan Rabbin adına oku.’ cümlesinin takip etmesi ve bu cümlede yüce Allah’ın, hallâkiyet ve rubûbiyyet (yaratma ve rab olma) sıfatlarıyla anılması, öncelikli olarak bize şu mesajı vermektedir. Âlemin bir yaratıcısı vardır ve bu Yaratıcı, umumî plânda kâinatı, hususî plânda ise her varlığı belli hususiyetlerle (fıtratla) yaratmış ve onu yaratılış fonksiyonunu ifade edebilecek şekilde donatmıştır.

Bu cümleden olmak üzere biz şimdi âyetlerin muhtevasından hareketle şu beş sualin cevabını bulmaya çalışacağız. Neyi okumalı? Nereden (başlayıp) okumalı? Nasıl okumalı? Neyin rehberliğinde okumalı? Niçin okumalı?

 

Neyi Okumalı?

Ortada henüz okunacak bir kitap olmadığına göre Allah Resulü’ne  ‘Oku!’ diye emredilmesi son derece mânidar ve dikkat çekicidir. Âyet-i kerime ‘Resûlullah’a  (hafızadan) okuması için bir kitabın indirileceği’ gibi bir mânâya açık olmakla birlikte, oku (اقْرَأْ) emriyle, neyin okunması gerektiği açık olarak belirtilmemiştir. İfade (emir) burada herhangi bir şeyi kayıtlayıcı bir şekilde gelmeyip mutlak bırakılmıştır. Yani fiilin mefulü açık bir şekilde belirtilmemiştir. Bu da mefulün umumiliğini göstermektedir. Oku emrinin devamında بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ şeklinde yer alan cümlede bu hususu teyit edici ip uçları verilmiştir. Şöyle ki; âyette yüce Allah’ın hâlikıyet ve rubûbiyeti nazara verilmiştir ki bundan, okunması istenen hususun bu isimlerin tecellileriyle vucud bulan bütün bir kâinat olduğu anlaşılmaktadır.

Oku emrinin muhteva ve mesajını geniş bir perspektiften ele alan M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle der: “Oku; mahiyet-i insaniyeyi, kâinat kitabını ve bunlara tercüman olan Kur’ân’ı oku!.. Allah Resûlü’nün hayatını tetkik et! Yeni yeni terkiplere ulaş ve vardığın neticeleri tekrar tekrar oku!”[5]

Hâsılı, oku emrinin işaretlediği alan, okunmak üzere yazılmış bulunan her şeydir. Şu halde sayfa-sayfa kelime-kelime bin bir hikmetle yazılı topyekûn mevcudat okuyucuları tarafından okunmayı beklemektedir.

 

Nereden (başlayıp) okumalı?

Kur’ân-ı Hakîm خَلَقَ الإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍO ki insanı bir alaktan yarattı” (Alak, 2) âyetiyle bize kâinatta okumaya nereden başlamamız gerektiğini işaretlemektedir. Bu da insanın kendisidir. Çünkü âyet açık bir şekilde insana vurgu yapmaktadır.

İnsan, kâinat kitabının fihristi gibidir. Bizler nasıl ki bir kitabın kendisini okumadan önce fihristine bakar sonra kitabı okumaya koyuluruz; burada da sanki yüce Rabb’imiz bize önce kendimizi okumamızı sonra afâka yönelmemizi istemektedir.

Bu durumun sebeb-i hikmetine gelince: İnsan, doğrudan kesrete yöneldiğinde dikkatini orada her zaman toparlayamayabilir ve kesrette boğulabilir. Bunun için de ‘Oku!’ emri, kesretin vahdet hâlini teşkil eden insanın kendisine tevcih edilmiştir.

Kur’ân’ın, مِنْ عَلَقٍ (rahme asılı yapışkan bir maddeden) kaydının da bize verdiği ayrı bir mesaj vardır. Kendimizi okuyacağız, ama bu okumaya nereden başlayacağız? İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerîm dikkatleri bir adım daha ötesine çevirerek bizi başlangıç noktamıza götürür. İnsan ki; burada bütünüyle acizlik (acz-ı mutlak), bütünüyle muhtaçlık (fakr-ı mutlak) içindedir. O burada tümüyle İlâhî rahmete mahkûm bir durumdadır. Örfümüzde anne karnının merhamet mahalli mânâsında ‘rahm-ı mader’ olarak anılması da oldukça anlamlıdır.

Kur’ân-ı Hakîm مِنْ عَلَقٍ vurgusuyla insandan, bu ilk hareket noktasına yoğunlaşmasını istemektedir. Öyleyse insan rahmetin sarıp sarmaladığı bu mahalden safha safha nihaî noktaya doğru nasıl intikal ettirildiğini derince fikretmelidir. Bir nokta mesabesindeki ilk varlığının baş döndürücü göz kamaştırıcı mükemmel bir hale nasıl getirildiğini dikkatle okumalıdır.

 

Nasıl Okumalı?

Bu âyet-i celîlenin bize vermiş olduğu mesajın belki de en mühimi, okunmak üzere yaratılan varlığı nasıl okumamız gerektiği hususundadır.

İnsanoğlunun önünde iki türlü okuma biçimi vardır. Bunlardan birisi her şeyi kendi adına okuma şeklidir. Maddeci bakışın marifetidir bu. Faili (özneyi) mefûlün (nesnenin) içinde aramak suretiyle varlığın irtibatını Yaratan’ından koparmaya çalışan inkârcıların çabasıdır.

Bu insanlar varlığın meydana gelişini ele alırken nazariyelerini, ‘müteal (aşkın) bir boyut bilimsel/rasyonel değildir’ şeklindeki bir önyargı üzerinde temellendirir ve böyle bir boyuta ulaşan muhtemel bütün yolları tâ baştan kapatırlar. Şüphe yok ki böylesi bir hüküm sağlıklı bir aklın çabası neticesinde elde edilen bir sonuç değildir. Bu, nefsin baskıları altında şekillenmiş ve fonksiyonunu yitirmiş bir aklın vardığı neticedir.

Esere bakıp da Müessir’ini göremeyen münkirlerin inkârlarının ilmî hiçbir temeli yoktur. Aslında onların inkârı kesin olarak bildikleri bir şeye değil, tamamen zanlarına ve tutkularını savunmaya yarayan temennilerine dayanmaktadır. Zîrâ her bir mevcut/parça kendisini gösterdiği aynı zamanda, bundan daha güçlü bir şekilde kendinden öte olana işaret eder. Ne var ki mânâya kapalı ve parçacı bir anlayış üzerine kurulu kör zihniyet, parçanın diğer cüzlerle ilişkili olan bağlarını keser ve böylece her şeyin birbiriyle bağlı olduğu muntazam bütünlüğü ve ‘öte’sini inkâra kalkışır.

İşte bu noktada Kur’ân’ın “Yaratan Rabbinin adına oku.” beyanındaki mesajla birdenbire varlığın rengi değişir. Eşya ve hâdiselerin üzerindeki karanlıklar dağılır ve artık her şey birbirine dost ve yakın/akraba görünür. O gözlük çıkarıldığında ise, her şey birbirine yabancı ve düşman görüntüsü alır.

Varlık bu İlâhî beyanın nuruyla bakıldığında, yani Allah adına okunduğunda, sahipsiz ve mânâsız madde yığını olmaktan kurtulup önümüze serili muhteşem bir kitap olur. Bir kitap ki her bir sayfa, satır ve kelimesiyle bize Allah’ı anlatır. Sınırsız irade ve sonsuz kudretinin her an her yerde hükmünü icra ettiğini öğretir.

O ışıkla okunduğunda her bir mevcud artık mücessem bir lâfız olarak bize seslenir. Evet, bu âlemde mikro âlemden, makro âleme, ondan normo âleme uzanan çizgide, her bir şey cisim giydirilmiş bir sözdür. Bu cümleden olmak üzere kuş ve ağaç bir söz olduğu gibi, hücre ve içindeki atom bir söz; ve makro âlemde güneş bir söz, galaksiler ve Samanyolu ayrı bir sözdür.

O’nun (celle celâluhu) nâmına, O’nun (celle celâluhu) adına okunduğu zaman her şey bir başka mânâ kazanır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Birinci Söz’deki ifadeleriyle, meselâ ağaç artık hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduran bir tabla; toprak, matbaha-i kudretten bir kazan; hayvanat da rahmet feyzinden bir süt çeşmesi şeklinde[6] kendini okutur.

Bu âyet bize, iç içe bulunduğumuz varlıkları; seyriyle yüz yüze olduğumuz tablo ve manzaraları sıradan basit şeylermiş gibi geçmememizi, onları ibret ve hikmet nazarıyla mütalâa edip okumamızı emretmektedir. Bize ‘Ey insan şu âlemde müşahede ettiğin her bir mevcudu birer mucize-i kudret, harika-i san’at ve hediye-i rahmet[7] diye oku!’ mesajını vermektedir.

O Allah ki, isim ve sıfatlarının sonsuz tecellileriyle yapıyor, yaratıyor. O’nu (celle celâluhu) gözler göremiyor, ama akıllar anlıyor, vicdanlar seziyor. O ki yer tutmaktan münezzeh, ama her yerde eserleri var.

Dinlemesini bilenler için her ses O’ndan (celle celâluhu) bir nağme;

Okumasını bilenler için her mevcut O’ndan (celle celâluhu) bir nâme (mektup);

Seyretmesini bilenler için her şey O’nun (celle celâluhu) isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir âyine;

Ve anlayanlar için her varlık O’nun (celle celâluhu) tarafından vazifelendirilmiş husûsi birer memurdur.[8]

Şu hâlde kâinatın varoluşunu ve ondaki icraatı sebepler hesabına okumak ciddi bir yanılgıdır. Hatadan salim olan okuma; eşya ve hadiseleri Var Eden’in gösterdiği ve akl-ı selimin işaretlediği şekilde okumaktır.

Üstad Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye adlı eserinin ‘Katre’ kısmında bu çerçevede şöyle der. Şimdi kısmî bir sadeleştirmeyle ilgili yeri takip edelim:

Kâinata (masivaya), ve Onun hesabına (mânâ-yı harfîyle) bakmak lâzımdır. Sebepler hesabına (mânâ-yı ismiyle) bakmak hatadır. Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de yaratılmış olana (halka) bakar. Yaratılmışa bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakk’a bakan ciheti gösteren bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman o nimeti lutfeden (Mün’im), san’ata bakıldığı zaman san’atın sahibi (Sâni’), sebeplere nazar edildiği vakit neticeyi hasıl eden Gerçek Güç (Müessir-i Hakikî) zihne ve fikre gelmelidir. Ve keza bakış tarzı (nazar) ile niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir; [nazar] günahı sevaba, sevabı günaha dönüştürür, niyet ise tabiat-ı beşer olarak yapa geldiğimiz fıtrî (adî) bir hareketi ibadete, gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha çevirir. Maddiyata sebepler hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlâhîyedir.[9]

Bu âlem -içindeki biz okuyucularıyla beraber- her şeyiyle, marifet-i İlâhiyeyi netice verecek şekilde programlanmıştır. O program sahibi ki; bir taraftan varlığı bin-bir hikmet, san’at ve maslahatla dizayn etmiş, diğer taraftan da bize doğru okumayı gerçekleştirmeye vesile olacak binbir duygudan müteşekkil eşsiz bir donanım vermiştir. Ne var ki kalp safvetini, akıl da dengesini yitirince cehalet kaçınılmaz oluyor; günahlarla kararan kalp artık vahyin manevi ışığını yansıtamaz oluyor, fasit düşüncelerle ayarı bozulan akıl da doğruyu tartamaz oluyor.

 

Neyin Rehberliğinde Okumalı?

Bizler fizik âlemi baş gözümüzle görürüz. Ancak sebepler açısından güneşin ışığına da ihtiyaç duyarız. Diğer taraftan fizikî varlığın sırtına yüklenmiş mânâ ve mesajları ise mânevî bir gözle (basiret) görürüz, yani anlarız. Ancak bu gözün de mânevî bir güneşe/ışığa muhtaçlığı söz konusudur. İmam Gazzalî Hazretleri bu noktada akıl için mânevî güneşin vahy-i İlâhî olduğunu belirtir.[10]

Nasıl ki bir insan ışıksız bir mahalde gözleri sağlam olsa da ancak el/asa yordamıyla belli bir yere kadar yol alabilir, aynen bunun gibi akıl da manevî ışığından mahrum kalması hâlinde eşyanın taşımış olduğu mânâ ve mesajları tek başına bir yere kadar okuyabilir. Bunun ötesi ancak ve ancak Allah’ın lütuf ve kereminin bir tecellisi olarak gaybdan gelecek aydınlatıcı bir ışığa/mesaja bağlıdır. Nitekim bu âyetlerde yer alan “Oku, o engin kerem sahibi Rabbindir ki kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediklerini öğretti.”[11] şeklindeki İlâhî beyan, bu hususu aydınlatıcı mahiyettedir.

Yine bu âyetin ‘İnsana bilmediklerini öğretti.’ kısmı da ayrı bir mesaj taşımaktadır. O da insanın bildiği her bir şeyin temelde Allah’a ait olduğudur. Zîrâ ona elçileri vasıtasıyla yol gösteren O (celle celâluhu) olduğu gibi, kendisine gösterileni anlayıp hissedecek melekeleri veren de yine O’dur (celle celâluhu).

Bu âyetin ışığında Allah’ın kullarına bahşettiği ilmi iki açıdan ele alacağız:

Birincisi, Allah’ın kullarından seçip dilediğine verdiği bir ilimdir ki, bu, peygamberlere gelen vahiydir. Buna, ilham yoluyla Allah’ın bazı kullarına -istidatları ve kendisine yakınlıkları ölçüsünde- açtığı bilgileri (sırları) da dâhil edebiliriz. Şu kadar ki, bu türden verilen bir bilgi vahiy gibi net ve de umumu bağlayıcı değildir.

İkincisi, Allah’ın, eşyanın sırlarıyla alâkalı olarak, her devirde -sebeplere usûlünce müracaatlarının bir karşılığı olarak- kullarına açtığı, verdiği bir ilimdir. Şöyle ki, İlâhî ilmin tecelli alanı olan varlık âdeta bir şifreler mecmuasıdır. İşte bu şifrelerin deşifresine yardımcı olacak ilhamı/desteği kullarının gayretine bağlı olarak lütfeden de yine Allah’tır. Meselâ, bir bilim adamı, kendi kapasitesiyle asla altından kalkamayacağı bir çalışma içinde ne yapacağını bilememenin çaresizliği içinde kaldığı bir anda, o işin çözümüyle alâkalı bir ilhama mazhar olur. Ve yine teknolojik bir alanda gayret sarf eden bir bilim adamı, araştırmasını yaparken, bazen hedeflediğinin tamamen aksine bir şey keşfeder. Bu, -ister inansın ister inanmasın- sebeplere müracaat eden o bilim adamının şahsında, Allah’ın insanlığa bir lütfudur.[12] Kur’ân’ın “..Kerem sahibi o Rabbin ki insana bilmediğini öğretmiştir[13] âyetini, böyle geniş bir perspektiften düşünmemize bir mani olmayacağı kanaatindeyiz.

 

Niçin Okumalı?

Varlığı Allah nâmına okumanın (mütalâa etmenin) lüzumuna iki noktadan bakabiliriz.

Birinci nokta: Âlemlerin yücelerden yüce Rabbi, bizi bu âleme kevnî ve kelamî eserlerini okuyalım diye göndermiştir. Okumak için gönderilmenin gayesi ise O’nu (celle celâluhu) tanımak ve bilmektir (marifetullahtır).[14] Buna göre ‘insan bir seyyah; kâinatlar da, onun mütalâasına takdim edilmiş rengârenk meşherler, zengin ve rengin kitaplardır. Seyyah, bu kitapları okumak, irfanını artırmak ve insanlığa yükselmek için bu âleme gönderilmiştir.’[15]

Biz gerçek huzur ve mutluluğumuzu ancak -böyle bir okuma ve tanımanın (marifetullahın) ardından gelen- muhabbetullah ile elde edebiliriz. “Nasıl, [biz] Rabb’imizin Kur’ân kitabını okuyarak düşünce, his, inanç ve hareketlerimize istikâmet veriyorsak, aynı şekilde, kâinat kitabının satır, cümle ve sayfalarında da bir yandan kendimizi bulup öğreniyor, bir yandan da nazar, tefekkür ve ilimlerle Rabb’imizin icraatını, hikmet ve san’atını hayret ve hayranlıkla seyredip, ‘sübhânallah, bârekallah, Allâhu ekber’ diyoruz..”[16]

Öyleyse biz O’nu (celle celâluhu) daha yakından tanımak için fasılasız okuyacağız. Varlığın çehresine vurduğu cemal nakşını, kemal mührünü ve zamanın iplerine taktığı kesintisiz ihsanlarını her gün daha derinden fark etmek için okuyacağız. O’nun (celle celâluhu) enfüs ve afaktaki nihâyetsiz ihsan, cemal ve kemal tecellilerini okudukça da O’na olan muhabbetimiz artacak ve böylece elemsiz lezzet ve safi sevinçlere nail olacağız.

İkinci nokta: Müminlerin, dünya muvazenesindeki yerlerini alabilmeleri için de tekvini âyetleri çok iyi okumaları gerekmektedir. ‘Kâinat kitabını doğru okuyup doğru yorumlama da takvanın diğer bir buudunu tekil eder’ diyen Fethullah Gülen Hocaefendi bu çerçevede şöyle der: Günümüzde ilim ve teknoloji gibi bazı sahalarda geri kalmamız, değişik zulüm ve baskılar altında ezilmemiz ve bunun neticesinde de kendi din ve diyanetimizden (dini hayatımızdan) şüphe eder hâle gelmemizin altında yatan en önemli sebeplerden biri de âyet-i tekviniyeyi doğru okuyup doğru yorumlayamayışımızdır.[17]

 

Netice

“Oku(!)” İlâhî emri, en şerefli varlığın zâtında tecellî eden bir dâvettir. Bu çağrıyla âlem müşâhede edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Yüce Yaratan’ın (celle celâluhu) kudret ve nizamının büyüklük ve güzelliğine hayranlık duyulacaktır.

Canlı-cansız her varlık bir kitaptır. Bu yönüyle bu âlem/varlık, İlâhî bir kütüphane gibidir. İnsan ise bu kütüphanenin hem başta okunması gereken sırlı bir kitabı hem de onun en mühim okuyucusudur.

 

[1] Alak Suresi, 1.

[2] بِ , daima bir fiile veya şibh-i fiile taalluk eden (onunla ilgi oluşturan) ve onu bir isme rabteyleyen (bağlayan) bir edat, bir harf-i cerdir ki asıl manası ilsak (yapıştırmak) tır. Fakat bu ilsâkın, mülasebet, müsahebet, istiane, sıla ve kasem gibi ayrılmış olduğu nevileri vardır. (Bkz. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat 1979, I, 18). Elmalılı Hamdi Efendi’nin de dikkat çektiği üzere bu edatın asıl anlamı bir şeyi bir şeye yapıştırma anlamında ilsaktır. Bu cümlen olmak üzere ‘be’ edatı burada diğer manaları yanında, okunmak üzere yazılmış olan her bir varlığı Allah’a dayandıran O’na nispet eden bir anlam da taşımaktadır.

[3] Bakara 2/285.

[4] Tevbe 9/128.

[5] M. F. Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, İzmir 1991, III, 15

[6] Nursî, Sözler, Şahdamar yay. 2006, s. 3.

[7] Nursî, Sözler, s. 4.

[8] Bkz. Nursî, Sözler, s. 271.

[9] Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 46.

[10] Bkz. Gazzalî, el-İktisad fi’l-İ’tikâd, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 1988, s.4.

[11] Alak 96/3-5.

[12] Şa’ravî, M. Mütevellî, Kur’ân Mucizesi, (Çev.: Sait Şimşek), Esra yay., Konya 1995, s. 221.

[13] Alâk sûresi, 96/4-5.

[14] Kur’an-ı Hakîm’in bu husustaki mesajı gayet açıktır: “Cinni de insi de Beni tanısınlar (tanıyıp Bana kulluk etsinler) diye yarattım.” (Zâriyat 51/56.)

[15] Gülen, Ölçü Veya yoldaki Işıklar, Işık y. İst. 2004, s. 17.

[16] Gülen, “Kur’an-ı Kerim ve İlmi Hakikatler 2”.

[17] Gülen, Cemre Beklentisi, İstanbul 2011, s. 119.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Temmuz, 2015; 105. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/11/2022