Sünnetin Kıymetini İdrak





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/28/2022
Clap

Sünnet, Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitab’ın yanında korunup kollanan ve her asırda yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.

Mahlûkatın en şereflisi olan insanoğluna (Tîn, 95/4), Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) tarafından hususî lütuflar bahşedilmiş; yeryüzünde ve gökyüzündeki bütün varlıklar onun emrine âmâde kılınmıştır (İbrahim, 14/33). Kendisine yeryüzünün halifesi olma şerefi bahşedilmiş olan insanoğluna (Bakara, 2/30), akıl, kalb, ruh, idrak ve vicdan gibi latifelerini kullanabilme hususiyetiyle de diğer canlılardan daha üstün bir mertebe kazandırılmıştır (Mü’minûn, 23/78). Bu vasıflar insanın, Allah (celle celâlühü) katında üstün bir varlık olarak değer kazandığını gösterir. Lakin bu gibi üstün vasıflarla donatılmış insanoğlu, elbette başı-boş bırakılmamış (Kıyâme, 75/36) ve ondan bu vasıflarına yaraşır bir vazife ve aksiyon sahibi (kul) olması istenmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Allah Teâlâ, insanoğluna hayatın mânâsını, yaratılışın gayesini, var olmanın hikmetlerini duyuracak, insanları yalnızlıktan, gayesizlikten, hedefsizlikten kurtaracak özel donanımlı, müstesna bazı karakterleri seçerek onları peygamber olarak göndermiştir. Bu üstün fıtratlar, kendi devirlerinde, kendi sorumluluk sahaları içerisinde hakka hakikate tercüman olmuşlar, mesuliyet alanlarındaki insanlara rehberlik etmişlerdir.[1]

Risaleti bütün insanlığı ve cinler taifesini kuşatan, nübüvvet zincirinin son halkası Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) de, tertemiz fıtratı, kusursuz görüntü ve sûreti, yüksek ahlâkı, emniyeti, sadakati, âbidevî iffet ve namusu, üstün istidadı, şaşmayan istikrarı, harika beyan kabiliyeti, derinlerden derin kulluk şuuru ve fevkalâde donanımıyla gönderiliş gayesine tamı tamına mutabık bir ömür sürmüştür. O (sallallahü aleyhi ve sellem) bu müstesna donanımıyla insanlığın önünde, emin bir rehber, kusursuz bir mürşit, mükemmel bir terbiyeci ve fetanetle hareket eden ciddi bir halaskâr olarak temayüz etmiştir. Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) bu muhteşem örnekliği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmiştir: “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel bir örnek vardır.”(Ahzâb, 33/21)

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) eşsiz, benzersiz bir modeldir; O (sallallahü aleyhi ve sellem), kulluğun Allah’ın muradına uygun bir şekilde nasıl ifa edilebileceği hususunda emsalsiz bir kılavuzdur. O’nun kılavuzluğuna dikkat kesilmek, hayatının her kesitine hikmet penceresinden bakabilmek, O’na saygı, sevgi ve hürmette asla kusur etmemek, sözde ve fiilde hiçbir şekilde O’nun önüne geçmemek (Hucurât, 49/1), müminler için Allah’a (celle celâlühü) itaat ve muhabbetin olmazsa olmaz temel şartıdır (Âl-i İmrân, 3/31). ‘Efendimiz’in hayatı boyunca izlediği yolu, hayat tarzı, dünya görüşü, beşerî ve içtimaî hayatı yönetip yönlendirmede esas aldığı prensipler bütünü’ diye tarif edebileceğimiz Sünnet-i Seniyye ise, O’nun bize mukaddes bir emanetidir. O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) iman ve itaat yükümlülüğümüzü (Nisâ, 4/59), ancak O’nun bir hayat tarzı olarak ortaya koyduğu Sünnet’ine karşı göstereceğimiz saygı, hürmet ve itaatle îfa edebiliriz.

Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak ufku ile kastımız, hayatın bütün yönlerini kuşatan bir esas olarak Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’ine gönülden bağlanma ve teslim olma şuurudur. Allah’ın Elçisi’ne karşı göstermemiz gereken saygı ve hürmet de, Sünnet’inin hayatımızı bütün yönleriyle kuşatan ve fonksiyonerliğini yaşantımızın bütün kılcallarında hissettiğimiz bir idrak ufkunu edinmiş olmamıza bağlıdır.

 

Sünnet’e Gönülden Bağlanmak

‘Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak’, her şeyden önce Sünnet’in varlığını kabul ve tasdik ile başlar. İslâm’a boyun eğmiş her ferdin, murad-ı ilâhîye uygun bir şekilde yaşayabilmek için Sünnet-i Seniyye’ye muhtaç olduğunu gönülden kabullenmesi gerekir. Kur’ân-ı Hakîm, Allah’a (celle celâlühü) iman ve itaate giden yolun, Elçisi’nin gösterdiği yola uymaktan geçtiğini açıkça ifade buyurmaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân, 3/31). Bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir: “Bu âyet nazil olduğu zaman münafıkların reisi Abdullah b. Übey, ‘Bakın, Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah’a taat gibi tutuyor ve bize, Hıristiyanların İsa’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor.’ demişti de, bunun üzerine şu âyet nazil olmuştu:

De ki: “Allah’a ve Resulullah’a itaat ediniz. Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/32). Ve böyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak değil, yalnız “Ben özümü Allah’a teslim ettim.” diyerek bütün sevgiyi sırf Allah’ta toplayıp, O’na teslim olmak ve itaati yalnızca O’na yapmaktır. Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) de sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidayetinin ve emirlerinin dellâlı ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Bir elçiyi tanımak demek, sadece onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı da tanımak demektir. Nasıl bir devletin elçisini ve memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek anlamına geliyorsa, Allah’ın Elçisi demek olan Peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah’ı inkâr ve saygısızlık demektir.”[2]

 

Sünnet’in Mahiyetini Kavramak

Sünnet’in fonksiyonunu idrak etmek, Sünnet’in mahiyetinin ne olduğunu ve hayatı yönetip yönlendirmede Sünnet’e dair hangi esasların bulunduğunu bilmeyi ve kavramayı da gerektirir. Bu husus, Sünnet’in kıymetini ve değerini kavramış mü’min bir kimse için önemli bir vecibedir. Malum olduğu üzere, bir kimse kendi yaşantısı için ihtiyaç hissettiği veya değer verdiği hususları bilmek ve öğrenmek için hususî bir gayret gösterir. Bu, hayatın anlamını ortaya koyan “ne, niçin ve nasıl” sorularını soran şuurlu kimseler için atılması gereken önemli bir adımdır. Bu adım, kıymet verdiğimiz, inandığımız ve ehemmiyet atfettiğimiz Sünnet’in de bu şuurla bilinmesi ve kavranması, fonksiyonunun idrak açısından fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bu, Sünnet’in değerinin farkına varıldığını, hayatı tanzim için Sünnet’in ne derece lüzumlu olduğunu gösteren sözden öte fiilî bir davranıştır.

İlmî temeli bulunmayan kabullerin diri ve sağlam kalması çok zor, hatta imkânsızdır. İnançlarımızı ve kabullerimizi mutlaka ilmî bir temele dayandırmamız gerekir. Zîrâ insan ancak ilim ve tefekkür gücü nispetinde ayakta kalabilir. Aksi hâlde inançlarına ve hayat tarzına yönelik şüpheler ve saldırılar karşısında mukavemet gücünün zaafiyete uğraması mukadderdir. Geçmişten günümüze Müslümanca yaşamanın esasını teşkil eden Sünnet’in varlığına karşı içerden ve dışarıdan çeşitli tehditler yöneltildiği bilinen bir husustur. Dünyevîleşme ve seküler hayat anlayışının bizi biz yapan değerlerimizi kuşattığı günümüz şartlarında, muhtelif fikrî akımlar, Sünnet’e uygun İslâmî anlayışı çeşitli açılardan tenkit konusu yapmakta, buna dair deliller geliştirmektedir. Sünnet’e uygun yaşamanın modern hayata uygun düşmeyeceği tezi masum zihinlere zerkedilmeye çalışılmaktadır. Oysa çağımız insanının karşı karşıya kaldığı yıkıcı problemleri üreten anlayışın, esasen temelde Batı kaynaklı modern veya post modern hayat anlayışı olduğu bilindiği hâlde, bu anlayışın alternatifsiz olduğu âdeta dayatılmaktadır.

İnsanın tabiatına uygun, onu bütün değerleriyle kabul eden, sun’î birtakım yargılara mahkûm etmeyen Sünnet eksenli hayat anlayışı, haddizatında bu problemlerin oluşumunda asla pay sahibi olmamıştır. Asrımız insanının en temel problemleri olarak belirginleşen ekonomik adaletsizliğin doğurduğu ‘fakirlik’, eğitim eşitsizliğinin sebep olduğu ‘cehalet’, kitlesel ve beynelmilel terör ve ırk ayrımcılığından neşet eden ‘ırkçılık (tefrika)’ gibi kronikleşmiş problemlerin çözümü, Sünnet’in cihanşümul prensiplerine dayalı bir hayat anlayışını özümsemekten geçmektedir. Bu da ancak hakiki mânâda Sünnet’in ne olduğunun, ne gibi prensipleri öngördüğünün bilinmesi ve şuurlu bir Sünnet anlayışının yerleştirilmesiyle mümkündür. Batı kaynaklı çeşitli fikrî cereyanların tesiri altında kalmış günümüz modern insanı, kendi hayat tarzına uymadığı gerekçesiyle Sünnet’in kimi unsurlarını tahrif etmek ve onun kutlu mesajını zan altında bırakmak gibi bir yol izleyebiliyor. Oysa doğru bir bakış açısıyla hareket ederek, suçu Sünnet’in çağları aşan rehberliğinde aramak yerine, tabiatı tahrip eden, yerküremizin geleceğini tehdit eden, doymak bilmeyen egoist ve pragmatist (materyalist) anlayışta aramak, yegâne suçlu olarak onu mahkûm etmek en isabetli yol olmalıdır.

Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde yaşanan Sünnet’in ne olduğunun tespitinde, aradan asırlar geçmiş olduğu bahane edilerek ve hadîslerin tespiti konusundaki bazı gelişmeleri öne sürerek birtakım belirsizliklerin bulunduğuna dair şüpheler üretmek, kendi kültürümüze ve aslımıza karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Batılı misyoner ve oryantalistlerin bazı emellerini gerçekleştirmek maksadıyla ürettikleri bazı şüpheler, bizim Sünnet eksenli düşünce ve hayat anlayışımıza sadakatimiz konusunda asla zaafiyet oluşturmamalıdır. Sünnet, asla hayalî bir medeniyet nazariyesi değildir; O, yaşanmış, esasları belirlenmiş, onun rehberliğinde yol alan birçok milletin kendini keşfetmesinin âmili olmuş, İlâhî lütfun bir eseridir. Allah Resûlü tarafından çeyrek asırlık bir zaman diliminde, O’nun rehberliğine sarılan Arap toplumunu şaha kaldırmış, Selçukluyu ilim ve medeniyette zirveye taşımış, Osmanlı toplumunu asırlarca milletler ve kültürler arası muvazenede başarıdan başarıya koşturmuş; İmam Ebû Hanife (v.150/767), İmam Buhârî (v.256/869), İmam Tahâvî (v.321/933), İmam Mâturidî (v.333/944), İmam Gazzâlî (v.505/1111), Abdulkadir Geylânî (v.561/1166), Mevlâna Celâleddin Rûmî (v.672/1273), Şâh-ı Nakşibend (v.791/1389), İmam Rabbânî (v.1034/1624) ve Bediüzzaman Said Nursî (1878–1960) gibi dünyayı aydınlatan fikir ve gönül erlerini insanlığın yüz akı olarak sunmuş, büyük ve yüce bir medeniyet iksiridir.

Günümüz Müslüman toplumlarına düşen, geçmişin bu parlak ve güven veren şahitliği karşısında sadece övünmek ve geçmişle avunmak değil, Sünnet’in asrı okumamızı sağlayacak cihanşümul mesajlarına kulak vermek, hayatımızı yeniden şekillendirmesine imkân tanımak ve ona olan bağlılığımızı bir kez daha göstermektir. Bu konuda en çok muzdarip olduğumuz husus, saygı ve hürmet konusuna sözde büyük önem atfettiğimiz hâlde, özde ve temsil itibariyle yaya kalmamız, özümüzle sözümüzü uyuşturamamamız ve hayatımızı ona bağlı sürdürme konusunda büyük uçurumlar yaşamış olmamızdır. Esasen Sünnet’e saygı ve hürmetin tek bir ifade ediliş tarzı vardır ki, o da, hayatımızı ilmek ilmek onun mesaj ve buyrukları doğrultusunda dokumak, sözün değil fiilin fonksiyonel kılınmasına fırsat vermektir. Geçmişte yaşananlardan alacağımız en temel ders bu olsa gerektir.

 

Sünnet’i Doğru Okumak ve Yaşamak

Mevlâ-i Müteâl’in evrensel mesajını ve Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini, Asr-ı Saadet ikliminde doğru okuyan ve çeyrek asırlık bir zaman dilimindeki mucizevî bir inkılâbı gerçekleştiren kutlu bir nazarla yeniden okumak gibi bir mükellefiyet altındayız. ‘Yeniden okumak’ deyimiyle kastımız, günümüz Müslüman toplumlarının içine düştüğü problemler yumağından, çaresizlik sarmalından kurtuluşa vesile olabilecek bir bakış ve idrak ufkudur. Çağımızın en derin fikir mimarlarından Bediüzzaman Said Nursî’nin tecdit ettiği bir bakış açısıyla okumayı, yani bir taraftan ilâhî/teşriî mesajları muhtevası, mânâsı ve bütün derinlikleriyle büyük bir itina ile okurken, diğer taraftan da tekvînî emirler diyebileceğimiz kâinat kitabının da aynı titizlikle okunmasına odaklanmayı kastediyoruz. Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si dikkatle tahlil edilecek olursa, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) da o kutlu çağda bu metodun izlenmesi ve her iki kitabın da aynı ciddiyetle ve aynı derinlikle okunması gerektiği mesajını verdiğini görürüz. Nitekim Mekke’nin o zorlu ve işkenceli siyasî iklimini üstün bir liderlik ferasetiyle çözmeyi bilmiş ve “kötülüğü iyilikle savmak” (Ra’d, 13/22) gibi evrensel bir prensiple aleyhine gibi görünen şartları –Allah’ın lütfu ve inayetiyle– lehine çevirmeye muvaffak olmuştur. Meselâ Bedir Savaşı’nda ashaptan Hubâb b. Münzir’in önerisi üzerine ordusunu Kureyş’e en yakın su kuyularının başına konuşlandırmak suretiyle üstün bir savaş stratejisi izlemiş (İbn Sa’d, Tabakât, II/15), Hendek Muharebesi’nde de “Savaş, (bir tür taktik ve) aldatmadır” (Buhârî, Cihâd 156) buyurarak düşmana karşı şaşırtıcı ve farklı bir manevra yapmanın önemine dikkat çekmiştir. Bunun gibi daha birçok uygulama, O’nun, Allah’ın yardım ve inayetini bütün gönlüyle dilemesinin yanında iradenin hakkını verdiğini ve dolayısıyla sebeplere de kusursuz bir şekilde riayet ettiğini göstermektedir.

Sünnet-i Seniyye’yi günümüz İslâm âleminin kronikleşmiş problemlerini çözmede temel bir referans kaynağı olarak takdim ederken, söz konusu iki temel bakış açısını birlikte ele almak, yani hem teşriî, hem de tekvînî kanunları birlikte mütalâa etmek gerekecektir. Doğru okuma, anlama ve uygulama, muvaffakiyetin ve maddî-mânevî terakkinin en önemli tarafını ve en temel sebeplerini teşkil etmektedir. Efendiler Efendisi’nin bize telkin ettiği söz konusu bu bakış açısı, son birkaç yüzyıldır Müslümanlarca ihmal edildiğinden, maalesef yaşanan sıkıntıların ve maddî plandaki çöküşün faturası maalesef dine, diyanete çıkartılmıştır. Oysa bu hususta kusur, İlâhî Kelâmı bildiği hâlde tekvînî kurallara gerekli itinayı göstermeyen, sebepler plânını ihmal eden biz insanlara aittir. İtikadı ne olursa olsun, bu kurallara riayet etmeyen insan mutlaka cezalandırılır. Meselâ, hilkatinin özünde su olan canlı bir varlık, suya bağımlı olduğunu bildiği hâlde susuz kalmakta inat ederse, bu kanun onun bu hatasını cezalandırır ve hayatiyetine son verir. Dolayısıyla Sünnetullah diye bilinen bu kanunlara riayet ederek Allah’a sığınma, O’nun inayetini talep etme anlayışı, hayatı ve de Sünnet-i Seniyye’yi doğru okumak demektir.

 

Asrın Problemlerine Sünnet’ten Çözümler

Meseleyi günümüz Müslümanlarının öteden beri muzdarip olduğu temel bazı problemlerin halli konusuyla irtibatlandırarak açacak olursak, şunu ifade edebiliriz ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Sünnet-i Seniyye’nin rehberliği sayesinde çözüme kavuşturulmuş ‘cehalet, fakr u zaruret ve iftirak’ günümüz için de en çetin problemler arasındadır. Bugün Müslümanlar bu problemleri çözememenin sancısını yaşayıp durmaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri de haklı olarak bu hususa dikkat çekerek, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, mârifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.”[3] demektedir. Son birkaç asırdır İslâm âlemini derinden sarsan, dün verici iken bu gün dilenci durumuna düşüren, borçlarının faizini dahi veremeyecek kadar zavallılaştıran en temel sebep, yıllar yılı kâinat kitabını okumayı ihmal eden bir bakış açısının ezici baskısı altında kıvranıp durmaktır. O hâlde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu problemlere nasıl çözüm bulduğuna yakından bakalım:

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’si de başlangıçta bu gibi problemlerden muzdaripti; hicretin ilk yıllarında açlık sınırının altında yaşamak durumunda kalan Ashab-ı Suffa’nın hâli Efendimiz’i derinden sarsıyordu. Çalışmaktan elleri nasır bağlamış kızı Hz. Fatıma, bazı esirlerin getirildiği haberini duyunca, Kendisinden bir hizmetçi istemişti de, O buna, “Ashab-ı Suffa açlıktan kıvranıp dururken size hizmetçi veremem. Henüz onların maişetlerini temin edemedim. Esirleri satıp onunla ancak Ashab-ı Suffa’nın ihtiyaçlarını karşılarım” diye cevap vermişti. (İbn Hanbel, Müsned, I/106) Resulüllah’ın hane-i saadetlerinde de haftalar ve hatta aylarca ateş yanmadığı olurdu. Ashab-ı Suffa’dan Ebû Hüreyre (ra) ve Ebû Zer (ra), akşam olunca Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kapısında toplandıklarını, O’nun da onları birer ikişer sahabeye taksim ettiğini, kalanları da Kendisi götürerek yedirdiğini anlatırlar.[4] O günlerde Medine sokakları, bu güzide insanların fakr u zaruretle imtihanlarına şahitlik ediyordu. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “fitnesinden Allah’a sığındığı” (Buhârî, Daavât 39), “neredeyse küfürle aynı olacağını” beyan ettiği (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, VI/210) bu fakr u zaruretin halli için öncelikle müminler arasındaki birliği tesis etmeye matuf olarak mal-mülk sahibi Ensar ile canlarından başka her şeylerini geride bırakarak hicret etmiş bulunan Muhacirler arasında kardeşlik akdi (muâhât) tesis etti. Bu muâhât çerçevesinde Ensar’ın Muhacirlere karşı gösterdikleri âlicenaplıkları, yardım ve feragatleri, muvakkaten onların yaralarına merhem olmuş; akabinde Müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmalarına vesile olmuştu. Muhacirler vasıtasıyla kurulan Müslüman çarşı-pazarında İslâm iktisadının ticarî hayata getirdiği prensipler uygulanmış ve Yahudilerin ticarî hayattaki hâkimiyeti zamanla sona erdirilmişti.[5] Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hareket tarzı, sebeplere riayet ederek fakr u zaruretin halline dâir verdiği önemli bir mesajdır.

Hicretin ilk yıllarında ashap arasında okuma-yazma bilenlerin sayısı son derece sınırlı idi. Kur’ân’ın Arapları ümmî bir toplum olarak tanıtmasının (Cuma, 62/2) bir sebebi de bu olsa gerektir. Efendimiz de bu hususu, “Bizler ümmî bir toplumuz; ne yazmasını ne de hesap etmesini biliriz.” diye ifade etmişti. (Buhârî, Savm 13) Bu münasebetle toplumdaki okur-yazar seviyesinin yükseltilmesi için daha ilk günden itibaren büyük bir gayret sarfedildiği görülür. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye varınca önce mescit inşa ettirmiş, burada tesis edilen ilim meclislerinde sahabenin eğitim-öğretimini sağlayacak muallimler tayin etmişti. Mescidin müştemilatı içerisinde bulunan Suffa’nın müdavimlerine Kur’ân talimi ve okuma-yazma öğretmesi için Ubâde b. Sâmit (ra) görevlendirilmiş; Abdullah b. Sa’d el-Âs’a (ra) da hikmetle meşguliyeti dolayısıyla ‘hikmet muallimi’ namı verilmişti.[6] Bedir Savaşı’nda esir alınan Mekkelilerin, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmasına dair yapılan anlaşma da, ashabın eğitim-öğretimi için her türlü fırsatın değerlendirildiğini göstermektedir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yoğun bir eğitim-öğretim seferberliği yaparak cehaleti yenmenin lüzumunu açıkça ortaya koymakta ve günümüz eğitim gönüllülerinin adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir tarafında icra ettikleri dillere destan barış fedailiğine de çağlar ötesinden ilham kaynağı olmaktadır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti öncesinde Arap âleminde yaşanan kavmiyetçilik ve kabilecilik asabiyeti, toplumların en temel iftirak (ayrılık) sebepleri arasında yer alıyordu. Resûlüllah’ın hicretiyle birlikte Medine’de yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri de aynı dertten muzdarip durumdaydılar. İslâm’la müşerref olmadan önce kin, öfke, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzen; yüz yıllık kan davasından dolayı birbirlerinin canına kıyan, mallarını yağma eden; asla bir araya gelemeyen, anlaşamayan, uzlaşamayan ve Resûlü Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edişlerinden birkaç sene önce tutuştukları Buâs Harbi’nde acımasızca birbirlerini boğazlayan bu iki kabile, Allah’ın lütfu ve inayeti sayesinde sevgiyle birbirlerine kenetlenmiş (Enfâl, 8/63) ve hepsi tek yürek hâline gelip huzura ermişlerdi. Bu tali’li insanlar, Allah Resulü’nün onlara ilâhî bir mesaj olarak sunduğu, “Mü’minler ancak kardeştirler. O hâlde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nâil olasınız.” (Hucurât, 49/10) buyruğuna sımsıkı sarılarak kurtuluşa ermişlerdi. Onlar o Kutlu Elçi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Şunu iyi bilin ki, takva dışında hiçbir Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a, hiçbir siyahın beyaza, beyazın da siyaha karşı üstünlüğü yoktur. İlâhî huzurda sizin en değerli olanınız en müttakî olanınızdır.” (İbn Hanbel, Müsned, VI/411) beyanına tam bir sadakat göstermişler ve yaşadıkları bu muvaffakiyetin ancak İlâhî bir lütuf sayesinde olduğunu unutmamışlardı. Medine’de yaşanan bu uhuvvet ve ittifak, hissî olmanın ötesinde, aklî, mantıkî ve iradî bir gayretin neticesiydi.

Sünnet-i Seniyye’nin günümüz Müslümanları için bu hususta verdiği en önemli mesaj şudur ki, ‘muhabbet ve birlikte esas olan, sadece hissîlik değil, onunla birlikte duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî bir kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin dâima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Meselâ; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.’[7]

Netice itibariyle, Sünnet’in hayatımızdaki fonksiyonunu idrak edebilmek fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bunun farkına varabilmek ise, Sünnet-i Seniyye’ye olan ihtiyacı kalbinin derinliklerinde hissederek ona gönülden bağlanmak, mahiyetini kavramak, bize bahşedilen hayatı yönetip yönlendirmede hangi esaslarının bulunduğunu öğrenip anlamak ve anlamakla kalmayıp onun âb-ı hayat çeşmesinden doyasıya yudumlamak, onu hayatımıza hayat kılmakla mümkündür. Hususen Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ‘menhelü’l-azbi’l-mevrûd’unu (tatlı su kaynağını) günümüz Müslümanlarının nazarlarına sunarken, onu ‘teşriî ve tekvînî’ emirler kuşağında anlamak ve her iki zaviyeden de bakarak idrak etmek fevkalâde önemi haizdir. Böyle bir idrak ufkuyla dün nasıl Sünnet-i Seniyye’nin aydınlığında medeniyetler kurmuş ve insanlığın hayrına gelişmeler kaydetmişsek, bu, Allah’ın inayetiyle bu gün de, yarın da olabileceğini göstermektedir. Allah’ın nurunu söndürmeye çalışanların beyhude çabalarına kulak asmadan, gönülden hürmet ve saygıyla baş tacı ettiğimiz, bizi biz yaptığına ve yapacağına inandığımız, hikmeti, ilmi ve irfanıyla donandığımız, sözde değil özde bağlandığımız Sünnet-i Seniyye’yi, düşünce dünyamızın ve beşerî hayatımızın en temel mimarı hâline getirmek bizlere düşen en büyük vazifedir.

 

[1] Bkz. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s.132.

[2] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II/343.

[3] Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.57.

[4] Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, I/352.

[5] Hüseyin Algül, “Muâhât”, DİA, XXX/308.

[6] İbn Abdilberr, el-İstîâb, I/293.

[7] Fethullah Gülen, Kırık Testi 9 (Kalb İbresi), s. 88.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Ocak, 2011; 91. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/28/2022