Hadiste Râvi Tenkidi (Cerh ve Ta’dîl İlmi)
Hadis âlimleri, cerh ve ta’dîl ile uğraşacak münekkitlerin ilmî ehliyete sahip, doğru sözlü, tarafsız (objektif), iyi niyetli, cerh ve ta’dîl sebepleriyle cerh ve ta’dîl için kullanılan lafızların anlamını çok iyi bilen, mürüvvet/istikamet sahibi kimseler olmasını şart koşmuşlardır.
Hadis râvilerinin kusur ve meziyetlerinin özel terimlerle tetkik edildiği “cerh ve ta’dîl ilmi” hadis ilminin en önemli konularından birini oluşturur. Sözlü rivayetlerin yaygın olduğu bir dönemde ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm’ın korunması açısından geçmişten bugüne kadar çok faal bir rol oynadığı kesin bir gerçektir.
Sahih hadisleri, uydurma olanlardan ayırma adına ortaya konmuş çok önemli birer disiplin olan senet ve metin tenkidi, ilk dönemlerden itibaren uygulanan sistemlerdir. Hadislerin sıhhatini belirlemede öncelikle isnad zincirinin (hadisi Allah Resûlü’nden itibaren son raviye kadar nakleden kimseler) sağlamlığı ve isnadda yer alan râvilerin tetkiki yani cerh ve ta’dîl işlemleri yapılır. İslâm âlimleri, tenkidi bir filtre olarak kullanmak suretiyle uydurma bir kısım sözlerin Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri içine karıştırılmasının önüne geçmeyi amaçlamışlardır. Onlar, hadis râvilerini, rivayet edilen hadis metinlerini, metinlerle ilgili yapılan yorum ve şerhleri vs. çok ciddi sorgulamak suretiyle sahte, yanlış söz ve yorumların dinin dışında kalmasını sağlamışlardır.
Cerh ve ta’dîl, hadis râvilerinin dinî ve ilmî yönden tenkidini konu edinen ilimdir. Diğer bir ifadeyle, birtakım özel lafızlar kullanarak rivayetlerinin kabulü veya reddi yönünden râvilerin hallerinden ve haklarında kullanılan lafızların mertebelerinden bahseden bir hadis ricâli ilmidir. Hadis ricâli ve râvilerinden maksat, hadisi nakleden ve hadisin senedinde yer alan şahıslardır.
Cerh ve ta’dîl ilmi, hadisin iki ana kısmından biri olan ve aslında sağlam hadis metnine ulaşma amacının gerçekleşmesinde bir araç sayılan isnadın kontrol sistemidir. Bu sistem sayesinde hadisi nakleden şahısların dinî ve ilmî ehliyetleri, dolayısıyla nakletmekte oldukları rivayetlerin sağlamlığı tespite çalışılır. Bu sebeple Ali İbnü’l-Medînî gibi muhaddisler, hadis ricâlini ve onlar hakkındaki cerh-ta’dîl ifadelerini bilmeyi, rivayet ilimlerinin yarısı saymışlardır.
Gıybet olduğu gerekçesiyle râvilerin cerh edilmesine karşı çıkanlar da olmuştur. Ancak bunun gıybet sayılamayacağı, zira bir râvinin güvenilir olup olmadığı cerh ve ta’dîlle gerçekleşebileceği ifade edilmiştir. Nitekim cerh ve ta’dîl, sağlam rivayetler elde edebilmek bakımından son derece önemlidir. Bu konuda İmam Nevevî şunları söyler:
“Râvilerin cerhi, İslâm dinini korumak içindir. Hadis rivayeti dinle ilgili bir iş olduğundan râvilerin cerh edilmesi lüzumsuz ve haram olan gıybet değildir. Dedikodu da sayılamaz. Aksine gerekli/zorunlu bir iştir.”
Yine bu konuda Yahyâ b. Saîd el-Kattân’ın, “Kendilerini tenkit ettiğim kimselerin bana düşman olması, ‘Yalana karşı hadislerimi niçin korumadın?’ diyerek Resûlullah’ın düşman olmasından iyidir.” demesi, hadis âlimlerinin ehliyetsiz râvileri cerh etmenin haram olan gıybete girmediği kanaatinde olduklarını göstermektedir.
Yüce Allah, Bakara sûresinin 282. âyetinde şahitlerin âdil ve güvenilir olmasını ve Hucurât sûresinin 12. âyetinde fâsık bir kimsenin getirdiği haberin doğruluğunun araştırılmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (as) de bazı şahıslar hakkında cerh ve ta’dîl ifadeleri kullanmıştır. Meselâ kendisini ziyaret etmek isteyen bir kişiyi, “O, kabilesinde kötü olarak tanınan biridir.” (Buhârî, Edeb 38) diye yermiş, Abdullah b. Ömer’i de “Ne iyi adamdır, sâlih kişidir…” (Buhârî, Menâkıb 19; Müslim, Fezâil 139) diyerek övmüştür. Sahabîler de rivayetleri Kur’ân ve Sünnet’in koyduğu esaslar içinde doğru olarak tespit etmek amacıyla kendileri gibi ashaptan olan kimseleri bile gerektiğinde cerh etmekten kaçınmamışlardır. Zira haberler, doğru sözlü ve güvenilir kimseler tarafından nakledildiği takdirde delil olarak kullanılabilir. Kişinin doğru sözlü ve güvenilir olup olmadığı ise ancak tenkitle anlaşılır. Ayrıca dünya işleri için bile şahitlerin mutlaka tezkiye edilmesine gerek duyuluyorsa, dinin kaynaklarından biri olan hadisleri hata ve yalana karşı korumak için râvilerin tenkide tabi tutulması da bir zorunluluktur.
Hadis rivayetindeki hassasiyet, sahabe döneminde başlayıp sonraki asırlarda da sürdürülmüştür. Mesela Hz. Ömer, bir hususta bildikleri hadisleri rivayet etmeleri aşamasında kendilerinden şahit istediği Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) ile Übey b. Kâ’b’a (ra), bu davranışıyla onları yalancılıkla itham etmediğini söylemiş, ancak Resûlullah’tan hadis nakletmenin zor bir iş olduğunu, insanların bu rivayetlere dayanarak yanlış bir harekette bulunmalarından endişe ettiği için bu yola başvurduğunu belirtme ihtiyacını duymuştur. Hz. Ali’nin râvilere rivayetinin doğruluğu üzerine yemin etmelerini istemesi de onları yalancı kabul ettiği için değil rivayetlerinde gevşek davranmalarına engel olmak içindir.
Cerh ve ta’dîl ilminin doğuşunun ve daha sonra ayrı bir ilim haline gelişinin başlıca sebepleri, insan zaafları ve hadis uydurmacılığı hareketidir. İnsanın zaaflarından olan unutma ve yanılma, zaman zaman hadis rivayet edenlerde de görülmüştür. Öte yandan “fitne” diye anılan, Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayıp Hz. Ali ile Muâviye arasında devam eden ve hadis uydurmacılığını başlatan olaylar, râvilerin sıkı bir denetime tâbi tutulmasını gerekli kılmıştır. Farklı unsurların İslâm’a girmesi, kavmiyetçilik, taassup, israiliyat türünden nakillerin yaygınlaşması, kıssacılık, şahsi çıkarlar vs. gibi hususlar, hadis râvilerinin ve rivayetlerinin daha dikkatli bir şekilde incelenmesini gerektirmiş ve o zamana kadar pek aranmayan isnad uygulamasını zorunlu hale getirmiştir. Böylece meselenin odak noktasını oluşturan isnadın ortaya çıkması ile cerh ve ta’dîl faaliyetleri belirginleşerek daha sistemli bir merhaleye ulaşmıştır.
Hadis uydurmacılığının cerh ve ta’dîle kazandırdığı bu yeni boyutu İbn Sîrîn (ö. 110/728) şöyle açıklamaktadır:
“Önceleri isnad aranmazdı. Ancak fitne ortaya çıktıktan sonra râvilerin adları sorulmaya başlandı. Böylece sünnet ehli olanların hadisleri alındı, bid’at ehlinin hadisleri de terk edildi.”
İbn Abbas da hadislere yalan karıştırılmadan önce Hz. Peygamber’den bir söz nakledildiğinde gözlerini dört açıp kulak kesildiklerini, fakat insanlar doğru yanlış ayırımı yapmaksızın duydukları her şeyi nakletmeye başladıktan sonra sadece bildikleri rivayetlere kulak verdiklerini söylemiştir. Bu husus, cerh ve ta’dîl hareketinin hadis râvilerine yönelik ve giderek sistemleşen bir ilim haline gelmesinde hadis uydurma teşebbüslerinin önemli rolü olduğunu göstermektedir.
İslâmî ilimlerin büyük ölçüde nakle dayanması sebebiyle cerh ve ta’dîl ilmine ait prensipler kıraat, fıkıh, tarih, dil ve edebiyat gibi ilim dallarında da kullanılmıştır. Fıkıhta uygulama alanı bulan cerh ve ta’dîl, İslâm muhâkeme usûlünün önemli bir konusu olan şahitlik müessesesinde “şahitlerin tezkiyesi” adıyla yer almaktadır. Âdil, hür ve dikkatli olması şart koşulan şahidin bu özelliklere sahip olup olmadığı, fıkıhta cerh ve ta’dîl yerine kullanılan tezkiye usûlü ile anlaşılmaktadır.
Hadiste çok önemli bir yeri olan râviler tarihi, başlangıçta siyer, megâzî veya cihad adını taşıyan bablar halinde hadis edebiyatı içinde yer alan İslâm tarihinin bir kolu idi. Bu sebeple Yahya b. Maîn, Ali İbnü’l-Medînî ve Buhârî gibi âlimler hadis râvileri ile ilgili eserlerine “Tarih” adını vermişlerdir. Sırf hadis nakleden râvilere tahsis edilen bu tür biyografik eserlere “Tarihu’r-ruvât” da diyebiliriz.
Hadis ve fıkıh âlimleri, bir râvinin rivayetini kabul edebilmek için onun adâlet ve zabt sahibi olmasını şart koşmuşlardır. Adâlet vasfı, râvinin Allah’ın emir ve yasaklarına uyması, ahlâklı olması, onur kırıcı davranışlardan uzak durması demektir. Âdil bir kimsenin, durumu bilinmeyen başka bir şahsın âdil olduğunu belirtmesi (tezkiye) râvinin adâletini gösterir. Bu işi yapan kimseye müzekkî veya muaddil denir. Râvilerin adâleti genellikle tezkiye yoluyla tespit edilir. Ancak hadis ve usûl âlimleri, şehâdet ve rivayete bakış açılarına göre, tezkiye için gerekli müzekkî sayısının bir veya iki kişi olması gerektiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları da bir râvinin hadisinin, cerh edilen râvilerin hadislerinin bulunmadığı Buhârî veya Müslim’in Sahîh’lerinde yer almasının o râvi için ta’dîl anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Zabt, râvinin işittiği bir hadisi -aradan uzun süre geçse de- her türlü değişiklikten koruyarak istendiği anda hatırlayıp sened ve metniyle birlikte rivayet edecek şekilde hafızasında tutabilme yeteneğidir. Hadis âlimleri, râvinin dinen güvenilir olmasını başta gelen şart olarak ileri sürmüşler, ancak bunu yeterli görmeyerek dindarlıkları ile meşhur pek çok râvinin rivayetini ilmî bakımdan güvenilir olmadıkları gerekçesiyle kabul etmemişlerdir.
Râvinin zabt sahibi olup olmadığı, rivayetlerinin sika (güvenilir) râvilerin rivayetleriyle mukayesesi veya râvinin denenmesiyle tespit edilir. Abdurrahman b. Mehdî ve diğer bazı âlimler, râvileri zabtlarına göre, hıfz ve itkân sahibi olanlar, bazen yanılsa da hadisleri genellikle sahih olanlar ve çoğu zaman yanılanlar şeklinde üç kategoriye ayırırlar. Râvilerin bu şekilde gruplandırılması, adalet gibi zabtın da değişken bir nitelik olduğunu gösterir. Bu değişkenlik râviler arasında olabileceği gibi bir râvinin hayatının farklı devrelerinde bunama ve yaşlılık gibi sebeplere bağlı olarak da meydana gelebilir. Râvinin zabtının değişmesiyle rivayet ettiği hadisin sıhhat derecesi de değişmekte ve ona göre adlandırılmaktadır.
Hadis münekkitleri, râvinin cerhine sebep olan kusurları beşi adâlet, beşi de zabt sıfatıyla ilgili olmak üzere on grupta toplamış ve bunları kusurun ehemmiyet derecesine göre sıralamıştır. Bu on kusura “metâin-i aşere” denir.
Adâlet sıfatıyla ilgili kusurlardan olan yalancılık (kizb), râvinin uydurduğu bir hadisi Hz. Peygamber’e isnat etmesidir. Hadis rivayetinde kasıtlı olarak yalan söylemek râvinin adâletini yok eden en ağır cerh sebebidir. Yalancılığı tespit edilen râvinin rivayeti bu suçtan tevbe etse bile bir daha kabul edilmez. Hz. Peygamber’e yalan isnat ettiği kesin şekilde bilinmemekle birlikte genel olarak yalancılıkla itham edilen bir râvinin rivayeti de terk edilir. Büyük günah işlemek veya küçük günah işlemekte ısrar etmek suretiyle Allah’ın emirlerine uymamak (fısk) ve yalancılığı mübah sayarak mezhebinin propagandasını yapacak şekilde bid’atçı olmak, râvinin adâlet sıfatıyla ilgili kusurlardandır. Râvinin şahsının veya halinin bilinmemesi, meçhul râvi olarak nitelendirilmesi de bir kusurdur.
Zabt sıfatıyla ilgili kusurlardan biri, râvinin çok yanılmasıdır (kesretü’l-galat). Münekkitler kasıtlı olmayan ve aşırılığa kaçmayan hataları hoşgörüyle karşılamışlar, ancak hatada ısrar etmeyi hatadan daha büyük bir cerh sebebi sayarak böyle bir râvinin bütün rivayetlerinin geçersiz olduğunu (metrûku’l-hadis) ve artık hadisinin yazılamayacağını belirtmişlerdir. Rivayet ettiği kitapta yanlışlık olduğunu söyleyenlere hemen inanmak ve kendisine telkin edilen hadisi alıp yazmak (gafletü’r-râvi), “tahdis” kurallarını bilmemekten dolayı farklı derece ve mertebedeki rivayetleri veya râvileri birbirine karıştırmak (vehim) zabtın yetersiz olduğunu gösterir. Zayıf bir râvinin sika (güvenilir) râvilere veya sika bir râvinin kendisinden daha sika olan râvilerin rivayetlerine aykırı hadis nakletmesi (muhalefetü’s-sikât), sika olarak bilinen bir râvinin akıl ve hâfızasında meydana gelen bozukluk sebebiyle rivayetlerinde çok hataya düşmesi de (sûü’l-hıfz) râvi için cerh sebebi sayılır.
Hadis âlimleri, cerh ve ta’dîl ile uğraşacak münekkitlerin ilmî ehliyete sahip, doğru sözlü, tarafsız (objektif), iyi niyetli, cerh ve ta’dîl sebepleriyle cerh ve ta’dîl için kullanılan lafızların anlamını çok iyi bilen, mürüvvet/istikamet sahibi kimseler olmasını şart koşmuşlardır. Bu temel şartların yanında tenkitte ölçülü ve ılımlı olmayı, râvinin cerhiyle birlikte varsa iyi yönlerini de belirtmeyi ve gerektiğinde ölçülü cerh etmeyi tenkitçiliğin âdâbından saymışlardır. Güvenilir olmayan bir münekkidin âdil bir râviyi cerh edemeyeceği, âdil ve dikkatli olmayanın cerh ve ta’dîlinin kabul edilemeyeceği, hangi sebeple olursa olsun taassuptan (tutuculuktan), kin, öfke, haset ve rekabet duygusundan kaynaklanan tenkitlerin geçerli sayılamayacağı belirtilmiştir.
Münekkidin ayrıca diğer münekkitlerin özel olarak kullandıkları tenkit lafızlarını iyi bilmesi, böylece cerh amacıyla söylenmemiş bir ifadeyi cerh manasında anlama hatasına düşmemesi gerekir. Münekkitlerin tenkit lafızları üzerindeki ihtisasının iyi araştırılması gerektiğini belirten Tâcuddîn es-Sübkî (ö. 771/1370), cerh ve ta’dîl lafızlarının ifade ettiği mânaları, özellikle örflere göre anlamı değişen, bazen övgü bazen da yergi ifade eden lafızları iyi bilmenin ancak rivayet ilimleriyle bütünleşmiş kimselerin erişebileceği zor ve ince bir sanat olduğunu söylemiştir.
Diğer taraftan münekkit, bir râviyi uygun mertebeye yerleştirirken aşırılığa kaçmamalıdır. Dinî açıdan cerhine ihtiyaç bulunmayanları cerh etmek veya râvinin kusurlarını gereğinden fazla sayıp dökmek, hatta sadece bir kusuru ile cerhi mümkün ve yeterli iken daha başka kusurlarını ortaya çıkarmak gibi davranışlarla İslâmî tenkit zihniyetine ve ahlâka aykırı davranmamalıdır. Bundan dolayı İmam Şâfiî, İmam Buhârî ve Ebû Hâtim er-Râzî gibi münekkitler tenkitlerinde kırıcı olmamaya özen göstermişlerdir. Münekkitlerin söz konusu hatalara düşebilecekleri dikkate alınarak cerh ve ta’dîllerin kabulünde temkinli davranılmalıdır. Münekkidin cerhini kabule engel bir sebep bulunabileceği düşüncesiyle bazı münekkitlerin sözüne dayanarak râvilerin hemen cerh edilmemesi ve konu üzerinde titizlikle durulması gerektiği belirtilmiştir. Meşhur bir şahsiyet veya önde gelen bir hadisçi olsa bile her cârihin her râvi hakkındaki sözü dikkate alınmamalıdır. Zira bir râviyi cerh eden kimsenin tenkitlerinde aşırı müsamahakâr veya katı davranması yahut tarafgirlik, taassup, kin, haset ve düşmanlık gibi sübjektif unsurlara yer vererek cerh sebebi sayılmayan davranışlarla râviyi tenkit etmesi mümkündür. Nitekim sırf mezhep taassubuyla nice farklı mezhebe mensup kişiler, Ebû Hanife gibi müçtehit ve imam olan bir şahsı cerh ve tenkit ederek haksızlık yapmışlardır.
Cerh ve ta’dîl sebebinin açıklanması ve özellikle cerh ifadesinin mübeyyen (açık ve net) olması hususuna gelince, râviler hakkındaki cerh ve ta’dîller, gerekçelerinin açıklanıp açıklanmaması bakımından ikiye ayrılır. Ehli tarafından yapılan ve geçerli sebeplere dayanan cerh ve ta’dîllerin kabulünde ihtilâf yoktur. Gerekçeleri açıklanmayan, “müphem cerh ve ta’dîl” diye adlandırılan tenkitlerin kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise şu görüşler ileri sürülmüştür:
- Hadis âlimlerinin çoğuna göre, gerekli şartları taşıyan münekkidin gerekçesini belirtmediği ta’dîl makbul olmakla beraber, gerekçesi açıklanmayan ve mübeyyen olmayan bir cerh makbul değildir. Buna göre râvinin adâletini gösteren sebepleri teker teker saymak zor olduğundan mücmel ta’dîlin kabul edilmesi gerekir. Hâlbuki cerh için bir tek sebep söylemek kolay ve yeterlidir. Ayrıca cerh sebebi sayılabilecek davranışlar konusunda münekkitlerin aynı fikirde olmayıp bazılarınca cerh sebebi kabul edilen bir davranışın diğerlerince cerh sebebi sayılmaması, cerhin gerekçesini açıklama zaruretini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla cerhin mübeyyen ve müfesser olması şarttır.
- Yaygın görüşün aksine ta’dîl sebebini açıklamak gerekir, cerh sebebinin açıklanması gerekli değildir. Çünkü genellikle dış durumuna bakılarak ta’dîl edilen râvide ta’dîl sebebinin yapmacık davranışlara dayanması ihtimalinden dolayı ta’dîl gerekçesinin açıklanmasına ihtiyaç vardır.
- Münekkidin aslında cerh veya ta’dîli gerektirmeyen bir sebebe dayanarak râviyi cerh veya ta’dîl etmesi mümkün olduğu için hem cerhin hem de ta’dîlin gerekçesi açıklanmalıdır.
- Cerh ve ta’dîl sebeplerini iyi bilen, basîretli, itikadı sağlam bir münekkidin cerh ve ta’dîlin gerekçesini açıklaması şart değildir.
Cerh ve ta’dîlin bir râvi üzerinde teâruzu da söz konusu olabilir. Yani bir râvi hakkında bağdaştırılamayacak tarzda hem cerh hem de ta’dîl bulunabilir. Bu teâruz, ya aynı münekkidin veya ayrı münekkitlerin tenkitlerinden kaynaklanabilir. Aynı münekkidin tenkitlerinde teâruz olması halinde içtihadında değişiklik söz konusu olduğu için bu konuda eğer tespit edilebiliyorsa sonraki tenkit ifadeleri dikkate alınır. Farklı münekkitlerin bir râvi hakkındaki tenkitlerinde teâruz varsa yaygın görüşe göre ta’dîl edenler sayıca çok olsa bile gerekçesi açıklanan cerh, gerekçesi belirtilmeyen ta’dîle tercih edilir. Ta’dîl edenlerin cerh edenlerden fazla olması halinde muaddillerin çokluğu ta’dîlin doğruluğunu, cârihlerin azlığı ise cerhin zayıflığını göstereceği için ta’dîlin tercih edileceğini söyleyenler de olmuştur. Bazıları da teâruz halindeki cerh ve ta’dîlden hangisinin tercih edileceğinin tercihe imkân veren bir sebeple anlaşılabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Hakkında cerh ve ta’dîl lafızlarının tearuz ettiği ve kimi münekkitlere göre mecruh (cerh edilen, tenkit edilen) kimisine göre de muaddel ve makbul olduğu ifade edilen râvilerle ilgili en güzel çalışmayı İmam Zehebî, Mîzânu’l-i’tidâl fî nakdi’r-ricâl adlı eserinde incelemektedir. O, ele aldığı her bir râvi hakkında münekkitlerin söyledikleri cerh ya da ta’dîl ifadelerini kaydettikten sonra râvinin tenkide medar bir kısım rivayetlerine de yer vererek meseleyi enine boyuna tartışır; neticede ihtilaflı durumu insafla ve akl-ı selimle değerlendirip râvi hakkındaki nihai kanaatini izhar eder.
Cerh ve ta’dîl konusundaki kaynaklar için bkz. İbn Ebî Hâtim er-Râzî, Kitabu’l-Cerḥ ve’t-ta’dîl, I-IX, Haydarâbâd 1371; Zehebî, Mîzânu’l-i’tidâl fî nakdi’r-ricâl, (nşr. Ali M. el-Bicâvî), I-IV, Kahire 1382; Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî, Kahire 1307; Muhammed Abdulhay el-Leknevî, er-Raf’u ve’t-tekmîl fi’l-cerh ve’t-ta’dîl, (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Beyrut 1407/1987; Emin Aşıkkutlu, “Cerh ve Ta’dîl”, DİA, VII, 394-400, İstanbul 1993.
Devamı... Hadiste Tedlîs Yapmanın Hükmü ve Müdellis Râvinin Durumu
Sonuç: Hişâm b. Urve Hakkında İnsaflı Tedlis Değerlendirmesi