Sünnete Sarılmayı Gerekli Kılan Amiller
Dinimizin iki kaynağı vardır. Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz'in (s.a.s.) sünneti. Sadece Kur'ân ile dinin gereklerini yerine getirmek mümkün değildir. Kur'ân'ın hayata geçirilişi, yaşanışı Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir. Resûlüllah'ın (s.a.s.), bir Müslüman olarak nasıl yaşadığını gözardı ederek müslümanca yaşamak mümkün değildir.
İslâmiyet'te meşrûiyetin olduğu gibi gerekliliğin de asıl kaynağı, Allah'ın Kitâb'ı ve Resûlü'nün (s.a.s.) sünnetidir. Her alanda gerekli ve geçerli olan bu kâide sebebiyle "Sünnete sarılma"yı, Kitab ve sünnet nassları ile incelemek şüphesiz tabiî bir durumdur.
Kur'ân-ı Kerîm'in sünnete sarılmayı emretmesi
Kur'ân-ı Kerîm'de sünnete sarılmak gerektiğini (sünnete i'tisâm), sünneti bir bütün olarak kapsayacak tarzda çok genel ve öz bir biçimde şu âyet ifâde eder: "Resûl size ne getirdi ise onu alın, ona tutunun; sizi neden nehyettiyse ondan kaçının!" (Haşr/59: 7). Sahâbîler, bu âyetin sünneti kapsadığı inancındadır. Meselâ, Abdullah İbn Mes'ûd, kendisine dövme yapma ve kadınların kaş tüyleri gibi bazı tüylerini alma yasağının Kur'ân'da bulunup bulunmadığı sorusuna, Peygamberimiz'in ilgili hadîsiyle cevap vermiş ve bunu Kur'ân'a ait bir nehiy gibi değerlendirme sadedinde de bu âyeti okumuştur.[1]
Mevdûdî, fey' taksimi münasebetiyle inen bu âyetteki hükmün umûmî ve asıl maksadın, tüm münasebetlerde Hz. Peygamber'in (s.a.s.) emirlerine teslimiyet olduğunu belirtmiş, bunun sebebini de şöyle izah etmiştir: "Resûl size neyi getirdi ise onu alın" denirken, cümlenin devamında "size neyi getirmediyse" değil, "neyi yasakladıysa ondan kaçının" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece fey'e ait malların paylaşımını ihtiva etseydi, o zaman "neyi getirmediyse" denirdi. Fakat, "neyi yasakladıysa" denilmesinden anlaşıldığına göre kastolunan, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) emir ve yasaklarına uyulmasıdır. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) de, "Size emrettiğimi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığımdan da kaçının."[2] buyurmuştur.
Hz. Peygamber'e (s.a.s.) iman edilmesini ve O'na uyulmasını emreden âyetler, Hz. Peygamber'in ve sünnetinin konumunu belirlemek bakımından i'tisâmın gereğini de ortaya koymaktadır. "Allah'a ve ümmî peygamber olan Resûlü'ne -ki o, Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız" (A'râf/7: 158) âyetinden anlaşıldığı üzere Resûlüllah'a (s.a.s.) iman ve O'na uyma, Allah Teâlâ'nın istediği yola uymuş olmak için şarttır. Resûl'e iman, O'nun getirdiği vahye ve ortaya koyduğu sünnete i'tisâmı gerektirirken, bunları tasdik etmemekten kaynaklanan i'tisâmsızlık da imansızlığa delildir.
Hz. Peygamber'in Müslümanlar için en güzel örnek olduğunu belirten "Andolsun ki, Resûlüllah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb/33: 21) âyeti, bağlanılması gereken sünnetin "üsve-i hasene (güzel örnek)" olduğunu belirtmekte, dolayısıyla i'tisâm teşvikinde bulunmaktadır. Zira "üsve", bütün fiillerinde O'na uymayı ve değer vermeyi, bütün ahvâlini önemsemeyi ihtiva eder.[3] Ayrıca âyetler, her devre hitap ettiği için, bütün Müslümanlar onun muhatabıdır. O (s.a.s.), her devirde örnek alınmalıdır.
Resûlüllah'a (s.a.s.) itaat edilmesi emri de sünnete i'tisâmı gerekli kılar. Bilindiği gibi, peygamberlere karşı yerine getirilmesi gereken vazifelerden ve onlara uyma şartlarından biri itaattir. "Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ/4: 80) âyeti, peygambere itaatin neden gerekli olduğunu ve itaatin zorunluluğunu ortaya koyar. Âyetler, Resûlüllah'a (s.a.s.) itaati, Allah'a itaat saymıştır.[4]
Peygamber'e (s.a.s.) itaati, sadece "Kur'ân konusunda Peygamber'e itaat gerekir." şeklinde anlamak mümkün değildir. Zira bu şekilde anlamayı gerektirecek nassî bir delil bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'e itaat mecburiyeti, O'na (s.a.s.) itaatin Allah'a itaat etme sayılmasındandır. Çünkü Hz. Peygamber, Kur'ân'ın ifadesiyle, sadece Allah'ın yolu sırât-ı müstakime götürmekte (Şûra/42: 52) ve yalnız Allah'tan kendisine vahyedilene uymaktadır (En'am/6: 50). Şayet Resûl'e itaatten sadece Allah'a itaat murad edilmiş olsaydı, "Allah'a ve Resûlüne itaati" emreden âyetler bulunmazdı. Ona itaat, Kur'ân'da bulunan hususlarda farzdır denilecek olursa bu, Resûl'e mahsus bir itaat sayılmaz. Allah ve Resûlü'ne itaat, ayrı ayrı zikredildiğine göre, Hz. Peygamber'e mahsus bir "itaat" alanı vardır ve O, (s.a.s.) Kur'ân'da yer almayan konularda hüküm veriyor demektir. "Allah Teâlâ, Peygamber'e itaat edin.' sözüyle 'Peygamber'le gönderdiğim âyetlere itaat edin, ama Peygamber'in bunun dışındaki açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın' demeyi murad etseydi, bunu açıkça söylerdi. Aksine mutlak bir ifadeyle, hiçbir şeyle kayıtlamadan Resûlüllah'a itaat edin.' buyuruyor. Öte yandan, Resûlüllah'a itaat edin' buyruğunun anlamı, Allah Teâlâ'nın O'nunla gönderdiği âyetlere itaat edin demek olsaydı, o takdirde, âyetlerin başındaki Allah'a itaat edin' sözü gereksiz bir tekrardan ibaret olurdu. Allah Teâlâ'nın emrettiği bu itaat, sadece Resûlü'nün getirdiği âyetleri kapsamamakta, âyetlerle birlikte sünnetine, hattâ şahsına itaati de içine almaktadır."[5]
İslâm âlimleri, konuyla ilgili âyetlerden hareketle Peygamber'e itaatin, O'nun sünnetine sarılmak ve getirmiş olduğu emir ve yasaklara boyun eğmek olduğunu söylemişler,[6] "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin." âyetlerinde Allah'a itaatin farzlarda, Resûl'e itaatin ise sünnetlerde itaat edin demek olduğunu belirtmişlerdir.[7]
Hz. Peygamber'e ittibâı emreden âyetler de sünnete uymayı gerektirir. "Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlü'ne -ki o, Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na ittiba edin ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf/7: 158) âyetinde Peygamber'e ittiba, Peygamber'e imanın devamı ve gereği sayılmıştır.
"De ki: Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran/3: 31) âyetinde ise Allah'ı sevmenin ve O'nun tarafından sevilmenin şartı, Peygamber'e ittiba olarak gösterilmiştir. Sevgi konusunda ittibaın şart koşulması, diğer konularda Peygamber'e ittibaı, tabiî olarak gerekli kılar. Ayrıca Allah Teâlâ'nın, Resûlü'ne (s.a.s.) tâbi olmayı kullarına farz kılması, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünnetinin Allah Teâlâ tarafından kabul edildiğini gösterir.
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) hükmüne kayıtsız-şartsız kabul ve teslimiyet ile, zerre kadar şüphe duymadan, kalpten inanıp razı olmak gerektiğini emrederken de hiç şüphesiz sünnete bağlanmayı da (sünnete i'tisâmı) emretmiş olmaktadır:
"Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb/33: 36) ve
"Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar." (Nisâ/4: 65) âyetlerinde sünnete i'tisâmın gereği açıkça vurgulanmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışında verdiği birçok hüküm bulunmaktadır.
"Allah ve Resûlü'ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah'a ve Resûlü'ne arzediniz." (Nisâ/4: 59) âyeti de sünnete müracaat emrini tekid eder. İlk dönem İslâm âlimlerinden Meymûn İbn Mihrân, "Allah'a arz edin" kısmının Allah'ın Kitab'ına, "Resûlü'ne arz edin" kısmının ise, O (s.a.s.) hayatta iken kendisine, vefat ettikten sonra da "sünnetine arz edin" demek olduğunu söylemiştir.[8]
Resûlüllah'ın (s.a.s.) çağrısına uyma gereğini bildirmek de sünnete i'tisâmı emretmek demektir. "Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah'a ve Resûlü'ne uyun." (Enfal/8: 24) âyetindeki "Peygamber'in çağrısı"nda bir sınırlama olmaması, O'nun her emir ve yasağına uyulması lâzım geldiğini gösterir. Hz. Peygamber'in çağrısı, tabiî ki sünneti de kapsamaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) isyan etmek ve O'na uymamak yasaklanmıştır. Bu yasaklar, dolayısıyla Hz. Peygamber'e bağlanma gereğini ortaya koyar:
"Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan eder ve O'nun koyduğu sınırları aşarsa Allah böylesini, devamlı kalacağı bir ateşe sokar." (Nisâ/4: 14).
"O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (Nur/24: 63) ve
"...Resûl'e karşı gelenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır." (Muhammed/47: 32) âyetleri, konuyla ilgili âyetlerden birkaçıdır. Son âyette, Hz. Peygamber'e karşı gelmenin Allah'a karşı gelme sayıldığı açıkça görülmektedir. Buradan, "Sünnete i'tisâm etmemek, Kitab'a i'tisâm etmemektir." sonucunu çıkarmak da mümkündür.
Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna delâlet eden "O, arzusuna göre konuşmaz." (Necm/53: 3) âyetinin sünneti de ihtiva ettiği, âlimlerce de kabul görmüş bir hakikattir.[9] Bu âyet, sünnete i'tisâmın önemli bir delilidir.
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı açıklama görevi, O'nun Kur'ân dışındaki söz ve uygulamalarına da i'tisâmı gerektirir. "Kur'ân dışında, Hz. Peygamber'e vahiy veya ilham ile bilgi gelmesini inkâr etmeye imkân görünmemektedir. Kur'ân'ın açıklaması O'na verildiğine göre, bu açıklama herhalde Kur'ân'dan ayrı birşey olmalıdır."[10] Ayrıca beyân yetkisi, açıklama şekillerinin tamamını kapsar. "İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik" (Nahl/16: 44) âyeti, Peygamber'in (s.a.s.) açıklamalarının, Kur'ân kaynaklı olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) teşri' yetkisi de, sünnete bağlılığı gerektirir. "O ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" (A'râf/7: 157) ve "Allah'ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar savaşın." (Tevbe/9: 29) âyetleri, Hz. Peygamber'in bu yetki ve görevini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tebliğ görevi de sünnete i'tisâmı gerektirir. Sünnet, Resûlüllah'ın (s.a.s.) Rabbi'nden aldığı risâleti tebliğden ibarettir. Allah O'na, bu risâleti tebliğ etmesini emrederek şöyle buyurmuştur: "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'na elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun" (Mâide/5: 67). Hz. Peygamber (s.a.s.), dini tebliğ ederken sadece Kur'ân'ı duyurmakla kalmamış, Kur'ân'ın yanında sünneti de bildirmiş, Kur'ân ve sünneti içiçe yaşamış ve ashâbına bu şekilde öğretmiştir.
Bütün bu âyetlerden ve yorumlardan anlaşılacağı gibi "Sünnete bağlılık (i'tisâm bi's-sünne)", her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'in müekked emridir. Kur'ân, sünnete uymayı herhangi bir ayırım yapmadan bir bütün olarak tavsiye eder. Hz. Peygamber'e iman edilmesi emri ve O'a inanmanın imanın şartları içinde yer alması, O'nsuz (s.a.s.) imanın tamamlanmaması, sahîh olmaması, Resûlüllah'ın (s.a.s.) konumunu belirler ve O'na uymayı gerekli kılar. Sünnete i'tisâmı emreden Kur'ân, Hz. Peygamber'i mutlak olarak Müslümanlara örnek göstermiştir. Çünkü İslâm, insan hayatının bütün kısım ve yönlerini birlikte değerlendirir. Hz. Peygamber'in üstlenmiş olduğu misyon, tabiî olarak O'nun bir sünnetinin bulunmasını gerekli kılar. Peygamber'in (s.a.s.) teşri' yetkisi vardır. Ayrıca sünnetinin vahye dayanması veya vahyin onayından geçmiş olması, Sünnetin kaynağının vahiy olduğunun göstergesidir. Kur'ân'ın, O'na karşı gelmeyi ve emrine uymamayı yasaklaması da sünnetin asıl kaynağını gösterdiği gibi, O'nun (s.a.s.) yolu olan sünnete itaati de farz kılar.
Bütün bu âyetler, Resûlüllah'ın (s.a.s.) değerini göstermesi yanında sünnetinin de değerini gösterir. Allah Teâlâ, Kur'ân'a uymayı nasıl farz kılmış ise, Peygamberinin (s.a.s.) sünnetine de uymayı emretmiştir.
Sünnetin, sünnete sarılmayı emretmesi
Hidayet rehberi ve tek örnek olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber'in (s.a.s.), Allah'ın yoluna çağırıcı niteliğiyle kendisine uyulmasını istemesi pek tabiîdir. Kur'ân'ın sünnete ittibaı emretmesinden sonra, sünnetin de aynı emri tekrarlaması, onun Kur'ân'dan aldığı gücü ifade ve te'yid etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "Sünnete sarılma"yı, Vedâ Hutbesi'nde ümmetine vasiyeti olarak açıkça ilân etmiştir.
"Size, kendilerine sarıldığınız takdirde ebediyen sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitab'ı ve Nebî'sinin sünneti. Bunlar (Kitab ve Sünnet), havzda (Kevser Havzı'nda) bana ulaşıncaya kadar ayrılmayacaklardır."[11] Hz. Peygamber (s.a.s.), bu vasiyet ve tavsiyesi ile Kur'ân yanında sünnete sarılmayı da teşvik etmiş ve ona uyulmasını istemiştir. Teşri' yetkisini hatırlattığı hadîste, i'tisâmın gereğini, sünnetin gücüyle ve konumuyla te'yid etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yine vasiyet niteliğinde kendisinden sonra sünnetine i'tisâmı tavsiye etmiştir. O (s.a.s.), "Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydınlık olan bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden sapanlar olur. Sizden kim yaşarsa birçok ihtilâfa şahit olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan râşid halifelerin sünnetlerine yapışınız. Bunlara sımsıkı sarılınız."[12] buyurmuştur.
Ümmetin fırkalara ayrıldığı zamanlarda "kendisinin ve ashâbının yoluna uyanlar"ın kurtulan grup olacağını belirten Hz. Peygamber (s.a.s.)[13] her devirde ve her durumda olduğu gibi -özellikle zor zamanlarda- sünnete i'tisâmın kurtarıcı niteliğine dikkat çekmiş olmaktadır.
Resûlüllah'a (s.a.s.) iktida da sünnete i'tisâmı gerekli kılar. "Bana iktida eden bendendir."[14] hadîsinde Hz. Peygamber (s.a.s.), açıkça kendisine uyulmasını emretmektedir.
"Size bir şeyi yasaklarsam ondan derhal uzaklaşın. Bir şeyi emredersem, gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin."[15] hadîsi de, her konuda sünnete i'tisâm gereğini ifade etmektedir. Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.), genel bir ifade kullanmıştır. Buna göre O (s.a.s.), her konuda uyulması gereken bir kimsedir. Zaten, bilhassa evrensel bir misyonla gelen bir peygamberin tek bir alanda örnek ve ölçü olması, bir alana sıkışıp kalması mümkün değildir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "Sözlerin en güzeli Allah'ın Kelâmı, yolların en doğrusu, en güzeli ise Muhammed'in yoludur."[16] buyurarak, sünnetten daha doğru ve üstün yol olmadığını belirtmek sûretiyle ona i'tisâmı teşvik etmiştir.
"Kim sünnetimi ihyâ ederse beni seviyor demektir. Kim beni severse, Cennet'te benimle beraberdir."[17] hadîsinde ise Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hem sünneti yaşatma emri vermiş, hem de sünnetine sarılmayı kendisiyle ilişkilendirmiştir.
"Kim benim fıtratımı (yaratılıştan sahip olduğum özellikleri) severse, sünnetimi yol edinsin."[18] hadîsi de aynı doğrultudadır. O (s.a.s.), kendisine duyulan sevginin de imanla ilgisi olduğunu belirtmiştir.
"Allah'a andolsun ki, hiç biriniz beni babasından ve evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (gerçek mânâda) iman etmiş olamaz."[19] hadîsi bunu açıkça ortaya koyar.
Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna işaret eden hadîsler de, sünnete i'tisâmı teşvik eder. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Dikkat edin! Bana Kitab ve onun misli verildi. Dikkat edin! Bana Kur'ân ve onun misli verildi."[20] hadîsi sünnetin önemine ve konumuna, kaynak göstererek dikkat çekmektedir.
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) teşrî' yetkisinin olduğunu belirtmesi, konuya ait önemli delillerdendir. O, ileride sünneti inkâr edenlerin çıkacağını belirttikten sonra
"Dikkat edin! Allah'ın Resûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir." buyurmuştur.[21]
Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur'ân ile sünnetin birbirinden ayrılmayacağını belirtmiştir.[22] Bununla beraber, O (s.a.s.), Kur'ân dışında da vahiy aldığını, buna rağmen teşrî' yetkisini kabul etmeyip sünneti inkâr edenler olacağını, sünnete karşı çıkacak grupların türeyeceğini, hadîsleri önemsemeyen, her meseleyi Kur'ân'da aramak gibi bir temâyül gösterecek bozuk zihniyetlerin belireceğini haber vererek ümmetini ikaz eder ve böyle kimseleri, şu sözleriyle uyarır:
"Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış biri olarak biz, onu bunu bilmeyiz. Allah'ın Kitabı'nda ne bulursak ona uyarız, o kadar" derken bulmayayım."[23] Hz. Peygamber (s.a.s.), böylece sünnetin, dinin iki kaynağından biri olduğunu inkâr edenleri teşhir etmiş,[24] sünnet inkârı ve sünnetsiz İslâm arayışlarının olacağını haber vererek ümmetini uyarmış, İslâm Dini'nde sadece Kur'ân'la yetinmeyi tasvip etmemiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bu kimseleri kınaması, bu iddiada bulunanların Kur'ân'a sarılmakta da samimi olmadıklarını gösterir. Konunun önemi, hadîsin başka rivâyetlerine de yer vermeyi gerekli kılmaktadır.
"Sizden biriniz koltuğuna yaslanarak, Allah'ın şu Kur'ân'da haram kıldıklarından başka şeyleri haram kılmadığını mı zannediyor. Dikkat edin! Vallahi ben öğüt verdim, emrettim ve yasakladım. Bunlar (emirler ve yasaklar), Kur'ân'dakiler kadardır, hatta sayıca ondan da fazladır."[25]
Konuyla ilgili başka bir rivâyet ise şöyledir:
"Sizden (ümmetimden) birinin (koltuğuna, dirseğine) dayanmış olarak beni yalanlaması umulur mu? Benden bir hadîs rivâyet edilir de Resûlüllah (s.a.s.) bunu söylememiştir' der."[26] Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), hadîs inkârının kendisini yalanlamak sayıldığını belirtir. Başka bir rivâyette ise inkârcıları şöyle anlatır:
"Benden bir hadîs rivâyet edildiğinde Resûlüllah (s.a.s.) bunu söylemedi. Bunu bize garanti edecek kim var?' der."[27] Bu ifâde, hadîs rivâyetlerinin incelenmesiyle ilgili olmayıp, esasen sünnet inkârcılarının tavırlarını, onların kendilerinden başka kimseye güvenmediklerini teşhir etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet inkârcısına hadîs ulaştığında, o koltuğuna gerine gerine oturmuş olduğu hâlde, hadîsi zikreden kişiye "Bizimle sizin aranızda Allah'ın Kitab'ı vardır! Bu Kitab'da neyi helâl bulursak onu helâl kabul eder ve neyi haram bulursak onu haram kılarız." diyeceğini haber verdikten sonra, "Oysa Allah'ın Peygamberi'nin (s.a.s.) haram kıldığı şey, Allah tarafından haram kılınan şey gibidir."[28] buyurarak meselenin önemine ve sünnetin kaynağına dikkat çeker. Resûlüllah (s.a.s.), yine bir başka sözlerinde, sünnet inkârcılarının, "Bu Allah'ın Kitab'ı, onda bulunan helâli helâl sayarız, onda bulunan haramı haram sayarız." diyeceklerine dikkat çeker ve,
"Dikkat edin, kime bir sözüm ulaşır ve o kimse sözümü yalanlarsa Allah'ı, Resûl'ün kendisini, Resûlullah’ın (s.a.s.) sözünü de yalanlamış olur." buyurur.[29] İnkârcı bu sözlerle, Allah'ın Peygamber'ine (s.a.s.) verdiği yetkiyi inkâr etmekte, dinde Peygamber'in (s.a.s.) kendi kendine hareket ettiğini ve O'nun sözlerine güvenilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır. Sünnet inkârcıları, hadîste bulunanlarla Kur'ân'da bulunanları sanki tıpatıp aynıymış gibi düşünerek
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) emri veya nehyi kendilerine ulaştığında, "Allah'ın Kitab'ı yanımızda, bu onda yok." derler."[30] İslâm âlimlerinden Şâtıbî, konuyla ilgili olarak "Sünnet, Kitab'ı tefsîr eder. Kim sünneti bilmeden Kur'ân'ı alırsa, sünnette sürçtüğü gibi Kur'ân'da da sürçer." diyerek, İslâmiyet'ten önceki milletlerin bundan dolayı dalâlete uğradığını belirtir.[31] Begavî de, yukarıdaki hadîslerle ilgili olarak "Bu hadîsler, hadîsin Kitab'a arzına ihtiyaç olmadığına delildir. Sünnetin, kendi başına hüccet olduğu sabit olmuştur. Bana Kitab ve benzeri verildi.' hadîsi de bunu gösterir." mütalâasında bulunur. Hadîste geçen koltuk (el-erîke) ifâdesi ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.), din ve âhiret konusunda endişesiz, rahat düşkünü, ilimle meşgul bulunmayan ve refah içinde olanları murad ettiği belirtilmiştir. Bu kimseler, rahat ve rehavet içinde bilmedikleri konularda konuşan kimselerdir.[32]
Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine itaati emreden (Nisâ/4: 13, 80) ve isyanı yasaklayan (Nisâ/4: 14) âyetleri tekrar ve te'yid mâhiyetinde kendisine itaati emretmiş ve isyanı yasaklamış; "Kim bana itaat etmişse, Allah'a itaat etmiştir; kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir." buyurmuştur.[33]
Aynı şekilde, "Ümmetimin hepsi Cennet'e girecektir; ancak imtina edenler giremeyecektir." hadîsinde Resûlüllah (s.a.s.), imtina edenlerin kimler olduğunu, "Kim bana itaat ederse Cennet'e girecektir, kim bana isyan ederse, o imtina etmiştir."[34] buyurarak açıklamışlardır. Bu hadîs, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünnetinden imtina etmenin, O'na (s.a.s.) isyan[35] sayıldığı anlamına gelir.
İbn Hibbân, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünnetine itaati; "uydurma gerekçelerle sünnetin def'i için yol arayanların söylediklerine aldırmaksızın, Allah'ın dini konusunda ileri-geri görüş belirtenlerin görüşlerini bir tarafa iterek, kemmiyet ve keyfiyetine bakmadan sünnete boyun eğmekten ibarettir" diye tanımlar.[36]
Resûlüllah'ın, "Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursun."[37] ve
"Allah, sözümü duyup ezberleyen, sonra da onu duymamış olana nakleden kimsenin yüzünü ağartsın!"[38] hadîsleri gibi, sünnetinin tebliğ edilmesine ve yayılmasına teşvikine dair emirleri de sünnete i'tisâmı âmirdir. Bu arada Resûlüllah'ın (s.a.s.) kendi sözünün diğer sözlerden farklılığına işaret etmesi de sünnetin ve sünneti tebliğin önemini göstermektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.), meselâ Veda Hutbesi'nde, tabiî ki hepsi Kur'ân'da en azından açık olarak bulunmayan bazı hususları da anlattıktan sonra, "Dikkat edin, tebliğ ettim mi?"[39] diye sorması ve farz ibadetler dışındaki ibadetleri de duyurma emrini vermesi,[40] yine sünnete bağlanmak gereğini ortaya koymaktadır.
Resûlüllah (s.a.s.), kendi getirdikleri dışında başka dinlere ait bilgilerle ilgilenilmesine ya da kendi yerine bir başka peygamberin konulmasına kesinlikle müsaade etmemiştir. O'nun bu tavrı, i'tisâmın gereğini ortaya koyan güçlü delillerdendir. Meselâ O (s.a.s.), "Yemin olsun ki ben size kusursuz bir din getirdim, Ehl-i Kitaba bir şey sormayın; kendileri sapmışken sizi hidayete erdiremezler, onlara sorarsanız ya bir bâtılı tasdîk eder ya da bir hakkı yalanlarsınız. Musa hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başkası ona helâl olmazdı. Musa aranızda olsa, beni bırakıp ona tâbi olsanız dalâlete düşersiniz. Siz ümmetlerden benim payıma düşensiniz, ben de nebîlerden sizin payınızım." buyurmuştur.[41]
"Kendilerine okunan bu Kitabı sana indirmemiz onlara kâfi gelmedi mi?" (Ankebût/29: 51) âyeti de, bu hadîste ifade edilen gerçeğe parmak basmaktadır.[42]
Netice olarak Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.), kendi sünneti ile ilgili bu hadîsler, sünnet olmadan İslâm Dini'ni yaşamanın mümkün olmadığının ifadesidir. Dinimizin iki kaynağı vardır. Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz'in (s.a.s.) sünneti. Sadece Kur'ân ile dinin gereklerini yerine getirmek mümkün değildir. Kur'ân'ın hayata geçirilişi, yaşanışı Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir. Resûlüllah'ın (s.a.s.), bir Müslüman olarak nasıl yaşadığını gözardı ederek müslümanca yaşamak mümkün değildir. Peygamber (s.a.s.), dini yaşarken şüphesiz bu hayat tarzını kendi kendine uydurmamıştır. Zaten bir peygamberin, Allah Teâlâ'nın tasdikinden geçmeden din adına bir söz söylemesi, bir icraatta bulunması imkânsızdır.
[1] Buhârî, libâs 82, 84, 85, 87, tefsîr 59/4.
[2] Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân VI, 191.
[3] Kurtubî, Câmi', VII, 5237.
[4] Kurtubî, Câmi', I, 32.
[5] Bkz.: M. Yaşar Kandemir, İki Cihan Güneşi, s. 245.
[6] Kâdı Iyâz, Şifâ, II, 17.
[7] Kurtubî, Câmi', II, 1445; V, 3042; IX, 6473; Kâdı Iyâz, Şifâ II, 18.
[8] İbn Abdilber, Câmi', II, 190.
[9] Bkz.: Kurtubî, Câmi', IX, 6255; Elmalılı, Hak Dini VII, 4572; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân VI, 13-14.
[10] Hüseyin Atay, "Kur'ân'ın Anlaşılması", Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, s. 26.
[11] Muvatta', kader 3; İbn Abdilber, Câmi', II, 24, 110, 180; Hâkim, Müstedrek, I, 93. Bu konudaki önemli bazı rivâyetlerde sünnet yerine "Ehl-i Beyt" geçmekte ise de, Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettikleri gibi, Ehl-i Beyt'ten de maksat sünnettir. Bu bakımdan, hakiki Ehl-i Beyt, sünnete uyan ve sünneti yaşatandır. Ehl-i Beyt'in en önemli fonksiyonu sünneti yaşamak ve yaşatmaktır.
[12] Dârimî, mukaddime 16; İbn Mâce, mukaddime 6.
[13] Bkz.: Tirmizî, iman 18.
[14] Müsned, V, 409.
[15] Buhârî, i'tisâm 2; Müslim, ilim 2.
[16] Buhârî, tefsîr 34/2, 111/2; Müslim, cum'a 43.
[17] Tirmizî, ilim 16.
[18] Abdurrezzâk, Musannef, VI, 169; Beyhakî, Sünen, VII/77.
[19] Buhârî, iman 8; Müslim, iman 69-70.
[20] Ebû Dâvûd, sünne 5; İbn Hibbân, Sahîh, I, 173.
[21] İbn Mâce, mukaddime 2; Tirmizî, ilim 10.
[22] Bkz.: Dârakutnî, Sünen, IV, 245; Hâkim, Müstedrek, I, 93.
[23] Dârimî, mukaddime 49; Ebû Dâvûd, sünne 5.
[24] İsmail Lütfi Çakan, Hadîslerle Gerçekler -2-, s. 138
[25] Ebû Dâvûd, harac 31(33).
[26] Abdurrezzâk, Musannef, X, 453.
[27] Abdurrezzâk, a. g. e., X, 453.
[28] Tirmizî, ilim 10.
[29] Taberânî, el-Mu'cemu'l-evsât, VII, 313; İbn Abdilber, Câmi' II, 189.
[30] Müsned, VI, 8; İbn Hibbân, Sahîh I, 174.
[31] Bkz.: Şatıbî, İ'tisâm, I, 59.
[32] Bkz.: Begavî, Şerhu's-sünne, I, 201.
[33] Buhârî, ahkâm 1, cihad 109.
[34] Buhârî, i'tisâm 2.
[35] Bkz.: İbn Hacer, Fethu'l-bâri, XV, 180.
[36] İbn Hibban, Sahîh, I, 180.
[37] Buhârî, ilim 37, 39.
[38] Dârimi, mukaddime 24.
[39] Bkz.: Müslim, küsûf 1.
[40] Bkz.: Ebû Dâvûd, tatavvu' 10.
[41] Abdurrezzâk, Musannef, VI, 113, 114; X, 313-314; Müsned, III, 387, 338, 471; IV, 266.
[42] Dârimî, mukaddime 42.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Temmuz, 2002; 57. sayı)