Medya ve Yalan
İslâm dini Müslümanlara, yalandan uzak durmayı bir meziyet hâline getirmelerini, hayatın her alanında yalandan kaçınmalarını ve en küçük bir yalana dahi tevessül etmemelerini emretmektedir. Bir kimse, yalanıyla bu dünyadaki diğer insanları, hattâ toplulukları aldatabilir; fakat her şeyi gören ve bilen Allah'ı aldatması mümkün değildir.
Yalan ikliminde mes'ut yaşamış ve ebedî mutluluğa ermiş bir tek fert gösterilemez!
Kitle iletişim araçlarında çalışanların doğruluk-dürüstlük üzere olmaları ve yalandan uzak durmaları hususu, yerli-yabancı pek çok basın ve yayın cemiyetinin belirledikleri ilkeler içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Buna rağmen, hâdiselerin eksik, taraflı ve manipüle edilerek verilmesi, olduğundan fazla abartılması veya kasıtlı yalan haber yapılması sıkça rastlanan bir iletişim ahlâkı ihlâlidir.
İnsanlar farklı sebeplerle yalana başvururlar. Kimisi zor durumda kalmamak, kimisi düşmanını alt etmek için yalana başvurur. Düşmanına galip gelmek isteyen, şayet onu itibarsızlaştırmak veya elindeki imkânları almak için doğru bilgiye sahip değilse, bu durumda kullanacağı en önemli silâh yalan; yalanını yayacağı en tesirli alan da medyadır.
Dinimizin en küçüğünü bile haram kıldığı yalan, medya organlarında profesyonelce kullanılmaktadır. Bu yolla muteber kişiler, topluluklar, özel veya resmî kurumlar/kuruluşlar karalanmakta, gerçek dışı bilgilerle yanlış algılar oluşturulmaktadır. Böylece karşı taraf diye adlandırılanlar, toplumda psikolojik tazyike maruz bırakılmakta, taraftarlar ise, yalan haberler ağında efsunlanmakta, neticede toplum büyük bir fitne ve nifak ateşinde kaynatılmaktadır. Her ne sebeple, kim tarafından veya her nerede söylenirse söylensin yalan, kötü neticeleri sebebiyle bütün şerlerin başıdır. Yalan, insanlar arasında öfkeye, öfke de düşmanlığa yol açar. Düşmanlığın bulunduğu bir yerde ise emniyet ve huzur kalmaz. Hâlbuki medya, topluma en çok güven vermesi gereken müesseselerin başında gelir. Çünkü toplum oradan öğrendiği haberlerle bilgi sahibi olur; o bilgiye göre karar verir, düşünür, hareket eder. Bu açıdan medya, kamu huzuru ve selâmetini sağlama konusunda en önemli sacayaklarından biridir.
Medya, haberlerin daha geniş alanlara yayılmasını sağlar. Dar alanda kalabilecek bir söz, medya vasıtasıyla tahmin edemediğimiz kadar yayılır, bulunduğu zamanı aşar, hiç ummadığımız yerlerde arşivlenir. Onun için medya üzerinden söylenen bir yalan, bir yalan olmaktan çıkar binlerce yalan hükmüne geçer. Böyle bir yalan, hak gasbetme veya birinin itibarını zedelemeye yönelik ise, büyük bir vebalin altına girilmiş demektir. Şayet bir topluluk hakkında bir yalan uydurulmuşsa bu, çok daha büyük bir vebaldir. Medyanın etkileyici gücü ve inandırıcılığı da hesaba katılırsa vebal kat be kat artmaktadır. Nasıl ki, gıybet eden kimse, gıybet ettiği kişi veya kişilerden helâllik dilemesi gerekir, bir topluluk hakkında yalan uyduran kimse de o topluluğun her bir ferdinden tek tek helâllik dilemesi gerekir. Bu ise çok zordur. Böyle zor bir durumla karşı karşıya kalmamak için medya üzerinden söylenen sözlerde daha dikkatli olunmalı, daha titiz hareket edilmelidir.
Bütün türleriyle yalanın, toplumda ve kitle iletişim araçlarında yaygın hâle gelmesi, hattâ bazı medya organlarının yalanı meslek hâline getirmesi karşısında, Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "Fitneler ortaya çıkmadıkça, yalan yaygınlık kazanmadıkça kıyamet kopmaz."[1] hadîsini hatırlıyor ve hayretler içinde kalıyoruz.
Yalan Nedir?
Yalan, lügat mânâsı itibariyle doğrunun zıddı demektir.[2] Istılah olarak yalan, vakıaya mutabık olmayan söz,[3] bir şey hakkında gerçeği değil de hilâfına olanı haber vermek anlamına gelmektedir.[4] Yalan birkaç şekilde olabilir: Aslı olmayan bir haber uydurmak (ki, bu aynı zamanda bir iftiradır), bir hâdisede gerçeği değiştirecek tarzda eklemede veya eksiltmede bulunmak, bir nakilde ibarelerin yerini değiştirerek tahrifat yapmak.[5] Günümüzde buna manipülasyon denmektedir.
Yalanın zûr, takavvül, tezvir ve iftira (bühtan) gibi türleri vardır. Zûr; yalan, bâtıl, bâtıla şahitlik etmek mânâlarına gelmektedir.[6] Takavvül; yalan uydurmak, birinin söylemediğini söyledi diyerek yalan isnatta bulunmak demektir.[7] Tezvir; yalanı süsleyerek anlatmak, bir şeyi dinleyenin aksini anlayacağı şekilde vasfetmek, süslü ifadelerle bâtılı hak göstermek demektir. Yalan, sadece sözde olurken tezvir hem sözde hem de fiilde olur.[8] İftira ise, aslı olmayan, uydurma söz mânâsına gelir. Yalan, ifsat maksadıyla söylendiği gibi bazen zaruri durumlarda maslahat gereği de söylenebilir; fakat iftira böyle değildir. Onun söyleniş maksadı sadece bozgunculuktur.[9] Bazı fakihler iftirayı, "kazf" mânâsına da kullanmışlardır.[10] Kazf ise, masum bir kadına zina isnadında bulunmak demektir.[11]
İslâm'ın Yalana Karşı Tavrı
İslâm dini, marufu emrederken onun zıddı olan münkeri de yasakladığını açıkça beyan eder. Böylece insanlar, yapılması gerekenleri öğrendikleri gibi, yapılmaması gerekenleri de öğrenmiş olurlar. Bu açıdan İslâm dini, doğruluk üzere olmaya ehemmiyet verdiği kadar yalandan uzak durmaya da o nispette ehemmiyet verir.
Allah Teâlâ, âyet-i kerîmede mealen "Pis putlardan ve yalan sözden kaçının."[12] buyurmaktadır. Âyette geçen "yalan söz" ifadesi ile özellikle küfür ve şirkin dayanağını teşkil eden sapık inanç, âdet, gelenek ve ibadetler kastedilmektedir. Allah'a ortak koşmaktan daha büyük yalan olamaz. Fakat bununla birlikte kavlü'z-zûr ifadesi, yalan, yalan yere yemin etmek, yalancı şâhitlik ve iftirayı da kapsar.[13] Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu âyetle ilgili olarak "Yalancı şâhitlikle Allah'a şirk koşmak eşit tutuldu." buyurması,[14] kavlü'z-zûr ifadesinin sadece "Allah'a ortak koşma" mânâsına değil de yalancılık ve yalancı şâhitlik mânâsına da geldiğini ortaya koymaktadır.
Bir başka âyette de yalancı ile şeytan arasındaki ilişkiye dikkat çekilerek, mealen; "Şeytanların asıl kimin başına üşüştüğünü bildireyim mi? Onlar yalan, iftira ve günaha düşkün kimselere inerler. Çünkü o iftiracılar şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdır"[15] buyrulmaktadır.
Allah Teâlâ, şiirlerinde yalan söylemeyi âdet edinen şairler hakkında mealen; "Şairler var ya, onların peşine de sapkınlar düşer! Görmez misin onlar her vâdide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler!"[16] buyurmaktadır. Âyetin yerdiği bu şairler, heva ve heveslerine göre hareket ederler. Bu sebeple arzu ve isteklerine esir olan şaşkınlar onların peşlerine takılırlar. Zîrâ bunların hiçbir gayeleri yoktur. Bu tür şairler yapmadıkları şeyleri söylerler. Zîrâ kendi hayal ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine çekici gelmeyen gerçek hayata, bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler! Bu sebeple çok şey söylerler; fakat onları yapmazlar. Çünkü bunlar kuruntu âlemlerinde yaşarlar.[17] İşte bu yüzden Resûl-i Zîşân Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); yalan, iftirâ ve uydurma sözlerle dolu şiir hakkında "Birinizin içinin irinle dolması, şiirle dolmasından hayırlıdır."[18] buyurmuştur.
Gazeteciler bir nevi Cahiliye dönemindeki şairler mesabesindedir ve dolayısıyla onlar da bu âyet ve hadîsin uyarılarına muhataptırlar. O dönemde şairler, toplum üzerinde büyük bir etkiye sahiptiler. Onlar, şiirleriyle kamuoyu oluşturabiliyor, kitleleri harekete geçirebiliyorlardı. Allah Teâlâ ve Resûlü, işte böyle etkili bir gücü ellerinde bulunduran şairlerin yalandan uzak durmaları konusunda onları ciddi bir şekilde uyarmaktadır.
Hz. Âişe Vâlidemiz'in (r.anhâ) ifadesine göre, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok nefret ettiği ahlâksızlık "yalan" idi. O, yanında yalan söyleyen bir kimsenin hemen tevbe edip o günahtan temizlenmesini arzu ederdi.[19] Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Aman ha yalandan sakının! Çünkü o imandan uzaklaştırır."[20] buyurarak yalanın insan için büyük bir tehlike olduğunu vurgulamakta, "En büyük hıyanet, sana inandığı halde arkadaşına, yalan söylemendir."[21] ifadesiyle yalanın bir de ihanet boyutu olduğuna dikkat çekmektedir. Öyleyse var güçleriyle yalana sarılan gazeteciler, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) en nefret ettiği ahlâksızlığı işlemekte, imanlarını tehlikeye atmakta ve büyük bir ihanetin içinde bulunmaktadırlar.
Ebû Bekre'nin rivâyet ettiği bir hadîste Resûl-i Fihâm Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?" buyurdu. Biz "Evet haber ver yâ Resûlallah!" dedik. O, "Allah'a ortak koşmak, ana-babaya isyan edip ezâ vermektir." buyurdu. Bunları söylerken bir yere yaslanmakta idi ve ardından oturduğu yerde doğrularak şöyle devam etti "İyi dinleyin! Bir de yalan söz ve yalancı şâhitliktir. Dikkat edin, bir de yalan söz ve yalancı şâhitliktir." buyurdu ve bu sözü durmadan tekrar edip duruyordu. Hattâ ben, Resûlullah susmayacak, sandım.[22] Bu hadîste Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yalanı ve yalancı şâhitliği, büyük günahların en büyükleriyle birlikte sayarak onlara karşı son derece dikkatli olunması gerektiğini vurgulamaktadır. Resûl-i Ekrem'in en büyük günahlar arasında yalancı şâhitliğe bu kadar vurgu yapması, yalancı şâhitliğin muhtemelen sıkça vuku bulması, insanların onu küçümsemesi ve zararlarının da hemen ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Şirke girme ve ana-babaya eza vermeye gelince, insanın tabiatı bunları hoş karşılamaz ve bu sebeple bir kimsenin o günahları işlemesi, yalancı şâhitliğe nispetle daha uzaktır. Öte yandan insanları yalancı şâhitliğe götüren pek çok sebep bulunabilir. Bir kimse yalancı şâhitlikle birine zarar verme veya onun malını almayı hedefleyebilir.[23] Yine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadîste, yalan yere yemin ederek bir Müslüman'ın malını almayı da büyük günahlardan saymaktadır.[24]
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) oruçla alâkalı bir hadîste mealen; "Her kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına (yani orucuna) Allah'ın hiçbir ihtiyacı yoktur."[25] buyurmaktadır. Bu hadîsten, yasaklanan davranışlardan uzak durmadıkça yapılan ibadetlerin Allah (celle celâluhu) katında bir değerinin bulunmayacağı anlaşılmaktadır.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sıradan hâllerde bile yalana müsaade etmemektedir. Abdullah b. Âmir'in başından geçen bir hâdise bu hususla ilgilidir. Abdullah b. Âmir naklediyor: "Bir gün Allah Resûlü bizim evde oturuyordu ve bu sırada annem 'Sana bir şey vereceğim.' diye beni çağırdı. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Ona ne verecektin?' diye sordu. Annem 'Hurma verecektim.' dedi. Bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Eğer hurmayı vermeyecek olsaydın, sana günah olarak bir yalan yazılacaktı.' buyurmuştur."[26]
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hadîste şakasında dahi yalan söylemeyen kimseye Cennet'in ortasında bir köşk verileceğine kefil olduğunu bildirmektedir.[27] Aksini yapanlar, yani insanları güldürmek maksadıyla yalan sözlerle mizah yapanlar için ise Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): "Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona!"[28] buyurmaktadır. Şakadan yalan söylemeye getirilen yasak, İslâm'da yalanı yasaklamanın ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Bir defasında Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem): "Mü'min korkak olabilir mi?" diye bir soru soruldu. O, "evet" dedi. "Cimri olabilir mi?" denildi. Ona da "evet" dedi. "Peki, yalancı olabilir mi?" sorusuna ise "hayır!" cevabını verdi.[29]
Bir başka hadîste Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): "Mü'minin tabiatında her haslet bulunabilir; ama hıyanet ve yalan asla bulunamaz."[30] buyurmuştur. Görüldüğü gibi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yalanı mü'minin tabiatına asla yakıştıramamaktadır.
Yalan konuşmak, bir münafıklık alâmetidir.[31] Bazı âyetlerde münafıkların yalancı oldukları açıkça ifade edilmektedir.[32] Âyet-i kerîmede onların Cehennem'in en alt katında oldukları ve oradan asla kurtulamayacakları buyrulmakta,[33] hadîs-i şerîfte de insanların en şerlileri oldukları vurgulanmaktadır.[34]
Yalancının Cezâsı
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de haddi aşan yalancı kimseleri iflâh etmeyeceğini,[35] yalan söyleyenlerin elim bir azaba uğrayacaklarını[36] ve Âhiret'te hâllerinin perişan olacağını[37] bildirmektedir.
Hadîste geçtiği üzere bir kimse yalan söyleye söyleye ve her işinde yalana başvurmak suretiyle artık Allah (celle celâluhu) katında yalancı olarak yazılır.[38] Benzer bir hadîste, yalan söylemeye devam eden kişinin kalbinde siyah bir nokta belirir; (yalanı bırakıp da tevbe etmediği takdirde bu nokta büyür) tâ ki kalbinin tamamı simsiyah kesilir. Artık o kimse Allah katında yalancılardan yazılır.[39] Bir başka hadîste de Allah adına yapılan yeminlere en ufak (sivrisineğin kanadı kadar) bir yalan karıştırmanın kişinin kalbinde kıyamete kadar bir leke olarak kalacağı ifade buyrulmuştur.[40]
Bir keresinde Abdullah b. Mes'ûd, Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "Her kim bir Müslüman'ın malını çekip almak için yalan yere yemin ederse, kıyamet gününde Allah'a kendisine öfkeli olduğu hâlde kavuşur." sözünü nakletmişti. Eş'as b. Kays el-Kindî bu hadîsin kendi başından geçen bir hâdiseyle ilgili olduğunu söyleyerek şunları anlatmıştır: Benimle bir Yahudi arasında bir arazi anlaşmazlığı vardı. O, bu arazinin kendisine ait olduğunu iddia etti. Ben de onu Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdim. Resûlullah bana "Senin bir delilin var mı?" dedi. Ben "Hayır, yok." dedim. Bu sefer Allah Resûlü Yahudi'ye hitaben "Yemin et." buyurdu. Ben de "Yâ Resûlallah, bu adam yemin eder ve benim malımı alıp götürür." dedim. Bunun üzerine Yüce Allah; "Dünyalık az bir menfaat karşılığında, Allah'a verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların Âhiret'te hiçbir nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak. Onların yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı çok acı bir azaptır."[41] mealindeki âyetini indirdi.[42]
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîste; "Üç kişi vardır ki, Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz. Onları tezkiye de etmez (Ebû Muâviye, "ve onlara bakmaz" demiş) hem onlara elim bir azap vardır. Bunlar: zina eden ihtiyar, yalancı devlet başkanı ve kibirlenen fakirdir"[43] buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın bu üç kişiyle konuşmaması ve onlara bakmaması, onların durumları gereği bu günahları işlemekten uzak bulunmaları ve onlar için bu günahlara götüren sebeplerin zayıflığından ileri gelmektedir. Hiçbir kul işlediği günahtan dolayı mazur görülemez; fakat bir kimsenin günah işlemeye götürücü sebepler yokken günaha girmesi, Allah'ın (celle celâluhu) emirlerini hafife alma ve sırf Allah'a isyan ifade etmesi bakımından büyük bir cürümdür. Hadîste geçen yalancı devlet başkanını ele alırsak, bulunduğu mevkide yalan söylemesini gerektirecek bir durum bulunmamaktadır. O, teb'asının hiçbirinden korkacak değildir, onlara dalkavukluk yapmaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü insan ancak çekindiği, azarından veya eziyetinden korktuğu veyahut da bir çıkar umduğu kimselere karşı yalancıktan dalkavukluk yapar. Devlet başkanı ise yalan ve dalkavukluktan mutlak surette müstağnidir.[44] Ayrıca devlet başkanının sözünün halk üzerinde büyük bir tesiri vardır; çünkü o sıradan biri değildir. Halk, "Devlet başkanı ne söylerse söylesin doğru söylüyordur." düşüncesine sahiptir. Hâl böyle iken yalan söyleyen bir devlet başkanının yalanı da normal bir yalan olmaktan çıkar. İşte Allah, bu hâlde yalan söyleyen bir devlet başkanıyla kıyamet gününde konuşmayacak ve ona dönüp bakmayacak, yani ona merhamet etmeyecektir.
Bir başka hadîste Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); yalancı ve zalim idareciler ve onları tasdik eden teb'anın durumunu şöyle ifade buyurur: "Benden sonra sizin bazı yöneticileriniz olacak. Yaptıkları zulümlerde onlara yardımcı olmayın, söyledikleri yalanları tasdik etmeyin! Kim onların zulmüne yardım eder ve yalanlarını tasdik ederse onlar benden değil, ben de onlardan değilim. O kimseler Havz-ı Kevser'imin yanına yaklaşamazlar."[45] Hadiste dikkat edilirse, havza yaklaştırılmayanlar yalancı yöneticileri tasdik eden halktır. Yalancıları tasdik edenlerin hâli böyleyse, yalancı yöneticilerin hâli kim bilir ne kadar kötü olacaktır.
Devlet başkanının yalanı, nasıl büyük bir yalan ve cürümdür, gazetecinin yalanı da aynen öyledir. Zîrâ devlet başkanının konumu gereği yalan söylemesine mahal yoktur. Gazeteciye gelince, onun mesleği yalana asla yer verilmemesi gereken bir meslektir. Konumları itibariyle yalandan uzak durmaları gereken kimseler, yalana başvurdukları takdirde cezaları da o nispette artmaktadır.
Rüyasında görmediği bir şeyi gördüm diyerek yalan söylemek hadîsin ifadesiyle iftiraların en büyüğüdür. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir yalancı hakkında; "Her kim görmediği bir rüyayı gördüm diye yalan söylerse, (kıyamet gününde) ona iki arpa tanesini birbirine düğümlemesi teklif edilir. O da bu işi yapamaz. (İşte böylece hiçbir zaman yapamayacağı bu işle azap olunur.)"[46] buyurmuştur. Yalan rüya anlatan kimsenin ağır bir cezaya çarptırılmasının sebebi, rüyanın nübüvvetten bir cüz olması itibariyledir. Çünkü insanın rüyasında gördüklerini Allah (celle celâluhu) göstermektedir. Bu durumda kişinin, rüyasında görmediğini gördüm demesi, bir nevi Allah'a karşı bir yalan ve bühtan olmaktadır.[47] Bu hadîse göre gerçek hayatta yaşanmış gibi gösterilen düzmece senaryolara dayalı haber ve programların[48] ahlâkî olmadığı gayet açıktır.
Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına anlattığı uzunca bir rüyanın bir bölümü, yalancı kimseye verilen cezayla alâkalıdır. İki melek, Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sahraya çıkarırlar ve kendisine orada azap ve işkence gören bazı insanlar gösterirler. Bunlardan biri yerde oturuyor, ayaktaki başka biri, elindeki demirden çatal bir kancayı oturanın ağzının sağ tarafına takıp tâ kafasına kadar sokuyor ve ağzın bu kısmını parçalıyor. Sonra adamın sol yüzünü aynı şekilde parçalıyor. Bu sırada ağzın sağ tarafı iyileşiyor. Bu sefer adam, sağ tarafı tekrar parçalıyor. İki melek, ağzı parçalanan bu kimsenin yalancı biri olduğunu, dünyada devamlı yalan söylediğini, yalanlarının her tarafa ulaştığını ve kıyamet gününe kadar bu şekilde azap çekeceğini bildirmişlerdir.[49] Bu rüyayla alâkalı başka bir rivâyette "Bu yalancı adam, erkenden evinden çıkar ve öyle bir yalan uydururdu ki, onun yalanı her tarafa yayılırdı."[50] kaydı vardır. Televizyon ve internet vasıtasıyla haberlerin dünyanın her tarafına bir ânda yayılması, bu hadîsi nasıl da tasdik etmektedir!
Netice itibariyle İslâm dini Müslümanlara, yalandan uzak durmayı bir meziyet hâline getirmelerini, hayatın her alanında yalandan kaçınmalarını ve en küçük bir yalana dahi tevessül etmemelerini emretmektedir. Yalancılara verilecek cezalar konusunda ise doğrusu bunlar, ancak Âhiret'e inananlar için bir mânâ ifade eder. Bir kimse, yalanıyla bu dünyadaki diğer insanları, hattâ toplulukları aldatabilir; fakat her şeyi gören ve bilen Allah'ı aldatması mümkün değildir. Bu durumda, Allah'ın kendisini her an görüp gözettiğine (murâkabe) ve yaptığı her şeyin hesabını Allah'a vereceğine (muhâsebe) inanan bir gazetecinin, yalanın en küçüğüne dahi başvurması asla düşünülemez.
[1] Ahmed b. Hanbel, II, 519.
[2] İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "kzb" md., (I, 704).
[3] Mâverdî, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed, Edebü'd-dünya ve'd-dîn, Beyrut 1405/1985, s. 271; Cürcânî, Ali b. Muhammed, Mu'cemu't-ta'rîfât, Kahire t.y., s. 154.
[4] İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, Fethü'l-bârî, (thk. Abdülkadir Şeybe el-Hamd), Riyad 1421/2001, V, 353.
[5] Râğıb el-İsfehânî, Ebû'l-Kâsım el-Hüseyin b. Muhammed, Kitâbü'z-zerîa ilâ mekârimi'ş-şerîa, Kahire 1428/2007, s. 196; Nadratü'n-naîm (Ahlâk Ansiklopedisi), Cidde 1418/1998, XI, 5384.
[6] İbn Manzûr, a.g.e., "zvr" md., (IV, 336).
[7] İbn Manzûr, a.g.e., "kvl" md., (XI, 574).
[8] el-Mevsûâtü'l-fıkhiyye, Vezâretü'l-evkâf ve'ş-şuûni'l-İslâmiyye, Kuveyt 1404/1983-1427/2006, XI, 254.
[9] a.g.e., XXXIV, 205.
[10] a.g.e., V, 276.
[11] a.g.e., XXXIII, 5.
[12] Hac (22), 30.
[13] Mevdûdî, Ebu'l-A'lâ, Tefhîmü'l-Kur'ân, (trc.: M.Han Kayanî, Y.Karaca, N.Şişman, İ.Bosnalı, A.Ünal ve H.Aktaş), İstanbul 1986, III, 329.
[14] Ahmed b. Hanbel, IV, 178, 233, 322.
[15] Şuarâ (26), 221-223.
[16] Şuarâ (26), 224-226.
[17] Kutup, Seyyit, Fî zılâli'l-Kur'ân, Kahire 1412/1992, V, 2621.
[18] Buhârî, Edeb, 92; Tirmizî, Edeb, 71.
[19] Tirmizî, Birr, 46.
[20] İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed, el-Musannef, (thk. Muhammed Avvâme), Beyrut 1427/2006, XIII, 150.
[21] Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Edebü'l-müfred, (Harekeleme ve tahriç: Halid Abdurrahman el-'Ak), Beyrut 1424/2003, s. 119.
[22] Buhârî, Şehâdât, 10; Müslim, İman, 144.
[23] İbn Hacer, Fethü'l-Bârî, 325-326; Aynî, Bedruddin, Umdetü'l-kârî, Beyrut 1421/2001, XXII, 138.
[24] Buhârî, Eymân ve Nüzûr, 16, İstitâbetü'l-mürteddîn, 1.
[25] Buhârî, Savm, 8.
[26] Ebû Dâvûd, Edeb, 80. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 452.
[27] Ebû Dâvûd, Edeb, 7.
[28] Tirmizî, Zühd, 10.
[29] İmam Mâlik, Kelam, 19.
[30] İbn Ebî Şeybe, Musannef, XIII, 150-151; Ahmed b. Hanbel, V, 252.
[31] Buhârî, İman, 24, Şehâdât, 28; Müslim, İman, 106, 107.
[32] Bkz. Bakara (2), 10; Tevbe (9), 77; Münafikûn (63), 1.
[33] Nisâ (4), 145.
[34] Buhârî, Ahkâm, 28.
[35] Mü'min (40), 28.
[36] Bakara (2), 10.
[37] Mürselât (77), 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49; Mutaffifîn (83), 10.
[38] Müslim, Birr, 104, 105; Ebû Dâvûd, Edeb, 80.
[39] İmam Mâlik, Kelam, 18.
[40] Tirmizî, Tefsîru Sûrati'n-Nisâ (4), 6; Ahmed b. Hanbel, III, 495.
[41] Âl-i İmrân (3), 77.
[42] Buhârî, Husûmât, 4, Rehn, 6.
[43] Müslim, İman, 172; Ahmed b. Hanbel, II, 480.
[44] Kâdı Iyaz, Ebu'l-Fadl Iyaz b. Musa, İkmâlü'l-mu'lim, (thk. D. Yahya İsmail), Mansûra (Mısır) 1419/1998, I, 383-384.
[45] Ahmed b. Hanbel, VI, 395; İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân et-Temîmî, Sahih, (Sahîhu İbn Hibbân bi-tertib-i İbn Belbân), (thk. Şuayb el-Arnaûd), Beyrut 1414/1993, I, 517-520.
[46] Buhârî, Ta'bir, 45; Tirmizî, Rüya, 8.
[47] Miras, Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, DİB, Ankara t.y., XII, 285; el-Mevsûâtü'l-fıkhiyye, 1416/1995, XXXIV, 209.
[48] Bu tür programlarla ilgili olarak bkz. Zaman Gazetesi, 1 Eylül 2007. Burada kastettiğimiz programlar, kadın-aile programlarıdır, dizi ve filmler değildir.
[49] Buhârî, Cenâiz, 93, Ta'bir, 48.
[50] Buhârî, Ta'bir, 48.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Temmuz, 2015; 109. sayı)